|
|
|
Editör'den : Kutlasakta mı saklasak kutlamasakta mı?!.. |
Dün günboyu, henüz aklıselimini tamamen yitirmemiş birkaç radyoyu can kulağı ile dinledim. 26 Ağustos 1922'de başlayan Büyük Taarruzun öncesi ve sonrasını anlatan yakın tarih uzmanlarını duymak, bunca gaflet ve dalaletle çevrelendiğimiz günlerde 90 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini atanları, başta Ulu Önder Atatürk'ü anmak gerçekten iyi geldi.
Can düşmanı Atatürk'ü 1934'te Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterebilecek kadar ileri gidebilen Venizelos'a inat, bizim cumhurbaşkanı kulağına kaçan su nedeniyle 30 Ağustos resepsiyonunu iptal edip Atatürk'ü anmayı bile zul gördü. Oysa kendisi hastahaneden izin alıp 1-2 saatliğine MGK'ya bile başkanlık edebilmişti. Hoş aynı adamlar Anıtkabir'de sap(!?) gibi durmaktan ta sıkılmışlardı değil mi? Haydi cumhurbaşkanının kulağına su kaçtı, yerine vekalet eden Meclis Başkanı'nın nesi vardı? Törenlerde temsil edebilen adamın resepsiyon verecek yerleri mi acımıştı?!.. Türkiye'yi bir ayıpla daha listenin başına koydular. Cumhurbaşkanın kulağına su kaçtı diye ulusal bayram törenini iptal eden ilk ve tek ülke olduk.
Söyleyecek sözüm kalmadı. Barı siz kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BİR FESTİVALDEN SONRA |
|
10. Uluslar arası Bodrum Bale festivali Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası” eserinin yorumuyla sona erdi. Bodrumlular, her oyunda Kale’yi tıklım tıklım doldurarak bu sanata ilgilerini bir kez daha gösterdiler. Bodrum’a böyle bir festivali kazandıran, sürdürülmesi için emek harcayan herkese teşekkür etmek boynumuzun borcu.
Bu yılki festival “Aşk” diye başladı, öyle devam etti ve bitti.
Ben, aşkı sevgiden ayrı tutarım. Sevgi, paylaşımcı bir duygu; aşk ise bencil ve marazi. Aşkta “teslimiyet” duygusu egemen, karşısındakini teslim olmaya zorluyor. Bunun için de her türlü yola başvurabiliyor.
Kıskançlık, aşkın damarlarında dolaşan virüs gibi. Kendini besleyebilmek için, gözünü kırpmadan aşkı öldürebiliyor.
Bu yıl, nedense aşk üçgenli oyunlar seçilmiş. Genç Werther’in Acıları’nda, Harem’de, Kanlı Düğün’de, Bir Gecesi Rüyası’nda , hatta Zorba’da temanın aynı olması sadece bir rastlantı mıydı, bilemiyorum.
Genç Werther’in Acıları’nda , Werther, Albert’le evli Scharlotte’a aşıktır. Bu aşk, zaman içinde söneceğine iyice derinleşir. Werther intiharı çözüm olarak seçer. Goethe’nin bu romantik eserinin yayımlandığı dönemde Alman gençleri üzerinde ne denli etkili olduğunu daha önce yazmıştım. Eserin bale düzenlemesini Chopin’in müzikleri eşliğinde izlemek oldukça zevkliydi. İki romantik devin ortaklığı, oldukça etkileyiciydi. Bu başarıda Yannick Bouguin’in koreografisinin, piyanist Yelena Şekalyova’nın ve dansçıların, özellikle de Deniz Zirek’in payını unutmamak gerek. Deniz Zirek, bana göre günümüz Türk balesinin en değerli dansçılarından.
Zorba’yı bu sahnede iki yıl önce de Sofya Devlet Opera ve Balesi sanatçılarından izlemiştik. O zaman da baş balet İrek Mukhamedov’du. Eser bu kez İzmir Devlet Opera ve Balesi sanatçıları tarafından oynandı. İrek Mukhamedov bu kez 52 yaşında bir sanatçı olarak sahnedeydi. İki yıl öncesine göre biraz daha incelmişti. Belki de bu sayede izleyenleri yine büyüledi. Ancak bunda kendisine eşlik eden İzmirli dansçıların, özellikle de Emre Kaynarsu’nun payını es geçmemek gerek.
Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin sunduğu Harem, müziğiyle, dekoruyla, kostümleriyle, konusuyla bize özgü bir eserdi. Adından da anlaşılacağı gibi aşk üçgeni, entrika, kıskançlık, ve çaresizliklerle boğuşan insanların öyküsüydü Harem. Oyunu seyrederken Türk Sanat Müziği’nin Klasik Bale’ye ne denli uyumlu bir müzik olduğunu bir kez daha tanıklık ettik. Ben, bu tür eserlerde, koreografından dansçılarına tüm sanatçıların eserin kılcal damarlarına nüfuz edebilmesi gerektiğini düşünürüm. Farklı kültürlerden gelen sanatçıların işinin bu tür eserlerde biraz daha zor olduğu açıktır. Bu açıdan bakıldığında Alexander Vasiliev’in dekor ve kostümleri şaşılacak derecede kusursuzdu.
Bu yıl heyecanla beklediğim oyun, Kanlı Düğün’dü. Üstelik oyunu Antonio Gades topluluğunun oynaması beni biraz daha heyecanlandırmıştı.
Lorca benim en sevdiğim hatta daha lise çağlarında şiirime ışık tutan şairlerden biriydi. O İspanya iç savasının kurbanlarından biriydi. Kısacık ömrüne son derece duyarlı eserler sığdırmıştı.
“Bir Bursa bıçağıyla kestim umutlarımı
Erkenci badem dalından”
dizeleriyle başlayan;
“Frederico Garciya Lorca
Mezarını kazıyor korkusuzca
Gösterge mutluluğa, mutluluğa, mutluluğa…”
dizeleriyle sona eren şiirimi yazdığımda daha on sekizinde bile değildim.
Kanlı Düğün, aslında bin yıllardır nice cana mal olan aşk üçgenini konu edinen bir oyun. Küllenmiş bir kan davası, gelinin, düğün günü ailenin hasmı eski aşığı ile kaçmasından sonra yeniden alevlenir. Bu kaçış bir yıkıma yol açacaktır. Büyük oğlunu ve kocasını anlamsız bulduğu bu davada kaybetmiş olan ana çaresizdir. Kader, hasımları bu kez damat ve aşık olarak karşı karşıya getirmiştir. Lorca bu oyunu bir gazete haberinden esinlenerek yazmıştır. İlk bakışta sıradan bir olaymış gibi görünse de eserin önemli yanı Lorca’nın , bu dram aracılığıyla İspanyol İç Savaşı'na yaptığı göndermelerdir.
Savaşların hangisinde kan davası yoktur ki! İster din, ister siyasi görüş, ister toprak kazanma uğruna olsun, tüm savaşlar insanoğlunun kanlı düğünüdür.
Oyun pek kısa sürdü. Antonio Gades, oyunu iyice stilize ederek ağırlığı eli bıçaklı iki gencin dansına vermiş. Şimdi belleğimde yalnızca bu kavga sahnesi var. Ne yazık ki o sahneyi belleğime kazıyan yalnızca oyuncuların mükemmel dansı değil. Kalenin Kuzey Hendeği’nde 1300 kişi nefeslerini tutmuş kavgayı izlerken arka sıralarda çalan telefonun sesi de bunda etken. Oyun başında yapılan onca anonsa karşın, insanların bu davranışını unutkanlığa bağlayarak geçiştirmeli miyiz? Ben, oyun başladıktan sonra alana aheste beste giren, eserin herhangi bir anında sallana sallana alanı terk eden duyarsız seyirciler için de önlemler geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum
Festivalde son oyun Shakespeare’den seçilmişti.
Bir yaz Gecesi Rüyası Shakespeare’in en renkli ve çok yönlü oyunlarından biri. Oyun insanoğlunun yaşam karşısında düştüğü akıl almaz ve garip durumları anlatır. Başta da söylediğimiz gibi aşk ve evlilik oyunun merkezindedir.
Pek çok “romantik komedi”de görüldüğü gibi evlilik, olayların doğal sonucu olmakla birlikte, daha önce aşılması gereken engeller vardır. “Ölümlülerin” mutluluğa kavuşabilmesi için, önce Periler Kralı ve Kraliçesi arasındaki anlaşmazlığın çözümlenmesi gerekmektedir. Düşle gerçeğin, doğalla doğaüstünün gelgitinde yaşayan insan, özellikle aşk konusunda açıklanamaz güçlerin etkisindedir.
Ne diyelim biz de Ankara Devlet Opera Balesi Modern Dans Topluluğunun danslarını izledikten sonra Peri Puck’ın diliyle özetleyelim sözümüzü:
Biz gölgeler, kusur işlediysek eğer,
Şöyle düşünün ve bizi hoş görün:
Bu hayaller görünürken sahnemizde,
Siz de biraz kestirdiniz yerinizde.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Müşerref Özdaş Zafer ertesi yazısı |
|
Bayramlarda hem coşku hem gurur hem hüzün hem kuşku bir arada olabiliyor. Umutlara leke düştüğü anlar çok olduğunda birden böyle coşkuyu, kırmızı beyaz renkleriyle taşımaktan gurur duyduğumuz bayraklarımızı dalgalanırken gördüğümüzde bir bütün oluveriyoruz milli bayramlarımızda.
Duygu ve fikirlerin en rahat paylaşılabildiği, en hızlı depresifleşilebilen, gündeme en hızlı ayak uydurulabilen sosyal paylaşım sitelerinde türeyen klavye delikanlıları, klavye milliyetçileri, Atatürkçüleri, siyasetçileri, vatan kurtaran adamlar, esince mangalda kül bırakmayanlar yine yaptı yapacağını.
En başta Facebook, Twitter ve Google plus gibi sosyal paylaşım sitelerinde bol bol günün anlam ve önemine uygun cümleler ve fotoğraflar yayınlandı ve gün kurtarıldı.
Bütün bunları içtenlikle yapanlar var mıydı?
Tabi ki vardı ama işin cılkını çıkaranlar da vardı.
Başka ne yapıldı?
TV kanallarında bol bol yaşını başını almış kişiler, tarihçiler konuşturuldu. Basın da yayın da görevini yaptı kısacası.
Diliyoruz ki bu bayramlarımız profile Atatürk resimleri koymak
suretiyle kutlanan bayramlar olmasın sadece. Resmi tatil adı altında yatarak kutlamayalım Zafer'in yıldönümlerini. O günleri anarak halimize şükredip, vatan ve bağımsızlık uğrunda canlarını feda edenler için el açıp dua da etmeyi akıl edebilelim. Geçmişte bizler için bu mücadeleyi veren insanlara saygı duyup, sahiplenebilelim. Bayraklarımızı evimizin balkonuna, penceresine "başkaları da asıyor" diye değil, yaşanan milli mücadeleyi önemsediğimiz, benimsediğimiz ve dosta düşmana karşı "biz buradayız!" demek için asabilelim.
Zafer bayramının 90. yıl dönümünde meydanlardaki kutlamalar geleceğe dair umut yüklüydü. Korku ve kuşkuyla karışık serzenişler de ağırlıktaydı. Peki, sebebi neydi bu taş gibi yüreğe oturan kuşkuların?
1299 yılında kurulup 1922'de yıkılmış olan, egemenliğini 623 yıl sürdürmüş olan Osmanlı Devleti bir özlemle anılıyor, dizilere konu oluyorken henüz 90. yıl dönümünü kutladığımız Zafer Bayramımızda bu hüznü ve korkuyla karışık kuşkuyu anlayabiliriz sanırım.
Neyi kutlamakta ve hatırlamaktayız Zafer Bayramlarında?
1922 yılında 26 Ağustos'ta başlayıp, 30 Ağustos'ta Dumlupınar'da Mustafa Kemal'in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi ki işgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de, 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil etmektedir. Türk ulusunun yeniden dirilişinin tarihidir. Aynı zamanda Büyük Taarruzun da bitişinin yıldönümüdür.
Dünya lideri konumunda olan Atatürk’ün arkasına ve adına sığınmaktansa onu anlamak gerek. Vazgeçmemeyi, önsezili ve planlı olmayı, kararlı olmayı...
Onu anlarsak başarabiliriz.
Başkumandan M.Kemal Atatürk’ü neden bu kadar çok seviliyor?
O, 20. Yüzyılın Dünya Liderlerinden biri olarak mı seçilmiştir?
- Evet.
Ve neden dualarımız ona ve silah arkadaşlarınadır?
Ailelerini, bebeklerini, nişanlılarını, eşlerini bırakıp geri dönmemeyi göze alıp cepheye gittikleri için mi? Birkaç dakika sonra öleceklerini bile bile arkalarında bıraktıklarını düşünmeden vatanı için, bayrağı için, inançları için ölüme yürüdükleri için mi?
- Evet.
Haiti’de 1996’de ölen Haiti Cumhurbaşkanı’nın bıraktığı vasiyette mezar taşına “Bütün ömrüm boyunca Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm” yazılmasını istediği için midir bunca gurur duyuşumuz?
- Evet, bu da bir sebeptir.
“Norveççe’de “ATATÜRK gibi düşünmek” deyimi olduğu için mi? ( Çok sık kullanılmaktadır bu deyim. Birine çözmesi için bir problem verilir de o da tembellik eder çözmez. Derler ki ona, bu problemin mutlaka çözümü var. Bir de ATATÜRK gibi düşün. )
- Evet.
Norveççe’den çok bizim dilimizin bu deyime fazlasıyla ihtiyacı var mıdır?
- Evet
Bu ülkeyi asker olarak savunduğu ve askerlikten istifa ederek (ve diğer siyasete girecek komutanların da istifa etmesi zorunluluğunu getirerek) ölümüne kadar devletini hızlı bir şekilde kalkındıran, bilim, sanat, dil, eğitim ve spora çok önem gösteren iyi bir siyasetçi olarak yaşadığı için mi bu büyük sevgimiz?
- Evet
Milletinin başöğretmeni ve babası olarak mı öldü?
-Hem evet, hem hayır.
Hayır, çünkü anlamaya devam ettikçe, ideallerde yaşattıkça her anlamda öldü dememiz mümkün değil.
Türk olmak özeldir, gurur vericidir. Türk olmak Atatürk’ün çocukları olmaktır.
Kimdir Atatürk?
- Bir başöğretmen midir? Evet
- Bir lider midir, asil midir? Evet
- Dünya ona hayran mıydı? Evet
- Dünya liderleri arasında ayakta kalan tek liderdir midir? Evet
- Dünyanın özlem duyduğu bir lider midir? Evet
- Türklere, kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiş midir? Evet
- İnsanı teslim alıcı fevkalade önderlik kuvveti var mıydı, zeki miydi? Evet
- O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör olmayıp
gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir
kahraman mıydı?
Evet, tam anlamıyla...
- 1933 Üniversite Reformu ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk üniversitesi olan İstanbul Üniversitesi’ni kurmuş olan, Türkiye’ye "üniversite" sözünü kazandıran lider midir Atatürk? Evet
- Dünyanın en şık giyinen bir lideri miydi? Evet...
…..
Daha birçok vasfı hakkıyla kendinde taşıyan Ata’mıza ve silah arkadaşlarına rahmetler olsun.
Sadece Türkiye'nin değil tüm dünyanın kabul ettiği Atatürk'ün bir dünya lideri olduğudur ki bizler de o büyük dünya liderinin izindeyiz ve izinde olmaya devam etmeliyiz.
Bu zaferi bize yaşatan Atatürk ve silah arkadaşları ile kahraman Türk Ordusu’na şükran ve minnetimi sunuyor, bir Zafer Bayramı ertesinde yeniden Zaferimizi kutluyorum.
Daha nice 90 yıllarda Zafer Bayramlarımızı Türk milletinin olduğu her yerde coşkuyla kutlayabilmek dileğiyle...
Müşerref Özdaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu kendime küstüm bugün |
|
kendime küstüm bugün
kuşların şarkıları bile fısıltılı kulağımda
yaptığım birçok şeyin perişanlığında kalbim
hayatın yorgunluğunda ezilen bedenimin
soğukluğunu hissediyorum mevsim rüzgarında
çığlıklar var yüreğimde
hayatımın duygusuzca kaybolmuş günlerinde
isyanlarım var hesapsız söylenmiş siyah cümlelere
kendime küstüm bugün
doğduğum için en sıcak günlerin ortasında
bir akşam vakti annemin sıcak kollarında
ben, ben olduğum için küstüm
varlığımın hiçlikle boğuşan zamanlarının ortasında
yaşamımı sonlandırmak isteyişim düşüncesizce
suçluluğun ve suçlamaların savaşımında
hayatımı devam ettiren kaderim için
kendime küstüm bugün
yapamadığım bir çok şey için
yeterince savaşmadığımı anladığım anların perişanlıklarında
ağrılar düşer başıma, dev dağların kayalıklarından ağır
bir söz, bir yağmur yeterdi kaderim değişseydi belki
tükenmeyen başarıların peşinde olacaktı ismim
şimdi başka yerde, başka kalabalıklar içinde
bambaşka hayatın pembeliğinde yaşayacaktım
kendime küstüm bugün
gecenin en karanlık noktasında
titreyen elimin tuttuğu kalemim kırıldığı için
zamansızlıkların boğucu sıkıntılarında
hiçbir düşüncemin olmayışı, duygusuzluklarla beraber
kendime küstüm bugün
böyle hissettiğim için…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
TOPHANE’DE ÜÇ DEV ADAM
İstanbul, üç büyük sanatçıyı ağırladı geçen hafta, Tophane-i Amire’de. Daha önce Salvador Dali’yi ağırlamanın sevincini yaşayan salonun, bu seferki konukları çok daha ağırdı. Hatta konuklarından bir tanesi, dört metre yüksekliğindeki, mermerden yapılmış olan Davut Heykeli’ydi. Salonun ortasında yükselen bu heykel, serginin ne kadar da önemli olduğunu anlatmaya yetiyordu.
Asıl memleketi Floransa olan; ‘Davut Heykeli’ Mıchelangelo (1475-1564) tarafından yapılmıştır. Mıchelangelo, resimlerinden çok, heykelleriyle tanınan çok yönlü bir sanatçıdır. Davut Heykeli’nden başka Vatikan’da bulunan; ‘Dieta’ yapıtı da vardır. Bunun kadar önemli olan diğer çalışması, üzerinde dört yıl çalıştığı, Sistine Şapeli’nin, tavanına işlenmiş olan fresklerdir.
Sergide ki diğer isimse, Raffaella’ydı. (1483-1520) Canlı resimleriyle tanınmış olan bu sanatçı. Mıchelangelo’nun resimlerinden çok etkilenmiştir. Özellikle de, Sistine Şapeli’nin, tavanına işlenmiş olan fresklerden.
Resimlerindeki canlılık dikkati çeker, Raffaella’nın. Sanki resimler, hareket etmektedir.
37 yaş gibi çok genç bir yaşta ölen Raffaella ardında birçok resim bırakmıştır.
Bu eserler, sergi salonun en son tarafında, slayt gösterisi halinde sunulmaktaydı. Burada onun resimlerindeki pırıltı, natürel bakışlar, derin gözlem gücü, çok net bir şekilde gözükmektedir.
Ve en önemlisi, en büyük olanı; Leonardo Da Vinci. (1452-1519)
Son Akşam Yemeği Freski ve Mona Lisa’nın ressamı. Onu sadece bir ressam, bir heykeltıraş olarak anlatmak çok yanlış olur. Hem mühendis, hem mimar, hem de bir bilim adamı. Kısacası o tam anlamıyla bir deha.
Sergi salonunun her köşesinde, onun çalışmalarından sayısız örnekler vardı. Benim en çok beğendiklerimden biri, insan vücudu üzerinde yaptığı araştırmaydı. Çok meraklı olması ve bu merakını bir kadavrayı inceleyerek yenmeye çalışmasıydı. Tabii bir de onu resme aktarabilmesi.
Buradan çıkarılacak sonuç ise şu oldu benim için; “İyi bir bilim adamı olmak için, iyi resim çizebilmeli insan. Gördüklerini, anladıklarını çizgilerle ifade edebilmeli.
Leonardo Da Vinci’yi dahi yapan buydu işte. Merak duyduğu şeyleri, hiç korku duymadan inceleyebilmesi ve bilgilerini bütün sanat dallarını kullanarak, çok yönlü olarak kâğıda aktarabilmesi. Bir sanatçıyı, başarılı kılan buydu işte! Bilgileri harmanlaya bilmek! Bunu Türkiye’de, Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nda gördüm ben. Edebiyatı, şiiri, resmi, kilim motiflerini, tarihi vb. Birçok şeyi harmanlayıp, tek bir bütün haline getirebiliyordu.
“Zaten sanatçı olmak, bunu gerektirir, sadece iyi enstrüman çalmakla, sadece iyi resim yapmakla sanatçı olunmaz! Önemli olan, tarihle, edebiyatla, derin gözlem gücüyle çalışmayı beslemektir!”
Tophane-i Amire’nin salonunda ki, bu çalışmaları büyük bir merakla izledikten sonra, şuna karar verdim: “Bir insanın yüzyıllar sonra anılması, o kadar kolay olmuyor. Bunun için çok çalışması gerekiyor. Sadece çok çalışması mı? Hayır! Bütün bir ömrünü bunu adaması gerekiyor!”
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Tuzlu Yağmur
Siyahın nezaketini örteleme çabasındaki güneşin “yanık” rengi etrafı hakimiyeti altına almıştı. Güneş doğmak üzereydi. Güneş doğurmak üzereydi. Yeni canlar, yeni yaşamlar ve yine eski hayatlar doğurmak üzereydi. Vazgeçerek, pes ederek dün akşamüstü terk ettiği dünyaya şimdi yine yeni umutlarla dönüyordu. Güneş gebeyken gerçeğin sancılarına dünyanın umurunda değildi; o alışkındı narkozsuz ameliyatlar yapmaya. Can yakmaya ve buna bahaneler üretmeye alışkındı.
Güneş özlemişti dünyasını. Teninden ayrılamazdı ruh. Ruh ile ten cân ile cânândı. Aralarındaki, mesafeleri Ferhat ile Şirin yaratmıştı. Belki de Leyla açmıştı bu vicdansız yarayı. Bir “nefes” yeterdi cânı cânândan ayırmaya, bir “soluk” yeterdi cânânı cândan almaya. Cânın sevgisi yüceydi, bir “nefes”lik değildi ve son nefes gibiydi; çok zor çıkardı, çok zor terk ederdi tenini. Ama cânân öyle miydi? Cânân soluksuz kaldığı ilk anda karar vermişti hakimiyet kurduğu savaş bölgesindeki yurttaşlarını yaralarıyla baş başa bırakmaya…Düzeni böyleydi katiller ve kurbanlar üzerine saçmalığına tahammül sınırımızı zorlayan dünyanın. Yaşam o kadar ayrıydı manadan, terk edilmişti vücuttan. Güneş gene gebeydi yeni saçmalıklara ve şaşkınlıklara…
Bir kuşun kanat çırpışıyla uyanmaya başlamıştı güneşin bulutu. Üzerini giyindi. Giyinmek anlamsızdı; çünkü kıyafetler kapatamazdı kalpteki ıssızlığı, üst üste giyilen paltolar yetmezdi yüreğin içini ısıtmaya. İstersen kısacık şortla çık dışarıya, kaçtığın sıcak içindedir. İçindekini örtemedikten sonra neye yarar giyinmek ya da giyinmemek… Sözde vicdanını kapatan bez parçalarını üzerine giyindikten sonra kahvaltısını yaptı. Kahvaltı önemliydi; çünkü birazdan yine başlayacaktı gölgesini kovalamaya. Yaptığımız şey tam da buydu: Gölgemizi kovalamak…Ama unutma: Ne kadar hızlı koşarsan koş gölgeni asla geçemezsin; bırak geçmeyi yakalayamazsın bile. O bizden bir adım önde başlar yarışa. Gölgeler bizden daha değerlidir; daha önemlidir ve daha gerçektir. Onlar gölgedir çünkü. Dış görünüşleri yoktur. Yani dış görünmeyişleri vardır. Bu sayede onlar sadece özden ibarettir. Dışarıdan gözükmediği için uzuvları, onlara bakanlar yakalamaya çalışır gizlenen benliği, ayırmaya çalışır karanlığı gölgenin içinden. İyi de siyah siyah ayrılır mı? Siyah siyahı satar mı? İnsanlar içinde olsaydı tereddüt etmeden satar derdik; ama onlar gölgeler. Yani samimiler. Bu sadece insanlar için geçerli olan bir şey değil. Bitkiler de satmaz mı lugol çözeltisini görünce ona sığınan nişastayı… Sorun da burada başlıyordu: Sığınmak…
İlk söyleyince tiksindirir kendinden; ama altında yatar Leyla’nın “iğnesi”. İnsan birilerini sevdiği zaman sığınırdı. İnsan sığınırdı “sev”ince ya da sevince sığınırdı, mutluluğa. Evet, insan insana değil; sevince komşuluk etmeliydi. Bu düzensiz apartmanda kapı komşunuzun kim olacağını tercih edemiyorsunuz. Belki Dostoyevski çıkacak şansınıza Bay Goladkin ile birlikte. Sizi her gün tiksindirecek yaşadığınıza. Kendinizden bile nefret eder aşamaya geleceksiniz…İnsan en son kendinden nefret eder. Neden? Kendini çok sevdiğinden, kayırdığından mı? Yoksa bencil olduğundan mı? Hayır, kendiyle konuşamadığından. Seslenirsin gizli tünellerine; ama o tüneller kocaman dağlara dönüşür birden ve sözlerinizin katbekat fazlasını gönderir size hem de acımasızca suratınıza indirdiği tokatlarla. Siz de bu yoldan vazgeçersiniz; diğer demiryollarını denersiniz. Bu sorun hava yoluyla, kara yoluyla falan çözülmez. Sadece demiryoluyla çözülür. Demirleşmiş kalpler demirden yollarla iflah olurlar, elinde çiçeklerle bekleyip : “Bak sürpriz yaptım.” diyen çat kapı sevgilerle değil. Son zamanlarda sevgilerimiz hep çat kapı. Önce çat kapı seviyoruz, sonra kaşlarımızı çatıyoruz ve en son da kapıyı “çat”ıyoruz.
Tahtadan hayallere güvenir olduk. Eskiden bulutlara bakarak hayal kurardık. Bulut değişimdir, harekettir. Bulut sevgidir; çünkü hiç yorulmadan döner durur uğruna yağmurlar yağdırdığı , dolularla sıkıştırdığı dünyanın, dünyasının etrafında. Bulut terk eder vatanını, yerini yurdunu bilmez, tanımaz; tanıdığı dünyanın peşinde. Bulut kıskançtır da. Güneşin bile önünü kapatmaya çalışır bazen, dünyasını sadece kendi görsün ister. Dünya sadece onun için dönsün ister. Biz de o yüzden bulutlara hayal kurarız ve bulutlarla izleriz dünyanın her seferinde güneş uğruna döndüğünü, bu zahmetli yola onun için katlandığını. Ama olsun bulut dünyayı değil; dünyayı sevmeyi sever. Zaten yaratılışın özüdür sevgi. Yeni gelenler asi; bulutlara inanmıyorlar, onlar hayallerini tahtalara kuruyorlar. Daha doğrusu odunlara. Tahta serttir, tahta incitir, tahta inceltir kalbi. Tahta bilmez ki odunluktan gayrısını. Meyve verme derdinde değildir o, onun tek bildiği odun olmaktır.E bu yeniler de odunlarla hayal kura kura taşlaştı yürekleri. Unuttular, unutmamalıydılar: Güvercin ağladığında ölür…
Sıra güneşe gelmişti. Güneş pususundaydı gözlerinin dünyanın. Ağlamak isteyip de yutkunamadığı düğümdü boğazında. Güneşin varlığının “yakmadığı” dünyayı yokluğu kasıp kavuruyordu. Yine fizik haksız çıkmıştı. Uzaklaşan güneş dünyayı yalnız bırakmalıydı Bay Goladkin’le; ama aksine kavuruyordu “Beyaz Geceler”i. Kimsesizliğin sonundaki ışık gözlerini kamaştırıyordu. Yüreğine bakamayan gözler vardı artık. Kalbine gözlükle bakmak zorunda olan gözler…
Hani gözler yalan söylemez denir ya! Yalan! En çok gözler yalan söyle; çünkü sarı lekenin oyununa kurban olurlar. Herkes ama herkes gördüklerini kendi zihnince ve zihinsizliğince yorumlama çalışırken tersini çevirir gördüğünün. Bu bir savunma mekanizmasıdır. Ama savunmasız bırakır. Çünkü kılıcı terk tutarak savaşamazsınız, eti bıçağın tersiyle kesemezsiniz. Teslim olursunuz sonra, işlemediğiniz, işleyemediğiniz suçtan yatarsınız vicdan hapishanesinde senelerce bir yüze hasret. Oysa siz daha sevmemiştiniz bile! Sadece bulutlarını dünyanızla aynı yönde dönmüyordu. Kurduğunuz hayalin dayanılmaz sadakatsizliği beyninizden önce kalbinizi kuşatmıştı. Ve teslim oldunuz; çünkü kumandansız ordu hiçbir şey yapamaz. Güneş varlığını her gün onun doğmasını hasretle ve hasetle bekleyen dünyaya borçludur. Dünya izin verir güneşin ışınlarının kendi oksijeniyle buluşmasına. Dünya anlatır güneşe her şeyi. Yokluğu var eden bulutlardan bahseder. Güneş inanır dünyanın samimiyetine ve onu yörüngesine alır. Eylül ateşi gibi; yaza veda eder; ama kışı kucaklamaz. Sonra yağmura yazılmış sevgiler de tuzlaşır. Artık yağmur tuzlu, deniz gibi. Çünkü bugün “güneş tutulması” var…
Şule Baş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?
Tabii şimdi diyeceksiniz ki, “ Abuzittin oğlum, yeter artık kabak tadı verdin lan! Anladık laiklik bal gibi tehlikede, biz anladık ama bak Dersim’li Kılıç efendi pek anlamış gibi durmuyor, n’apalım sen de kaderine küs!”
Ama yanıldınız sevgili okurcumlarım, benim bugün bahsetmek istediğim tehlike ne yazık ki “laiklik” değil, keşke öyle olabilseydi....
Bugün çok daha vahim bir tehlikeden söz edeceğim. Ve ne yazık ki, ciddileşeceğim. Bu tehlikenin farkında olmadığınızı çok iyi biliyorum. Çünkü, harika bir karikatürle çok güzel anlatıldığı gibi hala kafanızı TV ekranlarına gömüp duruyor ve bazı şeyleri sanki bir sinema filmi seyreder gibi seyrediyor ve biraz sonra perdede “The End” yazacak ve salonun ışıkları yanacakmış gibi davranıyorsunuz!
Azzzz sonra anlatacaklarım sizi şoka sokacak mı bilmiyorum, ama anlatmak zorundayım!
Odak noktasında Türkiye topraklarının olacağı, yeni bir paylaşım savaşına, bir dünya savaşına hazır mısınız?
Gerçekleşmediği takdirde, mutluluktan havalara uçacağım bu öngörü, ne yazık ki gerçek olursa hepimizin en fazla 3-4 yıl ömrü kaldı, bilmem farkında mısınız?
Üstelik gasilhanede yıkanmak, musalla taşına kurulmak, cenaze namazı kılınmak ve mezarlıkta toprağa defnedilmek gibi dini ritüellerin hiçbirisi olmadan küçücük bir nükleer kalıntı olarak göçüp gideceğiz bu dünyadan!
“ Ulan bu Abuzittin, deliydi, meliydi ama fena adam değildi....Zavallı iyice kafayı sıyırmış! Bunu artık anca akıl hastanesi paklar!” diye düşüneceğinizi biliyorum...... biliyorum da yine de aşağıda anlatacağım analizi “siyasi bir komplo teorisi” gibi yorumlamamanızı diliyorum!
Sözde stratejik müttefikimiz Pentagon’un şu anki güncel amacı ne? Bir taşla, birden fazla kuş vurmak! Esat’ı alaşağı etmenin olası tek yolu olarak bunu gördüğünden, bir yandan savaş yeteneği dibe vurmuş, moral olarak en alt seviyede olan Türk Ordusunu bugün “henüz erken ya da şu an mümkün gözükmüyor” diye değerlendirilse bile eninde sonunda bir şekilde Suriye sınırından içeri sokarak, Esat’ın ipini çekme planları yapmak.
Diğer taraftan da Kuzey Suriye ve Irak’ta konuşlanmış olan Barzani’nin peşmergeleriyle desteklediği tüm Kürt kuvvetlerini bir araya toplayıp,
İran’daki Kürtlerin de desteği ile Hakkari sınırından içeri sokmak!
Hem de bu defa 800-1000 kişilik bir kuvvet halinde değil, belki 10.000 kişilik çok önemli bir güçle Türkiye’ye saldırtarak, bir yanıyla denize de açılabilen “ikinci İsrail”in, ya da “Kürdistan”ın fiili kuruluşu için önemli bir üs yaratmak ve böylece Türkiye’nin bölünmesi için en önemli adımlardan birini atmak!
Muhterem zevat olanları bir tiyatro gibi seyretse de bugünlerde, Şemdinli bunun provası arkadaşlar!
İyi saatte olsunların Hillary yengesi Suriye bağlamında bugün için olası tüm operasyonları değerlendirmek üzere bugünlerde gene apar topar Türkiye’ye geldi. Muhtemelen şunu söyledi yenge!
“ Boş ver be canım müttefikim. Hiç üzülme....Zaten senin başında bela değil miydi, bu Kürt Bölgesi! Ver kurtul! Bunu yapınca hem sen rahata ereceksin, hem de biz! En güzide müttefikimiz olacaksın! Bak onu da söyleyeyim! Hani artıkın Mardin’e yapılacak turizm amaçlı yolculuklarda pasaport filan neyim olması gerekecek, ama o kadar sıkıntıya da bu tarafta kalacaklar katlanıversinler artık, ne yapalım!”
Kerameti kendinden menkul bazı gazetecilerimiz bugünlerde bir yandan “küçülerek zenginleşme”, diğer taraftan da “Apocu Esat” edebiyatını boşuna yapmıyorlar!
İşte böyle sevgili okurcumlarım. Peki, diyeceksiniz ki, dünya savaşı, Türkiye üzerindeki nükleer felaket bulutları bunun neresinde?
Acele etmeyin, yavaş yavaş anlatıyoruz şunun şurasında. Ne demişlerdi? “sindire, sindire”....Sakin olun, efendim. Korkunun ecele bir faydası yok ne yazık ki!
Çok önemli bir soruyla devam etmek istiyorum, izninizle:
Sizce bu Amerikan planının başarı şansı ne?
Esat, “ben sizin gölgenizden bile korkarım, abiiii” diyerek, hemen beyaz teslim bayrağını çekecek mi? Başta, İran olmak üzere, Rusya ve elbette Çin, olacak bitecekleri hiçbir şey olmamışcasına bir sakinlikle izleyecekler mi dersiniz?
Yoksa, şayet bu deliliği yaparsak Suriye’ye girişimizin ardından ilk 12 saat içinde hem Suriye ve hem de İran’dan ateşlenecek füzeler ile Türkiye toprağı yangın yerine mi dönecek?
Yani, Pentagon’un düşündüğü gibi, onun askeri gücü yeterince ürkütücü ve caydırıcı olacak ve adını saydığım bütün bu ülkelerin eli kolu bağlanacak öyle mi?
Sizce hangi seçenek daha güçlü? Ateşlenecek füzeler mi? Seyredilecek operasyon mu?
Mesela şu manzaraya ne dersiniz? İki İran füzesi İstanbul’da 1. ve 2. köprüyü vurmuş, onlarca araba parçası ve insan cesedi denizde yüzüyor, boğaz trafiği öylesine felç olmuş ki, bırakın kayıkları, denizaltıların yüzmesi bile imkansız hale gelmiş!
3.Köprü projesi peşinde koşanlar aval aval manzaraya bakmaktalar. Herkes şokta, iki kıyı arasında tek iletişim ağı olarak hava yolu kalmış, helikopterler vızır vızır koşuşturmakta.
Bilgisayar alt yapısı çökmüş, nakit para krizi çıkmış, tüm bankalar kapalı, çalışamıyor. Borsa derseniz sizlere ömür......Ticaret durma noktasında.......
Kim, nasıl bir tepki verebilir ki böyle bir duruma!
İşte o zaman, hala TV’lerde Baltagül’ü kurtarmaya devam edecek, ya da futbol maçlarını izleyebilecek misiniz, çok merak ediyorum.
“Hadi canım sende, iyice sıyırdın, Bilim Kurgu savaş romanı yazıyorsun” diyorsunuz değil mi? Diyin, diyin, umarım siz haklı çıkarsınız, bu da beni çok mutlu eder açıkçası...
Amerikan-Türk savaşını konu alan bilim kurgu savaş romanları yazılmıştı bu ülkede, geçmişte. Ama onların hepsini Pentagon yazdırmıştı, Türkiye’nin olası bir Amerikan işgaline karşı kamuoyunu hazırlamak amaçlanmıştı böylece......
Peki ya şuna ne buyrulur? Birden fazla Suriye füzesi İncirlik üssünü tamamen yerle bir etmiş, Adana şehri ateşler içinde, cayır cayır yanıyor. Sürekli patlamalar var. Hiç kimse hiç kimsenin yardımına koşamıyor. Şehir tamamen felç olmuş, neredeyse bisikletlerin bile hareket kabiliyeti ortadan kalkmış.
Hadi “Onbaşılara” gidip Adana kebap yiyelim bakalım.....Ha, ne dersiniz?
Tabii bu da bilim kurgu film senaryosu değil mi? Öyle zannedin siz!
Peki, İran ve Suriye’den hiç “beklenmedik” bu direnç gelirse ABD ne yapar? Ya Rusya ve Çin?
Tam tepemizde bu coğrafyayı cehenneme çevirecek nükleer bombaların patlamasına kaç var sizce?
Oh ne iyi, cenaze ritüelleri yok. Bir nükleer kalıntı, radyoaktif serpinti olarak çekip gideceğiz bu dünyadan, hep birlikte......
Siz siz olun, uzak gelecek ile ilgili planlarınıza biraz boş verin benden tavsiye. Üç kuruşun hesabını yapmaktan da vazgeçin.
Hep birlikte mücadele etmeliyiz diyeceğim ama, geç..... çok geç kaldık a dostlar! Ne yapılabilir ki bu trajedi karşısında!
Bu öngörü gerçek olursa, dünyanın kaçta kaçı yaşanılası bir yer olarak kalır sizce? Dünya nüfusu kaç milyara geriler? Onu da bu büyük trajediden sağ kalanlar düşünecek artık! Belki Alaska, Kanada, Avustralya, Okyanusya, ya da Afrikanın en güney ucunda yaşayanlar......
İçiniz karardı değil mi? Kararsın, kararsın.....
Zamanında Atatürk Cumhuriyeti yıkılırken “ben ne yapabilirim?” diye düşünmediniz! Sabah uyan işe git, hafta sonu kahvede okeye otur, akşam TV’ye gömül, her günkü rutin koşuşturmaca içinde yaşayıp gittiniz, Silivri’yi bile tiyatro seyreder gibi seyrettiniz. Artık deniz bitti..... Geçmiş olsun..... Türkiye Suriye’ye girerse yapabileceğimiz hiçbir şey kalmadı artık! Bu kararı alanlara beddua etmekten başka!
Umarım bunların hiçbiri gerçek olmaz. Ben de “felaket tellalı gamlı baykuş” olarak anıldığımla kalırım.
Ailenizin Delisi Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine III |
|
Cinselliğin Târihi’nin ikinci cildinde Foucault, Ortaçağ’dan on sekizinci yüzyıla kadar “Ben’in îtirâfı”yla ilgilenir. [1] Bu, aynı zamanda “Yunanistan’a yolculuk”unun da ilk adımıdır ve Cinselliğin Târihi’nin ikinci cildindeki orijinal proje; sonradan çıkartacağını ilân ettiği dördüncü cilt hiçbir zaman yayınlanamamış olsa da diğer kaynaklar, Ben’in hermeneutiği olarak adlandırdığı şeyi incelemek için bir bakış açısı sunmaktadır. İlk cildi zâten, 1215 yılında düzenlenen Lateran Konsili’nden yirminci yüzyılın psikoanaliz uygulamalarına kadar psikanalizin “geniş târihsel perspektifi”ni ortaya koymaktadır. [2]
Bu gelişme hakkında anlattığı târihe karşın Foucault, özellikle de modern dönemde “târihsel araştırma”nın [3] daha fazla detaylandırıldığını kabûl etmektedir ve bu detayların bir kısmını, sonraki çalışmalarında da bulmak mümkündür. Cinselliğin Târihi’nin birinci cildinde Foucault’nun ilgisi, modern dönemlerin cinsellik biliminin târih öncesi bir haritasını çıkartmaktır. Bunu yaparken, 1215 Lateran Konsili tarafından tespit edilen Katolik inançlarına ilişkin biçimlendirmenin gelişiminin sürekli bir çizgi izlediğini varsayar; sekülarizasyon ve Reform sonrası îtiraf teknikleri hızla çoğalsa da seksoloji ve halk psikolojisinde psikanalizin modern teknikleri tarafından Ben’i anlamanın çağdaş fomları, üzerimizde baskı kurar.
Batının cinsellik bilimindeki bu gelişme Çin, Japonya, Hindistan, Roma ve Arap-Müslüman toplumlardaki ars eroticayla karşıtlık içindedir. [4] Batının üzerinde konuştuğumuz cinsellik bilimi, Ben’in îtirâfının izi üzerine kurulu cinselliğin hakîkatine ilişkin bir prosedür yaratmıştır ki bu prosedür, modern özneliliklerin kalıplarının içerdiği bilgi/iktidâr araçlarına ilişkindir. Buna karşılık, Doğunun ars eroticası, hazzın kontrolü kaygısına dâir bir bilginin dönüşümü üzerine kuruludur; bedenin büyük gizemi başlangıçta, onlar tarafından bir “tekil mutluluk”a dönüştürülmüş [5] ve “yaşam iksiri” olarak algılanmıştır. [6]
Efendi ve ars eroticanın başlangıcı arasındaki ilişkiden farklı olarak ki bu efendi, “sırlar”ı elinde tutan ve bilgiyi baştan talep edendir; Hıristiyanlıktaki îtiraf, îtiraf edenin yalnızca empoze edilen güçle konuşmaya zorlandığı bireysel bir îtiraf değil, aynı zamanda yorumlanması ve yargılanması tercih edilen bir konuşmadır da. Fakat, ars eroticayla cinsellik bilimi, bir tartışmaya zorlar ki, bu tartışma da “aşağıdan” gelmelidir; hakîkat, engeller ve aşılan dirençlerin sayısıyla garanti altına alınır ve yalnızca bu hakîkatin etkisinin ifâdesi, öznenin konuşmasındaki değişimi dile getirir.
Ürünleri özel iktidâr ilişkileri içeren “söylem ritüeli”, îtiraf konusunda özneyi, îtiraf ve îtiraf eden arasında “cinsel tuhaflıkları dile getirme”ye zorlar. [7] On yedinci yüzyılda, özellikle de Katolik karşı-Reformu bağlamında bu teknik, “beden”in zayıflığı çevresinde giderek artan bir biçimde merkeze yerleştirilir ve îtirâfın sıklığının talepleri artış gösterir; böylelikle yenileşme çabası, “Ben’in araştırılmasının titiz kuralları” tarafından empoze edilir [8] ve arzunun hareketlerinin tümüyle aldatıcı olduğu, bedeni zorlayarak onu güçsüz düşürdüğü savunulur. [9]
On yedinci yüzyılda, îtiraf teknikleri ve manastırlarda herkes tarafından uygulanan ideal pratiklerden geliştirilen Ben’in araştırılmasının prosedürleri, yalnızca küçük bir elit grubunun bu talebine karşılık geliyordu. Önemli nokta şu ki bunlar, zorunlu hâle getirildi. Bu yapılanma kritikti; çünkü, gelecek iki yüzyıl boyunca bu teknikler, dînî içerik ve bireyselleşmenin modern araçlarının merkezî işlevi bakımından birbirlerinden ayrıldı. Bunun etkisiyle de îtirâfın kendiliğindenliği, sekülarize edilmiş yeni bir form olarak genel bir uygulama kazandı.
Cinselliğin Târihi’nin birinci cildinde Foucault, îtiraf tekniklerinin târihinin izini sürmek için on üçüncü yüzyıla kadar geri giderken, daha sonra dikkatini, Ben’in araştırılmasının aynı merkezdeki tekniklerine ve Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarındaki îtirâfa kaydırır. Bu incelemenin bağlamı içinde ilk önce, pagan Antikite ve Hıristiyan Ortaçağ’ı arasında ortaya çıkan farklılıkları ele alarak Ben’in hermeneutiğinin yeni bir dönüşümü olarak farklı bir kavramsallaştırma geliştirir; yâni, donanıma yönelik bir değişim, şimdinin bir yorumuna bağlanır. Bir dizi seminerde Foucault [10], geç Stoacılıkta Ben’in keşfi ve erken Hıristiyanlıkta Ben’in deşifresi konularında Ben’in inşâsına ilişkin temel özelliklerin altını çizer.
Bir seminerinde, erken Hıristiyan toplumlarında bilincin statüleri ve pratikleri içinde Seneca’nın araştırma tekniklerini [11] incelemeye çalışır. Seneca’ya göre, Ben’in araştırılmasının düzenli nesnelliği öncelikle, gün boyunca yapılanlar ve yapılması gerekenler (bu -meli, aklın kuralları ve ilkeleri temeline dayanır) arasındaki farkı ölçmeyle başlar. İkinci olarak, bilginin nesnesi ve irâdenin nesnesini birbirinden ayırır; yâni, davranış kurallarının bilgisini elde etmek, gelecekte doğru davranışın yerine getirilmesini sağlayacaktır. Bu uygulamanın amacı o zaman, unutulmuş ve bireyin yaşamında yeniden harekete geçirilmiş bir hakîkat nesnesini hatırlamaktır.
Bu amaç kısacası, “hakîkatin gücü” bağlamında bir Ben düşüncesinin inşâsıdır; ama Ben değildir, Ben’in keşfi veya yorumudur. [12] Geç Stoacılık ise erken Hıristiyanlığın geliştirdiği iki tekniği, doğru davranış alıştırmaları olarak; bu tekniklerin içerdiği önemi ise Ben’in araştırılmasının amacı ve îtirâfı olarak araştırmıştır. Bunlardan ilki, bu teknikler arasında en az önemlisi olan eksomologesistir. Bu teknik, bireysel düşüncenin psikolojik ve dramatik görüntüsünden arındırılmasını, kötülüklerinin hakîkati olarak öne sürmüştür. Örneğin, kamusal eylemlerinde hasta, ıslak elbiseler giyerek kendisini cezâlandırıyor ve topluluğa yeniden katılıma izin vererek tutarsız davranıyordur.
Foucault’ya göre bunun temelinde, bir tür “şehitlik ritüeli” vardır. Bu ritüel, kendinin yok edilmesinin formudur ki bu etki, “etkileyen bir Ben’in kendisini yok etmesi”dir ve “kişinin geçmiş kimliği”ni kesintiye uğratır. [13] Çağdaş kültürümüzün “küçük kökeni” olarak îtirâfın Foucault tarafından bir tarafa bırakılan ikinci tekniği ise eksagoreusistir; yâni, bir araştırma prosedürü ve bilincin yönetimine itaat ilişkisinin düşünce bağlamında açıklanmasıdır. Bu teknikte, îtirâfı yönetenin otoritesinin kutsal olduğu kabûl edilir, kaynağın Tanrı mı Şeytan mı olduğu gizlenmeye çalışılır, bâzı düşüncelerin değeri empoze edilir ve “beden” harekete geçirilir.
İmdi, Foucault’nun bu incelemesi, erken Stoacı tekniklerden ayrılan iki karakteristik özelliğe sâhiptir; birincisi Ben’in açıklanması, Ben’in keşfinin hakîkati ve aşırı durgunluğun mutlaklığının etkisi tarafından belirlenir. İkincisi özne, Ben’inin yorumlanmasıyla uğraşan bilinçli bir çabaya zorlanarak sürekli kendi içinden aldatılma şüphesiyle yeni baştan inşâ edilir. Böylelikle, Ben’in hermeneutiğinin bitimsiz görevi açığa çıkmış olur; eksomologesis, fizîkî olana dayanır ve kişinin kötülüğünün hakîkatinin yaklaşmasını dramatik olarak gösterir; eksagoreusis ise sürekli araştırma içerir ve kişinin düşüncelerinin kötülüğünün gizli hakîkatini açıklar.
Bu iki tekniğin amaçları ve yöntemleri farklı olsa da her ikisi de îtirâfın ardındaki gelişim ve dönüşümlerin merkezi olmaktan gelen önemli bir ortak özelliği paylaşır. Öznenin hakîkatinin keşfi için hangi bedelin ödeneceği konusu, Ben’den vazgeçmedir; Ben’ini kurban etmeksizin, Ben’in kendi hakîkati yoktur. Îtirâfın bu özelliği, Foucault’nun arzu ettiği bir mücâdeledir. Cinselliğin Târihi’nin birinci cildinde “geniş târihsel perspektif”le Foucault, cinselliğin modern araçları için temel teşkil eden îtirâfın bir teknik olarak bu özelliklerini inceler ve kısmen “acının etkileri”ne karşılık olarak görülebilecek olan zorunlu süreçlerin araçlarını ortaya koyar.
Nitekim, Foucault’nun izini sürdüğü bu tekniklerin târihinin daha fazlası, anahtar bir nokta olarak yalnızca cinselliğin târihinin değil, aynı zamanda Ben’in târihinin de Batı öznesinin ortaya çıkışı bağlamında incelenmesini sağlar. Cinselliğin modern araçları “acının etkisi”ni açığa çıkartıyorsa, özneliliğin modern formları da eleştiriye daha az açık değildir. Foucault’nun “târihsel perspektif”inin bu genişlemesi, eleştirisinin alanında da bir genişlemeye karşılık gelir ve bu genişleme, aynı dönemde kullandığı formülasyonlarda da “cinselliğin târihi”nden “öznenin genealojisi”ne veya “etiğin genealojisi”ne doğru açılımlar meydana getirir.
Burada ele aldığımız birkaç seminerinde Foucault [14], on dokuzuncu yüzyılda hastasını kendi deliliğiyle yüzleşmeyi kabûl ederek “tedâvi” eden Fransız psikiatrist François Leuret’e âit bir hikâye anlatır. Bu terapide farklı olan nokta, tedâvi amacıyla basit bir talep olarak hastaya “Evet, ben deliyim.” dedirtilmesidir. Psikiatrist, hastasının kafasının içinde ne olduğuyla ilgilenmemektedir ve diyebiliriz ki yalnızca, konuşmasında ne dile getirmiş olduğuyla ilgilenmektedir. Bu ise performatif bir konuşma eyleminin tam tersidir; çünkü bu durumda, onaylamayı doğru yapan durumun kendisi yok edilir.
Bu anektot, Batı kültüründe “bireyselleşme, söylem, hakîkat ve zorlama” arasındaki “tuhaf” ilişkilerin bir göstergesi olarak da ele alınabilir. [15] Daha kesin olmak gerekirse bu, “Bir hakîkat ve öznelilik arasındaki ilişkide böyle ‘garip ve henüz yaygın olmayan bir uygulama’ya yol açabilir mi?” sorusunu gündeme getirir. [16] Bu sorunun formülasyonu, Foucault’nun çalışmasında gündeme gelen merkez noktasına dâir bir işâret; başkalarının hâkimiyeti için tekniklerin merkezîleşmesinden (Disiplin ve Cezâ ve Cinselliğin Târihi’nin birinci cildi), Ben’in yönetimi için tekniklerin soruşturulmasına dönüşen bir işâret olarak ele alınabilir. [17]
Böylelikle, bu ilk çalışma alanında Foucault’nun gösterdiği şey, Batı toplumlarının hakîkat ve öznelilikle “sıkı sıkıya bağlanması”nın yol açtığı temel sorunların neler olduğu ve bunların incelenmesinin önemidir. Bu nokta, Ben’in hermeneutiğine yönelik kritik girişiminin gerekçesine dâir sâdece Ben’den vazgeçmeyi talep eden bir teknik olarak değil, aynı zamanda Ben için “ikinci bir doğa”nın neredeyse kaçınılmaz hâle gelişi için de bir ipucu olarak ele alınabilir. Aslında bu “doğa”, Batı kültüründe uzun zamandan beri son derece güçlenmiştir; öyle ki, “kendi deneyimimizin kendiliğindenliğinden soyutlanması ve ayrılması”, son derece zor hâle gelmiştir. [18]
Timothy O’leary
Kaynak: Foucault and The Art of Ethics; Timothy O’leary, London / New York: Continuum, 2002, pp: 30-3
Notlar: [1] Les aveux de la chair (Bedenin Îtirâfı) isimli dördüncü cilt, nihâî biçimde neredeyse tamamlanmıştı; fakat, hiçbir zaman yayınlanmadı.
[2] VS, 67 [90]
[3] VS, 72 [97]
[4] VS, 57 [76]
[5] VS, 58 [77]
[6] Şunu belirtmek gerekir ki Foucault, detaylarda ve “bizim” kültürümüz içinden bir uygulamayla, cinsellik biliminin Biz’ine karşı çıkılması şeklindeki düşüncesini sonradan reddetmiştir; örneğin, Antik Yunanlılar (OGE, 347-8).
[7] VS, 61 [82]
[8] VS, 19 [28]
[9] Foucault, kullandığı kaynakların Hıristiyanlıktan ziyâde Katolik kaynakları olduğunu kabûl eder; fakat, “cinsellik tartışması” için benzer mekanizmaların dînî alanda yeniden biçimlendirilebileceğini öne sürer. (VS, 21-4 [30-1]) Ayrıca, “bilincin araştırılmasının Katolik ve Protestan metotları arasında ve dînî yönde kesin paralellikler” vardır. (VS, 116 [153]) Fakat, bu iddiâların haklı kılınmasına ilişkin bir tartışma, bu argümanın kapsamı içinde değildir.
[10] Bu seminerler, İngilizce olarak yapılmış ve Ben’in Hermeneutiğinin Başlangıcı Üzerine ismiyle yayınlanmıştır (BHS); Benlik Teknolojisi (TS), Cinsellik ve Yalnızlık (SS) ve yayınlanmamış Howison Konferansları (HL), bu çerçeve içinde bir uyarlamadır.
[11] Seneca’nın Ahlâkî Mektuplar’ından bir pasajdan ifâde ettiği üzere. Bu referans, BHS’nin editörü tarafından verilmiştir.
[12] Bununla ilgili olarak Foucault, metinde ve tâkip ettiği yerde, Tertullian’ın Pişmanlık Üzerine’sini, Jerome’nin Mektuplar’ını ve John Chrysostom ile John Cassian’ın isimsiz metinlerini kullanır.
[13] TS, 43
[14] BHS, HL, SS.
[15] BHS, 201
[16] SS, 8
[17] Elbette ikincisi, öncekinin yerine geçemez; Foucault’nun otokritiğinin düğümlendiği tüm nokta, her ikisinin de birlikte ele alınmasını düşündürmelidir ve bunların kesişimleri, yönetim alanını inşâ eder.
[18] TS, 17
Çev: Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SON MEKTUP
Ey yar, bu mektubu aldığın demde
Kara topraklara verdim kendimi...
Herşey bana engel oldu alemde,
Bir coşkun nehirdim, yıktım bendimi.
Benim gönlüm doğusundan deliydi;
Başka dünyaların şaşkın seliydi...
Bunun böyle olacağı belliydi...
Her şey biter sel yerine döndü mü...
Dünya durmaz, bahar olur, kış olur,
Belki senin gözün yaş olur,
Ben garibim, benim gönlüm hoş olur,
Sevdiklerim ayda yılda andı mı...
Yıldız olur sana ışık tutarım,
Bülbül olur pencerende öterim.
Yer altında belki rahat yatarım
Yer üstünde çektiklerim dindi mi...
Şimdi yaşamayı tatlı bulursun,
Koşarsın, gülersin, tez yorulursun,
Bir gün olur yine bana gelirsin
Deli gönlün yaşamağa kandı mı...
Sabahattin ALİ
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Ülkemiz genelinde artık standart olarak kullanılmaya başlanan karekod uygulamasını siz de kendiniz için kullanabilirsiniz. http://invx.com/ web sayfasına girdiğinizde “enter your text” yazan kısma istediğiniz bir web sayfasını, ismi, adresi veya açıklamayı yazın. Karekod’unuz hemen hazır. Bu kod herhangi bir karekod okuyucuyla tarandığında içine yazdığınız bilgi ekranda görülecektir. Daha sonra bu karekod’u resim olarak ister arabanıza ister özel eşyalarınıza bastırabilirsiniz.
http://sinemabirmucizedir.blogspot.com/2010/02/amator-yuzuklerin-efendisi.html “Kate Madison adlı Yüzüklerin Efendisi fanatiği amatör bir sinemacı yaklaşık 50 bin dolar gibi komik bir parayla Tolkien'in kitabından uyarlanan 60 dakikalık film internette 500 bin defa izlendi.İşin ilginç yanı bu kadar küçük bir bütçeyle büyük bir prodüksiyona imza atmak az buz kolay bir iş değil.Madison filmde emeği geçen 400'den fazla kişiyi bedavaya çalışmaları için ikna etmesi sinema tutkusunun hiçbir engel karşısında kaybolmayacağının büyük bir örneği.” Bu filmin web sitesi: http://www.bornofhope.com/ Filmi seyretmek için ise: http://www.mefeedia.com/watch/26279407
Hayatımızda vazgeçemeyeceğimiz şeylerden bir tanesi de yemek yemektir. Bunu hem söyleyen hem de yaşayanlardan biri olarak http://www.oktayustam.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Açılış sayfasına koydukları pastalar ve börekler kilo vermek isteyenlere pek uygun olmasa da incelemeye değer. Bu web sayfasında hoşuma giden diğer özellik ise, kendi tarifinizi gönderdiğinizde yayınlamaları oldu. Afiyet olsun dostlar.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|