Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.936

 14 Eylül 2012 - Fincanın İçindekiler


  • YAZ KURAK, CÜMLELER ÇATLAK ... Seyfullah Çalışkan
  • Ve Müzik Değişti… ... Nevriye Hamitoğlu
  • İNGİLİZ BU KEZ STALİN'İ UYUTUYOR ... Bertan Onaran
  • GERÇEK YAZAR OLABİLMEK ... Neslihan Minel
  • AĞLAYAN BANKACILARA YAKASI AÇILMADIK AKILLAR VE FİKİRLER ... Abuzittin Tırlak
  • Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine V ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Şimdi 4x3 okullu olduk, sevinçli miyiz?!..


    Yoğun geçen bir günün akşamında dostlarla içilen bir kadeh rakının, tekrar tekrar dinlemekten usanmadığımız anıların, atılan kahkahaların tadına doyum olmuyor. Tüm anlamsız sorunları bir kenara bırakıp, sevdiklerinle, seni sevenlerle birlikte olmaya paha biçilmiyor. Hele hele, bir sürü karanlık dolabın döndüğü memleketimin sorunlarla boğuştuğu bu günlerde. İşte öyle bir gecenin devamında geçtim matbaanın başına.

    En taze konu, şüphesiz, 4 çarpı 3 martavalıyla içimizi karartan yeni eğitim düzenlemesi. Okullar açıldıktan sonra işin pespayeliği daha bir gün yüzüne çıktı ama gel de bunu karar vericilere anlat. 2 gün önce gecenin bir vaktinde konu bir kanalda tartışıldı. Bir tarafta, konusunun duayeni, dostu olmaktan gurur duyduğum Prof.Yankı Yazgan, diğer tarafta konuyu medyatik anlamda konuşmaya meyilli 2 gazeteci, uzaklarda bir yerlerde de iktidarın kararlarını destekleyen bir başkası. Gecenin kör vaktinde kendisine gelen sırayı öylesine güzel kullanıp sorunu öyle bir açıkladı ki Yankı, konu hakkında konuşmaya teşne gazetecilerin lafları ağızlarında kaldı. Çünkü, konu bir eğitim seferberliği diye geçiştirilebilecek ya da uzun mecburi öğretim diye savunulacak bir şey değil. Konuya taraf olanlar memleketin gelecekteki sahipleri, söz konusu olan da onların yetişmesi ve eğitilmesi. Lojistik anlamda bir sürü eksiğin olduğunu bir kenara bırakıyorum ama fiziksel olarak algılama çağına gelmemiş bebeden ilkokul talebesi yapılmaya çalışılmasını anlamak gerçekten mümkün değil. Yankı, tamamen bilimsel olarak, hiçbir eleştirel yaklaşımda bulunmadan, sadece beyin gelişimi açısından bile durumun vehametini ortaya koydu koymasına ama kim ne anladı tartışılır. Gecenin ve projenin özetini ise uzaktaki iktidar yanlısı zat yaptı. "İyi güzel söylüyorsunuz da, bu siyasal bir karardır. Nasıl ki, Dil Devrimi 1 gecede yapılmıştır, bunu da öyle değerlendirmek gerekir." Buyrun buradan yakın.

    ...

    Dünkü gazetelerin bir köşesinde ufak bir haber vardı, daha doğrusu bir yorum. Hızlandırılan İstanbul'a 3. havaalanı projesinin sonucunu irdelemiş birileri. İhalenin uzamasının nedenini de buna bağlıyorlar. Birbirinden sadece 35 km uzaklıkta buluna 2 havaalanının adam gibi çalışma senkronizasyonu kuramıyacağını söylüyorlar özetle. Yani, 3. havaalanı için seçilen yer nedeniyle Atatürk Havalimanı kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirmiş. Bunu sıradan bir haber olarak değerlendirmeyin lütfen. Bunun, o çok değerli Atatürk Havalimanı bölgesinin, yeni bir peşkeş, yüklü bir rant için tezgahlanmadığını rahatlıkla söyleyebilir misiniz? Atatürk isminin bir büyük yapıdan daha silinmesini de üstüne eklerseniz, alın size yepyeni ama hep beklenir bir Tayyip projesi daha. Haydi kalın sağlıcakla, kalabilirseniz.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur








     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      YAZ KURAK, CÜMLELER ÇATLAK

    Bütün otlar çoktan sararmıştı. Akşama doğru hafif bir rüzgâr çıkınca kuru ot kokuları sokaklara doğru akıp geçiyordu. Çalılar yapraklarındaki parlak yeşili solgun sarıya dönüştürmeye başlamıştı. Sonbahar yavaş yavaş kapıya dayanırken yağmura duyduğum özlemde gittikçe büyüyordu. Artık çıkıp gelse de özlemim sona erse. Sokakları ve kiremit damları yıkasa… Yorgun ve tozlu ağaçları derin yaz uykusundan ve yorgunluğundan uyandırıverse. Yeniden çimenler yeşerse, ağaçlar son sürgünlerini devşirse. Keşke artık şakır şakır bir yağmur gelse.

    Çevresi çakal erikleri ve dikenlerle kaplı tarlanın tam ortasında iki tane uzun kavak vardı. Rüzgârda yaprakları sallanırken boyunları ile birlikte gölgeleri de eğilirdi. O kavaklar neden tam tarlanın ortasına ekildiğini kimse bilmiyordu. Küçük kuru dereyi geçince tarla içinde ilerde iki katlı bir ev görünür. Hala bahçesinde tavuklar gezinir ve iri bir çoban köpeği zinciri sürükleyerek yoldan geçenlere doğru koşturur. Birkaç yıl önce akşam olunca o ıssız ve toprak yolda delikanlılar yürüyüşe çıkarlardı. Şimdi artık kimse oraya gitmiyor.

    Bahçesinde tele geçirilmiş incirini akşama kadar bir baştan ötekine sürükleyen iri çoban köpeğinin olduğu evde birkaç yıl öncesine kadar dünyalar güzeli bir kız yaşıyordu. Gülnaz, daha ortaokula giderken güzelliğiyle erkeklerin dikkatini çekmeye başlamıştı. Sadece kaşı, gözü, fidan boyu değil her haliyle güzeldi. Oturması, kalkması, yürümesi, bütün tavrı ve edası bambaşkaydı. Liseye başladığında bütün erkek öğrencilerin gözü ondaydı. Konuşacak olsa herkes susup dinler, ağzının içine bakarlardı. Onun yerinde kim olsa İlgi manyağı, şımarık bir kız olurdu. O kendini hiç bozmadı. Okulun en çalışkanı öğrencisi değilse bile başarılı bir kızdı. Üniversiteyi kazanıp gidince o sakin mahalledeki erkeklerin ilgisi hemen azalıverdi. Büyük kente giden kızlar geri dönüp küçük kasaba delikanlılarına dönüp bakmazlardı. Üniversiteli çirkin kızlar bile kendilerini dev aynasında görüyorlardı. Gülnaz niye görmesin?

    Yazları evine döndüğünde eskisi kadar kalabalık olmasa da yolunu gözleyen gençler oluyordu. Kimsenin laf attığı veya sataştığı yoktu. Bakkala giderken sokakta karşılaşmak, selamlaşmak, ayaküstü birkaç cümle konuşabilmek için çırpınıyorlardı. Bu dışardan bakan biri için oldukça gülünç görünüyordu. Ama gençler onunla konuşabildiklerinde birbirlerine hava atıyorlardı. “Bak oğlum, kız benle konuştu. Demiştim sana dimi ama. Bu kız pana pas veriyor. Kendi gözlerinle gördün. Ben birine kafayı takmayıyım. Bu kızı da yola getircem görürsün bak,” diyorlardı. Gençler etrafında pervane oldular ama Gülnaz yola gelmedi.

    Üniversiteyi bitirmeden bir yıl önce tarla içindeki o eve yaşlı bir kadın gelmiş. Kızını görmek istediğini söylemiş. Bütün kasaba o gün ilk kez Gülnaz’ın evlatlık olduğunu öğrendik. “Ben anlamıştım zaten. Çünkü Gülnaz o kadınla adama hiç benzemiyordu,”diyen ukalalar çıktı. Yaşlı kadın arkasında kocaman bir dedikodu bulutu bırakıp gitti. Kız “Benim annem babam bunlar. Başka annem babam yok ,” demiş. “Ben senin anneni,” diyen kadını güzel haşlayıp göndermiş. Bütün kasabanın gençleri Gülnaz için kırk takla atarken birkaç yıl sonra kız kel bir oğlan bulup nişanlandı. Hem üniversiteden arkadaşmışlar hem de aynı iş yerinde çalışıyorlarmış. Kasabalıların feleği şaştı. Hiç kimse bu kadar güzel bir kızın yanında tipsizlik abidesi bu genci yakıştıramadı. Kızın elden gittiğini gören bazı gençler “Dünyanın düzeni böyle. Armudun iyisi ayılar, kızın güzelini keller yer,” dediler. Neden bilinmez bir yıl sonra Gülnaz, kel nişanlıdan ve işinden ayrılıp kasabaya döndü.

    Her çiçeğin, meyvenin, otun hatta böceğin bir mevsimi vardır. Onunda bir mevsimi vardı ve gelip geçti. O şimdi yine çok güzel bir kadın. Oturaklı, tumturaklı, nazik, sevimli ve hala hanım hanımcık… Ama artık o tarla içindeki iki katlı evin önünden kimse geçmiyor. Toprak yol sus pus. Kimse onun yolunu gözlemiyor. O hayattan ve insanlardan ne bekliyor, ne umuyor? Bilinmiyor. Bazen bu kadar güzellik insanın başını belaya sokar. Onu ise insanlardan uzaklaştırdı. Erkekler çok güzel bir kadına yaklaşmaktan korkuyor. Kendisini ona denk göremiyor.

    Kasabanın dışındaki sararmış otlarla kaplı tarlanın ortasında neredeyse bulutlara değecek kadar yüksek iki kavak ağacı var. Geceleri yapraklarının sesi uzaklardan bile duyuluyor. Oradan geçerken yağmurları özlediğimi hatırlıyorum. Artık yağmur yağsın. Kuru otların altından çimenler yeşersin. Kiremit damlı çatılar, sokaklar, toprak yol yıkansın. Dere yeniden akmaya başlasın.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Ve Müzik Değişti…

    Müzik her şeyin ötesindedir. Gerçek ve hayal arasında… Bir düş, bir imgeleme… Rüyaların uçsuz bucaksızlığı… Müzik her yerdedir; yaşamın özündedir, evrenin bütünündedir… Önemli olan müziği fark edebilmektir. Bedenin her zerresinde hissedebilmek… Gözleri kapatarak onu mırıldanabilmek… Müziğe aşık olmak… Hayat felsefesinin içinde yer etmek… Ruh bütünlüğü olduğunu anlayabilmek…

    Müziğin beni farklı dünyalara götürdüğü bir akşamda, ritimlerin peşinde hayaller alemine daldım. Viyolonsel’in hüzünlü başlayan sesi ile kendimden de öte farklı boyutlara aktım gittim. Müzik, tıpkı bir yağmurun seyrek damlalarıyla ruhuma akarken, düşlediklerimi yazmak istedim ama çıkaramadım defterimi ve sonraya sakladım kelimelerimi. Çünkü dinlediğim müziğin bir damlasını bile kaçırmak istemedim. Büyük bir boşluk yaratırdı kaçıracağım her nota. Bu nedenle yazmadım, sadece dinledim ve düşlere kapıldım.

    Müzik başladı. Viyolonselin hüznü doldu içime. Birden bire sahnedeki müzisyenler kayboldu, onlar yoktu ama müzikleri vardı. Sahnede küçük bir kız ağlıyordu sessizce. Sahne arkasında savaş alanı vardı, yıkılmış evler ve dumanlar çıkan yanmış yerler. İnsanlar vardı yaralı ve ağır aksak yürüyen… Kız ağlıyordu orda, yıkılmış duvar taşının üstüne oturmuş. Belli ki annesini veya ailesini kaybetmişti savaşın ortasında. Viyolonselin hüzünlü müziğinde gözlerim ıslandı. Kıza o kadar acıdım ki sahneye gidip onu kucaklamak istedim.

    Ve müzik değişti. Sahneye sarı kırmızı yapraklar düşmeye başladı. Bir yol göründü uzağa giden. İki tarafında sıralanmış yaşlı çınar ağaçları vardı. Yaprakları dökülmüştü dallarından. Sonbahar mevsiminin hüzünlü müziği, rüzgarla yayılıyordu etrafa. Kışın başlattığı tatlı serinlikti hissedilen. Bir göl görünüyordu ağaçların arkasında, üzerinde beyaz kuğular yüzüyordu. Pamuk kadar hafif olan müzik, yavaş yavaş hareketlendi ve yağmur yağmaya başladı. Çatısı dik bir ev vardı göl kenarında, penceresinden bir kadın bakıyordu uzaklara. Düşüncelerinde annesi; şu sonbahar gününde evinde üşüyor muydu? Fısıldamak istedim penceredeki kadının kulağına, annesini merak etmemesi için. Yanında bir arkadaş olduğunu, sarı renkte bir sokak kedisinin...

    Ve müzik değişti. Sahneye indi kar taneleri, sanki her yer buz mavisi rengini aldı ve ağaçlar çırılçıplaktı sahne arkasında. Hafif karanlıktı gökyüzü, akşama beş kalaydı işte o zaman. Kristalleşmişti yerdeki kar taneleri. Parlıyorlardı gökkuşağının renklerinde. Havada kar kokusu vardı ve uçuşan beyaz kar taneleri. Birden coştu müzik ve bir ren geyiği geçti sahnenin ortasından. Ardından yaldızlı kızaklarıyla neşeli çocuklar. Kahkahaları çınlıyordu kulağımda. Buzlu bir tepeden kayarken ben de istedim kızaklarına binmeyi, hem de bir kar tanesi olarak.

    Ve müzik değişti. Bir bahar mevsimi canlandı sahnede. Usul usul, tatlı bir flüt çalıyordu. Beyaz kuzular zıplıyordu sahnede ve çoban aşıktı bahara. Kuşlar cıvıldaşıyordu çiçek açmış ağaçlarda ve mavi gökyüzünde güneş parlıyordu, pamuk bulutlar vardı. Tatlı bir rüzgar okşuyordu koyunların yünlerini. Yaramaz bahar rüzgarı, davet etti beni sahneye baharı yaşamam için, müziğin ritminde hoplayan kuzucuklarla beraber.

    Ve müzik değişti. Hareketlendi. Sahneye kral ve onun askerleri girdi. Taşları parlayan şatonun kulelerinde zafer bayrakları dalgalanıyordu. Zincirli kapısında sıra sıra duran kırmızı giyimli askerler borazanları öttürüyordu. Zaferin karşılanması vardı. Şarkılar söylüyordu atlı askerler ve gururla bakıyorlardı herkese atlarının üzerinden. Zırhları parlıyordu güneşte. Kral ise başarısının memnuniyetiyle kendinden emin burnu dik, süslü atının üzerinde oturuyor, halka selam veriyordu. Müzik, atların yürüyüşleri ile bütünleşmişti adeta.

    Ve müzik değişti. Şenlendi ortalık bir düğün oldu sahnede, mutluluk kokan coşku kokan kalabalık vardı. Kahkahalar vardı müzikte, hızlı ve neşeli halay çekiyordu insanlar. Rengarenk çiçekli elbiseler içinde, yaşlısı genci mutluydular yepyeni bir yaşamın başlangıcını kutlarken. İyi ve kötü günde birlikte olacakları hayatta, paylaşımların çoğalacağının bilincinde dans ediyordu gelinle damat. Sevgilerinin meyvesini düşlüyorlardı belki de? Bir çocuğun dünyaya gelişi, ne kutsal bir olgu elbet? Sımsıcak bir varlığın sana aitliğini hissedebilmek…

    Ve müzik değişti. Ağır bir müzik doldurdu dinleyenlerin kulaklarını. Öyle ki boğazı sıkan ve yaşamın en korkunç anlarını hissettiren… Müzik daha da ağırlaştı. Sahne karardı. Yas vardı bir adamın gözlerinde. Ellerini önünde birleştirmiş, boynu eğik, duruyordu yeni kazılmış bir mezarın önünde. Susuyordu. Suçluluğunun bilincinde pişmanlık duyuyordu kendi ölümü için. Yaptığı ise kabul görmeyecek bir intihar… Yaşamı ellerinde tutarken bilmiyordu ki hayatın en çaresiz anlarının bile güzel olduğunu? Yaşam öyle güzeldi işte? Ağır müziğin ardından hızlanan notalar duyulduğunda koşmaya başladı suçlu adam. Karanlığa doğru, belki de nereye gittiğini bilmeden.

    Ve müzik değişti. Askerler sardı sahneyi. Meşalelerin ucundaki alevler, müziğin ritminde dans ediyordu, bir sağa bir sola ve yükselip alçalıyordu. İki adam göründü sahnenin ortasında biri genç biri orta yaşlarda. Düello ediyorlardı. Parlak kılıçlar çarpışırken atlıyorlardı oradan oraya. Kör yarasalar tepelerinde kan kokusunu hissedercesine uçuşuyordu. Bir kadındı düellonun sebebi. Kızıl saçlı güzel bir kadın… Heyecanlı bir müziğin sonunda, düelloyu kazandı genç olan. Çünkü aşk, genç ruhları güçlü kılar her zaman. Aşk, gençken daha cesurdur, daha hoyrattır değil mi?

    Ve müzik değişti. Son notalardı duyulan. Tatlı bir esinti veren rüzgarın tınısında yavaş yavaş kayboldu gitti düşlerim. Müzik bitti ve kapandı sahnenin kırmızı perdeleri, elleri yakan alkışlar arasında.

    (Borusan Filarmoni Orkestrası 5 Kasım 2009)

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      İNGİLİZ BU KEZ STALİN'İ UYUTUYOR

    Geçen yazıda purolu boyunsuz sömürücün İsmet Paşa’yı göz göre göre kandırmaya çalışmasını anlatmıştım Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi’nden yararlanarak; yine aynı kitabın 1556. sayfasından şimdi de Winston’ın Joseph’i faka bastırma denemesini aktaracağım.

    “Türkiye’nin reddiyle iş bitmez Üç Büyükler Kasım sonunda Tahran’da toplanarak Türkiye’yi savaşa sokma işini yeniden ele alırlar. Churchill’in ısrarlarına rağmen, Roosvelt ile Stalin’in Balkan Cephesi açılmasındaki isteksizlikleri, Türkiye’ye bu güç ve sıkışık durumdan kurtulma olanağı verir. Tahran Konferansı, dört elle sarıldığımız müttefik İngiltere’nin Türkiye’ye karşı tutumunu aydınlatmak bakımından ilginçtir. Tahran tutanaklarına kısaca bir göz atarak bunu belirtmek yararlıdır:

    Churchill –Bundan sonraki önemli sorun,Türkiye’yi savaşa girmeye razı etmektir. Çanakkale ve İstanbul Boğazları’nda ulaşımın açılması olanağını sağlardı bu. Rusya’ya Karadeniz’den malzeme gönderebilirdik. Ayrıca düşmanla çarpışmak için, Türk hava alanlarını kullanabilirdik. Rodos’u ve öteki adaları ele geçirmek için çok az kuvvet gerekirdi.O zaman Ruslarla doğrudan temas kurulabilir ve onlara sürekli malzeme gönderebilirdik. Savaş gemilerinin azlığı yüzünden, şimdiye dek Rusya’nın Kuzey limanlarına yalnız dört konvoy gönderebildik, ama Karadeniz’e yol açılırsa Güney’deki Rus limanlarına aksatmadan malzeme gönderebiliriz.
    Stalin – Bu konvoylar bir hasara uğramadan, yolda düşmana rastlamadan geldiler.
    Churchill – Türkiye’yi savaşa nasıl sokabiliriz? Girerse, ne yapması gerekir?
    Stalin –Türkiye savaşa girerse, ne yapabilir?
    Churchill –Türkiye’nin Batı kıyısındaki adaların alınması için, iki üç tümenin yetebileceğini söyleyebilirim, böylece malzeme gemiler Türkiye’ye girer, ayrıca Karadeniz yolu açılır…
    Stalin – Bana göre, İkinci Cephe (Manş) harekâtını, 1944’teki bütün harekâtın esası yapmak daha iyi olur. Bu harekâtla, aynı anda Güney Fransa’ya bir çıkarma yapılırsa, iki kuvvet Fransa içinde buluşur…Türkiye’ye gelince, Türkiye’nin savaşa gireceğinden emin değilim. Ne kadar baskı yaparsak yapalım, savaşa girmeyecektir. Benim görüşüm bu.
    Churchill – Türkiye’yi savaşa sokmanın Sovyet Devleti’ni gerçekten ilgilendirdiğini biliyoruz. Türkiye’yi savaşa sokmakta başarısızlığa uğrayabiliriz elbet, ama bu konuda elimizden geleni yapmaya çalışmalıyız.
    Stalin – Evet, Türkiye’yi savaşa sokmaya uğraşmalıyız. Türkiye artık bizimle Almanya arasında oynamamalı.
    Churchill – Biz İngilizler, Türkiye’nin müttefikiyiz. Yılbaşından önce, Türkiye’yi savaşa girmeye ikna etmenin ya da savaşa sokmanın sorumluluğunu biz üstümüze alıyoruz. Başkan bize katılmak ya da önderliği ele almak isterse kabul edeceğiz, ama Moskova Konferansı’nda varılan kararı yerine getirmekte. Mareşal Stalin’in yardımına ihtiyacımız var. İngiltere hükümeti adına şunu söyleyebilirim ki, Türkiye’ye bir uyarıda bulunulacaktır:Savaşa girmeyi kabul etmezse, bunun Türkiye için çok önemli siyasal sonuçları olabilir. İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerindeki hakları bakımından da etkisi olur bunun*…Türkiye savaşa girerse, o bölgedeki harekâta vereceğimiz hava kuvvetlerinden başka, en çok iki ya da üç tümen ayırmak niyetindeyiz.
    Hopkins (ABD) –Türkiye’yi savaşa sokabilmek, Türkiye’nin İngiltere ve ABD’den ne kadar yardım göreceğine bağlıdır. Ayrıca, Türkiye’nin savaşa girmesini, bütün savaş stratejisine ayarlamak gerekir.
    Roosevelt _ Başka türlü söylersek, İnönü, Türkiye’ye yardım edip etmeyeceğimizi soracaktır bize. Bu sorun ayrıca ele alınmalıdır sanırım.
    Stalin _ Türkiye’ye yardım için Churchill, İngiliz hükümetinin 20-30 filo ve iki üç tümen verebileceğini söyledi.
    Churchill – iki üç tümen vermeye râzı değiliz. Mısır’da İngiliz-Amerikan Komutanlığı’nın bugünlerde kullanmadığı 17 filo var. Türkiye savaşa girerse, bu filolar onun savunmasında kullanılır. Bundan başka, İngiltere Türkiye’ye üç hava savunma alayı verebilir. İngilizlerin Türkiye’ye verebileceği bu katardır. İngilizler Türkiye’ye askeri birlik veremez. Türklerin 50 tümeni var. Türkler, iyi savaşçıdırlar, ama modern silahları yok .Mareşal Stalin’in sözünü ettiği iki üç tümene gelince, İngiliz Hükümeti bu tümenleri, Türkiye savaşa girince, Ege Adaları’nı almaya ayıracaktır. Türkiye’ye yardıma değil.
    Roosevelt – Türkiye vaat edilecekler konusunda dikkatli olmalıyız. Bu vaatlerin dünkü anlaşmamızın uygulanmasına engel olmasından korkarım.
    Churchill –Veremeyeceğimiz hiçbir şeyi önermedik. Türklere, Mısır’dakilerden başka üç yeni avcı uçağı filosuyla birlikte, toplam 20 filon vermeyi önerdik. Acaba bu sayıya Amerikalılar bir şey ekleyebilir mi? Türkleri birkaç hava savunma birliği vaat ettik, askeri birlik vaat etmedik, çünkü bizde de yok.
    Roosevelt - Askerlere danışmak istiyorum.
    Churchill –Ben bir güçlük görmüyorum. Türkiye’ye henüz hiçbir şey önermedik. Ayrıca İnönü söz verdiklerimizi kabul eder mi, bilmiyorum. Kahire’ye gelecek, durum kendisine bildirilecektir. Türklere yalnız 20 filo verebilirim. Kara birliği veremem. Zaten bu birliklere ihtiyaç olacağını da sanmıyorum.Yalnız, İnönü’nün Kahire’ye gelip gelmeyeceğini de bilmiyorum.
    Stalin - Hastalanır mı?
    Churchill - Kolayca. İnönü Kahire’ye gelmeyi kabul etmezse, ben bir savaş gemisiyle Adana’ya onu görmeye gitmeye hazırım. İnönü oraya gelecektir, ve ben, Türkler savaşa girmezlerse,karşılaşacakları kötü manzarayı gözünün önüne sereceğim, girerlerse karşılaşacakları iyi manzarayı da. Sonra İnönü ile konuşmanın sonuçlarını size bildiririm,
    Hopkins (ABD) –Savaşta Türkiye’ye yardım sorunu, Amerikan kurmaylarınca tartışılmadı, kurmaylar sorunu incelemeden İnönü’yü Kahire’ye çağırmak doğru mu bilmem?
    Stalin- Hopkins bu yüzden İnönü’yü çağırmamayı öneriyor.
    Hopkins – İnönü çağrılmasın demiyorum, ama Türklere yapabileceğimiz yardım konusunda bilgi almak yararlı olur diyorum.
    Churchill – Hopkins’in dediğine katılıyorum. Türklere yapılabilecek yardım konusunda anlaşmalıyız…
    Hopkins – Churchill ve Eden’in Ege Adaları’nın alınması konusunda Türklerle konuşmadıkları doğru mu?
    Eden – Evet, bu konudan söz etmedim. Türklerden yalnız hava üslerini kullanmayı istedim, çıkarma araçları sorununa değinmedim.
    Roosevelt – Türk Cumhurbaşkanı’nın görürsem, Girit’in ve On İki Adanın alınmasını önereceğim. Çünkü bunlar Türkiye’ye çok yakın.
    Churchill –Türklerin bize İzmir bölgesinde hava üssü vermesini isterim. İngilizler, bunların yapımında Türklere yardım etmişti. Bu hava üsleri elimizde olursa Alman hava kuvvetlerini başımızdan atarız.
    Roosevelt – Türkiye’nin savunması için birkaç bombardıman uçağı ile20 filo verilmesi konusunda Churchill’in önerisine katılıyorum.
    Churchill –Türkiye’ye pek az uçak ve hava savunma silahı veriyoruz. Önümüz kış. Türkiye’nin istilası mümkün değil. Türkiye’ye silah vermeye devam etmek niyetindeyiz. Türkiye’ye en çok Amerikan silahı veriliyor. Şimdi Türkiye, Sovyet Hükümeti’nin barış konferansına çağrılmak gibi paha biçilmez fırsat tanıyoruz.
    Stalin –Türkiye’de hangi silahlar eksik?
    Churchill –Türklerin tüfekleri, oldukça iyi topları var. ama tanksavar topları, hava kuvvetleri, tanksavarları yok. Biz Türkiye’deki askeri okulları örgütledik, ama devam eden pek az. Türklerin telsiz malzemesi kullanmakta deneyimleri yok. Ama Türkler iyi savaşçıdırlar.
    Eden – Türklere, kendileri çarpışmasın, Müttefikleri hava üslerinden yararlandırsın, dedim. Çünkü Almanya Türkiye’ye saldırmayacaktır.
    Roosevelt – Bu konuda Portekiz Türkiye’ye örnek olacaktır.
    Eden – Numan benim görüşüme katılmadı. Almanya’nın tepki göstereceğini söyledi. Türkiye’nin, savaşa sürüklenmek yerine, kendi özgür iradesiyle girmeyi yeğleyeceğini söyledi.
    Churchill – Bu doğru. Şunu da belirteyim:hava üsleri vererek tarafsızlığı bozmalarını istediğinizde, Türkler ciddi bir savaşı yeğlediklerini söylüyorlar. Peki, kendi isteğinizle savaşa girin deyince de, silahları olmadığını öne sürüyorlar. Türkler önerimize olumsuz cevap verirlerse, onlara bu konuda çok ciddi olduğumuzu bildirmeliyiz.Bu durumda, savaş sonrası barış konferansına alınmayacaklarını söylemeliyiz. Biz, İngiltere olarak, ayrıca Türkiye’ye silah yardımını keseceğiz.”


    O sırada başımızda bulunan İsmet Paşa, Lozan Konferansı’nda, kimin Lordu olduğu bilinmeyen Curzon’un ağzından, günün birinde para ve yardım dilenmeye geleceğini, o zaman burada kabul ettiklerinin hepsini teker teker geri alacağını duymuş adamdır; ama insan Mustafa Kemâl ya da Fidel Castro gibi gerçek devrimci değilse; bağımsızlığından olmaktansa ölmeye razı değilse, işte böyle korkak, dümenci oluyor. Bunun nedeniyse, Reich’ın dediği gibi, daha ana karnından başlayarak rahat, dolu dolu soluk alıp verememek; üreme örgenleri aracılığıyla cinsel doyuma eremek. Ve 50 yıldır yalnız Küba’da yaşananın dışında, bütün dünya, bütün insanlar bu acıklı durumda. Kurtulabilmemiz için gerçek bir mucize gerekiyor; bütün ayrıntı ve işleyişini bilemediğimiz evren bu olanaksız mucizeyi de hazırlar belki.

    Sözümüzü yine Ali Yüce’nin güzel dizeleriyle bitirelim.

    GÜZEL SUÇ

    Boğma beni su
    Bu altın boruları
    Ben yapmadım
    Yakma beni ateş
    Altın beşiklerde
    Ben yatmadım.

    Kovalama beni çığ
    Bu eğri yolları
    Ben yapmadım
    Boğma beni deniz
    Dalgaları beşe alıp
    Ona satmadım

    Asma beni darağacı
    Bu eğri yasaları
    Ben yapmadım
    Çekme beni kara toprak
    Evreni aşar sevgim
    Sığmaz kucağına

    Uç yürekten yüreğe
    Bin kanatlı kuşum
    İnsanı insana götür
    Kıskan beni yargıç
    Bu güzel suçları
    Ben işlemedim

    Uç dudaktan dudağa
    Bin kanatlı kuşum
    Götür ek sıcaklığımı
    En somurtkan çağa
    Kıskan beni ölüm
    Bu evrensel elmayı
    En dişlemedim

    1972


    *ABD, İngiltere ve Sovyet Rusya arasındaki zirve toplantılarında, Boğazlar sorunu ilk kez ortaya atan ve Boğazlar’ı Rusya’ya peşkeş çeken, müttefikimiz (?) ve koruyumuz (?) Churcill’dir!

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    GERÇEK YAZAR OLABİLMEK

    “Eğer bir yazar köle olmayıp, özgür bir insan olsaydı, yazması beklenileni değil, canının istediğini yazabilseydi; yapıtının temelini herkesçe kabul edilen görüşler üzerine değil, kendi duyguları üzerine kurabilseydi; ne olay örgüsü olurdu, ne komedya, ne tragedya ne de aşk öyküsü…” Virginia Woolf

    “Dalgalar” var elimde. Virginia Woolf’un en başarılı yapıtı. Bilinç akışı tekniğinin en yüksek noktası.

    İngiliz edebiyatının, en büyük temsilcilerindendir Woolf. Özellikle takip ettiği modernist akımla.

    Modernist akım, mantığı, yüzeyselliği reddeder. Onun amacı, insanı sadece fotoğraf çeker gibi anlatmak değildir. Onun iç dünyasına girip, tinselliğini yakalamaktır. İçe dönmektir, anti realistliktir. Bu anlamda modernistlikle, realistlik zıtlık gösterir. Yani düz mantığı sevmez modernistlik, izlenimciliğe, kübistliğe daha yakındır.

    Kübistlik, bir şeye tek gözle bakıp, onu sınırlandırmak değildir. Onun bakış açısı çokludur.

    En iyi kübist sanatçılardan biri olan Picasso’da bu özellik bariz gözükür. Resimlerinde sınırlar yoktur. Ona bakan kesin bir ifade ile konuşamaz. Çünkü resimleri özgürce, toplum baskısı altında kalınmadan yapılmış olan, aykırı resimlerdir.

    Picasso, portrelerini çizerken profilden değil, cepheden çizer. Tek göz çizmesi gerekirken, çift göz çizer. Gerçeğe karşı durup, kahramanına çift karakter verir. Resim bu anlamda; ne güzel, ne de çirkin, ne hüzünlü, ne de mutludur. Bu tür kelimelerle sınırlandıramazsınız resmi.

    Bu özellik onun, farklı bir sanat anlayışı oluşturmasını sağlamıştır zaten.

    Picasso ile Woolf’un kestiği önemli noktada bu olmuştur. Özgünlük, başkalarını taklit etmeden, kendini bulmak!

    Woolf: “Eğer bir yazar köle olmayıp, özgür bir insan olsaydı, yazması beklenileni değil, canının istediğini yazabilseydi; yapıtının temelini, herkesçe kabul edilen görüşler üzerine değil, kendi duyguları üzerine kurabilseydi; ne olay örgüsü olurdu, ne komedya, ne tragedya ne de aşk öyküsü…” diyerek, yazmak istediği kitaplarının, özelliğini anlatmıştır. Sadece anlatmakla kalmamış, yeni bir akımın başlamasını da sağlamıştır. Woolf “Dalgalar” kitabında, hedefine ulaşmıştır. Kitapta, sadece duygu geçişleri vardır. Ve bu geçişler hiç bir olay örgüsünü takip etmez. Yani kitabın konusu da, ana fikride yoktur.

    Bitirdiğime üzülüyorum… Neden olduğunu anlayamadığım bir sıkıntı ile baş etmeye çalışıyorum. Sonra da gerçek yazar bu olmalı diyorum: “Toplumun istediği, çabuk anlaşılabilen, basit konulardan kurtulup, klasik anlatımlardan sıyrılıp, derine inebilmek. İnsanın elbisesinden değil, ruh dünyasından bahsedebilmek. Kısacası derinleşip, tinsel dünyasını irdeleyebilmek!”

    Yani bir insanın fotoğrafını çekmekten öte, beyin röntgenini çekebilmek...

    Bir gün bunu başarabilirsem, gerçek yazar olduğuma inanacağım!

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    AĞLAYAN BANKACILARA YAKASI AÇILMADIK AKILLAR VE FİKİRLER

    Efendim, bu hafta gene hoş ama pek de bir boş konuya balıklama dalmak istemekteyim. Malum kendini mizah yazarı yerine koymak densizliğinde bulunan emekli taifesinden bu kulunuz arada sırada fatura ödemek ya da maaşını almak gibi zorunlu nedenlerle bankalara uğramak zorunda kalıyor efendim.

    Geçenlerde baktım da pek bir dertliler şu bankalar canım, pek hüzünlüler yani. Hani bendenizde banka emeklisiyim ya... Ulan 2001 nere, 2012 nere..... Neredeyse bir asır geçmiş benim bankacılığı bırakmamın üzerinden....

    Neyse gene lafı dolandırmadan sadede geleyim diyorum. Kârlar yerlerde sürünüyor demekteler benim canım taze bankacı kardeşlerim. Eeee, haliylen öyle olacak tabii ki sizin ücret ve komisyon tarifeleriniz bayağı eskidi be arkadaşlar.....

    Hani tamam müşteri memnuniyeti filan da..... Biliyonuz ki bankaya gelen müşteri kazıklandıkça memnuniyet duymaktadır. Dolayısıyla efendim bütün samimi duygularım ve iyi hislerimle size yeni bir ücret ve komisyon tarifesi yazmaya karar verdim.

    Kazıklanmayan müşteriye müşteri mi derim ben be... Heyttt ulan açılın kim tutar beni be...

    Hadi bakalım taze akıllar ve fikirler gökyüzünde uçuşmaya başlıyor. Kemerlerinizi bağlayıp, arkanıza yaslanın, herkeslere kolay gelsin.

    Kapıdan giriş komisyonu: Giriş kapılarına turnike koyduk bundan kelli. “Abi ya şööle bi kafamı uzatıp kredi faiz oranlarını öğreneyim. Araba alıcam da...”

    Yok ya, var mı öööle üç kuruşa yirmibeş köfte....Önce madeni 1 gayme atacan giriş turnikesine!!!!, öööle girecen kapıdan içeri. Yok yani ööle koftiden işlerle meşgul bankacılarımın zamanını çalmak....
    1 gaymeye şube içine girdik. İşlem yapmadığım sürece artık, komisyon ve ücret yok zannediyorsunuz değil mi...Yok ööle, gelin bakalım şööle.
    Yüksek sesle öksürmek ya da hapşırmak: Bunun da bedeli 1 TL. Akşam dikkat etme, sıcak yaz günü diye cam açık yat nezle ol, gel bankaya hapşırarak nezleni canım bankacılarıma geçirmeye kalk. Bastır bakalım 1 gaymeyi aklın başına gelsin. Ya da çık şube lokali dışına orada hapşır, ya da öksür, yeniden 1 TL at yeniden içeri gir.....
    İnternetten Banka’nın Web Sitesine Giriş Komisyonu: Bundan kelli bankanın internet sitesine girebilmek için müşteri numaranızı da yazmak zorundasınız. Siz müşteri numaranızı yazdığınız anda sistem de 1 TL’cik giriş komisyonunu otomatik olarak hesabınızdan alacak, hesapta mani yoksa borç yazacak. Tabii ki siz klavye ve fare ile oynadıkça, banka da sizinle kedinin fare ile oynadığı gibi oynayacak ve minik minik komisyonlar hesabınızdan şakır şakır düşecek yani..... Girip, çıkıp bir iki işlem patlatmak ortalama 15 kaat! İşinize gelirse abilerim ve ablalarım.....

    ATM Komisyonları: ATM’lerden alınan bazı kaat parçaları henüz ücretsiz, bazısı da 50 kuruş. Olur mu kardeşim? Tabii ki kâr edemezsiniz!!! 50 kuruşa simit bile satmıyorlar artık. Onların tümünü de 1 TL yaptık tamam mı? Yok öööle, ama ben para yatırdım, banka bana dekont vermek zorunda ayakları. Tamam, sana kimse dekont ya da ATM fişi vermicez demiyo ki... Sadece bayıl bakalım 1 TL diyo. Bedava mı alıyoz kardişim bu kaatları yani biz.....

    Cüzdan İşleme Komisyonu: Cüzdan işleme ücretleri düşük valla. Ne o ööle zırta pırta cüzdan işletmek!! Sankim bu yazıcıların tonerleri bedava doluyor....Bundan böyle sayfa başına 1 TL. Ben iyi müşteriyim, çok işlem yapıyom, 10 günde 10 sayfa doluyo billa mı diyon? De kardeş de, Yanlız 10 gayme bayılıver de ondan sonra de......

    Hay Allah, en önemli şeyi unutuyordum az daha.....Bundan böyle numaratörlerde bedava açılmayacak..... Seni uyanık seni, hem kartla sözde öncelikli numara alırsın hem de belki önce o yanar diye normal numara ha! Numara başına 1 gayme de ona bayılda aklın başına gelsin. Sanki orası kaat basmıyo.

    Plastik Kart Zamazingoları: Her türlü plastik kart basımında – sadece kredi kartı değil haaa....ATM kartları da bu kapsama alınacak bundan böyle- 10 TL kart basım ücreti alındıktan kelli, en az 100 TL’de yıllık kart kullanım ücreti alınacak!!! İşte o kadar!!! Tez BB’ne (Brigitte Bardot değil ulan, aklın fikrin 90-60-90’da. Bankalar Birliği’ni kısalttık bi yol heralde....) ferman çıkartıla, gereken yasal değişiklikler yapıla, tüm itirazlara engel oluna!!!!

    Normal bankacılık işlemlerinden alınan tüm ücret ve komisyonlara da % 105 zam yaptım gitti. Neden 105 derseniz, 100’ü vahşi kapitalizm zammı, 5’i de enflasyon zammı da ondan. Bakın çok insaflıyım billa, enflasyon zammını düşük tuttum gördünüz.

    Bitti mi? Yok daha bitmedi. Giriş parayla olur da çıkış parayla olmaz mı? Çıkış için de 1 TL’cik rica edelim. Turnikemiz çift taraflı çalışıyor beyler. Ne bu yaa. Umumi tuvalet turnikeleri bile tek taraflı çalışıyo billa demeyin, bakın kafanızı kopararım ona göre.... Şurada bankalar kâr etsin diye uğraşan münafık bir kimseyiz icabında.

    Az daha unutuyordum, 5 ve de 10 liraları da tedavülden kaldırdık gayrı......Seni gidi uyanık Abuzittin seni...Hesabında 7 lira kaldı, ATM’de 5 lira vermiyor diye önce 5 TL yatırıp sonra 10 TL çekerek aklın sıra vadesiz mevduat tutmayacaksın öyle mi?

    Yemezler oluuum yemezler!!! Artık yatabilecek ve çekilebilecek en ufak parayı 20 TL yaptık.

    Ya hesabımda 13 TL var, 18 TL’lik de su faturam var otomatik ödeme de, 5 kaat daha yatırayım işim görülsün mü diyorsun? Havada bulut sen 5 TL’ye bu işi kapatmayı unut! 20 TL toka et bakalım. 33 TL’nin 18’i faturaya gitsin, 15 TL’de mecburen mecburiyetten hesapta kalsın....

    Uyanıklığın sonu yok, ben de sıra bekleyip gişeden yatırayım mı diyorsun?

    Ha, ha, ha....Gişeden işlemlerde de 5 ve 10 TL’ler tedavülden kalktı artıkın. Sen onları bakkaldan sakız ya da ekmek alırken kullanacan oluuum....Burası Banka yaa!

    İyi ama Türk Parasını Koruma Kanunu filan deme hiç boşuna, unutma minareyi çalan kılıfını hazırlar nassolsa......

    Evveet, aklıma gelen zırtapozluklar bundan ibaret. Yeni bişi olursa ek yapcaz artıkın bu yazıya....

    Emekliler mi, boş verin yahu onlar ölsün be kardeşim! Hem böylece memleket nüfusu da biraz gençleşmiş olur işte fena mı?

    Ailenizin Delisi
    Abuzittin



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine V

    Foucault’nun Fransızca se conduire kelimesinin olanağından yararlanarak gösterdiği şey, “davranış” anlamına gelmek üzere bu ikinci görünümle ilgili olarak gerçek davranışlardır; fakat, bu kelimenin tam karşılığı, “Kendi’nin klavuzu” ya da “lîderi” olmaktır. Böylelikle söyleyebileceğimiz şey, bu ilk görünümün kuralın kendisine; ikincisinin, kurala ilişkin davranışa; üçüncüsünün de kendi Ben’iyle ilişkisindeki davranışa göndermede bulunduğudur. Üçüncü görünüm, “Kendi’nin açığa çıkması”na ilişkin bir yolu ahlâkî kurala itaate dönüştürmeyi ifâde eder ve etiğin soykütüğü hakkında öne sürdüğü görüşler arasında en önemlisi budur.

    Ben’in inşâsının etik alanında bu, Foucault’nun târihsel değişimlerde sıkça dikkat çektiği ve ahlâk kurallarının parçaları olarak hâlen gündemde olan bir konudur. İkinci ve üçüncü ciltlerdeki çalışmalarının konusu daha sonra, Ben’in inşâsının etik kurallarının özellikle de cinsel davranışla ilgili olarak değişimidir. Ahlâklılık alanının bu üçüncü görünümünü, aslında dört bölümde inceler ve burada ilk önce, Antik etiğin yol haritasını çıkarttığı model veya tutamağı inceleyeceğiz. [1] Nitekim Foucault’ya göre, bir etik sistemini analiz etmek ve târihini anlamak istersek, şu dört unsuru birbirlerinden ayırmak durumundayız; yaşam etiği, özneliliğin tarzı, Ben’in karmaşasının formları ve amaç (veya etik amaçlara doğru yönelen özneliliğin tarzı).

    Peki, etik alanının bu ayrım şeklinin özel estetik parçaları var mıdır? Hazzın Kullanımı’nın merkezî kısımlarından birinde [2] Foucault, Yunan cinsel etiğinin estetik yorumlarının önemli bir türünü gösterir. Burada Yunan ahlâk düşüncesini aphrodisianın yönlendirdiğini belirterek bunun ne meşrû ya da gayrı meşrû, ne de öznenin hermeneutiğine ilişkin olduğunu; fakat daha ziyâde, bir “vâroluş estetiği” olarak görülebileceğini belirtir. [3] Evrenselleştirici bir kuralın doruk noktasına taşınması durumunda bu düşünce, “açık talep”in bir türü olarak “sınırlar içinde” ve bir kimsenin eylemlerinde zorunlu bir form uygulamaya yönelik bir çağrıyı içinde barındırır.

    Hıristiyanlığın cinsel etiğine karşılık Foucault, Antiklerin kendi eylemlerinin doğası üzerinde, bunların kabûl edilmelerine ilişkin davranışlardan daha az ilgilendiklerini söyler. Aslında, aphrodisiayla ilgili olarak etik bir öznenin meydana gelmesi işinin tamâmı, hazlarla ilgili önemli bir ilişkinin kurulmasını içerir; “stilizasyon”, kontrol yeteneğinin geliştirilmesini ifâde eder ve aşırı tehlike sınırlarında aphrodisianın kesintiye uğratılabileceğini bildirir. Ayrıca, yaşam tarzının geliştirilmesine ilişkin ahlâkî değer, bu konunun dışında tutulamaz ve formlar veya “genel biçimsel ilkeler” getirilmeye de çalışılamaz [4] ki, bu yönetim şekli, kişinin hazlarını kullanması yoluna etki ederek faaliyet gösterir. [5]

    Yaşam tarzının gösterdiği ahlâkî değer, bu formun gerekçesi ve uyumundan gelir; buna eşlik eden form ise güzellik ve doğruluğu da içinde barındırır. [6] Foucault’nun estetik okumasındaki bu iki temel unsur, şu şekilde de ifâde edilebilir. Birincisi, özneliliğin tarzına ilişkin bir ilgi; yâni, Ben’in inşâsının bireysel bir şekline bir başlangıç; evrensel olarak empoze edilmiş bir kuralın tanımlanması olarak değil, özgür olarak ortaya çıkmış bireysel bir seçim olarak belirli bir kurala yönelik bir ilgidir. İkincisi ise amaca yönelik bir ilgi; Ben’in inşâsının yöneldiği hedefin bir öznede özellikle de güzellik, uyum ve mükemmellik olarak açığa çıkmasına ilişkin bir ilgidir.

    Burada savunduğum şey, özneliliğin tarzı ve amacı hakkında Foucault’nun etikte estetik uygulamalar hakkında savunduğu görüşlerin aslında, Hazzın Kullanımı’nda betimlenmiş olduğudur. Yâni, bu unsurların açıklaması, Antik etiğin gösterdiklerine dâir özel çalışmalarını karakterize etmektedir. Özneliliğin türüne ilişkin ilk dönüş, Antik dönemde geliştirilmiş ve açıklık etiği tarafından bireysel farklılıklarla evrenselliğin kendi üzerindeki empozesi reddedilerek karakterize edilmiştir. Bunun görülememesi Foucault’ya göre [7], Antik otoriteler tarafından yasaklanmış eylemler listesinin hiçbir zaman denenmediğini gösterir. Ancak, cinsel eyleme ilişkin olarak düşünülmese de kötülük, değişimin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

    Örneğin, çocuk sâhibi olma arzusunda öncelikle, anne ve babanın birlikte olması gerektiği düşünülmüş, buna ilişkin bir zihinsel hazırlığın gereğine inanılmış, ihtiyaç duyulan sürenin cinsel eylemden önce sağlanması görüşü ağır basmış ve beden açısından gerekli bu gibi hazırlıklar, özenli bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Bunlardan hiçbirisi, yapılması gereken veya gerekmeyen eylemler arasında bir tür “diyalektik”e doğru bir geçiş olarak ele alınmamalıdır; üstelik bunlar, aphrodisianın “kullanım” hakkına ilişkin yönetimin genel ilkelerini de öğrenmeyi gerektirir. Özel bir durum ve başvuru olarak aphrodisia, yalnızca insanın değerlendirmesine bağlıdır ve ancak kurallara uyulduğu zaman geçerliliğini kazanır.

    Bu ilk unsur daha sonra, “estetik” konusundaki yorumlarda kendini gösterir ki bu vurgu, Antik etik uygulamaların bireyselleşmesini temel özellik olarak karakterize eder. Aslında bu vurgu, evrensellik ve normalleştirme karşıtı karakteristik bir noktadır ve ilk bakışta, Foucault için Klasik etiğin işlevini ifâde eder. [8] Bu karakteristiği etiğin amacı olarak öne sürmesinin gerekçesi, evrensel kurtuluş değil, bireyin yaşamına güzel bir form vermeye çalışmaktır. Bu etikte kişi, “güzel bir yaşam sürdürmek ve başkalarının anılarında güzel bir iz bırakmak” için bireysel bir tercih yapar. [9] Antik etik uygulamaları daha sonra, karmaşık bir hâle gelir ve kişinin davranışlarında, “iktidârın uygulamaları ve özgürlüğün etkinliği”ne dönüşür. [10]

    Bu etik faaliyetin amaçlarının sorgulanmasıyla, Foucault’nun “estetik” okumasının ikinci temel unsuruyla; bu uygulamaların amacının güzellik olarak ilgi çekmeye dönük olduğu iddiâsıyla karşılaşırız. Hazzın Kullanımı’nda Foucault’nun cevap vermeye çalıştğı merkezî sorulardan biri, aphrodisia alanında bunun neden açığa çıktığı; tüm bir Klasik dönemde “kendine özen gösterme” teması içinde Yunan yetişkin erkeklerinin özgürlüğe neden düşkün olduklarıdır. Bunun nedeni tam olarak, yaşadıkları dönemle ilgilidir ve bu dönemde bu denli az sayıda yasak olmasının gerekçesi, bu yasakları çiğneyen kişilerin cezâlandırılıp cezâlandırılmadıkları, Foucault tarafından araştırılmıştır.

    Bu konularla ilgili olarak Foucault’nun metninin ortaya koyduğu çerçeve, iki uzlaşmaz cevâbı yansıtmaktadır. Kendine özen gösterme isteğinin amacı olarak her ikisi de güzelliğin formu olduğu için, kişinin ölümünden sonra hatırlanacaktır veya başkaları üzerinde bir irâde oluşturma amacına hizmet edecektir. Etiğin Soykütüğü Üzerine isimli söyleşisinde örneğin, Klasik etiğe ilişkin çalışmalarında başat ilgisinin ne olduğunu, kişinin kendi içinde egemenlik ilişkilerinin kurulması ve sürdürülmesiyle ortaya koymuş ve bu, “daha fazla güzellik hakkında kendi yaşamı üzerinde yoğunlaşması amacıyla çok sayıda yetişmiş insanı açığa çıkartmak isteyen felsefî bir hareket” olarak değerlendirilmiştir.

    Etik sistemlerinin temel unsurlarına ilişkin pek çok tartışmasında estetiğin üstünlüğünü savunurken Foucault, Hazzın Kullanımı’nda “Ben’in efendiliği”ni önerir [11] ve dolayısıyla, bu iki yorumun açığa çıkmasına izin vermiş olur. Aslında bu amaç, Klasik etik tarafından da teşvik edilir; Ben’in efendiliğine ilişkin bu açıklama, kişinin tutkularıyla ilgili olarak köle olmayan durumunun basitce bir açıklamasıdır ve aynı zamanda da “tam ve daha pozitif bir form” ya da “başkaları üzerinde olmaktan çok kendisi üzerinde faaliyet gösteren bir iktidâr”dır. [12] Ben’in efendiliğinin bu açıklaması, başka Ben’lerin efendililiğin olanaklı koşullarını da içerir.

    Foucault’ya göre kişinin kendisinin “insan”la olan ilişkisidir bu; kişi, ancak başkalarıyla ilişkilerinde “insan” olabilir ve bu muhtemelen, özgür Yunan erkeklerinin de istediğidir. Bu yüzden, bu etiğin amacının Ben’in efendiliği olduğunu söylerken, başkalarının efendiliğinin bir amacı olarak bunu daha açık bir biçimde söylemiş olduğunu da hayretle doğrulamış olmaktadır. Buna izomorfizm demiş olsa da [13] Ben’in efendiliği ve Antik Yunan’da başkaları arasında Foucault aslında, görebildiğimiz kadarıyla, büyük çoğunluğun ayrıcalıklı durumlarına yönelir; bu amacın açıklamasını, şaşırtıcı bir apolitik estetikle sunar.

    Yunan etiğinde normalleştirmenin izi yoksa, Foucault’ya göre bunun nedeni, “bu etik türünün ilkesel amaç ve ilkesel hedefinin estetik bir niteliğininin olması”dır. [14] Foucault’nun estetiğinin aşırı görünen bu temeli, Klasik etiğin amacı üzerinden açıklanmalıdır; karşıt niteliğinin önemi göreli olarak kabûl edilse de Foucault, bu estetik yorumu beğenir ve ondan yararlanır. Bir an için bunun bir tarafa bırakılması, uygun olmayan bir şey olarak bu iki açıklamanın genişletilmesi sorununu bir sınama modeli hâline getirecek; kendisine yeniden başvurulacak bir figür olarak Antikite’de gençlere yönelik “zübbelik” ve tehlikeli siyasî hırsı açığa çıkartacaktır.

    Platonik diyaloglardan Alkibiades I’e baktığımızda ve Alkibiades gibi bir figürün etik motivasyonunu anlamaya çalıştığımızda, Foucault’nun modelinin nasıl yeterli olduğunu soracağız. Bu modele başvuru, Alkibiades’in resmini “estetik” olarak ortaya koyar mı? Peki bu resim, Alkibiades’i bir “Machiavellist Prens” olarak görmemize izin verir mi? Cinselliğin Târihi’nin ikinci ve üçüncü ciltlerinden alabileceğimiz önemli bir ders, evrensel bir “Yunanlılar”, “Antikler” veya “Antik estetik” hakkında konuşmanın büyük bir olasılıkla yanlış anlaşılacağıdır. Bu iki cildin bölümlenmesi; her birinin târihsel dönemlere ayrılması, sosyal ve siyasî bağlamlarının olması, bu terimlerin târihsel olması ve inşâ edilmesi, birbirlerinden son derece farklıdır.

    Bu ciltlerde Foucault’nun amaçlarından biri, “Antik etik”in içeriğini göstermektir ve geniş ölçüde düşünüldüğünde bu çabası, bu etikten uzaklaşılmasını ve Hıristiyan etiğini de kapsamına alır. Ayrıca, kendine özen göstermede bir dönüşümü ifâde etmek üzere “hazzın kullanımı”nı da kapsar; “Antik dünyâ”da etik öznelilik konusunda meydana gelen dönüşümü anlatır. Hâliyle, “Yunan” ya da “Antik” etik formları, az ya da çok “homojenleştirme” ifâde eder; hattâ, Batı Hıristiyanlığı mîrâsını da bir şekilde önceler. Yine de bu konuda, eklenebilecek bir çok unsur vardır; sâdece Klasik ve Helenistik etikle ilgili değil, aynı zamanda düşünmenin “Antik” ve Hıristiyan modelleri için de.

    Bu unsurların en önemli noktalarından biri, kendine özen gösterme temasıdır. Bu açıklamayı Cinselliğin Târihi’nin üçüncü cildinde ortaya koyduğunda Foucault, Antikite’nin sonlarına doğru geliştirilmiş birtakım temaları esas almamış, Klasik etik düşünce ve imparatorluk döneminde şekil değiştirmiş başka bir yönü benimsemiştir. Nitekim, bu temaya göre Antik Yunan düşüncesinde baştan sona önemli olan, düşüncenin felsefî davranışa yansımasıydı. Bu metinlerdeki en önemli şey –Alkibiades I’deki bu metin, geleneksel olarak Platon’un gerçek metinlerinden biri olarak düşünülmüştür– bu yansıtmanın gerçekleşmesidir. [15]

    Collége de France’da 1981/2 yılındaki derslerinde [16] ve seminerlerinde Foucault, bu diyalogu büyük oranda kullanmış ve aynı yıl, Vermont Üniversitesi’nde de ele almıştır. Açıktır ki, bu diyalogta Alkibiades’in Sokrates’e soru sormasını, kendine özen gösterme teması bağlamında ve özellikle de siyasî yaşamla ilgili bir eleştiri olarak görmüştür. 12 Ocak 1982 târihinde Collége de France’da örneğin, Sokrates tarafından gerçekleştirilen felsefî davranışı incelemesinde belirgin bir biçimde, kendine özen gösterme tekniklerini, Antik Yunan erkeklerinin kendi zamanlarındaki ilişkileri açısından araştırmıştır.

    Alkibiades I’in konusu, Sokrates’in genç Alkibiades’i siyasî kariyerde başarılı olmaya iknâ etme çabasıdır ve öncelikle ondan, kendine özen göstermesini ister. [17] Diyalog, Foucault’nun vurguladığı biçimde, şu üç soru etrâfında merkezlenir: “Kendine özen gösterme ve siyasî yaşam arasındaki ilişki nedir?”, “Kendine özen göstermenin pedagojideki rolü nedir?” ve “Kendine özen gösterme ile kendinin bilgisi arasındaki ilişki nedir?” [18]. Bu sorular, Sokrates ve Alkibiades arasında dramatik karşı karşıya gelişin çerçevesini oluşturur ve Sokrates, soylunun “sevgilisi” (eraster) ve güzel Alkibiades arasındaki ilişkide, “sevilen”in (eromenos) rolünü açığa çıkartmaya çalışır.

    Sokrates’in üzerinde durduğu şey, Alkibiades’in siyasî hırslarından memnun olduğudur. Sokrates şöyle söyler: “Benim yardımım olmaksızın, tasarılarının tamâmını gerçekleştiremezsin. Zannediyorum ki, tanrılar bu yüzden, seninle şimdiye kadar konuşmama engel oldular ve ben de uzun süre, onların iznini bekledim.” [19] Fakat, Sokrates’e göre iktidârın doğası ve maddî gücün eksikliği, Alkibiades’i olumsuz yönde etkiler. Atinalıların yöneticisi olmak, en sağlıklı ve prestijli ailesinden olmadıkça nasıl mümkündür? Tahmin edilebilir ki, tüm Platonik diyaloglarda olduğu gibi burada da Sokrates, sınırlı bir bilgiye sâhiptir ve onun ilk işi, Alkibiades’in kendisine dâir bir bilgi süreci içinde olmadığını göstermektir.

    Timothy O’leary

    Kaynak: Foucault and The Art of Ethics; Timothy O’leary, London / New York: Continuum, 2002, pp: 41-3

    Notlar:
    [1] UP, 25-8 [32-5]; OGE, 356-8
    [2] UP, 89-93 [103-7]
    [3] UP, 92 [106]
    [4] UP, 89 [103]
    [5] İngilizce tercümesinde çoğunlukla, genel kelimesi kullanılır.
    [6] UP, 93 [107]
    [7] UP, 92 [106]
    [8] OGE, 341
    [9] OGE, 341
    [10] UP, 23 [30]
    [11] UP, 28 [35]
    [12] UP, 80 [93]
    [13] UP, 76 [88]
    [14] OGE, 341
    [15] Bu metin şüphesiz ki, M.Ö. 4. yüzyılın başlarında yazılmış “gerçek” bir metindir ve Foucault, Platon’un bu katkısı hakkında geleneksel uzlaşıyı sürdürür.
    [16] Collége de France’daki bu dersinin kayıtları, ‘L’Herméneutique du süjet’te yer almaktadır. Ayrıca, bu tartışmanın özeti RC, 145-66’da da bulunmaktadır.
    [17] 1927 çevirisi, “kendisi üzerindeki acıyı almak” ifâdesini, epimeleia heautou için kullanır.
    [18] RC, 149a-55e
    [19] RC, 105d


    Çev: Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    ALBÜMLERE KARIŞMAK

    tahir'de geçidin doruğunda
    elimi kaldırsam elim görünmeyecek
    yandaki çeşme mustafa kemal sanlı
    dinlenmeye bağdaş kurduğunda
    dağlar kaynak açarak ağırlamış olmalı

    bu resmi harran'da çektirmişim
    kar silkeler gibiyim üzerimden
    güneşin alnında ılgım mı sarmış
    ya da paldır küldür indim ya dağdan ovaya
    yeni poz vermeyi geciktirmişim

    bu en yenisi ama en çok solgunu
    bir mavna gibi dalgın ağır durmuşum
    ne gül kurusu imbat ne iyot kokusu var
    izmir körfezinde akşama doğru
    albümlere karışmış bir eski başçavuşum

    Aydın YALKUT

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Ülkemiz genelinde artık standart olarak kullanılmaya başlanan karekod uygulamasını siz de kendiniz için kullanabilirsiniz. http://invx.com/ web sayfasına girdiğinizde “enter your text” yazan kısma istediğiniz bir web sayfasını, ismi, adresi veya açıklamayı yazın. Karekod’unuz hemen hazır. Bu kod herhangi bir karekod okuyucuyla tarandığında içine yazdığınız bilgi ekranda görülecektir. Daha sonra bu karekod’u resim olarak ister arabanıza ister özel eşyalarınıza bastırabilirsiniz.

    http://sinemabirmucizedir.blogspot.com/2010/02/amator-yuzuklerin-efendisi.html “Kate Madison adlı Yüzüklerin Efendisi fanatiği amatör bir sinemacı yaklaşık 50 bin dolar gibi komik bir parayla Tolkien'in kitabından uyarlanan 60 dakikalık film internette 500 bin defa izlendi.İşin ilginç yanı bu kadar küçük bir bütçeyle büyük bir prodüksiyona imza atmak az buz kolay bir iş değil.Madison filmde emeği geçen 400'den fazla kişiyi bedavaya çalışmaları için ikna etmesi sinema tutkusunun hiçbir engel karşısında kaybolmayacağının büyük bir örneği.” Bu filmin web sitesi: http://www.bornofhope.com/ Filmi seyretmek için ise: http://www.mefeedia.com/watch/26279407

    Hayatımızda vazgeçemeyeceğimiz şeylerden bir tanesi de yemek yemektir. Bunu hem söyleyen hem de yaşayanlardan biri olarak http://www.oktayustam.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Açılış sayfasına koydukları pastalar ve börekler kilo vermek isteyenlere pek uygun olmasa da incelemeye değer. Bu web sayfasında hoşuma giden diğer özellik ise, kendi tarifinizi gönderdiğinizde yayınlamaları oldu. Afiyet olsun dostlar.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Harem - Sarah Brightman









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120914.asp
    ISSN: 1303-8923
    14 Eylül 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com