Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.938

 28 Eylül 2012 - Fincanın İçindekiler


  • KAÇ KAÇAK KAÇSAK -2 ... Seyfullah Çalışkan
  • Camlar ... Nevriye Hamitoğlu
  • ÇOK GEÇ KALDIM ... Nurten Demirel
  • SANATIN İLETİŞİM DÖNGÜSÜ ... Neslihan Minel
  • TAM DA GÜNÜNDE ADALET, VİCDAN, MİCDAN KONUŞMALARI ... Abuzittin Tırlak
  • ASKER KORUMALARLA TAVAF ... Hasan Tülüceoğlu
  • Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine VII ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, İşe Yarar Kısayollar, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Alametifarika - Zırvada Zirve!..


    Bir video projesi için araştırma yaparken Japon icadı bir kuyruğa rastladım. Ruh halimizi yansıtacak şekilde programlanan ve tam kuyruk sokumuna takılan bu yapay kuyruk, sevindiğinde iki yana sallanıyor, heyecanlandığında hızla titriyor, dikleşiyor vesaire. Hoşuma gitti paylaşayım dedim. Eh bir kelam etmeden olmaz, bir de başına cümle eklemek gerekti, şöyle yazdım; "Millet olarak eksiğimizi Capon kardeşler bulmuşlar. Meeeeeee..." Fena mı? Artık kuyruksuz değil, en hasından kuyruklu koyun olarak salınmamız işten bile değil. Sağolsun Japon biraderlerimiz.

    Kızmaca darılmaca yok. Koyunuz işte, hem de en salağından. Başbakanlar arası zırva yarışması yapılsa, birinciliği kimseye kaptırmayacak bir zatın arkasından meleye meleye dolaşan biz değil miyiz? Hayat pahalığından sürekli şikayet edip, zam üstüne zam yedikçe de "Allahıma bin şükür" diyerek, avuçla verilen tuzu yalaya yalaya kurbana hazırlanmıyor muyuz?

    Bakın mesela, dün akşam son sultan hazretleri televizyonda çanak sorulara nükte dolu cevaplar verip zırvada zirve yapıyordu. İzledim mi? Kısmen, çünkü dayanamıyorum. Birinin, gözümün içine baka baka yalan söylemesine, iki dakika önce söylediğini yalanlamasına, sebep olduğu her melaneti hiç ilgisi yokmuş gibi anlatmasına, hiç anlamadığı pek belli konularda bile ahkam kesip fetva vermesine katlanamıyorum. Hele karşısına kurulan gazetecilerin, asıl soruyu sorarmış gibi yapıp, karşındaki cin top çevirmeye başlayınca da asıl soruyu atlayıp bir başka soruya geçişine seyirci kalmaya hiç tahammül edemiyorum.

    Neyse beni boşverin, bakın nelerle zirve yaptı hazret. Önce, düzmece CD'lerle dünyası karartılan, girmediği toplantıya girdi ve teşebbüs etmesine ramak kaldı diye yıllarca dört duvar arasında yatacak tutuklu ve hükümlülere muhteşem bir haber verdi. Efendim, artık eşlerle özel bir odada 24 saat geçirebileceklermiş. Söylerken bir zorlandı ki görmeniz lazımdı. Hani arkadaşlarıyla konuşuyor olsa adlı adınca söyleyecek ama televizyonda kendini tutması lazım, işte o iki arada bir derede kalmanın kalp çarpıntıları ile verdi güzel haberi. Değil ellerinden kocalık, babalık hakkını almak, hepsine tekrar baba olma, kocalık görevlerini layıkıyla yerine getirme hakkı veriyoruz demeye getirdi. İçeridekilerin tek derdi buydu zahir. Eh Dervişin fikri neyse zikri de odur demiş ya birileri, ne de iyi etmiş.

    Bir diğer zırvasında, "Bana pkk ile görüştü diyen şerefsizdir." dediğini unutup "Fidan'ı görevlendiren benim, o halde beni hesaba çekin." diyor. Vereceği hesapların haddi hesabı yok ki, bu da onlardan biri işte. "Kelle" diye tabir ettiği şehitlerin sayılarına takmış muhterem. Şu an olanları sıradanlaştırmak için, CHP zamanında daha çok kaybımız vardı gibi bir saçmalıkla çıkıyor ortaya. Pişkinlikte zırvanın zirvesi.

    "Popülizmi reddeden bir siyasetçiyim." Eh buna pes derin başka birşey demem. Tribüne oynamak senin hamurunda var sayın başbakan. Baalyoz'da temennim hakkaniyete uygun bir netice." diye de mırıldanmış kendileri. Haklı, kendi hakkaniyet anlayışla baktığında zeten bir sorun yok. Sorun ya Medyada ya da CHP'de. İyi ki CHP var, olmasa kime söverdi bu adam?

    Ama asıl zırvada zirve şu cümle; "27 Nisan'ı bir muhtıra olarak değerlendirmiyorum. Eğer muhtıraysa bir yaptırımı yok, fiili bir yanı yok. Sadece bir açıklama yapmışlardır, bir bildiri okumuşlardır. Ama ertesi gün hükümet gerekli olan değerlendirmeyi yapmış, asıl muhtırayı hükümet vermiştir. " Yahu daha 2 gün evvel üçyüz küsur kişi "Darbeye eksik teşebbüs" ten onlarca yıl ceza yemedi mi? Bu mu senin hakkaniyet anlayışın Tayyip Bey?

    Zamlar konusunda söyledikleri ise mizah yazarlarına ilham kaynağı. İspanya veya Yunanistan mı olmak istiyor muşuz? E hani herşey günlük gülistanlıktı, hani büyüyün eknominin örnek ülkesiydik? Onun için mi, açarken bir behis görmediğin bütçe deliğini yamamak için ben gibi sıradan vatandaşın tepesine biniyorsun? Anladık koyunuz, kabul de ediyoruz ama suratımıza baka baka söyleme be başbakan, alınıyoruz. Kalın sağlıcakla, kalabilirseniz.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KAÇ KAÇAK KAÇSAK -2

    Daha dün bir öğrenci öğretmenini bıçaklayarak öldürmüş. Gazeteler manşet manşet yazdılar. Bu bir çocuğun annesini öldürmesinden ne kadar farklı olabilir ki? Neden böyle olduk ki biz? Nasıl da her şey çarçabuk bozuluverdi... Sene sonunda dilekçeyi verip bırakayım en iyisi. Bu okul, bu çocuklar, bizimkilere hiç benzemiyor artık. Gazeteler, televizyonlar, şarkılar, haberler, filmler hepsi bana yabancı. Bir şeyler mi kaçırdım acaba ben? Yedi uyuyanlar gibi bir mağarada zamanın ötesine mi savruldum? Ne varsa hepsini bir sırt çantasına doldurup buralardan uzaklara gitmek istiyorum ben. Benim gibi modası geçmiş, eski kafalı insanların toplandığı bir ülke vardır belki de. Belki bir ada…

    Kendim için bir dünya kuracaksam eğer bir ağaçla başlamalı her şey. Kalın gövdesini ve güçlü dallarını topraktan yukarıya uzattıkça küçük bir çocuk gibi sevinmeliyim. Yumuşak kıvrımları olan nazlı gövdeyi, gittikçe uzayan kıvrımlı dallar izlemeli. Her dalı, her budağı önce koyu yeşille boyamalıyım. Sonra kahverengi ve siyahlar katarak menevişli çelikler gibi sağlam olmalarını sağlamalıyım. Bir ağaç hem kocaman ve yüksek, hem salkım saçak aşağıya doğru akmalıdır. Sulardaki gölgesinin nerede bittiği gerçek dalların nerede başladığı aklımızı karıştırmalıdır. Gölgesi sularda yıkanan bir ağaç yalnız kalmaktan hiç hoşlanmaz. Gölgesine mutlaka küçük bir kulübe ister. Kapısı göle, penceresi çayırlara bakan bir kulübe... Güneşli güzel günlerde gün boyu suya düşen resme hayranlıkla bakmayı, yağmurlu gecelerde birlikte şarkı söylemeyi ister. Ve biz orada yaşlı adam ve öğretmenle birlikte bütün insanlardan, bütün dünyadan ve bütün yalanlardan uzakta kendi halimizle yaşamalıyız.

    Bana deli diyorlar. Sen tırlatmışsın, kafayı yemişsin artık… İnsanın gücüne gidiyor. Kedilere ekmek verdiğim, kuşları beslediğim için bana kızıyorlar. Başka nedenler de var ama en çok bunlara takıyorlar. İnsanlara bakıyorum. Herkesin işi var hem de çok acele. Kuşlarla, kedilerle veya köpeklerle ayıracak vakitleri yok. Bu kocaman kentte bir tek benim acelem yok. İşte bu yüzden kedileri ve güvercinleri ben görüyorum. Martılar ile köpekler başlarının çaresine bakıyorlar ama kediler öyle değil. Arabaların altları da olmasa koca kentte korunabilecekleri hiçbir yer yok. Bir de sigarayı çok içtiğim için kızıyorlar bana. Yüzüm bu yüzden kırış kırış olmuş, benzim sapsarıymış. Geceleri de sırf bu yüzden horluyormuşum. Artık altmış beş yaşıma geldim. Delikanlılık zamanlarımda benim de yanaklarım pembeydi. Saçlarım dalgalı ve fırça gibi sık. Deli diyorlar bana. Kedileri, güvercinleri ve sigarayı sevdiğim için.

    Babam çok zengin adamdı benim. Bu nedenle sürekli bir işe girip hiç çalışmadım. Almanya’ya, İtalya hatta Fransa’ya gönderdiler okusun diye. Baktım dil olmayınca sıkıntı oluyor. Durmadım geri geldim. Çok tarlası vardı dedemin. Yirmi, otuz bin dönüm belki de. Birkaç kere gezmeye gitmişliğim vardır. Bir kaç kerede traktör kullanama sevdasıyla belki. Tarlayla, tapanla hiç işim olmaz. İzmir’de dükkânları vardı, evleri… Muhasebecimiz toplardı aylık kiraları. Dedem ölünce babamlar önce tarlaları bölüştüler. Dükkânlar ve evler mahkemelik oldu. Beşe bölünen tarlalar küçüldü ama babam yine de zengin bir adamdı benim. Eve gelmediği zamanlar Efes Otelinde yatardı. Ya da Basmane’de tren garının karşısında büyük bir otel vardı. Orada kalırdı. Bir duyardık ki İstanbul’a gitmiş. İş icabı… Manyotalı telefon çalardı bazen akşama doğru. Önce Ankara’ya oradan Adana’ya uçacakmış. Bir işi çıkmış. Anneme kalsa iş güç bahane… Kim bilir yine hangi orospunun peşinden gitmiştir.

    Bana deli diyorlar. Düpedüz tozutmuşum da haberim yokmuş. Millet deliye hasretmiş onlar akıllıya. Ölüsü olan bir gün, delisi olan her gün ağlarmış. Kendi karnımı zor duyuruyormuşum. Bir tek kediler mi kalmış yani. Derdi tasası çekilecek. Eskiden karım ve çocuklarım tapardı bana. Şimdi sığıntı gibiyim kendi evimde. Neden okumamışım zamanında? Neden iyi bir emekli aylığım yokmuş? Kızlar peşimden koşardı gençliğimde. Çok zengindik çünkü o zaman. Kızlarını bana beğendirmek için komşu kadınlar, hatta akrabalarım bile yarışırlardı. Babamın siyah ve kocaman bir kadillağı vardı. Her zaman vermezdi ama alabildiğimde çıkıp Kordon’da hava yapardım. Arkadaşlarla Karşıyaka’ya kaçardık arada. Bize herkes hürmet ederdi, gittiğimiz mekânlarda saygı gösterirlerdi. Şimdi ne o arkadaşlar kaldı. Ne de beni ipleyen. Havamın bin beş yüz zamanlarında onlarca kız varken peşimde Selvinaz’a tutuluvermiştim ansızın. Bana hiç yüz vermiyordu. Paraya, şana, şöhrete, ailemin zengin oluşuna hiç aldırmıyordu. Başına buyruk ve inatçı halleri hoşuma gidiyordu.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Camlar

    Camlar, sessiz aynalarıdır hayatımızın. Camlarda hayallerimiz vardır, umutlarımız, üzüntülerimizin haykırışları vardır. Bazen de özgürlüğümüz vardır camlarda, hani avuçlarımızda sıktığımız bir kuş gibi aniden uçuvermesini istediğimiz…
    Camlarda mevsimler vardır, rüzgarın, yağmurun, güneşin izleri. Yağmur damlaları tek tek kayarken üzerinde, düşünceler alır hepimizi; geçmiş, şimdi ve geleceğimiz. Kış gelince, bembeyaz gecelerin ışıltısında büyülü masallar dinlerken seyrederiz camların arkasından kar tanelerini, bazen küçük bazen de lapa lapa… Her günün sabahında, geceden sımsıkı kapattığımız perdelerin aralıklarından sabah güneşinin ışıklarını içeri sokar camlar, bize yeni günün başlangıcını göstermek için. Evimize davet ettiğinde güneşi, içimiz ısınmakla kalmaz, saksıdaki bitkilere de hayat verir. Hayatı hissettirir bize; yaşayacağımız bir günün kaderle nasıl yoğrulduğunu göstererek.

    Camlar yansıtır dışarıdaki dünyanın tüm gerçeklerini: El ele tutuşan bir kızla baba yürüyor kaldırımda. Kızın elinde ısırılmış çikolata, çikolatalı dudaklarındaki tebessümden anlaşılıyor mutluluğu. Çikolatalı dudaklarını aralayıp çikolatalı dişleri ile babasına bir şey anlatıyor. Baba onu dinliyor, bazen cevap veriyor. Baba, gözleri uzaklarda ve başka düşüncelerin peşinde olsa da ilgisini eksik etmiyor kızına. Bir kadın kaldırımda ağır ağır yürüyor. Ağır adımları hayatının bütün acele vakitlerini geride bıraktığını gösteriyor. Hayatının son demlerinde olmalı. Her adımında yaşamın ağırlığı var.

    Camlar bazen merak ettirir bizi onlardan seyrettiğimiz dünyayı. Sokaktan geçen sevgililerin neden kavga ettiğini merak ederiz örneğin. Neden kızın kolundan hırpalar delikanlı? Boy pos yerinde ama davranışları? Kim bilir aşkları nefretle o gün sonlanmıştır? Küçük bir çocuk neden hızlı koşuyordu kaldırımda? Düşüncelerini okumak imkansızdır bir çocuğun, öyle karmaşık ve kalabalıktır ki? Sevinç, mutluluk, merak, aitlik, güven, güvensizlik, korku… Benim çocukta hissettiğim suçluluktu, eve giderken kırdığı süt şişesi için. Merak ederim sokağı süpüren çöpçünün aklından geçenlerini. Bir türkü tutturmuş dudaklarına usul usul süpürür yerleri.

    Camlar gece karanlığında ıssızlığı gösterir, hele de pencerende perde yoksa korkutucu rüyalar görebilirsin. Bu yüzden bütün kötülüklerle bağrışan gecelerin gizliliklerini görmemek için sımsıkı kapatırız perdelerimizi. Bazen tozlu camların ardından karanlığı görürüz. Terk edilmiş eski evlerin kırık camları bizi ürkütür. Perdeleri havalanan renkli Romen camları oysa ne kadar neşelidir? Camlar tozlanır bazen, bekler bizleri elimize bir bez parçası alıp silmemiz için. Sildiğimizde de biz fark etmeyiz ama sevinirler içlerinden. Camlar bazen küser bize onları unuttuğumuz zaman ya da kırılıp değiştirilmediklerinde.

    Camlarda insanlar vardır, bin bir çeşit. Kalabalığı seyreden yaşlı bir kadının silueti, küçük bir çocuğun yoldan geçen arabaları seyredişi, eşini bekleyen kadının sitemkâr bakışlarını, zerzevatçıyı bekleyen teyzenin sepeti birinci katından nasıl indirdiğini görebiliriz. İşte böyle Sevinç de karşı apartmanın ikinci kat camında bir kız görüyordu, birkaç gündür. Kızın yaşı sekiz ya da dokuz olmalıydı. Bazen ağlıyor bazen de donuk bakışlarla yoldan geçenleri seyrediyordu. Tanıdığı kadarıyla oğluyla aynı okuldaydı. Sevinç, okulda kızı tanıyan biriyle konuştu ve sorununu öğrendi; fakat kızın kendisi ile de konuşmak istiyordu. Bir öğlen vakti kızın olduğu camın önünde durdu. Camı açması için işaret etti. Küçük kız, ilk önce Sevince dikkatlice baktı, sonra da arkasına. İzin isteyecekti pencereyi bir yabancıya açmak için. Ama gözleri boşlukta kaldı. Arkasında sadece odanın belirsiz karanlığı vardı. Sonra başını döndürdü ve elini pencere koluna götürerek bir tutuşta açıverdi. Sevinci tanımıştı, okulda yan sınıfta okuyan çocuğun annesiydi. Camı kapatmasından korkan Sevinç kıza seslendi:
    “Merhaba”
    Küçük kız sıkıntıyla cevap verdi. Hüzünlü bakışlarının arasında birkaç damla gözyaşı parlatıyordu gözlerini.
    “Neden iki gündür okula gitmiyorsun?” sordu Sevinç. Kız başını önüne eydi.
    “Cevap verir misin?”
    “Şey, öğretmen başımda böcek buldu. Annem de beni okula göndermedi.”
    “Saçını ilaçla yıkamadı mı?” Kız kafasını iki yana salladıktan sonra camı kapatıp odanın içinde kayboldu. Öylece kalakalan Sevinç, ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi.

    Okul aile birliğinden birisi ile görüşerek durumu anlattı. Kız hakkında bilgi aldı. Babası evi terk etmiş. Annesi, geçim derdine düşerek çalışmaya başlamış. Çocuklarına bakmak için ekonomik ve psikolojik mücadele veriyormuş. Bu nedenle çocukları ile çok fazla ilgilenemez olmuş. Hatta korkunç bir gerçeği öğrendiğinde, Sevinç’in tüyleri diken diken oldu. Kızın annesi böceklerin ölmesi için kızın başını çok sıcak su ile yıkamıştı. Zavallı çocuk bağırarak ağlamış ve daha sonra bunu öğretmenlerine anlatmıştı. Nasıl olur da bir anne bunu yapabilirdi? Bir anne ne kadar aciz olursa olsun çocuklarının iyiliği için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Fedakar olmalı, çocuklarını her türlü kötülükten korumalıdır. Sevinç bu düşünceler içinde okuldan çıktı ve kızın camına tekrar baktı. Küçük kız ordaydı ama dışarıya bakmıyordu, elinde bir kitap vardı ve okuyordu. Sevinç bir şeyler yapmalıydı. Hemen çarşı eczaneden uygun ilaçlar aldı. Elinde ilaçlarla camın önünde biraz bekledi. Sonra kız camda onu görünce camı açtı:
    “Annen evde mi?” diye sordu Sevinç.
    “Hayır.”
    “Benim yanıma gelir misin sana bir şey vermek istiyorum, böceklerle ilgili.”
    Kız yine arkasına baktı ama daha önceki gibi sıkıntıyla önüne döndü. İki dakika sonra apartman kapısının önündeydi. Sevinç onu yakından gördüğüne sevindi ve yanına gitti.
    “Sana bu ilaçları aldım, sen kocaman bir kızsın saçlarını kendin yıkayabilirsin değil mi? Göreceksin bak bütün böcekler kaçıp gidecek saçlarından? Kız sıkıntıyla gülümsedi.
    Sevinç saçlarının ne kadar uzun olduğunu gördü ve kesilmesi gerektiğini düşündü. Eğildi ve kızın gözlerinin içine bakarak konuştu:
    “Sadece senden bir şey isteyebilir miyim? Saçlarından bir parça kesmemiz gerekir, o zaman böceklerden daha kolay kurtulacaksın.
    “Ama annem kızar.” Dedi küçük kız.
    “Ben okulun Sevinç teyzesiyim. Annen beni tanır ve bana kızmaz. Hemen şu sokaktaki kuaförde keseceğiz.”

    Sevinç, çaresiz kızın bakışlarında “kurtar beni” ifadesini görebiliyordu. Ama bu bakışların arasında korkuyu da görüyordu. Kızın ellerini tuttu ve: “Haydi gidelim! dedi. Kız, sadece okulda gördüğü kadının elinden tuttu. O da bir anneydi ve kendisine yardım etmek istiyordu. Birbirini tanımayan iki insanın elleri, sevginin sıcaklığı ile kenetlenmişti. Bu duygu anne şefkatiyle kucaklanan evlat sevgisi olmalıydı.

    Sevinç’in güç bela ikna ettiği kuaför, küçük kızın saçlarını kısacık kesti. Küçük kız Sevinç’e teşekkür ettikten sonra koşarak evine gitti. Sonraki gün okula gelmişti. Mutluydu, özlediği arkadaşlarıyla bahçede oynuyordu. Sevinç de mutluydu. Küçük kızın annesiyle göz göze geldiklerinde bakıştan ibaret bir teşekkür almıştı. Bu sessiz teşekkür, izinsiz yardımın kızgınlığı mıydı yoksa çocuğuna sahip çıkamayan annenin utancından mıydı bilemedi Sevinç? Ama şunu iyi biliyordu ki yaptığı küçücük yardım, vicdanında büyük bir huzur yaratmıştı.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,839,839,839,839,839,839,839,839,839,83
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Nurten Demirel


    ÇOK GEÇ KALDIM

    Çok yoruldum, ne kadar da uzun yolmuş bu böyle. Oysa çabucak geliverirdim eskiden, elimle koymuş gibi de bulurdum. Şimdi kaç kişiye sordum da ancak bulabildim. Yaşlılık bu olsa gerek, bacaklarım kendi kendine götürürdü beni eskiden. Artık onlar da unutmuş.

    Bu sokak işte, burası. Burası benim sokağım, beni tüm yollara çıkaran çıkmaz sokağım.

    Az kaldı, beş on metre sonra evimdeyim. Annem evdedir, bugün tatil, işe gitmemiştir. Hava güzel, bahçede çamaşır yıkıyordur muhakkak. Ocağa da yemeği koymuştur, çocukların öğle yemeği hazır olmalı tabi. Üç çocuk, koca, kayınvalide; hepsini çekip çevirmek gerek. Ne yapsın kadın? Hem işe gidip eve para getirecek hem evinin kadını olacak. Ben bir çocukla zorlanıyordum, o ne yapsın? Bazen Süpermen gibi görüyorum annemi, her şeye, her yere yetişen süper kahraman.

    Çocuklarla ben de sofraya otururum belki. Özledim annemin uyduruk yemeklerini. Vakit darlığından alelacele kotarılan, baharatı, terbiyesi hak getire, ama tadına doyulmaz yemeklerini.

    Geldim işte, kapı aralık kalmış, yavaşça girdim içeriye. Tahmin ettiğim gibi, eteklerini toplamış, leğendeki çamaşırlarla boğuşuyor annem. Hayattan hırsını alıyor sanki. Gencecik daha, hayatın başında, ama yorgun, hep yorgun…

    Beni görmedi galiba:

    -Annem ben geldim.

    Birden kalktı leğenin başından, döndü arkasını içeri girdi. Lavaboda ellerini yıkadı, ocaktaki yemeği karıştırmaya başladı, tuzuna bakıp tencerenin kapağını aralık bıraktı.

    Odadan kızların sesleri geliyor, oyun oynarken kavga çıkarmışlar belli, bağırıp çağırıyorlar. Mutfak kapıdan girişte, sofa denilen yerde bu evde. Oturma odası da hemen yanında. Sesleri duyunca içeri girip bu kez o bağırmaya başladı:

    -Nurten, ne oluyor burada? Ben sana söylemedim mi kardeşlerine mukayyet ol diye. Bak nasıl da dağıtmışsınız ortalığı, azıcık yalnız bırakmaya gelmiyor, çabuk toplayın burayı.

    -Ama anne, ben bir şey yapmadım, Hanife…

    -Sus, bir de konuşuyor, kardeşin uyanacak şimdi, dünya kadar işim var zaten. Bir de o uyanırsa yandım.

    Odadan çıktı annem, tekrar leğenin başına döndü. Bir anda çıt çıkmaz oldu odadan. Nurten suratını asmış ortalığı toplamaya çalışırken Hanife ona dil çıkardı. Sen misin dil çıkaran, bir tane patlattı sırtına o da. Hadi bakalım sustur susturabilirsen şimdi Hanife’yi. Annem bir hışımla kalkıp odaya girdi, çıkardı ayağından terliğini, ikisinin birden poposuna yapıştırdı.

    -Bir ses daha çıkarırsanız eşek sudan gelinceye kadar döverim haberiniz olsun, dedi ve ellerini havaya açıp sordu:

    -Hey Allah’ım ne zaman büyüyecek bunlar, ne zaman akılları başlarına gelecek?

    Büyüdüm anne, görmüyor musun, karşındayım işte. Büyüdüm, hem de çok. Aklım başıma geldi mi dersen, bak işte onu bilmiyorum.

    Benim de çocuğum var anne, anlıyorum ben seni. Şimdi anlıyorum da vakit geç mi acaba? Ne dersin?

    Ben çocuğuma hiç vurmadım biliyor musun? Bütün çocukluğum, genç kızlığım senden yediğim dayaklarla geçti. İşe yaradığına inanırdın, hiç yaramazdı oysa. Belki bunun için bir fiske bile yemedi benim oğlum.

    İstemeyerek yaptığını söylemiştin bir gün, hatırlıyor musun? Ama sen beni hiç duymuyorsun, geldiğimi hâlâ fark etmedin mi?

    Leğenin başında değildi ki o, başka, bambaşka yerlerdeydi. Ağva’da, köyünde, hiç hatırlamadığı annesinin babasının evinde. Küfürbaz, kötü kalpli amcasının yanında. Külkedisi gibi yaşadığı bu evi özlemiş annem. Çocuk haliyle geceleri dağa domuz bekçiliği yapmaya gittiği bu köyü özlemiş annem.

    Bu kadar yalnız demek ki…

    Hah, Özcan uyandı işte, şimdi yandı kızlar. Bu saatten sonra artık onların işi çocuk oyalamak. Bir sonraki uyku saatine kadar eğer annemin işi bitmezse Özcan onlara emanet. Ya da teyzem gelmezse.

    Ben de yalnızım anne, çok yalnız hissediyorum bu yalan dünyada kendimi. Bana öğrettiğiniz gibi değilmiş dünya. İnsanların bir içi bir de dışı varmış. Herkes maske ile dolaşıyormuş. Kime güvensen hayal kırıklığı yaşıyormuşsun. Meğer böyle böyle büyüyormuşsun.

    Geç büyüdüm ben anne, kırkımdan sonra. Bu kadar geç kalınır mı büyümek için? Söyle, bu kadar geç kalınır mı?

    O içeride surat asan asi kızın var ya, hep bir güler yüz beklemişti senden, hoşgörü, anlayış, sıcacık bir kucak, başını okşayan anne eli…

    Seni çok suçladım yıllarca, yaşayamadıklarımın sebebi olarak gördüm. Sen ne yaşamıştın ki bana yaşatacaktın? Bunu anladığımda kırkımdaydım işte. Çok geçti, çok…

    Anladım, ağladım, affettim, ama ne yazık ki büyürken ben de değiştim anne. Bana güvenenlere hayal kırıklıkları da yaşattım, ne kadar üzüldüysem o kadar da üzdüm, yalan da söyledim.

    İstemedim, ama oldu, ben de düzene uydum anne.

    Çok yoruldum. Yok, yürüdüğüm yollardan değil, hayattan anne, hayattan yoruldum.

    Hadi bana Allahaısmarladık, yemeğe kalamayacağım. Zaten senin beni görecek halin yok, işin başından aşkın, her zamanki gibi.

    Nurten, Hanife, Özcan, size de Allahaısmarladık, bir daha kim bilir ne zaman?

    Nurten Demirel (Karahasanoğlu)


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    SANATIN İLETİŞİM DÖNGÜSÜ

    “Bütün dünyayı bir senfoni olarak duyup,
    insanları ise notalar olarak görüyorum.”
    Ciurlionis

    Yalın eserlere, melodik ve karmaşık eserlere, senfoni adını verdiği, tüm çalışmalarını inceledim Kandinsky’nin.
    Hepsi birbirinden ilginç, karmaşık, kompozisyonlarla dolu.
    Buradan şunu anladım: Resim, edebiyattan, müzikten, tarihten kopuk bir sanat dalı değil.
    Bütün sanat dalları birbiriyle iç içe.
    Eski tapınak yazıtlarında, mitolojik öykülerde, mektuplar ve yazılar vardır. Lir çalan insanlarla, savaş sahneleri vardır. Burada, resimle müzik, öyküyle insan, iç içedir.
    Zaten sanatçının işi insandır. İnsanın iç yaşamıdır. Onun sevinci, hüznü, coşkusu, isyanıdır…
    Yani tüm duygularıdır.
    Kimi sanatı; resimlerle, boyalarla, mat ve parlak renklerle, tül perdelerin ardına saklanan insan figürleriyle yapar. Kimi tınılarla. Ardı ardına getirdiği, ses kümeleriyle. Sonatla, armoniyle, senfoniyle…
    Bunları yaparken, sanatçıya birçok şey ilham kaynağı olur. Bunlardan en önemlisi; insan ve insanı etkileyen unsurlardır.
    İnsan, yaşayan canlı bir varlık olduğu içinde, yaşamını sürdürdüğü çevre, eserlerinde çok baskındır.
    Özellikle, naif ressamlardan Roussea’nun eserlerinde, doğa ve insan teması, çok baskın olmuştur.
    Müzikte de, Vivaldi’nin “Mevsimler” i vardır mesela. Burada, dört mevsimin yaşattıklarını bulabilirsiniz. Baharı, kışın yağan yağmuru, yaz sıcağını ve de kuşları…
    Yine Vivaldi: “Gece ve Saka Kuşu” adlı flüt konçertosuyla, tabiatı müziğe aktarmayı başarmış, doğayı tınılarıyla resmetmiştir.
    Kandinsky’nin yapıtlarında da, insan ruhunun kompozisyonu çok iyi işlenmiştir. Bu resimlerin kiminde insan, cüretkâr, asi, yırtıcıdır. Kiminde ise kullandığı hafif renklerle, dingin ve teselli veren. Mor ve koyu renklerle de ölümü, yaşlılığı anlatıyor sanki Kandinsky.

    Ölüm duygusunu bir de Gaugi’nin: “Ölülerin Ruhu Bekliyor” adlı eseri çok güzel anlatmaktadır. Koyu renklerin kasveti, mor ile kahverenginin kayboluş dansı. Ölümü, hüznü ve ayrılığı çok iyi anlatıyor bence!

    Bir de yalnızlık var tabii ki; bunu da en iyi anlatan ressam; Van Gogh’dur. Resimlerinde ki hüzün, portrelerindeki yazgı kaygısı, çok belirgindir. O da hüzünlü bakışlarla, müzikle resmin uyumunu yakalayan, ressamlardandır. Yani resimle müziği, iyi harmanlamış, fırçasını sonatlarla, aryalarla beslemiştir.

    Sonuç olarak: Tarih boyunca; insan duyguları, doğa olayları, ışıklar, gölgeler, denizler, parlak ve mat bütün renkler sanatçıyı etkilemiştir. Kimi, yaşadığı duygu geçişlerini şiirlerle, kimi resimle, kimi de güzel bir senfoniyle anlatmıştır.
    Yani sanat, dünyanın kurulmasından bu yana, sözcüklerle, renklerle, tınılarla, yeryüzünden gökyüzüne kadar yükselmiş ve halen de yükselmeye devam etmektedir.

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    TAM DA GÜNÜNDE ADALET, VİCDAN, MİCDAN KONUŞMALARI

    “Düşünmeliyiz ki, sahip olduğumuz ve olacağımız hiçbir şey hür, bağımsız, iç barışı bozulmamış ve huzurlu bir ülkede yaşama şansından daha değerli değildir.”
    Türker ERTÜRK, Aydınlık, 31.08.2012


    “ Bir insanın yaşamında hakkaniyet anlamını kaybederse, zamanla o insanın yaşamındaki her şey anlamını kaybeder.” Doğan CÜCELOĞLU

    Evveet, caaanım gezegenimiz Uranüs’ün güzeller güzeli ülkesinde bugünkü konumuz “adalet”.

    Nasıl arkadaşlar, memnun musunuz “Hukuk Devletimiz”den. Sizi gidi terörist eğilimli münafık muhalifler sizi, yok hukuk devleti mi kalmış mış...Yok yasama ile yürütmenin ayrılığı ilkesi ayaklar altında çiğnenmekteymiş falan da filan....Sizi gidi Yergenekoncular sizi, direnen son kalenizi de yıktık işte. Hukuk vesayetinize son verdik.....

    Bundan kelli hukuki zevat alıyor yukarıdaki “yüce yürütücüden” talimatı, aynen uyguluyor işte. Hem yakında Hukuk’da şer’i olacak nasılsa, Dini Hukuk egemen olacak bu Ülkede de....O zaman iyice göreceksiniz gününüzü......Eğitim nasıl külliyen İmam Hatip olduysa, hukuk da bütünüyle şer’i olacak çok yakında...

    Saçmalayın Lan! Bakın Tersimli Kılıç Efendiye bi kerem de öğrenin: “Laiklik tehdit altında değildir!”

    Anlaşıldı mı, işte bu kadar! Tıktırtmayın kendinizi Kilimli Toplama Kampına.......


    Neyse bu işin de “boku” çıktı arkadaşlar. Bakın ben bile neler yazıyorum yahu!?

    Şimdi sizlere çok, çooook uzun zamanlar önce, henüz “hukuk” “guguk” olmamışken, hukukçuların “İktisat” fakültelerinden değil de, “hukuk” fakültelerinden mezun olduğu

    (Aç Parantez: Çoook uzaklarda bir ülkenin çok önemli bir Mahkemesinin ünlü Başkanının Hukuk Nosyonu. Kapa Parantez) “tarih öncesi” çağlarda alınmış gerekçeli bir YHSK kararı yazmak istiyorum.

    Önce olayı anlatalım: Bir kadın kocasından dayak yediğini belirterek boşanmak için Mahkeme’ye başvurur. Ancak Yerel Mahkeme Hâkim’i davayı tanıkları bile dinlemeden reddeder. Karara yazdığı gerekçeler hukuk tarihine kara harflerle geçecek kadar yüz karasıdır.

    “Varsın adam karısına “kahpe” demiş, “orospu” demiş olsun....önemli değildir. Çünkü kadının şerefi kocaya aittir. Varsın adam karısını dövmüş olsun bu da önemli değildir. Çünkü ara sıra kavga evliliğin tadıdır, tuzudur. Hem döverse ne olur? Bir atasözü vardır. ”Karının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmayacaksın!” derler.”

    Bu karar üzerine kadının Avukatı, Hâkimi o zamanki adıyla YHSK’ya şikayet eder.

    Yargıtay Hukuk Dairesi eski başkanlarından İsmet Zekai ÖZDİL; (Yılmaz ÖZDİL ile bir akrabalığı var mı, bilmiyorum. Ama yazdığı karar gerekçesine bakılırsa zihinsel bir akrabalığı olduğu kesin!) bu yerel Mahkeme Hâkiminin verdiği karar nedeniyle o zamanki Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu’na yapılan şikayet üzerine, Kurul’un verdiği kararın metnine Türk Hukuk tarihine altın harflerle geçecek şu cümleleri yazar:

    “Karının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gibi gerekçe olmaktan çok uzak, gramere aykırı, düşük cümleleri içeren sözcükler, her şeyden önce yargı kararlarında görülen alışılagelen usul ile yasaların belirttiği çerçeve ve usluba aykırı olduğu gibi, Yargıya karşı duyulan ve özenle korunması gereken saygıyı da zedeleyici niteliktedir.

    Karar, uslubu ve içeriği yönünden sokak ağzı ve kahvehane sohbeti olmaktan ibarettir.

    Yerel Mahkeme kararının, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Anayasası’nda yer alan dünya görüşü ve Atatürk devrim ve ilkelerinin Türk toplumuna gösterdiği çağdaş uygarlık anlayışıyla bağdaşır bir yönü ve yanı da yoktur.


    Kadının sırtına sopayı reva görüp, karnındaki masum yavrusunu sıpa olarak niteleyen ve davacının gösterdiği delilleri incelemeye bile ihtiyaç duymadan davanın reddine karar veren Hâkim ön yargılıdır, tarafsızlığından söz edilemez. Çağdışı ve Anayasa dışı bir zihniyeti temsil eden Hâkime hiçbir kadının saygı ve güven duymayacağı kuşkusuzdur.”

    Ne dersiniz bir zamanlar bu Ülke’de de “Hukuk” varmış değil mi? Hatta bir Kurul kararına “Atatürk devrim ve ilkelerinin Türk Toplumuna gösterdiği çağdaş uygarlık anlayışı” cümlesini yazmak da mümkün olabiliyormuş.

    Bugün bir Hâkimin aynı cümleyi yazdığını düşünebiliyor musunuz?
    - Evveeet, Hâkim Rıfat Bey, sizi Kilimli’ye davet etsek efendim, ne dersiniz?
    - Pardon bana da “üzerine atılı suç”mu atfediyorsunuz, anlamadım?
    - Eeee, tabii ki efendim! Baksanıza bir gerekçeli kararınızda “Atatürk İlke ve Devrimleri” sözünü serdetmişsiniz. Yani Ergenekon Örgütüne üyeliğinizin ikrarı bu ifadeler efendim.
    - Vay be!!!

    Bir şeyi çok merak ediyorum arkadaşlar. Bugün “Cumhuriyet Savcısı” ve “Hakim” ünvanı taşıyan kaç hukukçu, Hukuk Fakültelerinde (Aç Parantez: Dandik olan okullardan söz etmiyoruz herhalde, mesela öncelikle Ankara ve İstanbul Hukuk’tan söz ediyoruz, Çemişgezek Üniversitesi Hukuk Fakültesinden değil yani....Kapa Parantez) okudukları ile bugün uyguladıklarını, ya da “uslubu ve içeriği yönünden sokak ağzı ve kahvehane sohbeti olmayan!!!” kararlarını bağdaştırabiliyor.

    Mesela “Evrensel Hukuk” ve ilkeleri hakkında ne düşünüyorlar?
    - O dediğin ne olaki hemşerim yaaaa. Yenir mi, içilir mi? Elma mı, armut mu?

    Halbuki bize öğretilen “ceza hukukunun” evrensel ilkelerine göre; mahkemeler sadece o gün yürürlükte olan yasalara aykırı olan maddi eylemleri yargılayabilir. Vicdan, inançlar, düşünceler asla yargılanamaz. Yasalarda açıkça “suç” olarak tanımlanmış maddi edimler, eylemler dışında bir suç tanımı olamaz çünkü...Tabii, bir ülke evrensel hukuk ilkelerine göre “hukuk devleti” ise......

    Guguk devletinde ise bu açıdan tam bir özgürlük mevcut olup, gücü elinde tutan canının istediği her şeyi ve herkesi yargılayıp cezalandırabilir.
    Sorun yok arkadaşlar, Uranüs denizleri ötesinden icazetliyiz! Gönlünüzü ferah tutun yani.....
    - Len Abuzittin, Sana da herkesin alenen bildiği bir şeyi açıkça yazılı olarak beyan etmek suçundan bir daha yazı yazmama cezası verdik! Kırın lan şu herifin kalemini!

    Haaa.... bir de, bireysel hak ve özgürlükler üzerine mangalda kül bırakmayan ultra liberallerimiz kimi davalara gelince neden sus pus oluyorlar acaba dersiniz?

    Pekiii.. ya “hukuk insanı” o nasıl birisi olmalıdır mesela sizce?

    Neyi temsil ettiğini iddia ederse etsin otoriteye esir olmayı reddeden, yargının bağımsızlığını canı pahasına korumayı görev bilen, kendisini bireylerin canını, malını, özgürlüğünü, siyasi ve demokratik haklarını korumakla yükümlü sayan, yargının temel işlevinin çağdaş evrensel hukuk kuralları doğrultusunda yürütme ve yasamayı denetlemek olduğu gerçeğini içselleştirmiş, bu konuda bir farkındalık kazanmış, demokratik rejimin zulme alet edilmesine, yozlaştırılmasına, özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına karşı koyma olanağını yitirdiğini gördüğü anda, sonuçları ne olursa olsun “istifa” müessesesinin erdemine sığınan, vicdanların, inançların ve düşüncelerin ne sorgulanmasına ne de yargılanmasına izin vermeyen, sağa sola çamur sıçratan aşağılık yalancılar ve muhbirlerin çabalarına prim verilmesine asla müsaade etmeyen, demokrasinin katledilmesi ve bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin yok edilmek istenmesinin karşısına kale gibi bir cesaretle çıkabilen ve son olarak mesleki onur ve haysiyetini her şeyin üzerinde tutabilen bir insan. Özetle kısaca ve kestirmeden kendisine “hukukçu” sıfatını layık görebilen herhangi bir insan!!!!!

    - Ulan deli Abuzittin, mizah yapıyom dedin, içimizi kasvet kapladı be...... Ne lan bu? Başımıza felsefe profu kesildin, lugat parçalıyosun......bırak ya sana mı kaldı bu işler? “Hukukçu” kime denir, ulemaya sor, ulemaya tamam mı?
    Evveeet dostlar işte böyle.......Haydi biraz da “gazetecilik” oynayalım....
    - Seni taammüden adam öldürmekten 18 yıla mahkum ediyorum evladım....
    - Ama sayın hakim, adli tıp raporu ile kesin olarak belirlenmiş olan cinayet saatinde benim “yalandolan” TV’de açık oturumda olduğum açıkça ispatlandı. Bu cinayeti nasıl işlemiş olabilirim sizce?
    - Orası beni ilgilendirmez, cinayet mahallinde ceketinin en alt düğmesini bulduk. Bu delil bizim için yeterlidir!!!!!!

    “Vicdan var mı, vicdan” ne dersiniz sayın hukuk zevatı. Evinizde ayna var mı, ayna?

    Geçin aynanın karşısına ve karşınızdaki yüzün taaaa gözlerinin içine, en derinine bir bakın bakalım.

    Cezaevinde henüz zanlı olarak yargılanmakta olan bir tutuklunun ölmesi ne demek mesela?

    Ya da açıkça ve alenen kanıtlanamamış, toplum vicdanında “evet” yanıtını alamamış uydurma delillerle, insanların işledikleri suçların değil, “vicdan, inanç ve düşüncelerinin” mahkum edilmesi.......

    Bırakın Hukuk kitaplarınızı karıştırmayı.......O cevap orada var elbette de, siz o cevabın yerini bulabilecek misiniz acaba?..... Bulabilecek olsaydınız zaten bütün bunlar olamazdı!

    O Ölü, ya da o Mahkum siz olsanız ne düşünürdünüz acaba? Ne söylüyor aynadaki aksiniz?

    Vicdan var mı, vicdan?


    Hem biliyor musunuz, keser döner, sap döner gün olur hesap döner.......Evrensel hukuk, adil yargılama gibi kavramlar yeniden anlam kazanır, dirilerle birlikte, ölüler de bir gün ayağa kalkar ve yürürler sizin bütün “kaçma ve delilleri karatma şüphesi bulunduğundan tutukluluğunun devamına” kararlarınıza inat....

    Bir gün emekli olduğunuzda, birilerinin çocukları ya da torunları, sizin çocuklarınızın ya da torunlarınızın önüne altında “ıslak” imzanız olan bu kararları koyup, “Dedene bir sor bakalım hatırlayacak mı bu kararı?” dediğinde de geçin aynanın karşısına ve karşınızdaki gözlerin en derinine bir bakın, bakabilirseniz eğer!

    Bir yararı olmadığını biliyorum ama bir kere daha tekrar ediyorum işte.....

    Vicdan var mı vicdan....????

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    ASKER KORUMALARLA TAVAF

    Amerikalı zenci Müslüman lider Malcolm X, Mekke’ye Allah’ın evine gittiğinde kendi lideri Elijah Muhammed ve diğerlerinin, kendine ve tüm Amerikalı zenci Müslümanlara işledikleri gibi siyah insanın tüm beyaz insanlarca dışlanıp ikinci sınıf insan kategorisine sokulmadığı gerçeğini tavaf esnasında görmüş ve kelimenin tam anlamıyla orada öylece şaşıp kalmıştı. Bu gerçeği görme, onun siyah Müslüman olarak hayata ve dünyaya bakışını tamamen değiştirmişti. Aynı zamanda bu gerçeğin başlangıcı, onun hayatının geriye sayımı olacaktı.

    Peygamber Efendimizin hac sevabı alınacağını ifade ettiği Ramazan ayında, Allah’ın takdir ve nasiplendirmesiyle –bir gün gidip görebilecek miyim endişelerini taşıdığım- Allah’ın evine erişme ve umre yapma nasip oldu.

    Allah’ın emriyle İbrahim peygamber tarafından yapılan bu sade Kutsal Yapı görülmeye değer ve sebebini fark edemediğiniz harika bir çekicilikte. En büyük ibadet her şeyin tek yaratıcısı Allah’ın bu evinin etrafında dönmek ve onu seyretmekti. Dünyalık her şeyi unutarak ilahi bir aşk ve huşu içinde Efendimizi ve sahabeleri düşünerek en büyük ibadet tavafı yapmak, insanların dini atmosfer hallerine şahit olmak, güzel ve değerliydi. Aşırı insan yığınları içinde yer yer sıkışarak ona buna sürtünüp çarparak insanların sıcaklığından sırıl sıklam terlemek bu ibadetin gerçekleriydi. Mekan birlik haykırıyordu. Çocuk, genç, yetişkin, yaşlı, kadın, erkek hep bir arada aynı seviyede ve Allah’ın evinde Allah katında aynı değer ve birlik içindeydi.

    Sonra insanların ayrımsız bir arada döndükleri Allah’ın evinin çevresinde, etrafı asker korumalarla çevrilmiş kendi ve az maiyetine geniş alan açılarak tavaf yapan devlet başkan ve erkanlarını gördüğümde Malcolm X’den daha fazla şaşkınlık yaşadım. Devlet başkanları rahat tavaf yapacak diye yerine göre asker korumalarca Tanrı’nın insanları itiştirilip sıkıştırılıyordu.

    Geçerli sebeplerle bahaneler gösterilse de bu, Allah’ın evinde apaçık bir ayrımcılıktı. En önemlisi de orada birliği bozmaktı. Kabe’deki en büyük ibadeti sekülerleştirmekti. Öteye açılan, açılabilecek manevi atmosfer ve kapıları zorla kapatmaktı. Tanrı’nın evinde Yaratıcı’ya karşıtlık ve dünyalık meta peşine düşmekti.

    Herhangi bir camide namaz vakti saflara oturup namaz için ezanın bitmesini bekliyorsunuz. İri kıyım kulakları ve yanakları siyah çubuklu birileri sizi saftan kaldırıp vali kaymakam velhasıl devlet erkanı için yer açıyor. Bu, Allah’ın evinde yapılacak bir davranış mıdır? Böyle davranıldığında, Allah’ın evinde, Allah’ın huzurunda insanlar arası ayrım yapılmış olmaz mı?

    Kabe’de korumalar eşliğinde tavaf yapmak bence aynı şeydir ve daha büyük bir yanlıştır.

    Asker korumalar eşliğinde yapılan seçkin tavaflara şahit olduktan sonra benim için yaptığım tavafımın bir anlamı kalmadı. Allah katında kendimi en alttakiler konumunda görmeye başladım. İçin için kızdım sızlandım. O en kutsal mekanda, dünyalık metalar peşine düştüm.

    “Tanrım neden beni etiketsiz vasıfsız kıldın, bana da bir üstünlük verip devlet yetkililerinden kılsan herkesin merak beğeni ve birazda rahatsız edilmenin verdiği buruklukla baktığı o dünyalık saltanat verdiklerinden olsaydım.”

    Maalesef bunları düşündüm. Şeytan artık zihnime girmişti; dahası saltanat sahipleri bu ayrıcalıklarıyla benim için şeytana bu fırsatı verdirmişlerdi. Daha ilerisi, şeytan desiseleri olarak düşündüklerim: “Acaba Allah ahirette de dünyalık statüleri koruyacak mı? İnsanları itiştirerek etraflarında bir yığın askerlerle tavaf yapanlar Cennet’e girmek içinde korumalarını çağırıp orada insanları itiştirebilecekler mi?”

    Oysa Efendiler Efendisi, bir kral gibi davranabilecekken tam tersine insanlardan bir insan gibi davranmıştı. O tavaf yaparken etrafında askerleri yoktu. Herkesle birlikte sıradan bir insan en önemlisi herkes gibi Allah’ın bir kulu olarak tavafını yapmıştı. İnternetten araştırmama rağmen aksi bir bilgiye ulaşamadım. Hatta Mekkeli müşriklerde tavaf yapıyorlardı. Ama Ebu Cehil ve diğer Mekke ileri gelenlerinin ayrıcalıklı tavaf yaptıkları bilgileri maalesef mevcut değil.

    Ve Efendiler Efendisi peygamberimiz Hz. Muhammmed Mustafa, dünyayı elinin tersiyle itmişti. Kuru hasır üzerinde yatmış, vücuduna çıkan hasırın izlerini Hz. Ömer gördüğünde ‘Kisralar Kayserler saraylarda kuş tüyü yataklarda yatıyorlar’ diye hayıflandığında O, ‘istemez misin Ey Ömer! dünya onların ahiret bizim olsun’ uyarısında bulunmuştu.

    Aşırı hassas davranıp bu olayı büyütüyor olabilirim; ama böyle bir Peygamberin Müslüman ümmeti, o günkü Kayser ve Kisralardan daha kral, daha çok dünyalık nimetlere sahip Müslüman Saltanat Sahiplerinin, Kabe’de Allah’ın en yakın huzurunda kendilerince bahanelerle ayrımcılık yapıp tevhidi bozmalarını ben hiçbir şekilde mazur ve hoş göremem.

    Ve bu davranıştan, elin gavuru karşısındaki aşağılık konumlarımızın ip uçlarının yattığını düşünüyorum.

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine VII

    Foucault’nun modelinde önerdiği şey acabâ, Ben’in bir yaşam tarzı olarak uyum ve güzellik midir? Aslında güzellik, âdil bir yaşamın Antik Yunan’daki önemli bir kriteridir ve kendisi için önemli değildir. Örneğin Alkibiades’in durumunda, kendine özen göstermenin gerçekleştirdiği nihâî amaç, site içinde iktidârı ve üstünlüğü ele geçirmektir. Bunun kabûlüyle Sokrates’in ilk amacı, Alkibiades’in aşırı hırsını açığa çıkartmak ve onu, “sınırsız iktidâr” kazanmasına yardımcı olmak üzere destek almaya iknâ etmektir. [1]

    Buna karşılık, daha sonra Alkibiades, estetik-olmayan olarak açığa çıkar ve güzelliğin kendi amacından çok iktidârla ilgilenir. Bu yönüyle aslında, Oscar Wilde ve Machiavelli’nin hükümdârının ortak özelliklerini kendisinde barındırıyor gibidir. Antik Yunan etiğini “estetik” amaçlar merkezli sunmak, aynı zamanda estetiğin Antik karşılıklarının modern kavramlardaki ayrımlarından farkı sorununu da kaçınılmaz olarak gündeme getirir ki bu soru, bu tür karşılıkların fazla sayıda olup olmamasına ilişkindir. Alkibiades figürünün Machiavellist hükümdâra mı Wildecı zübbeliğe mi daha yakın olduğuna ilişkin bitimsiz tartışmalar yapılabilir.

    Fakat Wildecı zübbelik, Antik Yunan için kategorik bir anakroniyi ifâde ediyor olabilir mi? Estetik, Batı toplumlarının târihinde siyasî hırsların işlevlerinden daha mı bilinmektedir? [2] Foucault’nun, techne tau biouas ifâdesini vâroluş estetiği olarak çevirmesi nedeniyle, bu teknik hakkında estetiğin ne olduğunu sorabilir miyiz? Nitekim, M.S. 1. yüzyılın ortalarında Seneca, mektup arkadaşı Lucilius’tan çok hoşlanmış ve yaşamını düzene sokma şeklinden çok etkilenmiş; bu yaşam şeklini, geniş halk kitlelerinkinden ayırmış ve en iyisinin bu olduğuna inanmıştır. Bu ayrımın işâretini, şurada daha yakından görülebilir: “Evimize giren herkes, diye yazar; “mobilyalarımızdan ziyâde, bize hayran olacaktır.” [3]

    1870’lerin sonlarında Oxford’ta Oscar Wilde, güzelliğe adanmış bir hayat tarzı geliştirmeye başlamış ve dile getirdiği yakınmalar için, kısa zamanda kötü bir ün (ve kötüce bir şöhret) kazanmıştır: “Mâvi çinilerle yaşamayı, hergün daha zor buldum.” [4] Şimdi ele almak istediğim sorun, Seneca ve Wilde’ın kendi mobilyalarına yönelik ilgileri arasındaki farklılık ve Foucault’nun Antik vâroluş estetiği hakkında konuşurken yaptığı ayrımların yeterli olup olmadığıdır. Başka deyişle, Yunancadaki techne kelimesini sanat veya estetik olarak; techne tau biou ifâdesini de vâroluş estetiği olarak çevirdiğinde Foucault, Yunan anlayışı içinde sanat ve yaratıcılık kavramlarının aşırı modern bir okumasını mı yapmıştır?

    Dikkate alınması gereken ilk nokta, Antik Yunan ve Roma düşüncesinin; özellikle de etik düşüncesinin techne (yetenek, beceri, bilgi, sanat) terimine ve kalon (cezâ, güzel, değer ve bu yüzden “iyi”) terimine yakın anlamlarda kullanıldığıdır. Benim görüşüm, Antik düşüncenin bu noktasının, onun savunucularının katkılarıyla estetik teorisinin dönüşümünde yoruma bağlı bir konu teşkil ettiğidir. Ve Foucault’nun, öznenin sanatlarının târihinin ilk bölümlerindeki Antik başarıları gösterip göstermediğini soracağım; yâni, Wilde’ın tâkipçisi olarak bunların görülüp görülemeyeceğini ve görülemeyecekse, estetiğin karşılık geldiği yorumların modern estetik duyarlılığa yansıtılıp yansıtılamayacağını.

    Bu tür bir yorumda açığa çıkan soru şudur: Alkibiades, Machiavellist bir siyâsetçiden ziyâde, estetik bir kişi olarak sunululabilir mi? Öznenin sınırlandırılmasının Yunan uygulamalarında estetik motivasyonları hakkında Foucault’nun iddiâsı şu ki, öncelikle Yunan düşüncesinde techne ve kalon, yorumlamada iki anahtar terimdir. Foucault techneyi sanat, kalonu ise güzel olarak çevirmişse, o zaman biz de Antikite’de aslında, “sanatın kişisel bir iş olarak bireyin kendisini geliştirmesi” anlamına geldiğini savunabilir [5] ve Foucault’nun yorumunun Antik Yunan düşüncesiyle sınırlı kaldığını; örneğin Platon’a, erdem tartışmasında yetenek veya beceri konusunda ve özellikle de adâlet tartışmasında geniş yer verdiğini görebiliriz.

    Başlangıçta Sokrates’in düzenli olarak yaptığı, yetenek ve beceri ayrımına dayalı olarak at terbiyeciliği, ayakkabı yapımı veya ilâç yapımı gibi yetenekleri birbirleriyle karşılaştırmaktır. Bu tür bir karşılaştırma, diğerlerinin bir parçası olamayacak kadar şaşırtıcıdır; cesâret ya da yeteneklerin bu tür bir kabûlü, teknik teriminin olanaklı kullanım sınırları içinde görülmektedir. Teknik teriminin bu tür bir kullanımı, Platon’un orta dönem diyaloglarında önemli bir yer işgâl eder. Burada Platon, “yetenekler analojisi” geliştirmeye başlar ve “erdeme dayalı etkinlik” düşüncesinin genel olarak yetenek veya teknik [6] uygulamasının analojisi olarak düşünülmesi yararlıdır.

    En geniş ifâdesiyle şunu söyleyebiliriz ki bu analoji, “kendi araçları”nı (tekniğin dâimâ imâ ettiği bilgi veya özel bir doğruluk ilişkisi) bilen iyi insan kavramını olanaklı kılar ve onun sâhip olduğu yetenekler, “yetenekli kişi” olarak bu tür bir yaşamda mutluluk ve zenginliğin gerekliliğini ortaya koyar. Bu genel terimler ortaya konulduğunda, etiğin anlaşılmasında bu genel çerçeve, yalnızca Sokratik felsefede değil, aynı zamanda Aristoteles, Stoa ve hattâ, Yeni-Platonculukta da açık bir biçimde tespit edilebilir. Örneğin, Nikomakhos’a Etik’te Aristoteles, iyi insanın koşullarını, “kendisine sağlanan derinin dışında ayakkabıyı en yakın şekilde yapan” ayakkabıcıyla karşılaştırır. [7]

    Nitekim, erdeme ilişkin bir sanatı, “daha tam ve daha verimli bir yol” olsa da anlamını ortaya çıkartmak için diğer yeteneklerle karşılaştırır. [8] Aynı şekilde, geç Stoacı yazarlar da sürekli olarak yetenek analojisinin olanakları üzerinde dururlar. Böylelikle Epiktetos, “yaşama sanatı”nı şu şekilde açıklar: “Marangoz için ahşap ve heykel için bronz neyse, kişi yaşamı için yaşama sanatı da aynı şeydir.” [9] Bu öğretmen rolü içinde Epiktetos kendisini, öğrencilerine bir şeyler katmaya çalışan yetenekli bir kişi olarak görür ve onun isteği, “öğrencilerini mükemmele taşımaktır. Bu, aynı zamanda da yetenekli bir kişi olmalarını ve bu yeteneklerini kullanmalarını anlatır; eksiklikler aşılamazsa ne olacaktır?” [10]

    Epiktetos gibi benzer bir geleneği sürdüren Seneca, felsefeyi de bir sanat olarak görür ve diğer sanatların üzerine yerleştirir: “Benim düşünceme göre felsefe, günlük kullanımda olan bir sanat değildir; ıvır zıvır şeyler, niçin felsefeye dâhil edilmektedir? Onun içinde görebilecekleriniz, yaşamın sanat hâline getirilmesidir.” [11] Felsefedeki bu gelenek aracılığıyla Lucilius kendi yazılarında, “el işçiliği” olarak gördüğü yeteneği bunlardan ayırır. [12] Erdem düşüncesi, sâdece Stoacılığın merkezî ilkesinde değil, aynı zamanda tüm bir Klasik ve Helenistik Antikite’de de çok sayıda farklı görünüşleriyle “yaşama sanatı” (techne tau biou) hâline gelir. [13]

    Bu iddiânın kendisi, hiç de sıradan değildir ve hattâ, Foucault’nun en merkezî eleştirilerinde bile bu tema, Antik düşüncede sürekli olarak dile getirilir. Fakat bu yetenek; bu yaşama sanatının “estetik” olarak önerdiği nedir? Bunun öne sürülebilmesine Foucault, nasıl bu kadar kolay izin verebilir? Bu sorulara cevap vermek amacıyla, öncelikle bu çalışmayı genişleterek güzellik düşüncesi ve ahlâkî değer arasındaki ilişkiyi incelemeliyiz. Aslında tek kelimeyle, kalosun anlamına bakmalıyız. Bu dönemin belirsizliğinin en iyi örneklerinden birisi, Platon’un erken dönem diyaloglarından biri olan Büyük Hippias’da görülür. [14]

    Burada Sokrates, Woodruff’un güzel olarak tercüme ettiği to kalonu tanımlamaya çalışır; fakat bu, daha basit bir çeviridir. Bu durumda, bu buluşun memnun edici zorluğu, sâdece Sokrates’in talebinin doğasından değil, aynı zamanda bu terimin kendisinin belirsizliğinden de kaynaklanır. Bu yüzden, to kalon için önerilen tanım giderek güzel bir kız şekline girer [15] ve “kendinden memnuniyet” [16] ya da “fayda” [17] olarak kullanılsa da “duyma ve görme yoluyla sağlanan bir memnuniyet”i dile getirir. [18] Başka deyişle, ahlâkî iyi ve estetik güzellik arasında bir yerlerde durur. Bu yönüyle terim, zengin bir anlam potansiyeline sâhiptir ve Yunan düşüncesi tarafından sıkça sömürülmüştür.

    Örneğin, aristokratik kaloskagathos kavramında, güzel (kalos) kavramının kişisel bir irâde ifâdesiyle, güzel (kalos) ve iyi (agathon) değer yargılarının bir bileşimini bulabiliriz. Nitekim, sâdece bu kavramı oluşturan güzel ve iyi değil, onların açığa çıkması da bununla çakışır. Örneğin Platon için, şu nokta açıktır: “İyi, elbette dâimâ güzeldir ve güzel, aslâ orantıdan uzak değildir. Yaşayan bir varlık, her iki niteliği de kendisinde barındırmalı ve iyi-orantıya sâhip olmalıdır.” [19] Devlet muhafızları için en iyi eğitim tartışmasında Sokrates de “tümü için en âdil görüş, değil midir ... bunu böyle gören bir kimse için karakterin güzelliği, parçalarının bileşimini ifâde etmez mi ve daha fazla bir uyum içermez mi?” der. [20]

    Timothy O’leary

    Kaynak: Foucault and The Art of Ethics; Timothy O’leary, London / New York: Continuum, 2002, pp: 45-8

    Notlar:
    [1] Alkibiades I, 105d
    [2] Foucault’ya göre anakronizmden uzaklaşıldığı iddiâsı, Antik Yunan’da ortaya çıkarttığı gelenekte Ben’in etik inşâsının iyi bilinen bir görünümüdür.
    [3] Seneca, ‘Letters To Lucilius’, Letter 5 in Moses Hadas (ed. and trans.), The Stoic Philosophy of Seneca, New York: Anchor Books, 1958
    [4] Richard Ellmann, Oscar Wilde, Harmondsworth: Penguin Books, 1988, pp. 43-4
    [5] AE, 49 [731]
    [6] Yetenek analojisinin daha geniş bir tartışması için bkz. Richard Parry, Plato’s Cradt of Justice, Albany: Suny, 1966
    [7] Aristotle, Ethics, trans. J. A. K. Thomson, Harmondsworth: Penguin Books, 1976: Book One, 1101a
    [8] Julia Annas’ın vurguladığı gibi Aristoteles, poesis olarak yetenek ve praksis olarak erdem arasında önemli bir ayrım yapar; bunlar, son çözümlemede aynı anlama gelmez. Bkz. Julia Annas, The Morality of Happiness, Oxford: Oxford University Press, 1994, pp. 66
    [9] Epictetus, The Discourses, I, xv, 2, trans. W. A. Oldfather, London: Loeb Classical Library, 1925
    [10] The Discourses, vii, 30-1
    [11] Seneca, Letters to Lucilius, Letter 90
    [12] Letter 34
    [13] Sekstus Empiricus, Outlines of Pyrrkonism, III, 239-78
    [14] Plato, Hippias Major, trans. P. Woodruff, Oxford: Basil Blackwell, 1982
    [15] Hippias Major, 287e4
    [16] Hippias Major, 293e5
    [17] Hippias Major, 296e6
    [18] Hippias Major, 298a6
    [19] Timaeus, 87c
    [20] Devlet, 402d


    Çev: Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Siyah Portakallar

    Kapandı kapılar
    Çirkinliğiniz resmiyetsiz
    Hâlbuki zamanında sizin de resmiydi güzelliğiniz
    Kapılar kapanmadan önceydi
    Tanrıçaların arabalarına binerdiniz

    Mutluluk, tenin yazgısı
    Ten, eski bir afrodizyak derdiniz
    Derdim değildi bu amiyane sözleriniz

    Ey yitik sevgili
    Yitirilmiş anlarımın viran maşuğu
    Hacminiz hacminiz içinde siz
    Rengine baktığınız tenlerden
    Farklı değildi gözleriniz

    Çocukluğumda çok sevip, sonradan hayal meyal hatırladığım portakal ağacı gibiydiniz
    Pudra tozuna batırdım dudaklarımı
    Kuş tüyleri gibi dağılıyordu öpüşmelerimiz

    Ürperdi Werther

    Başak Tuncel

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    Akın Ceylan

     İşe Yarar Kısayollar


      Şef Garson : Akın Ceylan

    Ülkemiz genelinde artık standart olarak kullanılmaya başlanan karekod uygulamasını siz de kendiniz için kullanabilirsiniz. http://invx.com/ web sayfasına girdiğinizde “enter your text” yazan kısma istediğiniz bir web sayfasını, ismi, adresi veya açıklamayı yazın. Karekod’unuz hemen hazır. Bu kod herhangi bir karekod okuyucuyla tarandığında içine yazdığınız bilgi ekranda görülecektir. Daha sonra bu karekod’u resim olarak ister arabanıza ister özel eşyalarınıza bastırabilirsiniz.

    http://sinemabirmucizedir.blogspot.com/2010/02/amator-yuzuklerin-efendisi.html “Kate Madison adlı Yüzüklerin Efendisi fanatiği amatör bir sinemacı yaklaşık 50 bin dolar gibi komik bir parayla Tolkien'in kitabından uyarlanan 60 dakikalık film internette 500 bin defa izlendi.İşin ilginç yanı bu kadar küçük bir bütçeyle büyük bir prodüksiyona imza atmak az buz kolay bir iş değil.Madison filmde emeği geçen 400'den fazla kişiyi bedavaya çalışmaları için ikna etmesi sinema tutkusunun hiçbir engel karşısında kaybolmayacağının büyük bir örneği.” Bu filmin web sitesi: http://www.bornofhope.com/ Filmi seyretmek için ise: http://www.mefeedia.com/watch/26279407

    Hayatımızda vazgeçemeyeceğimiz şeylerden bir tanesi de yemek yemektir. Bunu hem söyleyen hem de yaşayanlardan biri olarak http://www.oktayustam.com/ web sayfasını tavsiye ediyorum. Açılış sayfasına koydukları pastalar ve börekler kilo vermek isteyenlere pek uygun olmasa da incelemeye değer. Bu web sayfasında hoşuma giden diğer özellik ise, kendi tarifinizi gönderdiğinizde yayınlamaları oldu. Afiyet olsun dostlar.

    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Harem - Sarah Brightman









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20120928.asp
    ISSN: 1303-8923
    28 Eylül 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com