|
|
|
Editör'den : Kısa kesmek zorundayım!.. |
Biriken ve üst üste yığılan işlerin yoğunluğu nedeniyle, çok arzu etmeme rağmen, sizlerle sohbet edemeyeceğim. Hafta içi beynimde birikenler bir şekilde kahramanlık edip yolunu bulursa, ilerleyen günlerde şuraya birkaç satır karalarım. Lütfedip dönüp bakarsanız belki bir şeyleri birlikte paylaşırız. Kendinize iyi bakın, esenlikler dilerim.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan BAL VERECEK ARIYI TANIRIM |
|
Çocuktum, küçücüktüm… Amcamın komşusunun bahçesinde kan kırmızı, bal gibi tatlı erikler vardı. Baktıkça ağzımın suyu akardı. Bir, iki tane koparıp verse dünyanın sonu mu gelecekti? Vermezdi. Fırsatını bulsam hepsini yolup koynuma doldurup kaçacaktım. Bahçe duvarının yanına bile yaklaştırmazdı. Çocukluk işte… Belki bu yüzden o eriklerde aklım kalırdı. Şimdi olsa dönüp yüzüne bile bakmam.
Köpeklerin duası kabul olsa gökten kemik yağarmış. Köpekleri bilmem ama benim duam kabul oldu. Amcamların arıları oğul vermiş. Kovanı terk eden arı kolonisi ağzımın suyunu akıtan eriklerin ağacına gidip uzun bir dala öbeklenmişler. Sokakta alışkın olmadığımız bir telaş görünce koşup oraya gittim. Yengem ve komşu kadınlar ortalıkta deli divane çaresizlikle dönüp duruyorlardı. O gün amcam tarladaymış. Birileri koşup ona haber vermeye gitmişler. Arıların bir an önce kaçıp ormana gitmeden ağacın dalından boş bir kovanın içine alınması gerekiyor ama bunu yapabilecek kimse yok.
Yengem (amcamın eşi) beni yanına çağırdı. “Güneş altında arılar burada fazla durmazlar. Dağılıp giderler. Sen ağaca tırman da dalın üstüne şu sofra örtüsünü örtüver. Gölge yaparsa belki kaçıp gitmezler,” dedi. Arılar sokar diye kendisi uzaktan bakıyor ama beni resmen ateşe atıyordu. Arılar umurumda bile değildi. Erik ağacına çıkmak için elime bir fırsat geçmişti. Sofra örtüsünü aldım. Yavaş yavaş arıların toplandığı dalın daha yükseğindeki diğer dala tırmanmaya başladım. Bir daha bu fırsat ele geçer mi? Kaş ile göz arasında birkaç eriği de koparıp cebime atıverdim. Birkaç tanesini de akıl defterime yazdım. Onları aşağıya inerken koparacaktım.
Ne oldu, nasıl olduysa birden altımdaki dal çatırdadı. Ben de dal ile birlikte aşağıya düştüm. Düşerken arıların toplandığı dalı da kırılınca her şey tamam oldu. Yüzlerce, binlerce arı birden bana saldırdı. Kafamdan topladığım arıları avuç avuç yere fırlattığımı güç bela hatırlayabiliyorum. Bir de korkudan kimsenin yanıma yaklaşamadığını, beni kurtaracak hiç kimsenin olmadığını. Bahçenin içinde deli danalar gibi oraya buraya çaresizce koşup duruyordum. Köyümüzün tek kamyon şoförü Ahmet Abi gece yoldan gelmiş. Evinde yatıyormuş. Sesimi duyunca çizgili pijamalarıyla fırlayıp gelmiş. Beni arılardan kurtarmak için kucaklayıp bahçeden çıkardığında bayılmışım. Ondan sonrasını hatırlamıyorum. Teyzemin sivri zekâsının kurbanı olarak az kalsın ölüyordum.
O yıllarda böyle acil durumlarda araba bulup birini ilçeye veya hastaneye götürmek imkânsızdı. Beni de ölür bu çocuk diye götürüp yatağa yatırmışlar. Yaşlı bir kadın bunun kafasına ekşi yoğurt sürelim. Zehrini alır demiş. Alsa ne yazar almasa ne. Elden gelen başka bir şey olmadığı için başıma ekşi yoğurt sürmüşler. Tam iki gün yoğurt kurumuş, yenisini sürmüşler. İki gün kendimi bilmeden yatmışım. Elimle davul gibi şişen gözlerimi aralayıp azıcık baktığımda etrafımda korkuyla bekleşen insanlar gördüm. Benim tek gözle bile olsa baktığımı görünce sevindiler. Babaannem kendime geldiğime sevinçten neredeyse zil takıp oynayacak. İçmem için bir tas ayran verdiler. Daha mideme iner inmez içim karıştı. Yattığım yerden biraz doğrulup kustum. “Kurtuldu bu çocuk,” dediler. “Kurtuldu, içindeki bütün zehri attı.” Sonra annem çorba kaynattı, ekmek verdi. Bütün suratım davul gibi şiş olduğundan gözlerimi boş verin ağzımı bile açamıyordum. Yaşayacağımız varmış, gerisi masal. Saçlarımın dibinden bir avuç arı iğnesi toplamışlar. Bütün başım, yüzüm binlerce sivilce çıkmış gibi diken dikendi.
Gün geçtikçe şişlerim indi. Düşünce cebimdeki erikler de ezilmiş iyi mi? Binlerce arıya kendimi sokturdum ama bir tanesini bile yiyemedim. Kamyoncu Ahmet ilginç bir adamdı. Gözünü budaktan esirgemezdi. Diyelim ki bir maraza çıkmış. Hemen levyesini kaptığı gibi ortaya atlardı. Ağzı fazla laf yapmaz, hatta neredeyse hiç konuşmazdı. Anında görüntü bir eylem adamıydı. O olmasa kimse arıların içinden beni çekip çıkarmazdı. Ben zaten kadınlara doğru can havliyle koştuğumda onlar arılar bizi de sokacak diye kaçıyorlardı. Onun o gün o saatte evinde olması benim hayatımın en büyük ikramiyesiydi.
Not: Olay tamamıyla gerçek hayattan alınmıştır. Ben sadece Nejat arkadaşımın anlatımını kaleme aldım. Başka hiçbir katkım ve etkim olmamıştır.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Müşerref Özdaş Zamane anneleri – Fast food çocukları |
|
Marketlerde sarımsaklı yoğurt satıldığını gördüğümde her seferinde düşünürüm: Kadınlarımız, insanlarımız bu kadar yeteneksiz mi? Hadi evde yoğurt yapmıyorsun, sarımsağı ezip yoğurda katarak evde taze taze mis gibi sarımsaklı yoğurt hazırlamaktan da mı acizler ya da ayran hazırlayamayacak kadar çünkü ayranı bile hazır almayı tercih ediyor birçok ev hanımı. Ne kadar çalışıyor da olsalar, eve geç geliyor bile olsanız en fazla 10 dakikalarını alır bu dediklerimi yapmaları.
Bir de güzellik maskeleri olayı var. Evde yukarıda sözünü ettiğim basit işleri yapmaya üşenir çoğu kadın ama iş cilt güzelliğine gelince üşenmez, arar, tarifleri bulur, okur, gidip artık içine bal mı olur karbonat mı olur, yoksa limon mu her neyse, o çok değerli vaktini harcayıp tarifi itina ile uygular, sonra geçer ayna karşısına, yine aynı itina ile yüzüne uygular... İş çorbaya gelince mis gibi nane kokan bir yayla çorbası veya tarhana yerine hazır çorba pişiriverir alelacele. Cacık mı, o da ne? Bulsa onu da hazır alır ama sohbet ortamlarında yeri geldiğinde organik pazarlardan bilmem ne kadar paraya domates aldığından bahseder. Neyse ki domatesi doğrayıp akşam yemeğine salata olarak koyabilir bu tür zamane anneleri.
İzleyeceği diziyi hiç kaçırmaz, vaktini buna ayırır, yarın hangi kıyafeti giyeceğini, hangi ayakkabıyla veya çantayla uygun olabileceğini düşünür de, çocuklarının bedenine girecek besilerin daha sağlıklı olabilmesi için ne yapabilirim diye düşünmesine gerek duymaz.
Hayatlarımız hazır şablonlar üzerine oturmaya başladı. Artık köylerde bile inekler, tavuklar eski lezzetleri taşımıyor, GDO’lu besinlerden onlar da nasibini aldı. O gitmediğimiz, kalmadığımız uzak köylerde de mutfaklarda hazır çorbalar, hazır yoğurtlar yerini almaya başladı. Un kavurup çorba kaynatanlar, şehriyesini kışa girmeden hazırlayan, tarhanasını, salçasını yapanlar azaldı.
Şimdi Eylül, tam zamanı. Yakın evlerden yayılan salça kokuları mevsimin en sevdiğim yanı. Balkonumda ipe dizip kurutmak üzere astığım biberlerimin kurumuş olan bir kısmı rüzgârda tıkır tıkır sesler çıkarırken büyük bir hızla değerlerimizi, zenginliklerimizi, sağlığımızı kaybetmekte olduğumuzu düşündüm. Diyorum ki bu konuda mücadelemizi sürdürmeli, yeni nesile mümkün olduğunca bu lezzetleri unutturmamalı, doğallığı tattırmalıyız.
Bütün bu değişimlerden nasıl, ne zaman geçtiğimizin bile bilgisayar başında otururken farkında olmadığımızdan, köfteyi bile evde hazırlamayıp marketlerden alıp içinde ne tür katkı maddelerinin olduğunu düşünmeden tüketen, patates kızartması, mayonez ve ketçaba, hamburgere tapan, öğle yemeklerini dürüm, pizza, pide, döner, hazır ayranla geçiştiren obez bir toplum olmaya başladık.
Sonuç şu ki devlete yeni bir iş daha düştü: Obeziteyle mücadele kampanyası başlatıldı. Hareket etmeye reklamlar ve bildirilerle teşvik ediliyoruz, Resmi Gazetede yayımlanan tebliğlerle ekmeğe ne kadar tuz ve kepek koyulacağına karar veriliyor.
Daha kaç fırın ekmek yememiz gerekecek acaba özümüze dönmemiz için? Bekleyelim görelim ama bu arada da üzerimize düşenleri de yapmayı ihmal etmeyelim.
Herkese sağlıklı güzel bir hafta dilerim.
Müşerref Özdaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran DİKBAŞ’IN SON KİTABI |
|
Sevgili dostum Yılmaz Dikbaş, alçak sömürgeci Llyod Georges’un dediğinin tam tersini yaptı, kestaneleri eliyle aldı ateşin üstünden; Atatürk’ün ölümünden bu yana neden şu anki acıklı duruma düştüğümüzü anlatan kitabı yazdı: Atatürkçüler Yenildi.
Aslında bütün kitap, Atatürkçülerin değil, Atatürkçü Geçinenlerin neden yenildiklerini anlatıyor ayrıntısıyla; ben sevgili dostumun yerinde olsam, Selge ve olgularla donatılmış bu yapıta, kötü niyetli kişilerin yanlış yorumunu engel olmak üzere yapıtın adını Atatürkçü Geçinenler Yenildi koyardım. Ama doğrusunu isterseniz, öyle de koysa, kötü niyetliler bildiklerini okurlardı. Öyleyse biz dönelim kitaba.
Biliyorsunuzdur, Nedir en zor şey? Görmek gözünün önünde duranı demişti Goethe; geçmiş yüzyıllar gösterdi ki, bundan daha zoru, gördüğünü söyleyebilmek’tir. Gerçek bir yurtsever, Atatürkçü olan yiğit dostum Yılmaz Dikbaş, hepimizin yerine bunu yapmış: boş gevezeliklerle vakit geçirenlerin tersine, Cumhuriyetimizin kuruluşundan bunca yıl sonra, neden bu acıklı duruma düştüğümüzü, yeniden dünyanın hasta adamlarından biri hâline geldiğimizi irdelememiş ve açıklamış.
Aslında her şey çok açık: Ben, devlet eliyle kurulup yürütülecek toplumcu düzen istiyorum, diyen Atatürk, yola çıkarken de, çağdaş, uygar Türkiye için savaşırken de yapayalnızdı; adıyla birlikte anılan, savaş arkadaşları nitelemesi yakıştırılanların hepsi, ataerkil buyurgan toplumun ürünü oldukları için, ürkek, çekingen, tutucu, korkaktılar: Sivas Kongresi’ne bile, Amerikan mandasını kabul ve ilan etmek üzere gelmişlerdi; büyük Mustafa Kemâl, hemen hepsine karşın Ya Bağımsızlık Ya Ölüm ilkesini benimsetip Kurtuluş Savaşı’na girişebilmişti.
Yılmazcım, Atamızın ölümünden hemen sonra, daha 1939 Nisan’ında, Lozan Kahramanı (?) İnönü’nün, Aman öcü geliyor, bak bu Rus ayısı seni parçalayıp yutacak diyen kan emici Churcill’in tuzağına düşen; ölmezden önce ona da, çevresindeki herkese de, sakın Avrupalılarla ikili anlaşma yapmayın, başta Sovyetler Birliği, çevremizdeki uluslarla dostluk ve işbirliğini bozmayın diyen Büyük Önder’in öğüdünü çöp sepetine atıp İngilizlerle ikili anlaşma imzalayışını anımsatıyor haklı olarak; onlardan ve şimdiki ön büyük suç ortakları, kurdukları fesatların en amansız uygulayıcısı ABD’den para ve yardım (?) dilenmeye başladığımız gün hapı yuttuğumuzu gösteriyor olgu ve belgelerle. Hele ünlü Marshall Planı’nı kabul edişimizden, NATO’ya girişimizden sonra işimiz iyice bitiyor.
Bunlar, 10 Kasım 1938’den beri işbaşına gelemeyen Gerçek Atatürkçülerin bilmediği şeyler değil elbet; ama Yılmazcım¸ tam bir insan ve dünyasever olduğu için, CHP’nin Atatürk’ün ülküsünü ve ilkelerini çoktan rafa kaldırmasından sonra sayıları gittikçe azalan iyi niyetli temiz yürekli insanları sarmak, uyandırmak üzere, yaşananları, onları bize yaşatanları büyük bir titizlikle art arda sıralamış.
Başınızın ucundan ayrılmaması gereken bu çok önemli yapıtta göze çarpan küçük bir ayrıntıya değinmeden bitirmeyeyim sözümü: sevgili Yılmaz Dikbaş¸ kitabın sonunda, İngiliz belgelerine dayanarak, kurnaz Batılıların Mustafa Kemâl’in yolundan gidenlere Kemalist dediklerini söylüyor; dolayısıyla öbürlerinin, Atatürkçülerin yenildikleri sonucuna varıyor; oysa İngilizler ve suç ortakları 1920’lerde Atatürk adı olmadığı için Büyük Önder’in izinden gidenlere Kemalist diyorlardı; biz onun yerine Atatürkçü’yü geçirdik; ancak, yukarıda belirttiğim gibi, ayrım özde, gerçek Atatürkçü’lerle her şeyleri sözde kalan, Atatürkçü Geçinen’ler arasında.
Biliyorsunuz, evrendeki her şey olasılık ve gerekliliğin ürünü; bu çok çarpıcı kitabın gün ışığına çıkmasını sağlayan herkesi yürekten kutluyor, teşekkürler ediyorum.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
İSTANBUL’UN RENKLERİ
İstanbul, sararan yapraklarla karşıladı sonbaharı. Ve yazın ardından gelen sağanaklar…
Ben de havanın serinlemesini fırsat bilip, tuttum Beşiktaş’ın yolunu. Sabahın erken saatlerinde kalkan bir vapur var Beşiktaş’a. Bütün iskelelere uğraya uğraya gittiği için geziyorsunuz bütün sahili. Kısacası bir boğaz turu yapıyorsunuz kimsenin olmadığı, şehrin kalabalığa teslim olmadığı saatlerde...
Beşiktaş İskelesi’nde indikten sonra, Ortaköy’e gidiyorum; Kimse yoktur bu saatte diye.
Kalabalığın olduğu saatlerde, ne oturacak bir yer bulabiliyorsunuz, ne de doya doya resim çekebiliyorsunuz. En uygun saatler, sabahın erken saatleri ile iş günleridir. Özellikle hafta sonları hiç çekilmez buralar.
Kumpirciler daha yeni açmaya başlamış, tezgâhlarını. Takı satan birkaç kadın da var...
Tabii benim uğrak mekânım, ne kumpirciler, ne de takıcılar oluyor. Benim mekânım sahaflar…
Ağaç gölgesinde oturup, otomatik kapının açılmasını bekliyorum. Birazdan kepenkler yukarı çekiliyor ve ilk sahafa uğruyorum.
Akademisyen kökenli, sonradan kitapçılığa başlamış biriyle sohbet ediyorum. Sorduğum kitaplarının hepsini çıkarıyor. Bulamadığı birkaç kitabında kendi kütüphanesinde olduğunu söylüyor. Okuyan biri olduğu her halinden belli. Sonra hikâyesini anlatıyor, mastırını, doktorasını, üniversiteden neden ihraç edildiğini. Ağaç gölgesinde devam eden sohbetimizden sonra, bana birkaç kitap öneriyor. Yayınevleri ve içeriği kriterlerime uyduğu için hemen alıyorum onları. Tekrar görüşmek dileğiyle ayrılıyoruz.
Kim bilir ne zaman, hangi sabah vaktinde, bir daha uğrayacağım Ortaköy’e?
Oradan Bebek’e doğru yola çıkıyorum. Bebek sahili dolmadan balıkçılarla. Onlar olduğu zaman, resim çekmek, kaldırımda yürümek zor oluyor çünkü. Korkuyorum ellerindeki oltaların saçlarıma takılmasından. Hep atlayarak, sıçrayarak geçiyorum yanlarından.
Bebek sahilinde, sadece iki balıkçı var kısmetini bekleyen. Bakıyorum, kovaları boş!
Burada oturup karşı sahili izliyorum, denizinin mavisini ve martıları. Dünyanın neresine gitsem, bulamıyorum böyle bir yeri. En fazla bir hafta sonra sıkıyorum, yabancı mekânlardan...
Ara sokaklara dalıyorum, sabahın esintisinden kaçarak, eski ahşap evleri, bakımlı yalıları izleyerek. Kimi sardunyalarla süslemiş pencereleri, kimi kuklalarla. Kimiyse terk edilmiş, unutulmuş, kimi satılık afişleriyle donatılmış evler.
En çok bu sokakları seviyorum dar, uzun, umutsuz, terk edilmiş yokuşları. Birbirinden kopuk evleri. Evlerin içindeki ayrık yaşamları…
Süleymaniye’nin arka sokaklarında dolaşırken de kapılıyorum bu duyguya. Orada da bir yalnızlık, kopukluk var. Eski evlerin unutulmuşluğu var...
Bu sokaklarda buluyorum şehrin ruhunu. Alışveriş merkezlerinde, kalabalık ana caddelerinde değil!
Rumeli Hisarı her zaman ki heybetiyle boğazı selamlıyor. Ben de onu selamlıyorum. Sonra Orhan Veli geliyor aklıma. Urumeli Hisarı’nda oturup, şiirler yazan Veli’nin oğlu Orhan. Otuz altı yaş gibi genç bir yaşta ölüp giden, ardında büyük mısralar bırakan, Şair Orhan...
Hisardan aşığı inerken ilginç bir araba ile karşılaşıyorum; “58 Sivasistanbul 34” yazan eski bir karavan. Toplamış memleketinde ne varsa, sergiliyor burada.
“Satılık mı?” diye soruyorum; “göstermelik” diyor. Neler yok ki arabanın üzerinde; Âşık Veysel Heykeli’nden, terliğe. 76 numara lastik ayakkabıdan, koçbaşına kadar, ne istersiniz, hepsi var. Tıpkı bir müze gibi araba.
Bunu görünce aklıma, Beyoğlu Belediyesi’nin sergisi geliyor. Nasılsa daha vaktim var, havada serinken, neden gitmeyeyim oraya diye söyleniyorum, kendi kendime. Sonra da Taksim’in yolunu tutuyorum. Bir uçtan bir uca gezeyim şehri diye...
Taksim, her zaman ki kalabalığa teslim olmuştu çoktan. Mağazaların içi alışveriş tutkunu kadınlarla dolmuştu. Hiç bitmeyen bir tutkuydu bu!
Kapitalist rejimin olmazsa olmaz politikası: “Al! Al! Ne zaman, nerede olursan ol al! Tüket!”
Bu sadece bizim kaderimiz değil, dünyanın kaderiydi de. Üretmek yok, sadece tüketmeye yönlendirilmişiz. Bütün gazeteler, dergiler, televizyonlar, internet dört bir koldan bu emri veriyordu bize: Hızlı tüket! Çabuk tüket! Durmadan tüket!
“Üretme! Düşünme! Aklını kullanma!”
“Merak etme! Senin düşünmene gerek yok! Senin yerine düşünen birileri var zaten. Seni düşünen, sana komutlar veren birileri!”
Bütün dünya, onların güdümüne girmişte, kimsenin haberi yok…
Odakule’nin oraya geliyorum, bu düşünceler içinde. Bir taraftan kendimi sorguluyorum, bir taraftan da insanları.
Burada gördüğüm acı bir manzara, beni daha çok düşündürüyor.
Çocuk arabasında uyuyan, küçük bir bebek var, yanında da annesi. Kadın, elindeki akordeonla bir şeyler çalıyor. Önünde de para atmak için bırakılmış bir mama kabı var. Kimi durup onlara bakıyor, özellikle de bebeğe. Kimi oralı bile olmadan geçiyor. Ama çoğunun içinde bir şeyler kıpırdıyor. Üzgün gözleri, bunu anlatmaya yetiyor bana.
Kapitalizmin, canlı bir örneği, işte burada. Bebek’teki yalıları düşünüyordum, sonra da bu bebeği.
İnsanlar arasındaki eşitsizliğinin, adaletsizliğin ulaştığı son nokta...
Dünya içinde bu böyle. Bir tarafta obeziteden ne yapacağını bilemeyen Avrupa. Bir tarafta, açlıktan ölen, bir yudum suya, bir lokma ekmeğe muhtaç Afrika. İkisi de aynı evreni paylaşan insan topluluğu. Birbirinden haberden ama birbirine duyarsız!
Bu gördüklerimden sonra aklıma Hepburn geliyor:
“Eğer güzel gözlerin olmasını istiyorsan,
İnsanlara iyilikle bak.
Eğer saçların güzel olsun istiyorsan.
Bırak çocuklar ellerini geçirsin saçlarından.
İnce bir bedense istediğin,
Ekmeğini açlarla bölüş.
Ve güzel dudaklara sahip olmak için,
Sadece güzel sözler söyle!”
Diyen Hepburn. Eğer paylaşmayı bilirsek, doyumsuzluğumuza ket vurabilirsek ve de kendimizden daha kötü durumda olan insanları görebilirsek, daha güzel olacak yaşadığımız bu dünya. Dünyadan öte kâinat!
Bebeği ve annesini, kendi hallerine bırakıp, Pera’nın yolunu tutuyorum. Çünkü burada, reklamı hiç yapılmayan, 23 Eylül’e kadar sürecek olan, Beyoğlu Belediyesi’nin bir sergisi var, Trt binasının yanında.
El sanatlarımızın sergilendiği bu sergide, neler yok ki! Bakırcılıktan, dericiliğe, takıcılıktan, sepetçiliğe, sedef kakmacılıktan, eski kökboyası kilimlere kadar, daha birçok şey...
Daha önce hiç görmediğim, buğday saplarından yapılmış olan sepetleri, duvar süsleri de ilk defa burada görüyorum. O kadar renkli motiflerle süslenmişler ki, onların sadece bir sap olduğuna inanamıyorum. Demek ki değerlendirilebilse her şey çok değerli.
Başağı altın yapan adam, Hataylı Niyazi Köleoğlu, bu sepet tezgâhının sahibi. Yetmiş yaşını geçmiş ama hala çalışıyor, hiç bıkmadan...
Bana da gösteriyor hemen, elindeki yarım sepeti verip: “Böyle örüyorum!” diyor, boyalı sapları üst üste koyup, dikiyor. Sapların güzelliğine hayran kalıyorum. Hele duvardaki, renkli süslere. Sonra: “Dört çocuğum var, çocuklarımı bunlarla okuttum!” diyor.
Onunla sohbet edip, ondan bir şeyler öğrenmek çok güzeldi…
Oradan yemeniciğe gidiyorum. Deri kokusu karşılıyor beni. Bunların bir de ıslandığını düşlenemiyorum bile. Bir tarafta deri terlikler, sandaletler, bir tarafta, deri ayakkabılar; Kırmızısı, sarısı, yeşili, turuncusuyla. Hepsini inceliyorum tek tek. Sonra da: “Neden mavi yok?” diyorum.
Maraşlı Kamil Usta: “Deride mavi renk yoktur. Sadece dört renk vardır.” Diyor. Sonra da kökboyasında olan renkleri sayıyor: “Gerçek kökboyası olan kilimlerde: Sarı, yeşil, turuncu, bordo, siyah olur” diyor.
Eskiden insanların, medeni durumuna göre, ayakkabı seçtiklerinden bahsediyor.
Gelinler kırmızı, evliler sarı, bekârlarsa yeşil giyermiş. İnsanların yüzü peçeyle kapalı olduğundan, ayakkabı renginden anlarlarmış medeni halini. “Hayret!” diyorum; “Daha neler duyacağız!”
Sonra, onunla da başlıyoruz bir sohbete. Adının, Kamil Kuyukazan oluğunu söylüyor. Maraştan gelmiş, buraya. Bu işi yıllardan beri yapıyormuş, oda ekmeğini bundan kazanıyormuş.
Bir taraftan benimle konuşuyor, bir taraftan da ayakkabı dikmeye devam ediyor usta. Eski insanlar böyle işte, zamanın kıymetini biliyor. Bir taraftan bana laf yetiştiriyor, bir taraftan da, işini yapıyor. Sitem ediyor bir taraftan da: “Çırak bulamıyorum!” diyor. “Gelenler bir hafta durmadan kaçıyor. Yapmak istemiyorlar bu işi. Onların işi zaten, bir şey öğrenmek değil. Para kazanmak. Daha işe başlamadan, para soruyorlar. Sen bana ne öğreteceksin, ben bunu yapabilir miyim gibi dertleri yok. Tek dertleri, kontör almak, telefon almak.”
Aslında anlattıkları sadece onun değil, hepimizin derdi. Çocuklarımızın amacı yok. Bir idealı yok. Tek dertleri: “Zamanı nasıl hızlı kullanabiliriz? Nereye gideriz? Nerede zaman daha hızlı ölür? Yeni bir şeyler alsak, acaba ne alabiliriz?”
Hep bir doyumcusuzluk!
Bir işe gireceğiz zaman artık, özlemişin ne? Diye değil, öz geleceğin ne? Diye soruyorlar. Bizim çocuklarımızın ise bir hayat planı olmadığı için, bu soruya verecek cevabı yok. Çünkü onların bir gelecek planı yok. Çevremizdeki iletişim araçlarının çokluğu ve amacına uygun kullanılmaması sonucunda, onların bu konuyu düşünecek zamanı kalmıyor.
Çünkü biz onları, sürekli bir şeylerle meşgul etmek için uğraşıyoruz. Programlar çıkararak, yeni telefonlar, bilgisayarlar icat ederek, onları aralıksız meşgul ediyoruz. Tv deki saçma sapan programlarla, filmlerde bunun cabası.
“Onlara, hiç fırsat vermiyoruz ki, durup şöyle bir ben nereye gidiyorum, diyebilsinler?”
Bu stanttan sonra, el dokumlarının olduğu, başka bir standa geçiyorum. Burada, sedef kakma çerçeve içine konulmuş, çok güzel, el dokuma bir Atatürk resmi duruyor. Hem çerçeve, hem de içindeki resim çok güzel. Acaba diyorum: “Atatürk bu halimizi görse ne derdi?”
“Fabrikalar kapanmış, köprüler satılmış, kalanlarda satılmaya devam ediyor. Üretim desen hiç yok. Sırf borçla düğün yapan, bir millet haline gelmişiz. İnsanlar, kendi kültüründen, el sanatlarından habersiz, batı denen kökleri olmayan, bir kültürün peşinden gidiyor. Nereye gittiğini bilmeden!”
“Avrupa! Avrupa! Diye kapıdan zorla girmeye çalışan, bir millet haline gelmişiz. Biz ki kıtalara hükmeden, bir milletin çocukları olup, Viyana sınırlarına dayanmışken…”
Atatürk bu halimizi görse: “Silkinin, kendinize gelin!” derdi. Ya da: “Yazıklar olsun size!”
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Dershaneler Kapatılamaz
Son günlerde gündemi işgâl eden konu, dershanelerin kapatılması oldu. Konuya ilişkin dershanecilerden bir-iki cılız sesin dışında bir itiraz duyamadık. Gazete köşe yazarlarından da az sayıda kişi meseleyi ele alıp inceledi. Gazete yazarlarından dershanelerin kapatılmasını alkışlayanlar olduğu gibi, karşı çıkanlar da vardı.
Bu konuda 18 yıl dershanelerde öğretmen, bölüm başkanı ve müdürlük görevlerinde bulunmuş biri olarak ben de izninizle görüşlerimi açıklamak istiyorum. (Şimdi emekliyim ve hiçbir dershane ile ilişkim yoktur.)
**
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ''Dershanecilik olayını kaldıracağız. Bundan kim gücenirse gücensin. Kusura bakmasınlar. Bu benim halkımın, vatandaşımın ortak talebidir'' dedi.
Ve Erdoğan devam etti:
''(Dershaneler) Eğitim öğretime hizmet verecekseniz, okullaşın, okullar kurun. Biz de sizden hizmet alımı yapalım ve sizin sınıflarınızı öğrencilerimizle biz dolduralım. Bedeli neyse biz verelim. Sizi açıkta bırakacak değiliz. Biz yatırımdan kurtulmuş oluruz, siz de hizmetinize aynen devam edersiniz. Bakıyorsunuz bu güzel bir teklif demiyorlar. Niye. Öbür taraf çok daha tatlı da onun için. Orada adeta merdiven altı hizmet var, diğerinde ciddi bir kurumsallaşma olacak da onun için. Bunun adımını atacağız ve en geç 2013-2014'e de biz o sistemle birlikte girmiş olacağız.''
Konunun özeti bu, ama bu açıklamaya verilecek cevap aslında oldukça uzun. Buna rağmen kısa tutmaya çalışacağım.
1-Başbakan diyor ki “Dershanecilik olayını kaldıracağız.” Yani dershaneleri kapatacaklarmış. Bu yeni bir şey değil. 1980 yılından beri hatta ondan da önce hemen hemen her iktidarda olan hükümetten duyduğumuz bir açıklama. Bu gerçekleşti mi? Hayır. (12 Eylül yönetimi bile bunu başaramadı.) Her açıklamadan sonra bırakın dershanelerin kapanmasını, aksine sayıları beklenenden de fazla arttı. Çünkü açıklamaları duyan bazı yatırımcılar dershane işinde çok para olduğu düşüncesiyle bu işe balıklama atladılar.
2-“Kim gücenirse gücensin. Kusura bakmasınlar.” Diyen Başbakanın burada güceneceğini düşündüğü dershaneciler acaba kim ya da kimler?
Sanırım cemaat dershaneleri. Cemaat dershaneleri 1990’lı yıllarda önce büyük şehirlerde başlattıkları çalışmalarını ileriki yıllarda kasabalara kadar yaymaya muvaffak oldular. Gelmiş geçmiş sağcı/solcu her hükümet bunların dershaneciliğe el atmalarını görmemezlikten geldi; hatta destek oldu.
Cemaatçiler, ticareti iyi biliyorlardı, ancak devlet yönetiminde rol almak için yetişmiş kadroları yoktu. Bunun yolu da üniversite sınavlarından geçiyordu. O nedenle son 20-25 yıldır bunu başarmak için olağanüstü bir çaba harcadılar ve başardılar da…
Cemaatçiler, dershane açtıkları yerlerin çoğunda öğrenci yurtları kuruyorlardı. Yurtlara başarılı ama yoksul öğrenciler ücretsiz olarak alınıyordu. Böylece eğiticilere gece-gündüz bu öğrencileri eğitme imkanı veriliyordu. Bulundukları yerlerde ilk yıl dershanelerine öğrencileri genelde ücretsiz alıyorlar, diğer dershanelerin kaynaklarını da böylece kesmiş oluyorlardı. Haksız rekabet karşısında diğer dershaneler birer birer kapanırken cemaatçiler hızla büyüyorlardı.
Cemaatçilerin hakkını da teslim etmek boynumuzun borcudur: Adamlar çok çalışıyorlardı, öğreticilerini iyi yetiştirmişlerdi. Bu öğreticilerin eğittikleri öğrenciler de üniversitelerin en seçkin bölümlerini kazanıyorlardı. Dershanede, yurtta öğrenci hazırlamalarının yanı sıra yurtlarında kalmayan öğrencilerin velileriyle de çok iyi diyalog kurmuşlardı. Hatta derece yapmaya aday olan çocukların evlerine ders vermek için öğretmen gönderiyorlardı.
Çalışmalarının meyvelerini toplamaya başlamaları fazla sürmedi. Sınavlarda, öğrencileri dereceye girince yurt çapında reklamları da yapılmış oldu. Birçok veli onlara karşı olmalarına rağmen çocuklarını sınavları kazansın düşüncesiyle buralara kaydettirmeye başladı. (Bir ilimizde ADD başkanı olan bir zat bile oğlunu gizlice cemaatçi bir dershaneye yazdırmıştı.)
3-Sayın başbakan dershanelere okullaşmayı tavsiye ediyor ve okullaşmada onlara yardımcı olacaklarını söylüyor. Ancak dershanelerin bırakın tamamını, yarısının bile okula dönüşebilecek bir alt yapıya sahip olmadıklarını görüyoruz. Belki yüzde 2 ilâ 5 arasında bu mümkün olabilir. Çünkü dershanelerin çoğu bir iş hanının birkaç odasında hizmet veriyor ve bahçesi filan da yok.
4- Ve yine başbakan diyor ki:” Bakıyorsunuz bu güzel bir teklif demiyorlar. Niye. Öbür taraf çok daha tatlı da onun için.” Yani dershanecilikten çok para kazanıyorlar demeye getiriyor lafın sonunu. Bu doğru değildir. Çok para kazanan dershane varsa bile bunların sayısı oldukça azdır. Dershanelerin çoğu maddi sıkıntı içindedir. Maddi sıkıntı içinde iseler neden batmıyorlar sorusu aklınıza gelebilir. Çünkü bir dershanenin batışı en az 3-4 sene sürer. Kurs ücretlerinin 1-1.5 yıl önceden tahsil edilmeye başlanmış olması ve gelecekte öğrenci bulma umudu bu batışı erteletir.
Dershanelerin yönetmeliklerle belirlenmiş belli sayıda yoksul öğrenciyi ücretsiz okutma mecburiyetleri vardır. Bu iş bununla da kalmaz, eş-dost, tanıdık çocukları ve derece yapabilecek öğrenciler de ücretsiz okutulur. Tahsil edilemeyen ücretleri, kira giderlerini, görevli personel ücretlerini, kırtasiye giderlerini ve devlete ödenen vergileri de buna eklerseniz dershanelerin öyle zannedildiği gibi büyük paralar kazanamadığını da görürsünüz.
Bu konu ile ilgili bir anım:
Bir dershanede müdürdüm. Kurumun bütün maddi girdi-çıktıları benim elimden geçiyordu. O sene kurumun toplam kayıtlı öğrencisi 650 idi. Şimdinin parasıyla bu rakamı duyanlar hemen 3-5 bin ile bunu çarpıp dershanenin çok büyük kârlar elde ettiğini düşünebilir. Ama o seneki gelir, ancak gideri karşılayabilmişti. Nedenini yukarıdaki açıklamalarımın içinde bulabilirsiniz…
Dershaneler gerekli mi?
Evet, bu sınav sistemi var olduğu sürece gerekli. Sınavı kaldırın, dershaneler kendiliğinden kapılarına kilit vuracaklardır.
Ayrıca dershaneler yüzbinlerce çocuğu sokaktan, kahvehanelerden de alıkoymuştur. O nedenle bazı veliler çocuklarının sınavı kazanamayacağını bildikleri halde “Yeter ki yeri belli olsun.” Düşüncesiyle dershaneye yollamışlardır.
İstihdam ettiği yüzbinlerce kişinin ekmek kapısı olduklarını da buna eklememiz gerekir.
Dershaneler kapatılırsa ne olur?
Kapanan dershaneler özel okula mı dönüşür? Dönüşmez de, bir an öyle olduğunu varsayalım: Bu kadar özel okula öğrenci nereden bulacaksınız? Üstelik şu anda mevcut olan özel okullar bile kontenjanlarının çok altında çalışırken…
Dershaneler kapatılırsa işte asıl o zaman başbakanın söylediği merdiven altı hizmet başlayacaktır. Gizliden gizliye evlerde, özel bürolarda, etüd merkezlerinde devletin denetiminden uzak kurslar verilecektir. (Mesela devlette çalışan öğretmenlerin özel ders vermeleri de yıllardır yasak, ama amiyane tabirle şakır şakır özel ders veriliyor!)
Dershanelerin kapatılması ayrıca:
-Öğretmen, idareci, memur ve hizmetli olarak bu kurumlarda çalışan yüzbinlerce insanın işsiz kalmasına,
-Devletin önemli ölçüde vergi gelir kaybına,
-Kurs almak-vermek isteyen veli ve öğretmenlerin yasa dışı yollara başvurmalarına,
-Çocukların sokak ve kahvehanelere yönelmelerine, yol açacaktır.
Vatandaş ne diyor?
Dershane ücretini ödeyen, yani cebinden para çıkan ya da çıkacak olan vatandaş, çeşitli site ve gazetelerin yaptığı anketlerde dershanelerin kapatılmasına karşı çıkıyor. Yani, alan razı veren razı! Size n’oluyor kardeşim?
Ve sayın başbakana da sormak gerekiyor: Hani bu sizin halkınızın ortak talebi idi?
Son söz
Oruç Baba der ki: “Yanlış yapandan değil, yaptığı yanlışı doğru sanandan çekinirim.”
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SEVGİYE KURUMAK
Kurudum… Buraya konulanı iki ya da üç yıl oldu sanırım. O günden beri hiç hatırlanmadım. Hiç kimse bir daha bana bakmadı. Burada kurudum. O kadar canlı ve tazeydim ki kim derdi ki bir gün dalımdan koparılıp bir daha hiç hatırlanmamak üzere buraya konulacağım, kurutulacağım. Hatırlanmak mı güzel hatırlanmamak mı? Benim için fark etmez artık. Ama insanoğlu için çok önemlidir hatırlamak “sevgi”yi.
İnsanlar sevgi için çok uğraştı. Sevgi için, “insanı sevebilmek” için ne canlar yandı. “Sevgi Apartmanı” kanla inşa edildi. Sevgi için katil olundu. Faşizm boğuldu bir daha nefes alamasın, ağzından çıkan havayla etrafı zehirlemesin diye. Öldü; ama nefesi pek kuvvetliymiş. Kurbanlık koyunun can çekişirkenki son nefesi gibi bir nefes verdi halâ o nefesin pis kokusu etrafta.
“Sevgi” evlendi. Sevgi “silah” ile evlendi. Şöyle ihtişamlı, görkemli bir silahla. Gelin arabaları olmadı. Düğünlerine tabutla gittiler. Sevginin ailesi ‘insan’ çok karşı çıktı bu evliliğe: “Silah sana göre değil” diye; “silah insana göre değil, bize göre değil” diye. Ama sevgi dinlemedi. Erkek adam ya silahı kaçırdı. Kendine güvendi. Kendisiz yaşayabileceğine güvendi. Bir çocukları oldu: Ölüm… Adını tabii ki silahın ailesinden olan “intikam” koydu. Ölüm… Çocuğa konuldu ya sevecen geldi birden. Sevgi hatasını geç de olsa anladı. Gitmek istedi. Silah bırakmadı onu. Sevgiyi ölümün gözü önünde vurdu. Ölüm küçükken öksüz kaldı. Ölüm sevgisiz büyüdü. Sevginin olmadığı yerdeydi ölüm. Ölümü silah büyüttü. Kendi gerçeklerine göre, kendi inançlarına göre.
Ölüm biraz da anne tarafına çekti. İntikam dedenin torunu ne de olsa. Kan çekiyor. Okulda hep katillerle, sömürenlerle arkadaş oldu. Ölüm bir canavar oldu. Silah bir canavar yarattı. Ölüm önüne gelene zarar vermeye başladı. Ergenliği çok hareketli geçti: Asi. Ne de olsa sevgisiz büyüdü. Zor… Ölüm bir çok yere saldırdı. Şimdi Beyrut’ta, Irak’ta, Pakistan’da, Hindistan’da… Ölüm çok can yaktı. Sonra duruldu. Sevgisiz yaşamın yan etkileriymiş bunlar. Ölüm kırklı yaşlara geldi. Sevginin başka bir çocuğu daha varmış. Ama silahtan değil çocuk. Silahla evlenmeden önce bir gençlik hatası sonucu olmuş işte. Sevgiyle “şefkat”in çocuğu Umut. Tam babası gibi. Sevginin bütün özelliklerini taşıyor.
“Üvey” kardeşi ölüm ortaya çıkınca kaybolmak istemiş. güçlüler ölüme rağbet edince her şeyini kaybettiğini düşünmüş. Kaybetmek ağırmış. Neyi ve ne kadarını kaybettiğini bile anlamamış başta. Vurgun yemekmiş kaybetmek. Kaybetmeyi hazmedemediğinizden kendinizi sindirirmişsiniz. Kaybedince kendinizi işe yaramaz hissedermişsiniz. Sindirilmesi gereken bir mikrop gibi görürmüşsünüz kendinizi. Umut da böyle hissettiğinden valizini ağzına kadar ‘merhamet’ ile doldurup gitmiş. Giderken merhameti de yanında götürmüş. Ölümden sonra, ölümün doğup büyümesinden sonra başkalarının kendisine ihtiyacı olduğunu fark etmiş. Herkesin ona çok ihtiyacı varmış. Geri dönmeye karar vermiş. Gittiği gibi gelmiş; bir valiz merhametle. Ölüm de duruldu zaten; yaşlandı. Herkes mutlu olamaya başladı. Mutlu olmayı hak ettiler. Çok savaştılar. Savaşanlar güçsüzlerdi tabii ki. Güçlüler memnundu ölümle çalışmaktan. Güçsüzdüler; ama kazandılar. “Hak verilmez, alınır.” felsefesinin yüzünü kara çıkartmadılar. Şimdi bir de umutla tanıştılar. Her şey daha güzel oldu. Dünya daha yaşanılabilir oldu. İnsan oğlu* sevgi için çok uğraştı. Hak etmek için çok uğraştı. Şimdi ise yavaş yavaş unutmaya başladılar.
Ben bir gülüm. Bu anlattıklarım içine kapatıldığım yerde yazıyor. İçine koyulduğum kitapta yazıyor. Hapsedilmedim; çünkü burası bir cennetmiş. Gerçekten de kitaplar sevgili dostlarmış, gerçek yol gösterenlermiş. Çünkü ikiyüzlülük yapmadan bize görevimizi hatırlatırlarmış. Burada harflerle arkadaş oldum. Keşke herkes onların derinliğini görebilse. İki- üç yıldır buradayım. Kurudum, kurutuldum. Dalımdan, ailemden ayrıldım. Tomurcuklarıma veda bile edemedim. Şimdi hepsi açılmış, saçılmıştır. Belki kendi tomurcukları bile olmuştur. Buraya ilk geldiğimde çok ağladım. Kabullenemedim. Tomurcuklarımı özledim, özledikçe ağladım. Ama bu harfler, bu kitap bana çok şey öğretti. Ağlamıyorum artık ben de…Mutluyum. İnsanlar sevgi için çok çaba harcadı. Şimdi kendimin sevgi için birine verildiğimi öğrendim. Sevgi “sonsuz” olsun diye arasına konulduğum kitap öğretti bana. Ben sevgi için kurudum, kurutuldum. Keşke dünyadaki bütün tomurcuklar toprağa düşüp çürümek yerine bir kitabın arasına konulsa…
Şule Baş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine VI |
|
Sokrates, adâletin bilgisini ön koşul olarak kullanması gerektiğine Alkibiades’i iknâ eder; fakat Alkibiades’in, siyasî kariyere girişmesi ve bu bilgiye sâhip olması arasında yanlış bir ilişki kurduğunu düşünür. Sokrates’in ısrârı şu ki, “Sâdece bu önemli konuları bilmediğin için değil, bildiğini zannettiğin için de bilgisizsin sen.” Alkibiades ise şu şekilde cevap verir: “Korkarım haklısın.” Sokrates, şöyle devâm eder: “En utanç verici cehâlet içindesin sen; bunun böyle olduğunu benim değil, senin ağzından çıkan sözler gösterdi.” [1] Alkibiades’in bu îtirâfı Sokrates’i artık, onu tesellî etmek için güçlü hâle getirir; hem Alkibiades’in hırsının, “başarıyla donatılması” gerekmektedir. [2]
Bu başarı için rota, kendine özen göstermedir; Sokrates’in kendi başına öğrenebildiği bir uygulamadır bu. Sonraki görevi ise Alkibiades’i, “soylu doğum” ve “doğal güçler”in [3] siyasî başarıları tesis etmeye yeterli olmadığına iknâ etmektir. Alkibiades’in “doğal düşmanlar”ına –Sparta ve Pers kralları– karşı eğitimi ve kendisini geliştirmesi konusunda Sokrates, bu doğum ve yetiştirmede iknâ edebildiği kadarıyla Alkibiades’i, onların fazlasıyla rezil kişiler olduğuna inandırmak ister. Peki bunu, gerçekten yapabilmiş midir? Bu bağlamda, ortaya koyduğu şey nedir? “Hiçbir şey, der Sokrates; “özen ve yetenekten başka.” [4]
Alkibiades’in eğitimi, bu yetenekle desteklenmelidir ve Foucault’nun teknik dediği şey, kendine özen gösterme sanatıdır. Alkibiades’in bu özen göstermenin ne demek olduğu şeklindeki ilk sorusu, bunu anlamak istediğini gösterir; Sokrates’in “Doğruluk kadar önemli.” sözü de bunu anlatma amacındadır. Bu soruyu cevaplamadan önce Sokrates, Ben’in gerçek doğasını bilmek gerektiğinde ısrar eder. [5] Delphi Tapınağı’nda yazılı olan “Kendi’ni bil!” sözü, bunun önemine işâret eder. Üstelik, “bu bilgiye sâhip olursak, birbirimizi de bilmiş oluruz; fakat, buna sâhip olamazsak, hiçbir şey yapamayız”. [6]
Uzun bir tartışmanın ardından Sokrates, ruh ve beden arasında bir dualite inşâ eder ve daha sonra, en iyisinin hangisi olduğunu göstererek kendi üzerimizdeki en yüksek ve en doğru parçamızı araştırır. İnsan aslında, “ruhtan başka bir şey değildir”. [7] Bununla birlikte, kişinin kendisi hakkındaki bu bilgide “ruh”a dikkat etmesi ve ruhun doğası, iki farklı konudur. Bu tür bir bilgi edinmek amacıyla Sokrates, belirli bir yöntem önerir ki bu yöntem, kişinin kendisi üzerinde düşünmesi temeline dayalı olarak kendi davranışlarının incelenmesiyle gerçekleşir ve ruhun en “kutsal” kısmı, “bilgi ve düşünce zemininde ele alınır”. [8]
Kişinin buradan öğreneceği ilk şey, ruhun kısımları arasında en “kutsal” olanının ölçülülük ve adâletle olan ilişkisi; daha da önemlisi, “ölçülü ve âdil olunmazsa, mutluluğun imkânsız olduğudur”. [9] Kendine özen gösterme önerisi daha sonra, Alkibiades’in sorusuna cevap olarak ölçülülük ve adâletin üstünlüğünde doğru yetiştirmenin ne demek olduğunu ifâde eder. Devlet adamı, “yurttaşlarının erdem ve mutluluğunu, öncelikle kendisinde toplamayı başarmalıdır. Böylelikle başkalarının üzerinde, kendine özen gösterme sanatı içinde eylemde bulunabilmelidir.” [10]
Ayrıca Alkibiades, “başarıyla donanmak” istiyorsa, istenen “başarı veya otorite”den ziyâde, “ölçülülük ve adâlet”le ilgilenmeli; “despotik güç”ten uzak durarak “erdem”e yönelmelidir. [11] Foucault’nun okumasında bu üç soru [12], kendine özen gösterme ve kültürel uygulamalar arasındaki sınırlar üzerinde bu metni inşâ eder. Bu sorulara metnin önerdiği cevap, öznenin Klasik kültürdeki ifâdesidir ve aynı zamanda da sonraki gelişmeler ile bu karşılaştırma noktaları için yararlıdır; özellikle de imparatorluk döneminde. İlk soruya cevap, Klasik dönemde sunulan diyalog (veya en azından Sokratik gelenekte) ve kendine özen gösterme pratiği arasındaki ilişkinin siyasî yaşam için gerekli bir ön koşul olduğudur.
Sokrates’e göre bu cevap, devlet adamlığını ifâde eder; örneğin, Perikles’in bilgeliğinde olduğu gibi. Nitekim Foucault’nun gösterdiği, kendine özen gösterme vurgusunun imparatorluk döneminde bir ön koşul olarak yaşam üzerinde meşgûliyete ilişkin bir özene dönüştüğüdür. Epikuros’a göre, kişinin kendi ruhuna özen göstermesi için hiçbir zaman erken ya da geç kalınmaz. Kendine özen göstermek için bu siyasî motivasyon düşüncesinin yıldızının sönmesinde Foucault’nun gördüğü şey, kendine özen gösterme düşüncesinin yeni bir şekle büründüğüdür. Alkibiades I etrâfındaki ikinci soru; kendine özen göstermenin pedagojideki rolünün ne olduğu sorusu ise pedagoji ve kendine özen göstermenin nasıl bir ilişki içinde olduğu sorusuna dönüşür.
Metnin önerdiği, bu tekniğin siyasî hırsla eğitimin vazgeçilmez bir parçası olduğudur. Sokrates’in “eksik pedagoji” için telâfî amacıyla üstlendiği görev [13], Alkibiades’in geleceğini doğrudan etkiler. [14] Klasik dönemde kendine özen gösterme, Foucault’nun belirttiğine göre, eğitimde “tek biçim” ihtivâ eder. [15] Buna karşılık, geç Antikite boyunca, kendine özen göstermeye özellikle gençler arasında hiç dikkat edilmemiş ve uzun bir yaşam için “kritik”, “savaşım”, “yetiştirme”, vb. işlevler ön plâna çıkmıştır. [16] Alkibiades I’de ele alınan üçüncü soruya cevap ise öğrenci ve hocası arasındaki “erotik etki” üzerinden geliştirilebilir.
Sokrates’in Alkibiades’e yönelik büyük sevgisi; “platonik” bir form içinde bu saf sevgisi aslında, Alkibiades’i erdem ve ölçülülüğe sevk etme amacındadır. Fakat geç Antikite’de, disiplin ve hocanın gözetimi arasındaki ilişkinin büyük önemi, bu ilişkinin “amorous” karakterinin kaybına yol açmış [17] ve ilişki, şiddetli bir erostan daha derin bir phila hâline gelmiştir. Foucault için bu diyalogun asıl önemi ise geç Antikite ve Klasik dönem arasında, etik Ben’in inşâsını meydana getiren temel dönüşümleri özel olarak tespîte imkân vermesidir. Bu dönüşüme katkıda bulunan unsurları kuralın sıkılığı üzerinden değil, yoğunlaşma ve kişinin kendisiyle olan ilişkilerinin çeşitliliği üzerinden incelemesi önemlidir.
Klasik dönemde şimdinin teknikleri üzerinde bu vurgunun artan yükselişi, geç Antikite’de Foucault’nun Ben’in yetiştirilmesi olarak adlandırdığı şeyi ifâde eder [18]; yâni, etik özneliliğin yeni bir formu olarak uygulamanın yeni ilkelerini, Ben üzerinde çalışmanın yeni yolunu ve etik yaşam için yeni amaçları; en temel olanı ise daha dikkat çekici biçimde, Ben’in uygulamalarının özel kullanımlarını. [19] Alkibiades I’i okuması, bu târihsel dönüşümün bir ürünüdür; etik târihine önemli bir katkı olarak yaptığı şey ise bu soruların cevaplarını özellikle de Hazzın Kullanımı’nda sunduğu araç veya genel modelin ışığı etrâfında araştırmasıdır.
Alkibiades modeline baktığımız zaman diyalogun, “estetik” bir motivasyon ve “siyasî” bir eksik hesaplama üzerine kurulu olduğunu görürüz. Alkibiades, Machiavellist bir uygulayıcı olmaktan çok, Wildecı bir kişilik olarak açığa çıkar. Şunun da altını çizmeliyim ki bu, diyalogu tartışmak amacıyla Foucault tarafından açıkça yapılmış bir şey olmaktan ziyâde, Foucault’nun metinde genel model olarak başvurduğu konuların ortaya koyduğu resimdir. Modelin bu şekilde ortaya konmasının avantajı, “estetize” edilmiş Antik etik uygulamalarının içerdiği özelliklerin görülmesini sağlamasıdır.
Başka deyişle Foucault, estetik yorumun nihâî anlamda, kazanmanın farklı bir şekli olarak görülebileceğine inanır; bu yol, uygulamanın endişesini ilk önce, aristokrasinin yönetiminin garantisi olarak hem oikosta, hem de poliste analiz eder. [20] Alkibiades’in yaşamının herkes tarafından bilinen ünü ki bu, Platon’un Alkibiades I ve Şölen diyaloglarında açığa çıkar; estetize edilmiş bir karakter olarak diyalogun bu figürü açısından şaşırtıcı olmayacaktır. Örneğin Plutarch, Alkibiades’in “kadınsı kıyâfetler içinde ve pazar alanında uzun mor elbiseler giydiği” şeklinde yeni bir betimlemesini yapar. [21]
Ayrıca, flüt çalmayı nasıl reddettiğini, ona üflerken yüzünün özelliklerinin nasıl değiştiğini; bu durumun “sıra dışı bir çekicilik ve büyüleyicilik” aldığını da kabûl eder. Bununla birlikte, Alkibiades’in târihsel bir figür ve Periklesci bir zübbe olup olmaması, burada ele aldığımız bir soru değildir. Bu soru daha ziyâde, Foucault’nun Yunan etik uygulamalarını karakterize edişidir; Alkibiades’i bu diyalogta incelediğinde aslında, onun bir resmini ortaya koymaya çalışır; en azından, etik zübbelik olarak adlandırılabilecek şeyi göstermeye çalışır. Görebildiğimiz kadarıyla Alkibiades, siyasî yaşama girmeden önce yerine getirmesi gereken hazırlıklarla ilgili bir çelişkiyle karşı karşıyadır.
Sokrates’in yardımıyla o, bu çelişkiyi tanımaya başlar ve kendine özen gösterme konusunda buradaki açıklamaları kabûl eder; yâni, soruşturmanın bir amacı olarak Ben’in “kutsal” parçasının etik uygulamadaki yerini ve gelecekteki davranışları için bir temel olarak bu kutsal ilkenin doğruluğunun bilgisini kullanmaya başlar. Alkibiades, bunu kabûl etmesi gerektiğini; otoriter ve despotik güçle mutluluğun hem kendisi, hem de site halkı için olanaklı olmadığını anlar. Etik uygulamaya baktığında güzel bir iş olarak Ben’in yaratılmasının amacı olsa da kendine özen gösterme, Foucault’nun etiğin bölümlenmesinde özgürlüğü ve kişisel seçimi ifâde etmesi bakımından önemlidir.
Alkibiades’in Sokrates’i tâkip etme karârı, dışsal bir tavsiye kuralının empozesinden ziyâde, kişisel bir seçime dayanır. Benzer şekilde, Sokrates’in öğüdünü kabûl etmesindeki amaç, kendine özen göstermenin gerçek yaşamda doğru bir form, mükemmelleşme ve güzellik içermesidir. Daha sonra Alkibiades, kendi isteğiyle bir karar verir ve özel bir “felsefî” yola girişir; başarıya ulaşmak için bunu kararlılıkla sürdürmeyi ister. Fakat diyalogta, bu yorumu doğrulayacak ne kadar kanıt vardır? Sokrates’in görevi Alkibiades’i, kendisine özen göstermeye iknâ etmeyi seçmesidir. Ayrıca, kendine özen gösterme konusunda bireyin gerçekleştirmesi gereken evrensel hiçbir ilke önermediği de söylenemez.
Buna karşılık, bu özen konusunda çalışması gereken insanları yöneten bir kişi olarak görünen Sokrates’e göre sâdece “özgür” kişiler (köle olmayan yurttaşlar), erdemli olmaya ihtiyaç duyar; bunun karşısında olanlar ise birer köle hâline gelirler. Bu noktada Sokrates, Alkibiades’e “Özgür olmak mı olmamak mı tarafındasın?” diye sorar. Öyle görünüyor ki, Foucault’nun önerdiği modelde Alkibiades, hem erdemli olmayı, hem erdemsizliği, hem özgürlüğü, hem de köleliği tercih eder. Nitekim bu model, hiç de basit değildir; yalnızca, Klasik çağda özgür bir yurttaş ya da köle olmayı seçmenin mümkün olması bakımından değil, aynı zamanda kendileri ve başkaları açısından kaderin yazılması itibâriyle de zordur.
Onun için bu soru, otoriter konum ve özne konumu arasında seçimi ifâde eden bir soru aslâ değildir. Sokrates’in Alkibiades’le karşı karşıya geldiği çelişki, her şeyden önce onu, bu “seçim”in en iyisi olduğuna ve her özgür insanın mutlakâ seçim yapmak zorunda olduğuna iknâ etmektir. Bu konu hakkında Alkibiades’in kişisel tercihlerini açıklamasına izin vermekten uzak bir biçimde Sokrates’in ona gösterdiği şey, kişisel tercihinin ki bu, otorite ve despotik güç için bir “yetki”dir; onun amaçlarına karşı engel oluşturacağıdır. Alkibiades’in yaptığı bu seçim, özgür ve yetişkin bir erkek olarak onun konumunun bilinçliliği tarafından belirlenmiştir.
Meydan okumak amacıyla Sokrates’in sorduğu “Köle misin, özgür bir yurttaş mı?” sorusuna Alkibiades, “Özgür bir yurttaş.” diye cevap verir; çünkü, böyle bir yurttaş için “köle” olarak anılmaktan daha onur kırıcı bir şey yoktur. Foucault, kendi statülerini veya sitenin onlar üzerindeki otoritelerini ortaya koymada Antik Yunanlıların kendilerini yönetmek için bu “seçim”lerinin zorunluluğunu kabûl eder. [22] Sokrates erdemin özgürlük ve ahlâksızlık arasında bağlanmanın bir yüzü olduğunu gösterdiğinde Alkibiades, bunun da etkisiyle, başka bir tercih yapmaz. Diyalogun sonunda söylediği gibi “adâlet, şimdi ve burada açığa çıkartılmalıdır”. [23] Fakat Alkibiades için, bunun amacı nedir?
Timothy O’leary
Kaynak: Foucault and The Art of Ethics; Timothy O’leary, London / New York: Continuum, 2002, pp: 43-5
Notlar: [1] Alkibiades I, 118b
[2] Alkibiades I, 105d
[3] Alkibiades I, 119c
[4] Alkibiades I, 124b
[5] Diyalogun alt başlığına göre “insan doğası”.
[6] Alkibiades I, 129a
[7] Alkibiades I, 130c
[8] Alkibiades I, 133c
[9] Alkibiades I, 134a
[10] Alkibiades I, 134b-c
[11] Alkibiades I, 135b
[12] CCF, 81
[13] TS, 25
[14] Foucault’nun okumasına karşılık, Sokrates’in yorumu şudur: “Tanrılar, bugüne kadar seninle konuşmama engel oldular. Benim yardımım olmaksızın arzularına kavuşamayacağın inancını da onlar veriyor bana.” (Alkibiades I, 124c) Daha sonra Sokrates, eğitim ihtiyâcını kabûl eder.
[15] RC, 151
[16] RC, 151-3
[17] RC, 153
[18] İngilizce çevirilerinde genellikle, cultivation kelimesi kullanılır; ben ise yetiştirmeyi kullandım; çünkü yetiştirme, cultivationu da içinde barındırmaktadır; cultivation ise yetiştirmeyle aynı anlama gelmez. (Bkz. CS. Part II, ‘La culture de soi’. )
[19] CS, 50-67 [65-84]
[20] Bu versiyonu Foucault’nun kısmen tanıdığı anlaşılmaktadır; örneğin, Alkibiades’in souci de soi pratiği hakkında diğerlerini yönetme yeteneğine ilişkin olarak (‘pour être capable de gouverner les autres’) yaptığı yorumda bu görülmektedir. Fakat bu yorum, OGE’nin Fransızca baskısında değiştirilmiştir. (Bkz. DE IV, 609-31)
[21] Plutarch, ‘Alcibiades’, The Rise and Fall of Athens, trans. I. Scott Kilvert, London: Penguin Books, 1960, pp. 16.
[22] SS, 184 [215]
[23] Alkibiades I, 135e
Çev: Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
BAHAR
Yasladı sırtını
Akdeniz’in toroslarına
Korkut yaylasına
Uzanıp kumsala
Kumdan kale yapan çocukların yanaklarını
Saçlarını okşadı genç kızların
Yelkenine el attı delikanlının
Uzanıp güneydoğuya
Peygamber balıklarına gülümsedi
Mardin’in taş evlerini ısıtıp
Hakkâri de kardelen çiçeklerinden sonra
Her yeri yeşile boyadı
Çiçek tarlalarını doğuya uzatıp
Süphan dorukların karlarını eritti
Ağrı dağının dumanını aralayıp
Vana uğrayıp göle inciler saçtı
Çıldır gölünden süzülüp
Keban’a ulaştı
Erzurum’un soğuğunu giydirip
Yüreğini ısıttı
Ilık yağmurlarını bıraktı
Çay yapraklarına
Çığ taneleri gibi Karadeniz’e
Başkentin sokaklarını temizledi
Mevlana’nın şehri Konya’ya merhaba dedi
Eğede sanki biraz daha uzun kaldı
Papatyaları okşadı
Nergislerle yarenlik etti
Vapurlara konuk oldu
Şarkılara eşlik edip
Bir aceleyle uzanıp saklı kent Marmara’ya
Çanakkale’ye göz süzüp Tekirdağ’a
Koşarcasına vardı İstanbul’a
Açtı bütün perdelerini şehrin
Ortada hazineler
Dolaştı köşe bucak
Ayasofya’ya Sultanahmet
Yerebatan Dolmabahçe beylerbeyi
Unutmadı Yedikule zindanlarını
Ta… Duvarlar arkasına dek uzadı sıcaklığı
Çocukların ellerinden tuttu
Hayata gülümsedi
Kalpleri ısıttı
Yolunu özlemle bekleyen dünyaya
Elveda deyip
Yerini yaza bıraktı.
GÜLİZAR SÖĞÜTÇÜ KURUM
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
İşe Yarar Kısayollar Şef Garson : Akın Ceylan |
|
Ülkemiz genelinde artık standart olarak kullanılmaya başlanan karekod uygulamasını siz de kendiniz için kullanabilirsiniz. http://invx.com/ web sayfasına girdiğinizde “enter your text” yazan kısma istediğiniz bir web sayfasını, ismi, adresi veya açıklamayı yazın. Karekod’unuz hemen hazır. Bu kod herhangi bir karekod okuyucuyla tarandığında içine yazdığınız bilgi ekranda görülecektir. Daha sonra bu karekod’u resim olarak ister arabanıza ister özel eşyalarınıza bastırabilirsiniz.
http://sinemabirmucizedir.blogspot.com/2010/02/amator-yuzuklerin-efendisi.html “Kate Madison adlı Yüzüklerin Efendisi fanatiği amatör bir sinemacı yaklaşık 50 bin dolar gibi komik bir parayla Tolkien'in kitabından uyarlanan 60 dakikalık film internette 500 bin defa izlendi.İşin ilginç yanı bu kadar küçük bir bütçeyle büyük bir prodüksiyona imza atmak az buz kolay bir iş değil.Madison filmde emeği geçen 400'den fazla kişiyi bedavaya çalışmaları için ikna etmesi sinema tutkusunun hiçbir engel karşısında kaybolmayacağının büyük bir örneği.” Bu filmin web sitesi: http://www.bornofhope.com/ Filmi seyretmek için ise: http://www.mefeedia.com/watch/26279407
Hayatımızda vazgeçemeyeceğimiz şeylerden bir tanesi de yemek yemektir. Bunu hem söyleyen hem de yaşayanlardan biri olarak http://www.oktayustam.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Açılış sayfasına koydukları pastalar ve börekler kilo vermek isteyenlere pek uygun olmasa da incelemeye değer. Bu web sayfasında hoşuma giden diğer özellik ise, kendi tarifinizi gönderdiğinizde yayınlamaları oldu. Afiyet olsun dostlar.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|