|
|
|
Editör'den : Sol Aparkat - Yeşil Surat!.. |
Altı yanan kazanın etrafında dans eden yamyamları geçtim, onların ıslah olmaları artık zor ama bunların her dediğine şapka çıkartan, demokrasi(!?) adına, mazlumun(!?) korunması adına, memleketi savaşa sokmaya bile razı bu yamyamlara alkış tutan güruhu hayretler içinde izlemekteyim. Tutulan akılmıdır yoksa akıl hepten mi gitmiştir anlayan beri gelsin. Sıradan vatandaşı geçtim, kendi arkadaşlarımın arasında bile "Bize saldırana cevap vermeyecek miyiz?" diyenler var. Kim kime saldırıyor birader? Daha düne kadar can ciğer kuzu sarması olduğumuz bir komşumuzda iç savaş var. Peki biz ne halt etmeye oraya gidip can almaya can atıyoruz? Bize giren çıkan ne? Tahrik oluyormuşuz? Adamları tahrik etmek için bir striptiz yapmadığımız kalmışken bu lafı etmeye hakkımız var mı?
Okyanus ötesinde çalınan ti borusuyla Arabın yalellisi eşliğinde çiftetelli oynamak istersen sonu budur işte. Suriye'ye dalmak için Meclis'ten yetki istersin. Karşı çıkanlara da "Vatan Haini" deyiverirsin. Oysa ne güzel demiş Ziya Paşa; "Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde" Yani diyor ki; "Akıl ve nitelik kişinin eserlerinden anlaşılır, kendini ne kadar övse boşunadır." Sen, Meclis'te hamasi nutuklar atıp cihad da açsan, sonunda koca memleketi savaşa sürüklemekte bir behis görmeyen başbakan olarak anılacaksın. Aynı Paşa bir başka darb-ı meselinde de şöyle diyor; "Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" Bu sözden kimler alınmalı bilmem ki...
Durum hiç öyle iç açıcı değil dostlar. Savaş olasılığı bir yana, AB ilerleme raporundan sadece bir gün evvel şakşakçı basın önünde, yüzyılın parlayan güneşi(!?), memleketim için pırıl pırıl bir tablo çizen Bağış'lasın beni beyefendi, bir gün sonra zehir zemberek AB raporunu duyunca "Çekemiyorlar bizi" gibi bir bilimsel antitezle konuya yaklaşmayı görev bildi. Gülecek karga kaldı mı bilmem ama Ekim'in 10'unda yıllık enflasyon hedefini % 7.5 olarak açıklaması bile kahkaha atmak için yeterliydi. Fakat bundan da beteri, ertesi gün gazete manşetlerine çıkan ulu Türk ekonomisiydi. Dedik ya, tutulan akıl mıdır yoksa akıl hepten mi çekip gitmiştir anlamak zor.
Basın demişken, CNN Türk'te Medya Mahallesi tekrar yayına başladı biliyorsunuzdur. Ama bir farkla, Ayşenur Hanım'ın yanına Akif'i koyup sözüm ona karşı fikirlerin çatıştığı demokratik bir program diye yuttururuz ahaliye demişler. Belli ki kadıncağız da ekmek parası uğruna bu tiyatronun oyuncusu olmayı kabul etmiş. Akif bir içi boş kedi dili. Birşeye benzermiş gibi görünen ama yedikten sonra ağızda hiç tat bırakmayan varla yok arası bir dolgu maddesi. Tek işi, arada Ayşenur Hanım çizmeyi aşarsa ona haddini bildirmek. Yoksa, iki lafın belini kırmaktan bile aciz ama pek şanslı bir zat-ı muhterem kendileri. Hey gidi CNN Türk hey. Akif'ten medet umar hale geldin ya helal olsun bu yollar sana.
Yeni bir parti kuruluyormuş. Parti "Hem sol hem yeşil" olacakmış. Haydi hayırlısı. Kulağa hoş geliyor ama kurucuların %80'i "Yetmez ama Evetçi" olunca akibetinden sual olunuyor haliyle. Aslında ben bayılıyorum böyle aydın, sanatçı kesimin arada ayaklanıp taşın altına el sokuyormuş gibi yapmalarına. Tiyatral alışkanlıklarını sürdürüyorlar herhalde. Hem darbelerden sözde hesap soranların darbesini görmezden gelmeyi içlerine sindirebiliyorlar hem de durumdan vazife çıkarıp, demokratrik, özgürlükçü ve ekolojist bir siyaset için oylarını heba etmeyi göze alabiliyorlar. Yoksa bizim "Sanatçı Duruşu" dediğimiz şey bu mu? Tokat üstüne tokat ye, sesini çıkarma, çığlığını düzenlediğin yaşgünü partisine sakla. Oh ne âlâ ne âlâ. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KAÇ KAÇAK KAÇSAK |
|
Başkaları beni hiç ilgilendirmez. Ben kendi dünyamda yaşarım. Kendi mevsimlerim vardır benim. Kendi gökyüzüm, sonsuzluğa akar gibi ufka dek uzanan çayırlarım. Irmaklarım cam gibi ışıl ışıl, yıldızları şakır şakır gecelerim vardır benim. Hepsinden önce bir ağaç yaparak başlarım işe. Yapraklarını tek tek içimden geldiği gibi boyarım. Önce yeşille başlarım. Kocaman bir dal üzerinde onlarca yaprak ve hatta yüzlerce… Kuru boya yeşilim azalır, kalemim küçücük kalır. Ama daha boyanacak binlerce yaprak kalmıştır geride. Her insan gibi sıkılırım sonunda. Sonra yaprakların arasına sarılar koyarım. Azıcık da kırmızı ve mavi… Turuncular ve morlar olmadan yaptıklarım içime sinmez ki. Mavileri ağacın gölgesine dağıtırım. Turuncuları en uçtaki dallara... Bakarım ki kendiliğinden sonbahar oluverir.
On dokuz ayın sadece sekiz ayı kaldı. Nisanda çalışmayı bırakırım. Ondan sonra yat aşşa… Emekliliğim yaklaşınca evde de itibarım arttı. Canım, cicim demeye başladılar. Önceden hadi işe git, çalış diyorlardı. Ayda bin liraya yakın alacaksın dediler. Ben Çalı Et Lokantasında çaycıyım. Zayıfım ama bunun yemeyle içmeyle alakası yok. Kilo tutmuyor benim vücudum. Bursa’da yemek pahallı… Akhisar’da çok ucuzdu. İki lira diyorum bak iki, iki. Kaç porsiyon yersen ye. Paran yoksa çık git. Bursa pahallı. Doğudan çok insan geldi. Ondan böyle oldu. Depremde gelenler işleri bitirdi. İş yok, çalışacak adam var ama iş yok. Ne yapsın adam? Canını zor kurtarmış. Ekmek yemesen olmaz. Gözü kara, aç adamın önünde durulur mu? Sekiz ayım kaldı işte. Emekli ikramiyesi de verirlerse yaşadım. Babam imamdı benim. Çok gezdik. Bergama, Manisa, Akhisar... Çok iyi bilirim oraları. Sonra buraya geldik. On üç sene okula gittim. Diplomayı zor aldım. Öğretmen diplomayı vermem dedi. Para getirmezsen. Para bende ne gezer. On üç sene. Yola çıkan kamyoncu acemi şoför. Bir bakışta anlarım. Kocaman harman yeri gibi geniş yoldan dönemedi. Erzurum’a şoför okuluna gönderdiler askerde. Kamyon kullanmayı öğrendim. Ama ehliyet alamadım. Sülüs alacağım zaman komutan izine gitti. Ehliyet alabilsem iyi olacaktı. Vermediler. Bak bu taşlar suyun üstünde oynuyor. Avrupa’dan görüp yapmışlar. Cilalı taş devri vardı ilkokulda. Çok okuduk biz onu. Bu taşlar da öyle galiba. Kayıp durduğuna göre.
Birkaç günlük sakaları altmışın üzerindeki yaşını seksen gösteriyordu. Bir deri bir kemik kalmış denilen adamlardan biriydi. Üstü başı mangal kokuyordu. Eski giysileri, damarları derisinden fırlayan elleri, ayaklarında terlik gibi yayvan duran ayakkabılarıyla fakirliğin kocaman bir resmi gibi duruyordu. Fakir insanlar hiç çözemedikleri geçim derdinden dolayı yaşlandıkça bir acayip oluyorlardı. Herkesin onların parasında gözü vardı. Eğer üç beş kuruşunu da elinden alıp ya sokağa atarlarsa… Bütün ömrünü aç kalmak korkusuyla yaşayan biri için belki de normal bir durum bu. Her şeye rağmen yüzü gülüyordu. Belki de kendisini dinleyen birini bulduğu için mutluydu. “Hadi sana hayırlı günler,” deyip otobüsten indi. Sadece ağzında birkaç dişi kaldığı halde böylesine keyifle gülebilen birini her zaman bulamayacağımı biliyordum. Onu da alıp bu kentten, bu kurtlar sofrasından, yemin ederken bile yalan söyleyebilen bu düzenbazlar kalabalığından uzak bir yere gitmeliydik.
Kendim için kurduğum dünyada bir ağacım olacaksa eğer ya bir göl kıyısında olsun. Ya da sonsuz bir düzlüğün ortasında öylece bir başına... Serin ve taş duvarlarla yükseltilmiş bir kuyu olsun yanı başında. Ağaca ulaşan yolcular gölgesinde soluklanırken kuyudan çektikleri buz gibi suyla serinlesinler. Göl kıyısında bir ağaç insana huzur verir. Gölgesi sulara düşen dalların desenleri arasında yavru balıklar dolaşır. Gölün yüzeyi beyaz mine çiçekleriyle bezendiğinde mevsim yazdır. Kuru boyalarımla özene bezene kurduğum dünyamda ağaçlar benim istediğim kadar büyüyebilir. Dilersem üzerlerine doğru tırmanan sarmaşıklar da yapabilirim. Ama bunca karmaşaya ne gerek var. Dallardan birinin üççatallı yerine kuş yuvası koymalıyım. Veya gövdesinde küçücük bir ağaçkakan deliğine de razıyım.
Öğretmenlik eskiden ne güzeldi. Çocuklarımızı, okulumuzu şimdikinden yüz kat, bin kat azla severdik. Veliler bize güvenirdi. Koşa koşa şikâyet dilekçesi vermeye gitmezlerdi. Biz çocukları severdik onlar da bizi. Öğretmenlerin işlerine de karışmazlardı. Şimdi hepsi ukala oldu. Akılları sıra öğretmenliği de bizden iyi biliyorlar. Pedagojiyi de… Bir tatminsiz kadın yüzünden mesleğimden soğudum. Bir de büyüklerimiz var. Okulu, eğitimi yazboz tahtası yaptılar. Oynanmaz ki eğitimle bu kadar.
Daha dün bir öğrenci öğretmenini bıçaklayarak öldürmüş. Gazeteler manşet manşet yazdılar. Bu bir çocuğun annesini öldürmesinden ne kadar farklı olabilir ki? Neden böyle olduk ki biz? Nasıl da her şey çarçabuk bozuluverdi... Sene sonunda dilekçeyi verip bırakayım en iyisi. Bu okul, bu çocuklar, bizimkilere hiç benzemiyor artık. Gazeteler, televizyonlar, şarkılar, haberler, filmler hepsi bana yabancı. Bir şeyler mi kaçırdım acaba ben? Yedi uyuyanlar gibi bir mağarada zamanın ötesine mi savruldum? Ne varsa hepsini bir sırt çantasına doldurup buralardan uzaklara gitmek istiyorum ben. Benim gibi modası geçmiş, eski kafalı insanların toplandığı bir ülke vardır belki de. Belki bir ada…
Kendim için bir dünya kuracaksam eğer bir ağaçla başlamalı her şey. Kalın gövdesini ve güçlü dallarını topraktan yukarıya uzattıkça küçük bir çocuk gibi sevinmeliyim. Yumuşak kıvrımları olan nazlı gövdeyi, gittikçe uzayan kıvrımlı dallar izlemeli. Her dalı, her budağı önce koyu yeşille boyamalıyım. Sonra kahverengi ve siyahlar katarak menevişli çelikler gibi sağlam olmalarını sağlamalıyım. Bir ağaç hem kocaman ve yüksek, hem salkım saçak aşağıya doğru akmalıdır. Sulardaki gölgesinin nerede bittiği gerçek dalların nerede başladığı aklımızı karıştırmalıdır. Gölgesi sularda yıkanan bir ağaç yalnız kalmaktan hiç hoşlanmaz. Gölgesine mutlaka küçük bir kulübe ister. Kapısı göle, penceresi çayırlara bakan bir kulübe... Güneşli güzel günlerde gün boyu suya düşen resme hayranlıkla bakmayı, yağmurlu gecelerde birlikte şarkı söylemeyi ister. Ve biz orada yaşlı adam ve öğretmenle birlikte bütün insanlardan, bütün dünyadan ve bütün yalanlardan uzakta kendi halimizle yaşamalıyız.
Bana deli diyorlar. Sen tırlatmışsın, kafayı yemişsin artık… İnsanın gücüne gidiyor. Kedilere ekmek verdiğim, kuşları beslediğim için bana kızıyorlar. Başka nedenler de var ama en çok bunlara takıyorlar. İnsanlara bakıyorum. Herkesin işi var hem de çok acele. Kuşlarla, kedilerle veya köpeklerle ayıracak vakitleri yok. Bu kocaman kentte bir tek benim acelem yok. İşte bu yüzden kedileri ve güvercinleri ben görüyorum. Martılar ile köpekler başlarının çaresine bakıyorlar ama kediler öyle değil. Arabaların altları da olmasa koca kentte korunabilecekleri hiçbir yer yok. Bir de sigarayı çok içtiğim için kızıyorlar bana. Yüzüm bu yüzden kırış kırış olmuş, benzim sapsarıymış. Geceleri de sırf bu yüzden horluyormuşum. Artık altmış beş yaşıma geldim. Delikanlılık zamanlarımda benim de yanaklarım pembeydi. Saçlarım dalgalı ve fırça gibi sık. Deli diyorlar bana. Kedileri, güvercinleri ve sigarayı sevdiğim için.
Babam çok zengin adamdı benim. Bu nedenle sürekli bir işe girip hiç çalışmadım. Almanya’ya, İtalya hatta Fransa’ya gönderdiler okusun diye. Baktım dil olmayınca sıkıntı oluyor. Durmadım geri geldim. Çok tarlası vardı dedemin. Yirmi, otuz bin dönüm belki de. Birkaç kere gezmeye gitmişliğim vardır. Bir kaç kerede traktör kullanama sevdasıyla belki. Tarlayla, tapanla hiç işim olmaz. İzmir’de dükkânları vardı, evleri… Muhasebecimiz toplardı aylık kiraları. Dedem ölünce babamlar önce tarlaları bölüştüler. Dükkânlar ve evler mahkemelik oldu. Beşe bölünen tarlalar küçüldü ama babam yine de zengin bir adamdı benim. Eve gelmediği zamanlar Efes Otelinde yatardı. Ya da Basmane’de tren garının karşısında büyük bir otel vardı. Orada kalırdı. Bir duyardık ki İstanbul’a gitmiş. İş icabı… Manyotalı telefon çalardı bazen akşama doğru. Önce Ankara’ya oradan Adana’ya uçacakmış. Bir işi çıkmış. Anneme kalsa iş güç bahane… Kim bilir yine hangi orospunun peşinden gitmiştir.
Bana deli diyorlar. Düpedüz tozutmuşum da haberim yokmuş. Millet deliye hasretmiş onlar akıllıya. Ölüsü olan bir gün, delisi olan her gün ağlarmış. Kendi karnımı zor duyuruyormuşum. Bir tek kediler mi kalmış yani. Derdi tasası çekilecek. Eskiden karım ve çocuklarım tapardı bana. Şimdi sığıntı gibiyim kendi evimde. Neden okumamışım zamanında? Neden iyi bir emekli aylığım yokmuş? Kızlar peşimden koşardı gençliğimde. Çok zengindik çünkü o zaman. Kızlarını bana beğendirmek için komşu kadınlar, hatta akrabalarım bile yarışırlardı. Babamın siyah ve kocaman bir kadillağı vardı. Her zaman vermezdi ama alabildiğimde çıkıp Kordon’da hava yapardım. Arkadaşlarla Karşıyaka’ya kaçardık arada. Bize herkes hürmet ederdi, gittiğimiz mekânlarda saygı gösterirlerdi. Şimdi ne o arkadaşlar kaldı. Ne de beni ipleyen. Havamın bin beş yüz zamanlarında onlarca kız varken peşimde Selvinaz’a tutuluvermiştim ansızın. Bana hiç yüz vermiyordu. Paraya, şana, şöhrete, ailemin zengin oluşuna hiç aldırmıyordu. Başına buyruk ve inatçı halleri hoşuma gidiyordu.
Bana şimdi deli diyorlar. Kedileri ve güvercinleri besleyeceğime kendi karnımı doyurmanın derdine düşmeliymişim. Oysa daha birkaç sene önce bana kimse deli demiyordu. Selvinaz Hanım bana paşam diyordu. Aslanım, evimin direği diyordu. İnsan ne çabuk aslanlıktan eşeklik payesine düşüveriyor. Hayatımdaki dönüm noktası babamı kaybettiğimiz o gece oldu. Adamcağız sabaha birkaç saat kala yatağından uyanıp helâya gitmiş. Lavabonun önünde yığılıp kalmış. Kimsenin ruhu bile duymamış. Kardeşim çişe kalkmasa belki daha saatlerce öyle kalacaktı. Onu öyle bulduğumuzda öleli epey olmuştu. Hatta cansız bedeni neredeyse soğumaktaydı. O sabahtan, babamı öyle gördükten sonra benim için hayatın anlamı birden azalıverdi. Bütün tutkuların yersiz olduğunu öğrendim. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap hep beni bekleyen ölüm vardı. Ve ben her sabah yaşama ölüm gerçeğiyle uyanıyordum.
Babamın ölümünden birkaç gün sonra kardeşlerim ve annem mal paylaşımı derdine düştüler. Aramızda paylaşılınca uçsuz bucaksız tarlalar yüz hatta seksen dönüme düştü. Kira gelirleri getiren evler ve dükkânlar paylaşıldı. Bana iki daire ile bir dükkân düştü. Benim çift çubukla işim olmadığını bilen ağabeyim tarlaya talip oldu. Aslında iyi para verdi. Hasattan hasata ödeyince bölük börçük oldu ve savrulup gitti.
Bana deli diyorlar. Kafayı sıyırmışım da haberim yokmuş. Eşim, sevdiğim tek kadın Selvinaz bile beni istemiyor. Babam kadar zengin bir adam değildim. Hiç çalıştırılmadan büyütüldüğüm için para kazanmanın ne olduğunu hiç öğrenemedim. Biriktirmek, yatırım yapmak, elindeki parayı çoğaltmak gibi becerili biri değilim. Elime geçeni çoluk çocuğumla harcadım. Kumara bulaşmadım, karı kıza gitmedim. Evlerin birini küçük kızımın hastalığında satmak zorunda kaldım. Diğerini de oğlumun üniversiteyi kazandığı yıl. Dükkânı çok yakında satmak zorunda kaldık. Karımın benden gizli kredi kartı varmış. Harcamış ödememiş, başka bir kart almış. Sonra başka bir tane, bir tane daha... Yüz bin liraya yakın borç birikmiş. Baktık içinden çıkılacak gibi değil. Dükkanı kiracıya devredip borçları ödeyiverdik.
Deli diyorlar bana. Balatalar sıyrılıp gitmiş. Farkında değilmişim. Deli değilim ben. Eskiden param varken çocuklarım beni severdi. Onlarla akşamları uzun yürüyüşlere çıkar, çay bahçelerine oturup dondurma yerdik. Dükkân satıldıktan sonra hem bütün varlığımız tükendi hem de itibarım. Şimdi elimizde sadece oturduğumuz ev kaldı. Bereket oğlum ve kızım çalışıyor. Çok kazanmıyorlar ama idare ediyoruz. Evlenip ayrı bir eve çıkmak istiyoruz derlerse hapı yutarız. Bana deli diyorlar. Varsın desinler. Bu o kadar koymuyor. Sen beleşçisin deyip sokağa atmalarından korkuyorum. Keşke zamanında okusaymışım... İyi bir emekli maaşım olsaymış. Selvinaz hep bunu söylüyor. Gençken yazlık sinemalara kaçtığımız akşamlarda öyle demiyordu ama…
Kendim için bir dünya kuracaksam eğer kocaman, yemyeşil, ışıl ışıl bir ağaçla başlamalıyım işe. Dalları güneş yüklü, dalları mavi gökyüzü yüklü bir ağaçla… Ağacım ya kocaman bir ıssızlığın ortasında olmalı… Yalnızlığına yoldaş gecelerin ve uçsuz bucaksız çöllerin… Can suyu gibi değerli olmalı. Ya da bir göl kıyısında olmalı. Yaprakları suda yansımalı. Öyle bir dal, öyle bir yaprak, öyle bir göl olmalı ki aklımı bulandırmalı. Ben suyu yapraktan, yaprağı sudan ayır edememeliyim. Göl kıyısındaki ağacın gölgesinde bir kulübe olmalı. Çatısı yosunlarla yemyeşil, kapısı, penceresi, bacası yerli yerinde ve davetkâr… Issızlığın ortasındaki ağacın altında mutlaka bir kuyu olmalıdır. Gelip gecen bütün yolcular ağacın altında konaklamalıdır. Kuyudan çekilen her kovanın dibinde kalan su ağacın kökünün kısmetine düşmelidir. Bu nedenle o insanlara aç, insanlar da koyu gölgesine hayran kalmalıdır. Yaşlı adam, yorgun öğretmen ve parasıyla beraber evdeki itibarını da yitirmiş mirasyedi ile birlikte göl kıyısındaki ağacın altına gitmeliyiz. Yolumuz bulutların, yıldızların altından, tepelerin ve çayırların üzerinden, derelerin ve derin vadilerin içinden geçip hiç kimsenin bilmediği o uzak ülkeye ulaşmalı. Bremen mızıkacıları gibi bütün istenmeyenler, itilenler ve atılanlar orada toplanmalı. Örselenmeden , aşağılanmadan, birbirimizi değerli ve önemli bularak orada yaşamalıyız.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Yurtta SATIŞ, komşularla ÇATIŞ |
|
Sanki Ulu Önder;
“Yurtta BARIŞ, cihanda BARIŞ”
dememiş gibi, birilerinin dolduruşuyla her geçen gün kendimizi SAVAŞ’ın içine doğru iteleyip duruyoruz. Bilgisayarın uzaktan kumandasını eline alıp oynanacak bir oyun değil ki SAVAŞ. Dur bakalım, YAVAŞ ol biraz.
“Game Over”
oldu, haydi yeniden başlatayım diye birşey yok bodozlama dalarsan içine. Kurtuluş Savaşı’nı kazandığımızdan beri emperyalist güçler kendini LAVAŞ yerine koyup vatanımızı DÜRÜM, vatandaşlarımızı SÜRÜM SÜRÜM süründürmek istemiyorlar mı ? Bir yandan birilerinin maşası olup diğer yandan nasıl haykıracaksın dünyaya HÜRÜM diye ?
Haa, eğer birileri;
“Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir”
demiyorsa bilelim o zaman. Torbaya bir sürü alakasız konular doldurmaya da gerek kalmadan, adam gibi soralım vatandaşa kısa ve öz :
“BARIŞ mı SAVAŞ mı ?”.
Pusulaların rengi de belli nasılsa, barış için BEYAZ, savaş için KIRMIZI. Savaş dediğin sadece dökülen kan zira. Hangi aklı başında insan oyunu kırmızı verir ? Silah tüccarı gibi bu işten para kazanacak, Konya deyişiyle birkaç GİDİ.. Haa, bir avuç da ZİBİDİ.. Netekim aramızda;
“Beş saatte ASARIZ, olmadı biraz daha KASARIZ, üç saate kalmaz BASARIZ..”
gibilerinden ahkam kesenler de var İDİ...
Bu ülkenin belini bükmek, emperyalizmin tuzağına düşürmek için Kurtuluş Savaşı’ndan beri uğraşıyor DALLAMA.
“Koçum benim, aslanım benim, kim tutar seni yürü be ..!”
diye dolduruşa getirip biraz ALLAMA, ekonomi tıkırında diye biraz PULLAMA, seni vakt-i zamanında arkandan vuranlar üzerinden 3-5 milyon dolar YOLLAMA. Ama sen gaza gelip SALLAMA..! Sallamayacaksın.! Petrolün mü var tanklarınla yürüyecek ? Generalin mi kaldı askerini sürüyecek ? Hepsinden vazgeçtim; ülkeni işgal eden bir Beşer’iyet mi var ? Esed can derdinde, sen ise et.. Kasap mısın, Hitler misin nesin yahu, hayret hem de ne HAYRET ..! Zaten 30 küsur yıldır yıpratıldığın bir GAFLET’in içinde değil misin ?
Aklımız havalarda olmadan bir KARIŞ, öncelikle komşularımızla BARIŞ, dünya ile de ülkemizin vatandaşlarını daha nasıl mutlu edebiliriz diye bir büyük YARIŞ. Muassır medeniyetlere karşı asıl hedefe VARIŞ da bu değil midir ? Tüm çabalarımızın bu yönde olması gerekmiyor mu ? Tüm kaynaklarımızın bizim elimizde olması gerekmiyor mu ? Madenlerimizin, limanlarımızın, iletişim yollarımızın %100 bize ait olması önem taşımıyor mu ?
3-5 kuruş para gelecek diye herşeyi özelleştirmenin, emperyalizmin tekellerine satmanın bir manası var mı ? Dünya memleketlerinde bu değerlerini satan var mı ? British Telecomm’u Alman mı satın almış yoksa Deutschland limanlarını İtalyan mı işletiyor ? Fransa’nın madenlerini İsveç mi çıkartıyor yoksa İspanyol’un bankaları Norveç’lilere mi devredilmiş ? Bilseydi yemeğine sadece “Baharat” olacağını, Arap çıkarır mıydı acaba hiç Arap Baharı’nı ? Birilerinin toprağında yıllardır gözümüz mü VAR, yoksa vatanımız mı artık bize geliyor DAR ? Şayet; aklımızı peynir ekmekle yemediysek bu işin sonu nereye KADAR ? Hem uzak/yakın TARİH hem de MATEMATİK göstermiştir ki; savaşın sonu öyle veya böyle COĞRAFYA’sı belli olmayan FİZİK’i bir BATIŞ... Eee, KİMYA’mız hepten bozulmadıysa nedir öyleyse;
“Yurtta SATIŞ, komşularla ÇATIŞ” ..?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Her şey suskun… |
|
Her şey suskun… Düşünceler karmakarışık. Hayat işte! Yaşanılan ve yaşarken bazen mutlu olduğumuz bazen de acı çektiğimiz…
Şimdi olmak istediğim yer, bir göl kenarı… Rüzgar olsun, güneşsiz bir hava. Gökyüzünde gri bulutlar. Yalnızlık ve düşüncelerim… Bazen kurtulamadığım şu düşüncelerim. Göl kenarında bir bank olsun ve ben oturayım günün sonuna kadar. Güneşin batışını izlesem, gölün karanlık sularına batışını… Elimde kalemim, yazsam hayatın gerçeklerini, hiç çekinmeden ve korkmadan. Geçmiş, şimdi ve yaşamak istediğim geleceğim… Hepsini ama hepsini yazsam sayfalara... Rüzgar yanı başımda, üflese sesini ve bana sarılsa. Öyle ihtiyacım var ki onu hissetmeye bedenimde, sanki bir sihir gibi dokunuşları. Sihirli zamanların en inanılmaz duygularını yaşatır bana rüzgar. Gözlerimi kapatıp onu tenimde hissettiğimde, beni en fazla götürdüğü yer ise çocukluğumdur.
Her şey suskun… Her şey de benden uzak; sadece ben, göl ve rüzgar… Yapraklar düşerken gölün üzerine, suyun üstünde halkalar yayılır ya, düşlerim de öyle yayılsa zamana doğru. Rüzgar, gölün kızıl suyunu dalgalandırırken aksa düşüncelerim derinlere. Alnımda serinliği, saçlarımda ürpertisi… Mis kokulu çiçekler olsa göl kenarında ve bana renklerini gösterseler. Bir masalın içinde gibi… Belki bir masaldır yaşanan hayat? Mutlu ya da mutsuz sonla bitebilen? Sonun nasıl olacağını biz mi belirleriz? Hayat mücadelemizle galiba biz! Mücadelemiz gerçek olursa, hayat masalımız güzel biter. Karşımıza çıkan tüm kötülükleri yeneriz. Fakat mücadelemizi iyi sürdürmeyip vazgeçersek hayat masalımız kötü sonuçlanır. Bu nedenle vazgeçmemeliyiz. Başımızı dik tutup kendimizi yüceltmeli ve ileri bakmalıyız. İçimizi bu şekilde serinletirsek üstesinden gelemeyeceğimiz problem yoktur. Yani özgüvenimiz tam olmalıdır. Bu tamlık da küçüklüğümüzden beri yaşadıklarımızla ve hissettiklerimizle oluşuyor.
***
Çok uzun zaman önce küçücük bir kız vardı tanıdığım. Komşu kızıydı, bir de abisi vardı kendisinden birkaç yaş büyük. Sarışın ama kahverengi gözlü, pembe yanaklı hafif tombul bir kızdı. Adını hatırlamıyorum. Okula başlayacaktı, kuzeni ile aynı sınıfta okuyacaktı. O zamanlar mavi önlükler vardı, beyaz yakalı, bazıları dantelli, bazıları Atatürk işlemeli. Mavi önlüğü ile okula başladı küçük kız, her şey yolunda gitti ilk yıl. İkinci yıl da aynı sınıftaydılar kuzeniyle. Gülümseyerek baksa da suskundu küçük kız. Pek fazla konuşmazdı. Bir gün sınıfta bayılıverdi. Ne olduğunu anlayamadan bir de istifra etmeye başladı arkasından. Hemen doktora götürdüler. Muayene ettiler, kan tahlili ve bir sürü tahlil derken tomografi yapıldı. Küçük kızın beyninde ceviz büyüklüğünde tümör bulundu. Aile bir anda perişan oldu, sarı saçlı kızları için yıkıldı. O kadar küçüktü ki bu illet hastalık beyninde nasıl büyüyebilmişti anlayamadılar? Hayata daha yeni başlamışken, nasıl olurdu da hayat hemen bitecekti küçücük yavruları için? Ameliyat zorunluydu, tehlikeli denildi, çare yoktu yapılacaktı. Fakat aile olası nedenlerin peşine de düştü. Psikologla görüştürdüler, küçük kız suskunluğunu bozmadı. Bir gün teyzesi hastane yatağının yanı başında küçük kıza kitap okurken: “Hadi bakalım, söyle seni ne üzdü meleğim?” diye sordu. Küçük kız ağlayarak anlatmaya başladı. Gerçek derdi, özgüvenini tamamıyla yitirmiş olmasıydı. Bunun sebebi de kuzeni ile aynı sınıfta olmalarıymış. Öğretmenin tutum ve davranışları da tuz biber olmuş. Sınıf başkanı seçilirken parmak kaldırmış, öğretmeni kuzenini seçmiş. Sınavda öğretmeni kuzenine daha fazla not vermiş. Yapılan ödev için kuzenin ödülü daha büyükmüş. Kuzeni, öğretmenin gözde öğrencisiymiş. Küçük kızın hissettiği kıskançlık değilmiş, başarılı olmak istiyormuş, çabalıyormuş ama bu çabasını öğretmeni görmüyormuş. Teyzesi küçük kızın ağlayarak anlattıklarına hak verdi ve ailesi ile görüştü. Küçük kız, yüreğinde biriktirmiş bu acısını. Küçücük bir dünyanın içinde yaşanan sıkıntılar meğer ne kadar büyük yaralar açabiliyormuş, hem de tedavisi zor olan? Hatta küçücük bedenlerden küçücük hayatları alacak kadar.
Küçük kız ameliyat oldu ve iyileşti. Kazınmış sarı saçları yeniden çıkarak lüle lüle uzadı. Ailesi küçük kızın sınıfını ve öğretmenini değiştirdi. Küçük kız okulda başarılı bir öğrenci oldu. Şimdi ise güzel bir genç kız. Hem de çok mutlu ve özgüveni tam olan bir genç kız. Artık suskun değil.
***
Her şey suskun olmasa diyorum. Suskunluk bazen güzeldir ama bazen kötü. İşte böyle küçük kızın hikayesindeki suskunluk gibi çok tehlikeli olabiliyor. Ama biz yetişkinler için suskunluk bazen iyi oluyor. Sustuğumuz zamanlar, kendimizi dinlediğimiz ve sorguladığımız anlar değil midir? Veya üzüntülerimizde yalnız kalmak istediğimiz anlarda, suskunluğumuz ilaç olmaz mı yüreğimize?
Suskunluk öyle ki hayatımızın anlamsızlığında bazen en anlamlı zamanı oluyor hayatımızda.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nurten Demirel İLK AŞK |
|
İlk aşk unutulmaz derler. Öyle bir unutulur ki; bir şarkı, bir söz gelip seni bulana kadar bir gün, o da tabi bulursa, aklına bile gelmez. Hele üzerinden uzun yıllar geçmişse, köprünün altından çok sular akmışsa hiç aklına gelmez.
Hatırası acıdır, sana kalan gözyaşıdır, acemi bir tecrübedir.
Güzel olanı hatırlamalı insan, hatırına düştükçe gülümseyebilmeli. “Ne güzel günlerdi” diyebilmeli. Yoksa hatırlamanın olur mu bir anlamı?
Hatırıma düşüyor bazen evet, arada derede, üç beş senede bir, hadi diyelim en iyi halde senede bir.
Sıraselviler dendiğinde mesela, Çınarcık dendiğinde mesela, tren tünelden geçtiğinde mesela, vagon karanlığa büründüğünde…
“Ben öyle bir adamım ki” dediğinde, aslında adam olmadığının farkında olmayan biri, “Beni asla unutamazsın” dediğinde, kendini bulunmaz Hint kumaşı sanan biri, hatırıma düşürüyor işte ister istemez.
Hayatının adamı sanırsın onu. Oysa daha kaç kişiyi hayatının adamı sanacaksındır, bilmezsin. Onsuz yaşayamayacağını sanırsın, asla unutamayacaksındır, yanılırsın. Kalbin beyninin önüne geçer, söz geçiremezsin. Belki de söz geçirmek istemezsin, acı çekesin vardır, kim bilir?
Elini ilk tutuşun, heyecandan titreyişin; sen midende pır pır eden kelebeklerle mücadele içindeyken, avucundaki elin cılız kavrayışını hissedip kelebeklerden birinin öldüğünü görüşün.
Tren tünele girmek üzereyken, artık o en heyecan verici anın geldiğini anlayışın, dudakları dudaklarına değdiğinde dudaklarının üzerinde bir buz kütlesi hissedişin ve kelebeklerden birinin daha öldüğünü görüşün.
Çınarcık’taki eski püskü, salaş pansiyonda utandığın o gece ve tüm kelebeklerin birer birer can çekiştiğini görüşün.
“Bir daha arama beni” dediğin, telefonlarına çıkmadığın halde yüzsüz ısrarlarını sürdürüşü, tehditler savuruşu ve bir gün telefonu suratına kapatışın.
Sonunda can çekişen son kelebeklerin de ölümünü görüşün.
Nesini hatırlamalı böyle bir ilk aşkın?
Zaten aşk mı kaldı Allah aşkına? Kimse kimseye güvenmiyor, ne kadın erkeğe ne de erkek kadına. Aşkın adı olmuş meşk, haberin yok dünyadan.
Şöyle eni konu güzel bir son aşkın olsun istersin belki, yazık, çok beklersin, kalmamış, taze bitmiş güzelim. Belki gelmiş, görmemişsin belki de görmüş harcayıp bitirmişsin.
Artık o kadar uzak…
Nurten Demirel (Karahasanoğlu)
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
TAŞ PLAKTAN OPERAYA
Geçen pazar Tepebaşı'nda Trt binasının yanındaki boş alandaydım. Normalde boş olan bu alan, bugün o kadar doluydu ki anlatamam. Doluluğun nedeniyse; sahaflardı.
İstanbul’un birçok yerinden; Kadıköy, Moda, Sarıyer, Ortaköy vb. Toplamda 68 sahaf burada kitaplarını sergiliyordu. Sadece kitaplarını mı? Hayır! Eski film afişlerini, kartpostalları, sanatçı posterlerini, plakları. Hepsi birbirinden renkliydi. Bunları görünce aklıma eski günlerim geldi; Kalimero’lu, Heidi’li, Susam Sokağı’lı günlerim. Çocuktuk işte, bu filmlerin başlamasını dört gözle bekler, sonra da bu kahramanların yaşadığına inanırdık. Hatta çoğu öldüğü, hasta olduğu zaman, ağlardık bile.
Burada ki plaklar, Saadettin Kaynak’tan, Müzeyyen Senar'a, Orhan Gencebay'dan daha dün kaybettiğimiz Berkant'a kadar, daha birçok ünlü ismin seslerini saklıyordu. Onları karıştırmak, içlerinden birilerini seçmek, çok mutluluk verdi bana.
Sonra kitaplar, Arapçası, İbranicesi, Farsçasıyla, türlü türlü, renk renk kitaplar. Hepsinin arasına saklanmış olan, tarih kokusu. İnsanı geçmişe taşıyan, bu mistik koku.
En çok hoşuma gidense, genci yaşlısıyla birçok insanın burada buluşması. O kadar çok kalabalıktı ki alan, yürümekte bile zorlanıyordum.
Bu da benim ülkem için güzel şeyler!
Okuyan, merak eden, çalışkan bir nesil!
Burada ki afişler, eski dergiler, plaklar arasındaki yolculuğum iki saat sonra, sona erdi. Çünkü sona ermek zorundaydı; akşam saat sekizde, Süreyya Operası’nda İdil Biret konseri vardı. Şimdi buradan, Kadıköy’e geçip, onu dinleyecektim. Bu benim yıllardan beri hayal ettiğim ama yapamadığım bir şeydi.
Saat yedi sularında, opera binasına ulaştım. Kapının önü doluydu. Genci, yaşlısı, makyajını yapıp, en güzel elbiselerini giymiş, içeriye girmeyi bekliyordu.
Ben de bu kalabalığın arasına dalıp, en önde ki sıraya doğru yürümeye başladım. Yerim E sırasındaydı. Geçen her saniyede, kalabalığın bekleyişi, daha da artıyordu.
Evet, saat tam sekizde, Ankara Üniversitesi Solistleri Orhan AHISKAL, keman (Brahms 1. keman, Schumann 2. keman) Ellen JEWETT, keman (Schumann 1. keman, Brahms 2. keman) Çetin AYDAR, viyola Sinan DİZMEN, viyolonsel'de sahnede yerini aldı.
Özellikle, Ellen JEWETT'in kemanı güzel seslendirmesi beni çok etkiledi.
HAYDN Yaylı çalgılar dörtlüsü op. 20, SCHUMANN Piyanolu Beşli, Mi bemol Majör, J. BRAHMS Piyanolu Beşli Op. 34'ü konser programında seslendirildi.
Konser sırasında, herkes pür dikkatti.
Ve işte o an. İdil Biret’in sahneye çıktığı an, alkışlar tavana değdi. Uzun, siyah elbisesiyle, piyanonun başına geçip, orkestraya eşlik etti Biret.
21 Kasım 1941’de Ankara'da doğan İdil Biret'in müziğe olan ilgisi iki yaşında başlamıştır. İlk derslerini Mithat Fenmen'den almış, 1948 yılında, henüz yedi yaşındayken, "Harika Çocuklar Yasası" olarak bilinen yasayla Paris Konservatuarı'na gönderilen Biret, burada ki başarılı öğrenim hayatından sonra, dünyanın bir çok yerinde, canlı konserler vermiştir.
Bugüne kadar sanatçının icra ettiği, plak ve CD'lerin sayısı 80'i geçmektedir. Birçok Üstün Hizmet Nişanı bulunan Biret, 1971 yılında Devlet Sanatçısı ünvanını almıştır.
Sanatçı hakkında: "Fransa’da bir Türk Piyanist İdil Biret, Piyanistler, Idil Biret: Eine Türkische Pianistin auf den Bühnen der Welt, Piyanodaki Harika" isimli kitaplar da yazılmıştır.
İki saatden fazla süren konserin sonu, her zaman ki gibi alkışla bitti. İdil Biret tekrar tekrar sahneye çağrıldı.
O da yetmedi, bizi kuliste saatlerce bekledi. Kimi eline aldığı kitabı imzalattı ki, bu kendisiyle ilgili kitaplardı. Kimi cd’lerini, kimi resimlerini imzalattı. Kimisi de kendisiyle resim çektirmek için sıra bekledi.
1941 doğumlu olmasına rağmen, bu saate kadar ayakta kalabilmesi, piyanoyla bu kadar iyi ilişkiler içinde olabilmesi, bana çok ilginç geldi.
Bu kadar seyahat etme gücü, bu kadar azim ve uykusuz geceler...
“Gerçek sanatçının yapması gereken şeyler olsa gerek!” diye düşündüm.
Sonra gerçek sanatçı geldi aklıma. Plaklarını karıştırdığım, Müzeyyen Senar, Berkant, Sadettin Kaynak ve Piyanist İdil Biret.
“Bunlardı işte gerçek sanatçılar. Yıllar sonra bile dinlenen, kendini ispatlamış, tarihe adını, altın harflerle yazdıranlar!”
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ROMANTİK ŞİİR
Efendim bu hafta köşemi emaneten yaratıcıma bırakmak zorunda kaldım. Herifçioğlunun “evlilik yıldönümü” imiş, karısına yıllar önce askerde iken yazdığı bir şiiri yayınlamak istiyormuş da onun için lütfen bu köşeye misafir olabilir miymiş filan da falan.....
“Ol ulan” dedim buna. Madem öyle ol bakalım! Aklı sıra şairlik ayaklarıyla bana üstünlük taslayacak!!! Oluuum biz de arada sırada şiir yazıyoruz herhalde..... Ama seninki gibi “romantik” değil, kavga şiirleri icabında. Yakında onlardan da örnekler yayınlarız görürsün gününü!
Neyse sevgili okurcumlarım bu hafta köşemizde möhem bir misafirimiz var. İyi ağırlayalım bari. Hadi bakalım sırada bu şiir var! Kalın sağlıcakla!
SEVGİLİYE ÖZLEM
- Sevgili Karıma-
Dört bir yanda dikenli teller,
Dört bir yan taş duvar.
Güneş aynı güneş,
Toprak aynı toprak değil.
Kalbimi bırakmışta ta uzaklarda sanki
Çok, çok ırak bir yerlerdeyim,
Yaşanmayan bir yerde tutsak gibi!
Özgürlük yol boyu,
Özgürlük servi ağaçlarının dallarında asılı
Erişilmez bir yükseklikte,
Kuş cıvıltılarıyla söylenir Türküsü.
Benimse kalbimde şimdi söylenen,
Sevda, hasret, özlem şarkılarıdır
Gün boyu........günler boyu........
Özgürlükse upuzun servi ağaçlarının dallarında asılı
Dağların denizi öptüğü yerde
Sevgilim beni bekliyor, sevgilim
İncecik bembeyaz elbisesi
Ve bütün güzelliğiyle,
Dağların denizi öptüğü yerde.
Hey! Martılar haydi uçun hiç durmaksızın,
Getirin denizler, denizler üstünden taşırıp
Sevda dolu bir özgürlüğün
O paha biçilmez rüzgarını.
Güneş batarken yavaş yavaş,
Kaplarken dağ doruklarını mor hüzünler,
Hızlı hızlı gelin, yavaş yavaş süzülerek inin
Dalgaların bembeyaz köpüklerine....
Açıkta bir balıkçı teknesi,
Ağlarını topluyor ağır ağır.
Ay, gökyüzünden güneşi kovarken
Çabuk çabuk sahile yürüyecek sanırsınız,
Deniz üstünde son ışıkların çizdiği rotadan.
Çabuk, daha çabuk, çok çabuk!
Şimdi durmanın zamanı değil.
Sevgilim beni bekliyor, sevgilim.
Dağların denizi öptüğü yerde
İncecik bembeyaz elbisesi
Ve bütün güzelliğiyle,
Dağların denizi öptüğü yerde.
Burcu burcu sevda kokuyor çam ağaçları,
Şimdi tatlı bir hüzün çökmüş
Denize bakan yamaçlardaki
Derme çatma çay bahçelerine.
Çay değil, o bahçelerde içilen
Bu hüzünlü akşam vakti,
Yudum yudum hasret,
Yudum yudum özlem,
Yudum yudum ayrılık,
Sanki hiç bitmeyecekmişçesine
İHSAN BABAK
EYLÜL 1982 ANTALYA
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Usta Bir Kalemden Mağaranın Kamburu Eleştirisi
Hasan KALLİMCİ(*)
Mağaranın Kamburu, bir roman. Ömer Faruk HÜSMÜLLÜ’nün Memleketimin Delileri ve Nifak adlı romanları da mevcut. AyrıcaOruç Baba’dan Aforizmalar adında, kendi öz deyişlerinin yer aldığı bir kitabı daha var. Yazar, sağ olsun dört kitabını da imzalayıp göndermiş. Önce Mağaranın Kamburu adlı eserini okudum. Bu yazımda bu roman ile ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım.
İlk bakışta eserin konusu basit gibi görünür. Annesi, babası tarafından, gözlerinin önünde öldürülen ve yetiştirme yurtlarının olumsuz ortamlarında yaşamak zorunda kalan bir çocuğun ruh dünyası menfi olarak etkilenmiş; o çocuk kötülükler düşünen ve planlayan bir canavar olmuştur. Çok katlı ve korku veren bir mağarada yaşayan yaşlı ve sırtında kamburu bulunan bir büyücüyü sık sık ziyaret ederek onunla konuşmaya başlar; ona planladığı kötülükleri anlatır. Eser, baştan sona büyücü ile o kişinin diyalogları şeklindedir. Romanda adı bile verilmeyen o kişi, önce hanımını öldürmek ister; bu arada kendisinden çok genç bir sevgili edinir. Hanımını intihara sürükler. Daha sonra bir başkasıyla ilişkisi olduğunu tespit ettiği sevgilisini de öldürür; cinayeti öyle planlar ki kızın sevdiği genç, katil zanlısı olarak tutuklanır ve o da intihar eder. Romanın kötü karakteri, giriştiği işlerde iflas edince alacaklılardan ve mahkemelerden kaçmak için mağaraya sığınır; orada da büyücüyü öldürür. Artık büyücünün yerine geçerek mağarada yaşayacaktır fakat sırtında iki kamburun çıkmakta olduğunu fark eder.
Roman, iki kişinin diyalogları şeklinde yazılsa da iyi kurgulanmıştır; okuyucudaki merak unsuru hep canlı tutulmuştur. Dil yalındır; ifade hiç aksamamaktadır. Eserde sürçen, “Yerinde kullanılmamıştır.” denilebilecek tek kelime ve cümle yoktur. Diyaloglar çok canlıdır. Kötü karakterin büyücüyü her ziyareti ayrı bir bölümde verildiği ve macera bu ziyaretlerde akıcı bir şekilde işlendiği için diyaloglar sıkıcı gelmemektedir.
Romanı okuyup bitirdikten sonra şöyle bir düşündüm. Eserdeki mağara bir bakıma dünya, bir bakıma da insanın kendisidir. Kat kat aşağılara inerek kötülüklere gark olması, Kur’anı Kerim’in ifadesiyle “esfeli safilin” olması kişinin kendi elindedir. Yazarın, büyücünün ağzından söylettiği gibi; “Karanlık da ışık da insanın ruhundadır” (s. 13); “Akıl hep iyi, güzel, doğru ve yararlı olanı bulmaz; bunların tersi de aklın ürünüdür” (s. 48)...
Ömer Faruk Bey’in, bir felsefeci olması, özellikle büyücünün -aslında bir büyücü değil bilgedir- ifadelerinde kendini göstermektedir. Diyaloglarda yerli yerine oturan, patenti yazara ait olan özdeyişler, okuyucuyu düşünmeye sevk etmektedir. İşte birkaç örnek:
“Yanlışlarımızın ışığı doğruları aydınlatmaya yeterlidir.” (s. 36)
“İtiraf ettiklerimiz hep küçük günahlarımızdır, büyüklerini hep kendimize saklarız.” (s. 39)
“Yaşam; tekrar olmayan, bir defa sahnelenen komik bir tiyatro eseridir. Seyrettin, bitti. Gülmediysen kabahat kimin?” (s.48)
“Bir insanın yaşamdan bekledikleri ne kadar çoksa ömrü de o kadar uzun olur. Yapacağı işi olanın ölmeye zamanı yoktur.” (s. 54)
Mağaranın Kamburu’nda, kötü ruhlu bir insanın şahsında iyilikler, güzellikler anlatılmaktadır. Bu anlatış, özümüze, kültürümüze, inancımıza, insanlığa uygundur. Bu eser; okunmalıdır, okutulmalıdır, anlatılmalıdır. İdeolojik amaçlarla şişirilen ve ödüllendirilen nice eserden kat be kat üstündür. Senaryoları yazıldığında tiyatro eseri olarak da temsil edilebilir, filmi hatta dizi filmi de yapılabilir. “Kallimci, abartıyorsun!” diyenleri, Mağaranın Kamburu’nu okumaya; eserle ilgili düşüncelerini insanımızla paylaşmaya çağırıyorum. Tabii bu arada Ömer Faruk Hüsmüllü Bey’i de edebiyatımıza böyle bir eser kazandırdığı için tebrik ve teşekkür ediyorum.
(Kitabın temin adresi: ofh1952@gmail.com)
**
(*)Hasan Kallimci Kimdir?
1949’da Sarayköy’de (Denizli) doğdu. Masal, hikâye, roman, şiir, mani, tekerleme, bilmece, tiyatro eseri, efsane ve destan gibi edebiyatın her dalında eserler vermiştir. Gençler ve daha üst yaştakiler için hikâye roman tiyatro, şiir, araştırma dallarında (13 kitap)olmak üzere toplam (95) kitap neşretmiştir. Halen mahallî gazete ve sitelerde de yazılar yazmaktadır.
www.hasankallimci.com
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Foucault ve Cinselliğin Târihi Üzerine VIII |
|
Geç Stoacılıkta, bu düşünceyle tekrar karşılaşırız. Seneca, akıl üzerinde hazza yanlış olarak öncelik tanıyan Epikuros’u, harekete geçiren “estetik” suçuyla kınayarak “desteksiz ve önemsiz bir şey, çirkin bir melez, kötü karışım ve parçaların kötü bir birleşimi” gerekçesiyle En Üstün İyi’ye karşı çıkar. [1] Epiktetos’un ise tâkipçilerine önerdiği şey, güzel giysiler ve kozmetikten akıllarına uygun bir biçimde vazgeçmelerinin, onların “ahlâkî amaç”ı olduğudur: “Güzelliği elde etmek istiyorsanız, öncelikle güzel olacaksınız.” [2] Belki de geç Antikite’nin bu estetiğinin en iyi örneği, Plotinus’un Yeni-Platoncu tartışmasında “kişinin kendi statüsü”ne ilişkin olarak kendine özen gösterme modelidir.
Plotinus’a göre “eğer kendinizi henüz güzel bulmuyorsanız, eylem olarak güzel yapılacak bir heykelin yaratıcısı gibi yapacaksınız. Hoş bir çehrenin büyüdüğü kadarıyla o, belirli kısımları keserek orada düzgünleştirir; eserini daha güzel hâle getirmek için bir hatı daha hafif, başka bir hatı daha ağır yapar. Dolayısıyla, şunu da yapın: Aşırı olanı kesip atın, çarpık olanı düzeltin; hepsini bir araya getirmek için gayret gösterin, tüm ışığı yansıtmak ve heykel oymaktan vazgeçmeyin. Eğer bunun mükemmel bir iş hâline geldiğini biliyorsanız, hiçbir şey size, bundan daha önemli görünmez. İçsel birliğin paramparça olduğu zorlamada, bu gücü güzellik olarak gören tek gözdür kalan.” [3]
Bir etkinlik olarak sanatta Ben’in Antik inşâsı konusunda Giriş’te alıntıladığımız Nietzsche’nin sözü, oldukça yerinde görünmektedir; burada özne, göz için güzelin bir etkisini üretmede bâzı özelliklerin bir serimlemesi olarak yerinden ettirilmiş, bâzıları eklenmiş ve diğerleri değiştirilmiş; “gerçekleştirilmiş”tir.[4] Fakat bu imâ, iki görünümü de aynı anda gerekli kılar mı? Daha da önemlisi bu imâ, bir “sanat” ve “güzellik” olarak geleneğin estetik bir okumasında iyiyi haklı kılar mı? Bir taraftan, bunun yapılabileceğine ilişkin bir dizi kanıt vardır. Örneğin Arnold Hauser, Platon’un sanata karşı düşmanlığının, “yalnızca kendi döneminin estetizmini hâkim kılmaya dönük bir eleştiri” olduğunu öne sürer.
Platon’un saldırısı, sâdece kendi yeri olan bir sanat hayâtına ilişkin estetize edişin ilk işâreti olarak değil, aynı zamanda öteki kültür formlarında da bir genişlemenin ifâdesi olarak târihte ikonografinin ilk örneğidir. [5] Bu yoruma göre, Platon’un şâirleri kendi ideal devletinden kovması, siyasî ve etik alanlarda “estetik”in sınırlarının aşılmasına karşı, koruyucu bir önlemden başka bir şey değildir. Eğer Platon, empirik olguların yanıltıcılığı üzerindeki vurgusunu bir tepki olarak geliştirmeseydi ve duyumun kahramanlaştırılmasına çalışsaydı, deneye büyük oranda duyarlı felsefenin formları, elbette şaşırtıcı olmayacaktı; özellikle de güzellik konusunda akıl ve ideal, birbiriyle eşit statüde olacaktı.
Belki de bu, anahtar bir konum üstlenmeye başladığı anda; örneğin, Julia Annas’ın da savunduğu üzere technenin sanat yerine yetenek [6] olarak çevrilmesinde olduğu gibi, kalosun Fransızca karşılığı olarak güzelin kullanılmasını sağlayabilirdi. İkinci fenomen, Antik felsefe ve etik hakkında [7] Fransız yorumcuların da açık bir biçimde gösterdiği gibi, Foucault’nun Fransızca metinleri ve İngilizce çevirilerine bakıldığında, daha çarpıcı bir biçimde açığa çıkar. Kezâ, Cinselliğin Târihi’nin üçüncü cildinde Foucault, gerçek Thrasea Paetus hakkında konuşur ki, Foucault’ya göre o, yaşamını en güzel ve en başarılı forma sokmak şeklindeki bir felsefeyi gerçekleştirmek için intihar etmiştir. [8]
Nitekim bu, Robert Hurley tarafından da bu şekilde tercüme edilmiştir. Aynı şekilde, Cinselliğin Târihi’nin ikinci cildinde Foucault, Platon’un Yasalar’ından [9] şu şekilde bir alıntı yapar: “Aileler, en güzel ve en iyi çocuklarını mümkün olduğunca siteye vermelidir.” [10] İngilizce çevirisinde ise şu şekildedir: “En soylu ve en iyi çocuklar, mümkün olduğunca siteye verilmelidir.” [11] Bu sorun doğal olarak, Antik metinlerin İngilizce tercümesi etrâfında şekillenir ve yorumcular da kalos ve onun ifâde ettiği şeyi, iyi veya soylu diye çevirirler; Fransızca çevirisinde ise tutarlı bir biçimde güzel kullanılır.
Yukarıdaki konudan uzak olsa da yine de söylenebilir ki, Foucault’ya göre bu sorun, Antik düşüncenin estetik konusundaki tutumunu ifâde eder. Belki de Foucault, Antik düşüncenin doğal birtakım olanaklarından yararlanmaya çalışır ve özellikle de târihle ilgili konuşmalarında böyle bir algı oluşturur. Hâliyle bu sorun, niçin İngilizce konuşan filozofların bu tema konusundaki körlüğü sürdürmekte olduklarıdır. Antik düşüncedeki estetik temasına dikkat çekişinin son derece haklı olduğunu kabûl edersek ve Antiklerin aslında, etiği kendi üzerine form verici bir iş olarak gördüklerini dikkate alırsak, hâlâ onların sanat olarak gördüğü şey ve bizim bu tür bir etkinlik kavramımız, şu noktada sorunsal olarak kalır:
“Niçin lâmba veya ev bir sanat eseri olabilir de kendi yaşamımız olamaz?” [12] Bu sorunun merkezi, Foucault’nun yaptığı gibi bir işin bu tür estetik bir iş olarak önceliği ve çalışmanın görünüşünden gelen özelliklerinin; formunun, etkisinin, görünüşler veya sıralanışlar bakımından duyumla ilgili olarak estetik üretilişidir. İkincisi ise sanatın uygulama ve algılanmasına ilişkin yaklaşımda önerilen şeyin; yâni, sâdece sanat olarak düşünülebilecek nesnelerin iknâ ediciliğidir. Büyük Hippias’ta Platon’un, kalosun anlamı konusundaki ilk tartışmaları ile felsefî ayrımlarında; eleştirel varsayımlarında ve Wilde’ın önerisindeki aşırılıkta, büyük bir farklılık vardır.
Platon’a göre “güzel”i/“iyi”yi belirleme konusundaki ciddî girişim, “yararlı”dan büyük oranda farklıdır; “faydalı olan” ise “duyulan ve görülen bir haz”za karşılık gelir. “Güzel”/“iyi”, estetik bir fenomen olduğu kadar, ahlâkî bir fenomendir de. En yüksek gösterdiği şeyler aslında, bedenlerinin form ve ahlâkî karakteri bakımından en fazla haz, en fazla kullanış ve en fazla faydayı birleştiren bireylerdir. Yunanlılar sâdece, ahlâkî alan kavramına karşılık estetik alan kavramına sâhip değildir, yeteneğin karşılığı olarak güzel sanatlar kavramı da özel olarak onların faaliyetlerine karşılık gelir. [13] Öyle görünüyor ki, sanatçıların işleri için techne ve poesis ayrımını yapmaya fazla duyarlıydılar.
Bununla birlikte, modern dönemde sanat gerek teorik, gerekse de pratik açıdan dönüştürülmüştür. Sanatçının, estetik zevkin nesnelerinin fayda gözetmeyen üreticisi olduğu düşüncesi, avangart sanat faaliyetlerine karşın hâlen baskındır. Ben sanatına ilişkin Baudelaireci ve Wildecı kavramlar; Foucault’nun Antik Yunan etiğiyle ilişkilendirdiği kavramlar, on dokuzuncu yüzyıl estetiğinin en önemli varsayımlarını içermektedir. Yâni, estetik alanın otonomisine bir saldırı olarak bu yaklaşıma karşın bu estetiğin, sanata ilişkin çağdaş yaklaşımlardan önemli ölçüde ayrılmak istendiği düşünülebilir. Örneğin Wilde, bir özne ve Whistler’in resimlerinden olduğu kadar, Sévres’in vazolarına kadar estetik bakımdan beğenilen bir yaşam tarzı üretmek istemiştir.
Fakat, Alkibiades’in istediği neydi ve Foucault’nun bugün bizim için istediği nedir? Sormamız gereken soru, Yunanlıların techne tou biou düşüncesinin bir “vâroluş estetiği” olarak herhangi bir uygulama içerip içermediği ve sanat felsefesine bütünüyle yabancı olup olmadığıdır. Böyle yapmak, Yunan etik uygulamalarının görünümünün genişçe “çarpıtılmış” bir üretimine izin verir mi? Şimdi, net bir sorumuz var; mümkün bir cevap bulmak için, hayâl kırıklığına kapılmamalıyız. Bir taraftan, bu temanın kesin durumu, çeşitli formlar içinde Klasik Antikite’de sunuldu ve bu uygulamaların aşırı bir “estetikleştirme” okumasında avangartlıkla, Alkibiades gibi güç düşkünü bir “siyâsetçi” konumuna yol açabileceğini gördük.
Ne var ki, bir yerde teknik bir form veren Yunanlıların, başka bir yerde de Wilde’ın zevk veren estetiği, nesne olmadan form veren sanatı ortaya çıkartan bir etik anlayıştır. Bu tür bir sanat, kendisine başvurulduğunda bir “vâroluş estetiği” olarak Foucault’nun amaçladığı şey olabilir. Bu olasılığı araştırmak için sonraki iki bölümde, Cinselliğin Târihi’nin ikinci ve üçüncü ciltlerini yakından inceleyeceğim; Yunan estetiğinin nasıl belirlendiğine ve görüşlerinin nasıl estetik hâle getirildiğine bakacağım. Ayrıca, Foucault’nun Antik etiği okumasında doğruluğa ilişkin bir “çarpıtma” olup olmadığını veya “önemsiz” temaların gerçekten doğru bir biçimde yorumlanıp yorumlanmadığını da tartışacağım.
Kendiyle ilişkinin bugünkü tarzları, yalnızca târihsel olarak belirli (ve bu nedenle değiştirilebilir) değildir; onlar, tüm toplumlarda (burada kasıt, Yunanistan’dan başkası değildir) özneliliğin diğer tarzlarının yerleştirilmesinin üzerindeki belirsizliği gidermede faydalı olabilir. Foucault’nun “vâroluş estetiği”nin belirgin anakronizmi daha sonra, yeni bir yorum getirilmesini kaçınılmaz kılan şaşırtıcı bir etkide bulunur. Aslında sorun, modern estetikte Yunanlılar aracılığıyla ödünç aldığı okumadır; ancak standart yorumlar, modern öznelilikten ödünç alınan okumalara karşı direnç göstermeyebilir. Bu durumda biz, Foucault’nun estetik anlayışının ne Yunan, ne modern, ne de Nietzscheci olmadığı sonucuna varabiliriz.
Timothy O’leary
Kaynak: Foucault and The Art of Ethics; Timothy O’leary, London / New York: Continuum, 2002, pp: 48-52
Notlar: [1] Seneca, Letters to Lucilius, Letter 92
[2] Epictetus, The Discourses, ii, 40
[3] Plotinus, Enneads, 1, 6, 9. Bu pasaj, Foucault tarafından alıntılanmıştır ve Pierre Hadot tarafından tartışılmıştır.
[4] Nietzsche, The Gay Science, Section 290
[5] Arnold Hauser, The Social History of Art, Volume I, London: Routledge, 1989, pp. 89-90
[6] Annas, The Morality of Happiness, pp. 72-3
[7] Jean Lacoste, L’ideé de beau, Paris: Bordas, 1986, pp. 11
[8] CS, 52 [68]
[9] Platon, Yasalar, 783e
[10] UP, 123 [140]
[11] Ayrıca, Fransızca les beaux artsın İngilizceye fine arts terimleriyle çevrilmesi de dikkat çekicidir.
[12] OGE, 350
[13] Modern anlamda estetik terimi ilk kez, Baumgarten tarafından 1750 târihli Estetik isimli kitabında kullanılmıştır. Antik Yunanlılar için ise aesthesis (duyum) terimi, sanat veya onun etkileri için kullanılmamıştır.
Çev: Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Biz ki Aşkı Sevmekten Öle Öle Öğrendik
sabaha kadar içilen sigaralar
yüreğe basılıp söndürülen izmarit
ses geçirmeyen hasret
tipi boran kar
sobasız odalarda donmuş ayaklar
Allahın her gecesi hasta çığlıklar
sarmış çevremi de çaresizlik denen it
beynimi beynimi beynimi dalar
rezalet
bütün ufuklar duvar
elim ayağım zincir
nere gidersen git
kapıları umuda kilitli efkâr
imkânsızlıklara direndik
acınaklı bakışlardan damlayan sevgi
çaresiz surata küfür - hakaret
gece baştan ayağa işkil
gece aşağılama ve cinnet
yüzümün çizgilerine kadar aranan
işlenmemiş suçlarımın bitmeyen kanıtları
salya tükürük nefret
ve yüreğime kat kat giydiğim zırhlarda
boğulan gönlümün sıkılmış çığlıkları
ben nasıl gideyim kesip ciğer paremi
bırakıp bir hastayı ıssızlarda
sen nasıl kırılırsın dalından
bu yüzden kaç defa
nereye gideceğimi bilemeden bozkırlarda
çırpındım ortalıkta yaralı hayvanlar gibi
koynumda taşıdım aşkın yaralı ayını
düşlerin yıldızları kaç saçıldı ortalığa
içime yama vurdum sabahlara dek
birbirimizin kalbine saplanmadan önce
çaresizlik zehirinde yıllar boyu bilendik
çevrilmişse gemilerin rotası ayrılığa
sebep arıyorsa insan
döner her tarafa kemiksiz dil
ararsan her insanda sayısız suç bulunur
gider gemi kalır liman
ey peygamber beni sil
başka sebepler arandı ayrıntılarda
oysa her şey gün aşikâr
insanı çiftleştirmez
bitkiyi tozlaştıran rüzgâr
imansız kış on ay sürer buralarda
tezce geçer gelin bahar
şak şak yarılır şakayıklar
biz ona gelincik deriz
on gün süren bir mevsimin
bütün çiçeklerini nasıl sevmeyiz
acı zehir gibi dolaşırken kanında
neyi söyler papatyalar
sözcüklere imgelere kedere tükürmek
harflere renklere konulan sansür
bir şairin toprağında düş ek sevda sür
cahilim unutmuşum bütün bildiklerimi
şu bakış bu geliş bu öpüş düş
bilmem kaç küsur
dizeleri ahraz eden hiçlik duygusu
bir defa üfrülür sur
insan elsiz ayaksız kalır
bir saman çöpü kadar
göçer döş-yarılır düş-boğulur gülüş
yürek kan sızar
zaman burada başka savurur bulutları
orada yaprakları başka bir halde döker
hâsılı tüm rüzgârlar gelip bizde ağladı
bozkırlarda kuruyan iki pürendik
saralı bir cangılda ayakta kalmak için
sığındığım dizeler-ve renkler döküldü
kafatasçı-dar kafalı-adam değil yafyası
devrimci bir hayata kurşun sağanağı
çaresizliğin suç kesildiği geceler yaşadık
ve bize hançer sözler saplayan
kendisi kimdir nedir bilmedik
ömür bin yıllık kıraç
olmayan bulutlardan yağmur dilendik
unutmayacağım güvercinboynu gözlerinin bendeki yeşimini
gülüşünün yüreğimde ışıyan aylası hep yanacak
ve kalbimde zehirli dikenler gibi hiçleyen sözlerin zinciri
aşkın kitabında olmayan onca küfür
dört duvara mahkûmun kolunu bağlayacak
sebepsiz yüklendiğim dağlarca suç
çarpım tabloları-bakkal terazileri
öpüşün ve dokunuşun metrekaresi
beynimin kıvrımlarında kazılı kalacak
ömür üç gün
hayat beş para etmez
herkes unutulacak
yerden yere çarpa çarpa
bağrına mıh çaka çaka
olmayan senaryolarda
aşk yenildi
biz yendik
çileyle örülmüş yıllar
düşle umutla uzanan yollar
kanamalar-kasırgalar-isyanlar boşa gitti
yazık
biz ki aşkı yaşamadan
biz ki aşkı sevmekten öle öle öğrendik
iki damla yaşa gitti
aşk yenildi
biz yendik
Adnan Durmaz
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|