|
|
|
Editör'den : Saçmalama Hakkımı Kullanmaktayım!.. |
Dün, meziyetlerini saymakla bitiremeyeceğimiz bir sanatçımız, Fazıl Say'ımız, kapalı bir ortamda paylaştığı cümleler yüzünden mahkemedeydi. Hani bazı durumlar vardır, sizinle hiç bir ilgisi yoktur ama durumdan vazife çıkardığınızdan olsa gerek, utancınızdan yerin dibine girmek istersiniz. Berbat bir tiyatroyu seyrederken oyuncular adına utanmak, mahalle takımından hallice bir milli takım adına utanmak ya da önünüzde kayıp düşen bir adama bakıp onun yerine utanmak bunlardan bazılarıdır. Dün de, onca adalet yoksunluğuna rağmen, olmamasını dilemekten başka birşey elden gelmeyen bu olay karşısında utandım. Kimden utandım kestirmek güç ama en başta, böylesi bir olayın yaşanmasına mahal veren ülke vatandaşı olmaktan utandım sanırım. "Utandıysan defol git." diyebilecekler vardır aranızda ama kazın ayağı öyle değil maalesef. İlk günden beri ayrıştırma, ötekileştirme, intikam alma ameliyelerini şiar edinmişlere söylenmeli aslında o söz.
En kanlı sağ sol çatışmalarının yaşandığı, ardından gelen darbe ve darbevari oluşumlarla geriye giden, en azından yerinde sayan, bu memlekette bile şu anda yaşanmakta olan bölünme, ayrışma yoktu, olamazdı da. Çünkü memleket bekasıydı önemli olan. Seçilen yollar farklıydı ve belki tümü yanlıştı. Oysa on yılı aşkın süredir bir başka mizansenin oyuncularıyız. O günlerin göğüs göğüse çatışmasının yerini sinsice yapılan, bir daha düzltilmesi mümkün olmayan planlar aldı. En kutsal bildiğimiz, inanmasak ta saygı da kusur etmediğimiz dinimiz kullanılarak yürütülen ötekileştirmenin kurbanları olduk. 35 yıl önce oruç tutmadığım için rulo yapılmış gazete ile dayak yedim yemesine ama orada bile affedilesi bir yan vardı. Şimdilerde ise, özgürlük kisvesi altına saklanıp, dilediğince düşünme ve konuşma özgürlüğün varmış gibi bayram edildiği ama en ufak bir aykırılıkta tokadı yediğimiz günlerden geçiyoruz. Bunun II.Abdülhamit'in istibdat döneminden farkını bana anlatabilecek bir babayiğit var mı aramızda? Saltanatı tehdit eden tüm unsurları ortadan kaldırmak adına oluşturulmuş bir yönetim biçiminin dayatılmasından başka birşey değil bu yaşadıklarımız.
Ne yapmış Fazıl Say? Ateist olduğunu en başta belirtip, Hayyam'ın söylediğine inanılan 800 yıllık deyişleri tivitlemiş. Kuran-ı Kerim yakan Amerikalı papazla bir kefeye konmuş Say. Ne bir hakaret ne bir küfür, olsa olsa Dünya gerçekleriyle yoğrulmuş bir eleştiri. Buna bile tahammül yok işte. Tivitten rahatsız olup şikayetçi olan da belli ki bir Say takipçisi. Adem, "Say piyano çalacak tivitle, dur bi dinleyeyim." demiş herhalde.
Bu konuda söyleyecek çok şey var elbet. "Yetmez ama evet" diyerek bu iktidara payanda olan güruhun dışında kalmış cesur insanların tek tek küstürüldüğü bu çarka lanet olsun. Değerlerine sahip çıkmayı beceremeyenlerin geri kalmışlar sınıfından kurtulmaları mümkün değil, bunu bilir bunu söylerim. Biat etmiş şanslı ademlerin saçmalıklarını "Saçmalama Hakkı" olarak değerlendirme çağını çoktan geçtik. Saçma sapan bir bakan olacağıma her daim saçmalayan bir sanatçı olmayı bin kere tercih edirim.
...
Geçen haftanın bir diğer saçmalığı ise Van depreminde hasar görmüş 2 okulun yeniden inşa edilip adların pervasızca değiştirilmesi idi kuşkusuz. Atatürk olan adını Tenzile Ana, Cumhuriyet olan adını "Ilıcalı" yapan düşman zihniyeti nefretle kınıyorum. Tayyip Bey'in annesinin adını Atatürk'e tercih etmek, onun değirmenine elekle su taşımaya çalışan güruh için kaçınılmaz olabilir ama ilaç için bir tane aklı başında adam yok mudur bunların içinde? Bu pervasızlığa dur diyecek bir babayiğit çıkmaz mı aralarından? Yokmuş demekki. Bir kısım romantik te, Tayyip Bey'in haberi bile ypktur, olsa izn vermezdi diyor saf saf. Hadi vcanım siz de... Bu memlekette yaşarken ismi bir gemiye verilen ilk Türk büyüğü(!?) kimdir dersiniz? Recep Tayyip Erdoğan. Namımız yürüsün de nasıl yürürse yürüsün. Hele Atatürk'ün üstüne basıp yürürsen pek başarılı addedilirsin. Peki Ilıcalı kardeşimize ne demeli? Yahu madem bir iyilik yapıyorsun, kör gözüm parmağına yapmasan olmaz mı? Reklama mı ihtiyacın var? Cumhuriyet adı yerine kendi annenin adını vermek senin açından güzel görünebilir ama biz ayıp karşılıyoruz, bilesin. TOKİ yeni okul yapacakmış işte, keşke hakkını orada kullansaydın. Anlıyorum seni, seninki de ekmek parası, istemiyorsun ama istesen de hayır diyemezsin.
...
Suriye ile yaşananlar şu sıra beni aşıyor. Ben son perdenin başlamasını, perde kapandıktan sonra da sahneye çıkacakların veda konuşmasını bekliyorum. Umarım uzun zaman almaz.
Önümüzde 2 bayram var. Birincisi için "İyi Bayramlar". Ama ondan önemli olan ikincisi. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için daha kapsamlı bir cümle kurmanın zamanı. O cümleyi bulduğumda buraya yazacağım. Ama öncesinde hepinizin Cumhuriyet Bayramını kutluyor, bu toprakların, bir bütün halinde, tüm halklarıyla mutlu, özgür ve başarılı olarak, sonsuza kadar yaşamasını diliyorum. Bayram ertesi görüşmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KAÇ KAÇAK KAÇSAK 4 |
|
Uzaktan davulun sesi hoş gelir. Evim var, ekmeğim ve suyum da. Eşim var, çocuklarım da. Bir tek sırtımda sopam eksik... Yirmi yaşıma girmemiştim henüz. Görücü geldi dediler. Evimizde pek esamesi okunmazdı. O yüzden kahve yapmasını bile bilmiyordum. Her zaman işgüzarlar bulunur. Komşudan hemen ödünç kahve alındı. Zeliha Teyze kahveleri pişirdi. Bütün beceriksizliğimle dünürlerin karşısına çıkıp kahveleri ikram ettim. Nasıl heyecanlandım anlatamam. Ayakta duramıyorum, yaprak gibi titriyorum. Ortada damat falan da yoktu. Bizimkiler onları eskiden tanırmış. Aynı köylüymüşüz Yugoslavya’da. Ölçüp biçenler münasip görmüş. Etle tırnak, diş ile damak, kafa ile kulak, ekmek ile fırın kadar uygunmuşuz birbirimize. Eşim olacak genci söz kesilirken gördüm. Sümerbank fabrikasında işçiymiş. Sigarası, içkisi, kumarı da yokmuş. Bütün genç kızlar yuva kurmak ister. Sanki gideceği ev onu can sıkıntısından temelli çekip çıkaracak her gün düğün bayrak geçecek sanırlar. Gaza getirdiler galiba bende evlenmeye pek heveslendim. Nişan düğün dediğin ha bire telaş. Aldılar, sattılar, anlaştılar, tartıştılar, itiştiler ama kimse bize bir şey sormadı. Olup bittiğine, rahat bir nefes aldığımıza sevindik.
Kocam ve ben yalın ayak, başıkabak bir hayata başladık. Fakirdik ama aç açık değildik. Her ay düzenli olarak maaş alıyordu. İşe düğün borçlarımızı ödemekle başladık. Kızımız, canımız, ciğerimiz, ilk göz ağrımız borçların bitmesini beklemeden çıkıp geldi. Tam borçlarımız bitmişti ki bu kez de oğlumuz geldi. Zaten bu kadarı yeterdi. Sonra borca girip bir arsa aldık. Yine boca girip oraya tek katlı bir ev yaptık. Yarısı sıvanmamış, hala inşaat halindeki evimize taşındığımız günü hiç unutmam. O bizim yaşamımızdaki en mutlu gündü. Artık bizim de başımızı sokacak bir evimiz vardı.
Çocukların okulu, çamaşır, bulaşık temizlik, bakkal alış verişi dışında hiçbir yaşantım olmadı benim. Akraba düğünlerinden başka eğlence bilmem. Bir gün olsun eşim gelip şuraya gidelim mi demedi. Kendileri gittikleri halde çocuklarım bir gün olsun, sadece tek bir gün beni de alıp sinemaya, tiyatroya götürmediler. Çocuk olsalar, çocuk kalsalardı keşke. Büyüdüler ama hala ütülenecek gömleği, pantolonu çıkarıp önüme fırlatıp atarlar. Çaylarını, yemeklerini önlerine koymamı beklerler. Birkaç yıldır kafam karışık. Annemiyim ben, yoksa hizmetçi miyim? Eşim iyi bir insan, tamam... Ama bir kez de ağzını açıp şu çocuklara iki cümle söyle be yahu. Bütün ömrümü, evime, çocuklarıma harcadım. Ödülüm bu mu olacaktı? Birazcık sevgi istiyorum ben. Biraz sıcaklık… Gerisini zaten hallederim. Birazcık bakın bana istiyorum. Anne gibi bakın ama, makine gibi değil. Benim de canım var.
Canımın burnumda olduğu yetmezmiş gibi kentsel dönüşüm diye bir şey çıkardılar. Üç katlı evimizi yıkıp bizi sokağa atıyorlar. Yeni binalardan bize bir daire vereceklermiş. Üç katlı ev nerde bir daire nerde? Biz bu bina için ömrümüzü verdik. Eşimin emekli ikramiyesini bile bunun tuğlasına, çimentosuna harcadık. Mütahitlere vermişler koca şehri. Gidip anlaşmalıymışız. Pazarlık edersek belki üç beş daha fazla koparabilirmişiz. Biz hiç kimseden bir şey koparmak istemiyoruz. Hiç kimse de bize ilişmesin yeter. Çevremizdeki binalar hep yıkıldı. Ortada yapayalnız kalıverdik. Başkasının gözüyle bakınca sanki sadece mesele paraymış gibi görünüyor. Bu ev bütün hayatımızın, yemediklerimizin, giymediklerimizin, gezip göremediklerimizin, yaşamadıklarımızın bedelidir. Şimdi çıkıp gidin diyorlar. İnsan bütün ömrünü, bütün yaşadıklarını geride bırakıp nereye gider? Gidecek yerimiz yok bizim. Bilmiyorlar.
Gidecek yeri olmayan, yolları tükenmiş insanların yeniden başlamaya, baştan başlamaya yetecek kadar ömürleri ve enerjileri yoktur. Kitaplar yalan söyler. Hadi bi gayret, bir daha dene, baştan başla öğütleriyle bizi oyalamaya çalışırlar. Bizler yenildiğimizi kabul ediyoruz. Yarışanlar ve ve itişinler arasında olmak istemiyoruz. Kitapların ne söylediği, gürül gürül akan sokakların içinde çırpınmak benim umurumda bile değil. “Borç bini geçti,” derdi babam. Borç bini geçti, bundan sonra hep baklava börek.”
Bir ağaç çizerek başlamalı işe. Kâğıdın tam ortasına elimi koyup, bileğim kadar kalın bir gövde çizeyim, Beş parmağım o gövdeden çıkan kocaman dalların başlangıcı olsun. Güneşe kadar uzasın uçları. Binlerce, on binlerce yaprakla bezensin her yanı. Varsın sonbahar gelsin. Benim yapraklarım yeşil olsun. Parlak ve ışıl ışıl, zümrütler gibi… Ansızın, durup dururken ılık bir rüzgar essin. Yapraklarım konuşsun cıvıl cıvıl. Sonra masmavi, upuzun bir bulut geçsin üzerimizden. Bir parçası ağacımın dallarına asılı kalsın.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Amacı THE END olanların kulaklarına NİHAVEND |
|
Zaman hızla akıp geçiyor. Bir bakmışız yaz bitmiş, güz başlamış;
“Şeker Bayramı daha yeni bitmemiş miydi ?”
derken Kurban Bayramı’na dayanmışız bile ..!
“Zaman”...
Tam da bu sözcüğü yazarken bana ilginç geldi. Zamanın içini dolduran en küçük birim “an” değil mi ? Ee, yaşanan anlar arttıkça ( yani “zam” yapıldıkça ) da sanki “zaman” türetilmiş gibi oluyor veya bana öyle geliyor.
O kadar kıymetli ki bu zaman; para kadar değerli bulunmuş ve kafiye olsun diye
“Vakit, nakittir”
demişler. Hatta; zamanını iyi kullanamayan horozun, kafasını bile kesmişler. Bakmışlar ki; bu zaman özgürce akıp gidiyor ve onunla başedemiyorlar,
“Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy !”
diye kıvırmışlar. Sadece atasözleri ile sınırlı kalmamış bu zaman, bir dizi ünlü de onun hakkında değerli özdeyişler türetmiş. Benim başım kel mi diye, üstelik pek sevdiğim kafiye ile;
“Zaman; anlarla yaşıttır, dikkatli kullan, çünkü freni olmayan tek taşıttır”
dedim. Elbette; ustalarla yarışmak gibi bir derdim yok. Hepsi birbirinden değerli bu özdeyişler arasında özellikle 2 tanesi beni oldukça etkiledi. Biri :
Zamanın; kime dost, kime düşman olacağı bilinmez - Shakespeare
Ki; günümüzde de bunu çok rahatlıkla görebiliyoruz. Pek sevdiğim Türk Sanat Müziği ve Nihavend makamını da işin içine kattıktan sonra diğer özdeyişi belirteyim. Yazımın da başlığında belirttiğim üzere;
Birilerinin bitmek bilmeyen hırsıyla tek amaçları THE END
ise;
Belki kulaklarına kar suyu gibi kaçacaktır bu güzel NİHAVEND
diye düşünüyorum.
Unutturamaz seni hiçbir şey,
Unutulsam da ben...
Her yerde SEN,
Her şeyde SEN,
Bilmem ki nasıl söylesem ?
..........
Neş'em de SEN,
Hüznüm de SEN,
Bilmem ki nasıl söylesem ?
Daha ne söylesin ? Bence gayet güzel söylemiş bestekar Ekrem GÜYER...
Shakespeare’in bilinmez dediği ama bildiğimiz ablalar, abiler...
Hani şu; yürekleri kin, vicdanları hin, fikirleri cin gibiler...
Düşmanlarının; FİZİK gücünü ezmiş,
Yedi düvelin; KİMYA’sını bozmuş,
MATEMATİK hesaplarını alt-üst etmiş,
Ülkesinin; COĞRAFYA’sını belirlemiş,
Kısaca; bir milletin TARİH’ini yazmış,
O; eşi benzeri olmayan müthiş insanı,
Kurduğu ve 89 yıllık zamana eriştiğimiz CUMHURİYET’i,
Milletin yüreğinden söküp alamadıktan sonra,
O’nu ve devrimlerinin izlerini silmeye çalışan FELSEFE’yi,
Söylesenize; kim dinler..?
Zaman; kolay elde edilen ve ucuz olan şeyleri siler – Roy Chansior
Hiç de kolay elde edilemeyen ve ucuz olmayan Cumhuriyet Bayramı’nızı ve onun sayesinde özgürce kutlayabildiğimiz Kurban Bayramı’nızı kutluyorum...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Abant Safranbolu |
|
Bir göl düşlemiştim geçenlerde, öyle ki suskunluğuma ortak olacak, beni gözlerimden dinleyecek, rüzgarıyla bana doğayı fısıldayacak… Bu düşümün gerçek olması için kapattım gözlerimi, bir dua fısıldadım dudaklarımın ucunda ve sonra da açtım gözlerimi. Bir de baktım ki düşüm gerçek olmuş. Abant gölünün kenarında buldum kendimi. Yeni başlayan sonbahar kızıllıklarının rengindeydi etrafım. Gölün üzerinde biriken yaprak öbekleri nilüferlerle birleşmiş, adeta sarı yeşil bir halıya benziyordu. Yürümek istedim üzerlerinde ama sadece hayaldi. Abant… Sonbaharı hissedebileceğin en güzel yerlerden biridir… Sessizce, tüm düşüncelerden uzak bir benliğin içinde kendini dinleyerek yürümek… Yürürken soyutlanmak, her şeyden uzak olduğunu düşünmek… Sadece sen ve doğanın sessizliği… İstediğin kadar yürüyebilirsin koca gölün etrafında. Ellerini açıp rüzgarı doldurmak avuçlarına, kapatmak gözlerini her adımında ve hissetmek doğayı… Kuş cıvıltıları hayatın en güzel şarkısını söylerken, etrafı çevreleyen dağlar yaşamın varlığını hissettirir insana.
Gözlerimi kapatıyorum, yeniden bir sessizlik sarıyor benliğimi. Yutkunuyorum. Bu sefer çam ağaçlarının keskin kokusu doluyor burnuma. Açıyorum gözlerimi. Burası cennet olmalı. Evet! Cennetten bir yer burası! Etrafımı çevreleyen dik dağlara hayranlıkla bakıyorum. Öyle güzel ağaçlarla bezenmiş ki elimi uzatıp kadifemsi görünüşlerine dokunmak istiyorum. Başımı aşağıya indirdiğimde ayaklarımın ucuna kadar uzanan berrak göl, bir gelin sessizliğiyle, el değmemiş tüm güzelliğiyle karşımda duruyor. Etrafını saran Aladağların koruması altında sanki. Bu gölün adı Cennet Gölü. Gerçekten cennet gibi bir yer. Düşlerimdeki gibi oturuyorum banka ve düşüncelerim oluk oluk akıyor berrak suyun içine. Ağaçların renkleri ayna gibi düşmüş gölün üzerine. Kıskanıyorum ağaçları suya dokunabildikleri ve bu cennet köşesinde yaşadıkları için. Beyaz bulutlar gökyüzünde bir ressamın fırçasından çıkmış gibi bir sağa bir sola fırça darbeleriyle kümelenmiş. Sanki bir tablonun içindeyim. Güneşin solgun ışıkları akşamı haber verirken, gölün üstündeki renk cümbüşü de oynaşıyor rüzgarın okşayışlarıyla. Küçük kıpırtılar varken suyun üstünde, göl beni kendisine çağırıyor adeta. Bana sanki: “Gel, serin suyumda huzuru bul” diyor. Elimi uzatıp dokunmak istiyorum ama sonra vazgeçiyorum bu düşünceden. Öyle saf, öyle güzel ki büyünün bozulmasını istemiyorum. Derin bir nefes alıyorum, çam kokusuna karışmış gölün balıklı kokusu doluyor burnuma. Bu cennet diyarını görmeye gelenler çok. Piknik yapanlar, yürüyüş yapanlar var; bazıları da benim gibi göle büyülenmiş bakıyor. Vakit doluyor, gitme zamanı geliyor. “Beni burada bırakın” diyorum. “Ruhumun olmak istediği yerde, cennette kalmak istiyorum” diye sesleniyorum ama kimse beni duymuyor. Çünkü ruhumun haykırışları bunlar.
Otobüse biniyorum, gözlerim yarı kapalı, düşüncelerim sadece Cennet gölünde. Bu geceyi kaplıca suyuyla ünlü Kurşunlu Termal Otel’de geçireceğiz. Hava karardığı için otelin etrafını sabah görme fırsatım olacak. Sabah uyandığımda kumruların seslerine bakıyorum camdan, güneş daha doğmamış, çıplak ovanın ardından kızıllığı görebiliyorum. Gökyüzünde grimsi mavilik, ay incecik bir yıldızla parlıyor. Kuşlar cıvıldaşıyor. Otel, tarlaların ortasında yapayalnız duruyor, etrafında hiçbir şey yok, biraz uzağında küçük bir köy. Kaynak sularının üzerine kurulmuş. Yavaş yavaş aydınlanan toprağı daha iyi görebiliyorum. Üzerinde duman öbekleri var. Topraktan fışkıran doğanın bir harikası, sıcak suyun buharı, etrafa masalımsı bir hava veriyor, sanki bulutlar gökyüzüne küsmüş de yeryüzüne inmiş gibi. Yüzümü yıkamak için pencereden ayrıldığımda güneşin doğuşunu kaçırdığım için kendime kızıyorum. Ama napalım başka sefere? Kahvaltıdan sonra yeniden yola çıkıyoruz. Daha önce hiç bilmediğim yerlere giderek, bilmediğim tarihleri dinleyip farklı yaşamları öğreneceğim. İlk durağımız Yörük köyü. Adeta küçük bir müze gibi duran bu köyün sokaklarında yürüyoruz. Yollar taşlı ve dar. Yaşlı teyzeler evlerinin önünde kurutulmuş meyveler satıyor. En fazla da tahtadan eşyalar. Bizi sessizce oturdukları yerden selamlarken, gözlerinin içindeki yaşanmışlıkları görebiliyorum. Onlar bu köyün son sakinleri belki de. Çoğu evin penceresi karanlık, bazıları terk edilmiş sessizliğine, bazılarının da sahipleri nadiren uğrar olmuş. İşte bu köyün yaşlı gözlerinde gördüğüm de buydu, karanlığın içinde yalnızlığın bakışları.
Üçyüz yıllık Sipahioğlu konağına girdiğimizde konağın sahibi bizi Filiz teyze karşıladı. Tahminim altmış beş yaşlarında olan teyzenin esprili hareketleri hoşuma gitti. Konağı şiirsel bir dille anlatırken gözlerinin içinde eski günlerini tekrar yaşadığını görebiliyordum. Öyle ki bizi güldürürken zaman zaman da duygulandı. Evin ahşap merdivenlerini çıkarken çocukluğuma ait bir koku aldım. Evin yıllanmış kokusuydu bu. Eşyaların, tahtaların ve yaşanmışlıkların kokusuydu. Öyle derin ve içtendi ki kimseye fark ettirmeden derin derin içime çektim. Filiz teyze anlatmaya başladı. Bulunduğumuz oda kadınların toplandığı, sohbet edip kahve içtikleri odaymış. Herkes evine gidince evin bireyleri toplanır yer sofralarında yemeklerini yerlermiş. Odanın her tarafında dolaplar vardı. Bu tahtalarda kurt olunca, çıkan odun tozlarını biriktirip yaralara sürerlermiş, yaralar böylece hızla iyileşirmiş. Vitrin tarzında üst üste küçük bölmeleri olan bir dolap vardı ki o da merdiven görevi görüyormuş. Buradan tırmanan evin hanımı yeşil kabuklarından sıyrılan cevizleri eteğine toplayıp ocak başında çıtır çıtır kırıyor, sonra da kocasıyla kıtır kıtır yiyormuş. Büyük kapaklı dolabı açtığında gizli bir banyo olduğunu gördük. Filiz teyze genç bir çocuğu yakalayarak eskiden nasıl yıkandıklarını uygulamalı olarak gösterdi bize. Kahkahalarla hem dinledik hem de o zamanın şartlarının ne kadar zor olduğuna tanık olduk. Filiz teyze ayağımızın altındaki tahtaların neden gıcırdamadığını söyledi bize: “Aramızda şişmanı var, zayıfı var, tahtalar hiç gıcırdamaz. Çünkiii, keçi kılı, yumurta agı, samanı, çamurunu garıştırmışla tahtaların altına sermişle ki sağlam olsun diye!” Duvarların üst kısmında uzun tahtalar raf gibi çivilenmişti. Bunlara sabun konulurmuş. Filiz teyze bir de çamaşırhaneyi gösterdi bize. Konaktan bir sokak yukarıda bulunan çamaşırhaneye yürüdük. Ortasında değirmen taşı gibi kocaman bir taş vardı. Duvar diplerinde ise kazanların kaynatıldığı ocaklar vardı. Değirmen taşının bir tarafı kısa boylu kadınlar, bir tarafı da uzun boylu kadınlar için tasarlanmıştı. Filiz teyze çamaşırhane için de bilgi verdi: “Kaynana geline al bunları yıka der, sabun vermez bilgi vermez. Gelin nasıl yıkayacak çamaşırları? Suya kül karıştırır, koyar kazana çamaşırları döndürür durur. Sonra değirmen taşına atar, elindeki sopayla döver çamaşırı. Bir de türkü tutturur: Bu kimin doni, gaynanamın doni, of pis kokiyi, attım oni.” Filiz teyze bunu söyledikten sonra elindeki sopayla örnek gösterdiği çamaşırı fırlatıp attı. Bizim gülüşmemizden sonra anlatmaya devam etti fakat bir ara durakladı, gözleri doldu ve sonra kendisini toparlayarak neşeli havasıyla bizi konağa geri götürdü. Sipahioğlu konağının yanında çok güzel bir bahçe vardı. Taze ev baklavası, kahve, safran çayı, gözleme ile misafirler ağırlanıyordu. Gelmişken hepsinden tatmak istedim. Türk kahvesinin yanında sakızlı lokum geldi ve kırmızı şerbet. Baklava enfesti. Safran çayındaki tat pek yabancı değildi bana, içindeki dutları afiyetle yedim. Filiz teyzenin elini öperken ona sağlık diledim, bana ışıltılı gözlerle baktı. Ben onu çok sevdim. Yörük köyün taşlı yollarından yürürken son bir defa boşalan evlerin karanlık camlarına baktım. Kim bilir kimlerin ruhları toplanıyordu geceleri, eski günlerini yaşamak için?
Yörük köyünden ayrılıp yine bambaşka hayatları keşfetmek için yola çıkıyoruz. Yol boyunca tarlalar, ağaçlık alanlar gözlerimi dolduruyor. Bir yokuşun aşağısından indiğimizde beyaz badanalı evler görülmeye başlıyor. Burası Safranbolu… Adını nadir yetişen bir çiçekten almış; Safran çiçeği. Mavi yapraklı ortasında sarı büyük polenleri olan çok güzel bir çiçek. Dağ çiçeklerine benziyor. Faydaları çok büyük, özel olarak yetiştirilip çok pahallıya satılıyormuş. Safranbolu’da satılan her turistik eşyanın bir ucu bu çiçeğe dokunuyor; safranlı lokum, safranlı kolonya, safranlı şeker, safranlı sabun gibi… Hıdırlık tepesine çıktığımızda eski şehir karşımızda sergileniyor. Bembeyaz evler, bütün görkemiyle resim gibi önümüzde. Yeni şehir ise tepenin arkasında yeni ve uzun binalarla, şehirleşmenin boğucu görüntüsünü veriyor. Safranbolu’da tarihi sekiz yüz konak tescilli imiş, UNESCO evleri koruma altına almış, yıkmak yasak, yıkılanların özel izinle restore edilmesi gerekiyormuş. Bir çivi çakmak bile yasakmış. Tarihin korunması budur işte. Keşke başka şehirlerimizdeki tarihi yapılar da korunabilse?
17.yy’la ait Cinci hanı ziyaret ettim. Üstü açık hanın ortasındaki havuzda değirmen çarkı vardı. Çarktan akan suyun sesi hana mistik bir hava katıyordu. Taş yapı tamamıyla insan gücü ile yapılmış en iyi Türk mimari örneklerindenmiş. Hükümet konağını da görme fırsatım oldu. Safranbolu’nun en merkezi noktasında, hatta Safranbolu evlerinin tepesinde sanki bir bekçi gibi sapsarı rengi ve görkemli yapısı ile duruyordu. Beni etkileyen yerlerden biri de 18.yy Türk kültürünü günümüze yansıtan Kaymakamlar konağıydı. Haremlik selamlık kullanılan evin bir odasında kına gecesi canlandırılmıştı. Başka bir odasında ise damat yemeği vardı. Demir kaplarda tahta kaşıklarla nasıl yemek yediklerini görmüş olduk. Vitrinlerde sergilenen elbiseler doksan ve yüz yıllık tarihliydi. Orijinaldiler ama tarih onları yer yer yırtmıştı. Buna rağmen sırmalı desenlerle güzelliklerinden bir şey kaybetmemişlerdi. Tavan süslemeleri çok güzeldi. Konağın büyük bir bahçesi vardı. Şimdi yöresel yemeklerle misafirleri ağırlayan bir mekan olmuş.
Öğlen arası geldiğinde rehberimiz bizi Hanife ablanın yerine yönlendiriyor. Hanım Sultan adı altında güzel yemeklerin pişirildiği bir yer. Etli küçük sarmaları, peruhi adı verilen peynirli mantısını afiyetle yiyoruz. Bu arada elimde kalemim, önümdeki kağıda gördüklerim hakkında bir şeyler karalıyorum. Rehberimiz gelip bana ne yazdığımı soruyor, “Kahve Molasında ne yazdığımı okursunuz” diyorum. Unutur mu bilmem?
Gittiğimiz her yer hakkındaki derinlemesine açıklamaları bir yana, bize anlattığı ekstra bilgileri düşündükçe rehberimizin ayaklı bir ansiklopedi olduğunu düşündüm. Tur boyunca onu hayranlıkla dinledim. Ona hayran olmamak elde değil, genç yaşta sahip olduğu bilgiler çok fazla. Okumuş ve kendisini geliştirmiş. Bunun için onu, Mustafa Yüksel’i tebrik ediyorum. Çok kısa sürede tanımış olmama rağmen onda farklı bir ruh olduğunu hissettim. Nerde doğmuş ve yaşamış olursa olsun gözlerinin içine baktığımda başka bir hayat gördüm. Bence o, önemli rus yazarı Anton Çehov’un adeta bir benzeriydi. Duruşu ve tavırlarındaki asillik, bakışlarındaki derinlik, her kelimesinde bilgi yudumları, saçı sakalıyla tam olarak Çehov’un kendisiydi. Her daim okumaya meraklı, kendisini bilgiye adamış, her gün öğreneceği bir kelimeyle mutlu olabilen bir kişiliğe sahip olduğunu gördüm. Yirmili yaşlarda insanın kendisini bu kadar geliştirmesi hayranlık uyandıracak bir durum. Bende de öyle bir izlenim bıraktı. Hatta onu içten içe kıskandım. Onun yerinde olmak, onun gibi derin bilgilere sahip olmak ve en güzeli de gittiğim her yerde bu bilgilerimi başkalarıyla paylaşarak faydalı olabilmek. Hayranlık yaratan bunlardı işte? Bir gün bambaşka diyarlara yolculuklarımda yine Anton Çehov’la karşılaşmak ve bilgisinden faydalanıp onu yakından tanımak isterim.
Eski şehrin taşlı ve dar sokaklarındaki sıra sıra dükkanlara bakıp dolaşıyoruz. Her dükkanda safran özlü eşyalar ve yiyecekler var. Yemeni çarşısında son kalan yemenici amca, sessizce işini yapıyor. Rehberimiz, “ondan başka yemenici yok, olmayacak” diyor. Hüzünleniyorum. Köprülü Mehmet Paşa Cami avlusunun üzerinde ulu ağaçların dalları şemsiye vazifesiyle serinletiyor ziyaretçileri. Avlunun ortasında 19.yy ait güneş saatini görüyoruz. İşaretlerini anlamaya çalışıyoruz. Gitme vaktimiz gelince otobüse binip tatlı yorgunlukla son defa bakıyorum şehrin beyaz evlerine.
Elveda Safranbolu! Beyaz incili kent…
Sessiz ve suskun… Tarihiyle bütünleşmiş gerçek Türk köyü…
Dilerim ki bembeyazlığınla daima dimdik ayakta kalırsın!
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Vestanca : Turan Bozkurt NİHALE KUPLESİ |
|
dide
ferleri,yakamoz ışıldayınca,o uzak nihan limana,
bana özge can lütufluk,bir sığınaklık yer mahali;
kıştan beri de iç fıtrat sel mağmalarla bu zamana
homurtuk,dip tazyikle meram sırasız deli zivana
-dağ sabıra katlanmazsa,
sabır dağa hiç dayanmaz;en dervişim o mana-
dağım,densiz çatla patlayıp kütleri ilgi patavatına
dank çarpınca,söz burçlandığım,ole!yıldız misali,
-yine yersiz ümitlenince müsait şansıma,muhali-
pırıl maviler, mora an kararıp şimşek,bakış yana
çakmak:ses sus!çıkmak?hiç!Çal başına al!!halli
yok!iç tamirin,geç!bin çatla çin çinileştim,ahali!!
havarından nadidemin,
-avara mu-dem yandım!
o radarlık dikkate rağmen elim,dilim haşlak iz:
nihalesiz sarsak çaydanlıktan temas kondurum
üç yıllık taze cızını üflerle kabuğa tez ondurum
-çın çın gülüşlerle perdelenen gizil,akkor durum-
niyetle-edebi ülkülük-ihlasla ihale yüklendiğim,
coşkuyla:en arkadaş,dost işte bu!yüreklendiğim,
kaderime çarpılınca,hızla o bitişe sürüklendiğim
halimi izaha,
ey,
mest-i nazım dillensem de her kâl,figan
feryat,nihayetsiz telaşlarım gazabından
ben şiirimin,o bir şuursuzun azabından,
dest-i izdivaca son devir kapandığından,
bir iklimi teğet temaslık gelmeyince denk,
-denemelik yeri kalmadığından;’yenim dar’-
ben son, o ilkleşerek mevsimleri hal ahenk:
Sinem,özge renklerle ele yürüyen bahardır!
didemden nihan..
Turan Bozkurt (Vestana) vestana1bozkurt@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı DİL: KULLANMAYI BİL |
|
Dil bir silahtır, yerine göre, kullananın elinde ya kendisini ya da karşısındakini vuran…
Kimi zaman da ilah olur, ah çektirir, egemenliği altına alır, kullanır kişileri.
Kendi ana dilini tam öğrenmeden yabancı dil öğrenmeye kalkanlar, kekliğin yürüyüşünü taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü unutan kargalara benzerler.
Ya dilini, dilini iyi kullanmayı iyi bil ya da bildiğini güzel bir dille anlat.
Ana dilini beğenmeyip konuşmasına, yazmasına ikide birde yabancı söz sokuşturan kişi!
Dilini eşek arısı soksun, hiç dinmesin şişi!
Güldür sevenin sevilenin dilinde; dikenleşir kin, nefret saçanların elinde.
Düşünce ve duygular dille çiçeklenir, güzelliklere güzellikler eklenir.
Sanatçılar olmasaydı dil kovanımız arısız, balsız kalırdı.
Süsten, gösterişten uzak, sade bir dille oku yaz, doğallıktan sakın uzaklaşma; yoksa öküzlere özenen kurbağadan farkın olmaz.
Çıkar dilinin altındaki baklayı, anlat doğruları, gerçekleri; işte budur aydın olmanın gereği.
Çirkini, kötüyü belirt, dile getir, eleştir ama bunlarla yetinme; dilinle, eyleminle kötüyü, çirkini sil.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÇOK OTURAKLI GÖTÜRGEÇ
Geçen hafta, baro seçimleri için bir vapur kalktı Üsküdar’dan. Hiç bir iskeleye uğramadan Haliç Kongre Merkezi’nin yolunu tutan bu vapurla, İstanbul’un bütün güzelliklerini izleme fırsatını bulduk. Seçime gitmekten öte bir şenlik oldu bizim için.
Yol boyunca gördüğümüz iskeleler, eski köprüler, tersanelerle tarih kokuyordu etraf...
Daha önce bakım çalışması olduğundan dolayı yoktu, Eyüp vapurları. Baronun sayesinde görmediğimiz yerleri görmüş olduk böylece…
Saat iki sularında, yazdan kalma bir günün tadını çıkarmak için, Pierre Loti Tepesi’ne çıkmaya karar verdik. Haliç Kültür Merkezi’nin önünden, küçük tekneler geçiyordu, onlara atlayıp Eyüp’ün yolunu tuttuk.
Buraya gelince alışveriş merkezlerine daldık. Her turistlik yerde olduğu gibi burada da satıcılar kaplamıştı her yeri. Kimi mısır, kimi kağıt helva satarak, geçimlerini sağlıyordu.
Merdivenlerden yukarı çıkarak çay bahçesinin olduğu alana ulaştık. Hafta sonu olmasından dolayı, her taraf cıvıl cıvıldı, çocuğunu alan gelmişti. Deniz gören bir yer bulup saatlerce oturduk.
Zamanın güzelliği işte buradaydı…
Yemyeşil ağaçlar içinde, masmavi bir deniz…
Ve bir tepeden bakabilmek İstanbul’a…
18.yy dan buna birçok tarihi eseri barındıran Pierre Loti Tepesi, ismini Fransız Yazar Pierre Loti’den almıştır. Yazar buraya gelir, sık sık ziyaretler yaparmış. Hatta “Aziyade” adlı romanını da burada yazdığı söylenir.
Bu çay bahçelerinin yanında, birçok tarihi eserde vardır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde de geçen; “İdris Köşkü Mesiresi” burasıdır. Bunu yanında Kaşarlı Tekkesi, sıbyan mektebi, sarnıç ve dilek kuyusu da buradadır.
Pierre Loti Tepesi’nde insanların yararlanabileceği, çok sayıda cafe, restoran, 67 odalı bir otelde bulunmaktadır.
Yazar Pierre Loti’yle özdeşleşen bu yer, yerli ve yabancı birçok kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Ve insanlarının belleğine “Pierre Loti Tepesi” olarak yerleşmiştir.
Hayatta bazı şeyler vardır ki, insanın belleğine ilk haliyle yerleşir. Mesela; kağıt mendil denince akla hep Selpak gelir. Aslında bütün kağıt mendillerin ismi, Selpak değildir. Ama isterken hep; “Selpağın var mı?” deriz. “Kağıt mendilin var mı?” değil.
Pierre Loti Tepesi’de insanların belleğine ilk haliyle, böyle yerleşmişti işte. Fransız bir isim de olsa, insanlar bunu olduğu gibi kabullenmişti.
Bunu şunun için açıklıyorum: Geçen aylarda bir tartışma vardı; Pierre Loti Tepesi’nin ismi “İdris-i Bitlisi Tepesi” olsun diye…
Bir çok tartışmadan sonra kabul edilmedi İdris-i Bitlisi ve Pierre Loti Tepesi de bize kaldı.
Bu olay bana şunu anımsattı: “Otobüs” kelimesi yabancı bir kelime, bunun yerine ne koysak acaba diye tartışılırken, birisinin aklına şu gelmiş: “Çok oturaklı götürgeç!”
İnsanlar tabi ki böyle bir şeyi benimsememiş. Zaten benimsemeleri de imkansız!
Pierre Loti Tepesi’nin ismi de değişseydi: “Çok oturaklı götürgeç”e dönecekti kuşkusuz!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hayriye Tanyıldız |
Ne kadar çok işimiz var???
Ne kadar çok işimiz var değil mi?
Hep meşguluz hep meşguluz.... İşten geliriz yorgunuzdur zaten. Küçük çocuğumuzun hayali kahramanını dinlemek yerine " Çok yorgunum şimdi senin saçmalıklarınla uğraşamam" demeyi tercih ederiz çoğu zaman. Zaten iş yerinde ne kadar çok saçmalık dinliyoruzdur değil mi, evde biraz kafa dinleyelim. Okul anılarını anlatmak isteyen diğer çocuklara da zaten hiç konuşma fırsatı vermeyiz. Çünkü yemek hazırlama uğraşımız vardır. Ta işten çıkmadan düşünmeye başlarız onu da. Bizim canımız birşey istemiyordur ama yorgun argın bir de yemek yapmak zorundayızdır ya akşamın en büyük işkencesidir bizim için. Eve gelene kadar söyleniriz kaçamak yollar arayarak. Annede komşuda hazır yemek varsa ne ala yoksa aile özentisinin çok çok uzağında serpiştiriveririz masaya yiyecek bir kaç birşey. Masadakilerin isteklerinin hiçbir önemi yoktur bizim için. Onlar doysun bizden de sorumluluk gitsin bakış açısıyla geçer yemek vakti de. Hoş zaten yemek hazırlamak da aslında bizim görevimiz değildir ama işte toplum bunu bize maletmiştir, yıkılmaz tabudur...
Of of ne kadar çok işimiz var bizim...
Telefonumuz çalmasın diye dua ederiz bir de. E ne de olsa arayan bir arkadaşımızdır ve hal hatır sormanın dışında illa ki bir derdini anlatacaktır. Bize ihtiyacı var mıdır gerçekten yok mudur bunu hiç düşünmeden açmak istemeyiz telefonu. Çünkü bizim onu dinlemeye tahammülümüz yoktur zaten. Yorgunuzdur ya da yapacak çok işimiz vardır. Olur da bir gün bizi arayan kişi ile karşılaşınca yapacağımız konuşma şimdiden hazırdır; " Ay canım kusura bakma sana da dönüş yapamadım. Biliyorsun zaten çok çalışıyorum e eve de gelince çocuklar yemek derken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum."
Kimse için özel birşey yapma düşüncemiz hiç olamaz zaten. Bahanemiz hazırdır bu yoğunlukta ne süprizi canım. Sevdiklerimizle geçirdiğimiz özel zamanlar, dostlarımız daha doğrusu dostluğumuz için gösterdiğimiz çabalar şu yorgunluk ve meşguliyetimiz arasında ne kadar zor eylemlerdir bizim için. Yapmayız, yaparsak da söylene söylene yaparız ve anlata anlata da bitiremeyiz...
Evet gerçekten çok meşguluz. O kadar meşguluz ki vicdanımızın bizden çok çok uzak kaldığını göremiyoruz bile. O kadar meşguluz ki sevgiyi dostluğu fedakarlığı unuttuğumuzun farkında bile değiliz. Ne alakası var? (Evlen de gör, çocukların olsun da gör:))) dediğinizi duyar gibiyim. Ama o kadar çok işim var ki bu söyledikleriniz duyamayacak kadar meşgulum:)))
Hayriye Tanyıldız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
MAHALLE İMAMI İLE BIÇKIN DELİKANLI DİYALOGLARI
- Vay İmam efendi, ne o öyle hızlı hızlı koşturuyorsun, acelen var da bir yerlere mi yetişeceksin?
- Heee, senin gibi münafıklardan bir zındığı Cehenneme postalamaya gidiyorum. Cenaze namazı kıldırıcam....
- Aşk olsun hocam yaaa. Yani senin nazarında biz cehennemliğiz şimdi öyle mi? Kime ne zararımızın dokunduğunu gördün ki.....
- Len zırtapoz. Bizim cemaatin yakınına yöresine heç uğradığın var mı ki de cennetlik olacan, arada sırada zındıkların büfesi önünde biraları götüren sen deel misin? Neyse şu mevtayı yolcu edem bir kere dönüşte ifadeni alacam senin, bulurum ben seni buralarda nası ossa....
Birkaç saat sonra......
- Oooo hocam yaaa. Ne o öyle, pek bir yayıla yayıla geliyosun vallahi. Neredeyse mevtanın ölerek hayırlı bir iş yaptığını söyleyecek gibisin.
- Yok be oğlum ya. Cenaze evinde dağıtılan pide ile ayrandan biraz fazla kaçırdım. Tıkındım yani senin anlayacağın. Bu meret adamı böyle yapıyor işte. Benden sana tavsiye 1,5’tan fazla pide yemicen....
- Bence senin cepte tıkınmıştır, imam efendi. Ne de olsa yanık sesinle iyi dua okursun sen.
- Sana ne len zındık. Sen mevta olunca, arkandan dua mı okutacan ki? Hele sen bana öncelikle bi ifade ver bakiim. Ne haltlar ediyor, mahallemizin bu bıçkın delikanlısı....
- Hangi sıfatla ifademi alıyosun hocam, önce sen onu bir deyiver de, bu konuşmanın ne kadarı resmi, ne kadarı gayriresmi önce onu bir anlayayım yani.....
- Resmi oluuum, bu görüşme! Yani ben “Mahalle İmamı”, sen de mahalle sakinlerinden birisin şu anda!
- İyi de Hocam, bu tür görüşmeler evlerde kapalı kapılar ardında olmayacak mıydı ya? Ne ki bu böööle şinci sokak ortasında. Bırak yakamı da, şu okey dörtlüsüne bir takılayım. Belki havadan bi bira kaparız icabında....
- Çüüüş len! Karşısında Mahalle İmamı duruyor, şunun ettiği kelama bak bi yol! Ah ulen ah, yıllar önce başlıcaktık biz bu dindar gençlik yetiştirme işine ki, tekel büfeleri müfeleri yerle yeksan olacaktı valla....
- Kızma hocam yaaaa. Napalım ki, seninkiler bize iş verdi de çalışmadık mı yani....? Bütün gün aylak aylak ööööle iş aramaktayız. Bulamayınca da can sıkıntısından bira otlakçılığı yapıyoruz şunun şurasında napalım. Ne yani seninki gibi sigara otlanalım da, gövdemize daha mı çok zarar verelim yani.....
- Bi kere sen beni bırak sen! Selavat getirmeden benim adımı ağzına almıcan oğlum. Bugüne bugün Mahalle İmamıyım ben. İçtiğim sigara da benden başka kimseyi alakadar etmez....
- İyi de hocam yaaa. Biraz da bilimsel takılsan da, bir paket sigara mı daha zararlı, bir şişe bira mı şunu da görüversen diyorum. Yani bira haram, ama sigara helal öyle mi?
- Ben tıp otoritesi değil, din otoritesiyim oğlum......Bu konudaki fetvam bellidir yani. Haram haramdır, helal de helal!
- İmam efendi hocam! Çok açıklayıcı oldu billa! Sen şunu açıkca bir deyiverde biz de anlayalım. Sigara helal mi, haram mı? Açık ve net bir yanıt bekliyorum senden.....
- Şimdi burada konu sadece sigara olmayıp, aynı zamanda onun kim tarafından içildiği de önemlidir. Senin gibi bir yeni yetme zıpır sigara içtiğinde bu tabii ki haram, benim gibi yaşı kemale ermiş bir din adamı sigara içtiğinde ise bu tabii ki helaldır yani....
- Vay be!!! Hocam sana helal olsun yani....Bu açıklama ile bence nobele aday oldun sen....Pamuk Orhan halt etmiş senin yanında yani.....
- Dalga geçmeyi bırak len zıpır......Konumuz sigara değildi bi kerem. Konumuz sen ve soğuk ve uzak durduğun canım Cemaatimdi....... Mahallede ki Işık evine takılacan bundan kelli.......Seni orada görmek istiyorum tamam mı? Bu bira otlakçılığını felan bi tamam bırak bi yol....Zaten yakında bi kulp uydurup bu tekel büfesini de kapattırmak gerekiyo......
- Hooop, Hocam yavaş ya......Önce şu cemaate takılma işine gel bi bakalım. Zorunlu mu bu? Hangi yasa maddesi var bu konuda? Sanırsam kimse mecbur tutulamaz bunun için... henüz yani.....
Gariplerin ekmek teknesine de bulaşma, bu Büfe’den kaç kişi ekmek yiyor biliyor musun sen onu? Bira faslına gelince tümden yasaklanana dek inadına içmek istiyorum ben bu mereti. Günde bir şişe bira içene alkolik muamelesi yapmaktan da vazgeç artık....Boşuna uğraşıyon be hocam.....Severim seni ama, sizin takımın forması birkaç gömlek bol gelir bana......Bu transfer işi yaş yani....
- Hımmm, demek son sözün bu, öyle mi? Bu kafayla daha çok sürünürsün sen bu mahallede oğlum.......Benden söylemesi......
- Canın sağolsun be hocam. Gövdemiz sürünse de, en azından ruhumuz diri kalır.....Hadi bana eyvallah......bak okeye dördüncü arıyorlar......
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Kokulu Şehir-İstanbul
Günlerdir İstanbul kokuyor, daha da kokmaya devam edecek.
Sokakları sabunla ya da deterjanla yıkandı da ondan mı kokuyor?
Hayır.
Öyleyse ne mi kokuyor?
B.. kokuyor. Daha kibarca söylersem hayvan dışkısı kokuyor.
Megakent olmasıyla ve çağ atlamasıyla(!) övünülen İstanbul’un her yanına kurbanlık satış yerleri kuruldu. Hem de yerleşim yerlerinin tam ortasına, evlerin hemen yanı başına.
Vatandaş, kapısını penceresini açamıyor, balkona çıkamıyor. Havaların sıcak geçmesi de bu işkenceyi çekilmez hale getiriyor.
Bir de astım hastaları ve diğer solunum yolu rahatsızlıkları olan insanlar açısından ele alırsanız, olayın vahametini daha iyi anlarsınız.
Bu ilkelliği ise dillendiren hemen hemen hiç yok. Sadece geçen gün Kanal-D haber bülteninde ele alındı. Çekmeköy’de vatandaşların bu iğrenç kokudan yakınmaları verildi.
Ben de bu Çekmeköy’deki kurbanlık satış yerine 400-500 metre uzakta oturuyorum. Yüzlerce dönümlük bir araziye binlerce kurbanlık hayvan getirilmiş. Satış yeri apartmanların, sitelerin bitişiği…
**
Saygıdeğer(!) siyasilerimiz!
Güzel İstanbulumuzu bazılarına rant sağlama gayreti ile beton yığını haline getirip çağ atlattınız.
İstanbulumuzun trafiğini içinden çıkılmaz bir hale getirerek çağ atlattınız.
Deprem olduğunda vatandaşın koşacağı binlerce toplanma yerini binalarla doldurarak çağ atlattınız.
İstanbulumuzun yeşilini yok ettiniz, dolayısıyla doğallığını öldürerek çağ atlattınız.
Şimdi de:
Bırakın medeni olanını, Afrika’nın geri kalmış bir ülkesinde bile rastlayamayacağınız kokulu bir şehir, mega bir ahır yaratarak İstanbulumuza çağ atlattınız!
Doğrusu emeği geçenleri kutlarım(!)
Kutlarım da, sahi “bunu nasıl başardınız?” diye sormaktan da kendimi alıkoyamıyorum.
**
Evet, artık ben de İstanbul’a çağ atlattığınıza(!) inanmaya başladım, ama bu atlatış ileriye değil, geriye doğru…
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Konuş Fikret, Konuş! |
|
Her tür melânetin üstünde dört okka;
biri taştan bir yürek sancısı,
biri alında bir utanç karası,
biri yüzde bir nâmus lekesi,
biri ağızda bir dil yarası.
Volkanlar patlıyor karanlıkların içinden,
simsiyah katranlar yayılıyor ovalarımıza.
Câhiller sofrasında âlimler kurşuna diziliyor.
Toplanmışlar, bir meclis ki bu sorma.
Hiçbir pusula tutmaz bu yollarda,
ayaklar altında çiğnenirken nâmus.
Konuş Fikret, konuş;
bir tek sen başarabildin,
onca pisliğin içinde kirlenmeden kalabilmeyi.
Konuş Fikret, konuş;
bir tek sen anladın bu yalanları,
bir tek sen uyanık kaldın bu aptallık hipnozu içinde,
bir tek senin gözlerin gördü bu maskelerin
ardına saklanan nice kahpelikleri.
Sardı yine âfâkını bir dûd-i muannid,
onlar bizden inatçı olamaz Fikret;
akıp gidecekler elbet, karanlıkla bir.
Zulmet-i beyzâ baka kalacak seyr-ü sefâda;
öyle bir karanlık ki gece,
gittikçe kaybolacak bizden, sakın unutma!
Tazyikinin altında silinmiş gibi eşbâh,
hangi cisimler görmüş ki bu göreceği;
bir tozlu kesâfetten bütün bakışlar yorgun.
Konuş Fikret, konuş;
konuş ki aydınlansın gecemiz
ve yiğitliğinde dem tutsun öfkemiz;
karışmayalım biz de bu sis perdesinin içine.
Dikkatle nüfuz eyleyemez dibine, korkar;
lâkin, bu derin ve karanlık örtüden onlarda çok var.
Selâm almaz bir hesaplık kurnası bu,
kimi dize getirmez ki gâvur felek;
kılıcına uzanan bir çift kesik el.
Konuş Fikret, konuş;
konuş ki, sona ersin bu bekleyişimiz.
Kaç mevsim bu, baharları bekler;
bir yolculuk izi ki dudaklarımda.
Tutsaklığın çığlıklarını terk edip,
dalga seslerinde boşluklanır gece.
Ellerini kaldırıp izini seyret;
kara kaplı bir balçık gibi,
içine çeker bu öksürük.
Konuş Fikret, konuş!
Bülbüller suskun şimdi,
bal akmıyor dillerinden.
Acı bir katran karası bu,
diller utanç ırmak yağmur sularından.
Şafağın terbiyesinden geçmişti mehtap;
kirli pazarlıklar tezgâhı,
son umutların tâciri nerede şimdi?
Saklanma öyle, çık ininden, mertçe vuruş!
Konuş Fikret, konuş!
Masmâvi göklerin ayartıcılığına inat,
sımsıkı bağlanıyorum toprağa.
Özgürlük çiçeklerinde tomurcuklanan,
nice umutlar yeşertiyorum gönlümde.
Ezilmez bu gurur öyle kolay;
tahminlerin eli ağır,
öyle bir öfke girdabı ki bu;
gitmek kolay, kalmak en ağır.
Soluk soluğa uyansan belki,
mahkûmiyetin eşiğinde;
sonuç değişmez gayrı, ferman yazılmış.
Konuş Fikret, konuş;
bir tek senin diline yakışıyor bu feveran,
bir tek senin kaleminden yankılanıyor bu yürek yangını,
bir tek senin nefesin can veriyor bu öfkemize,
bir tek senin gözlerin çözüyor bu sis perdesini.
Konuş Fikret, konuş!
Sahn-i mezâlim yine nöbette,
sahne-i garrâya doluşmuşlar yine.
Gözlerim bir mavzer,
yeri göğü dövüyor kanatlarım.
Ve bir rüzgâr esiyor,
şehrin gecekondularından;
burnumuzda bok kokusu.
Yollarda ayaküstü bir şehvet,
merdiven altlarında yine tinerci çocuklar.
Sokak lâmbaları ağır,
gecelerin ışıklarına yapışmış.
Bağrı yanık sevdâlılar,
acılarını dindirmek istemiş.
Konuş Fikret, konuş!
Birkaç zorbanın küfürbaz entrikaları arasında,
buna rağmen ve bu olduğu içindir öfkemiz.
Ey Hayat!
Ağır ağır çökerek bu geceler,
küllere karışacak bir çift soru ardınca
ve yarım şafak neşesi içinde sînesinde feleğin,
kokusunu taşıyacak usul usul toprak;
korkundan ağlayacaksın!
Taştan yontulmuş bir heykel kadar soğuk,
denizler kabaracak gölgelerinden, seni dize getirecek.
Gece henüz sessiz, gece henüz dalgasında;
gece henüz Allah’ına kadar sarhoş.
Konuş Fikret, konuş;
nasır tutmuş yüreklerin,
nasır tutmuş bileklerin,
nasır tutmuş dillerin döndürdüğü bu câhiller sofrasını,
bir tek senin kalemin başarabildi devirip geçmeyi.
Konuş Fikret, konuş!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Yol Çatında
-Karanlık mağaralarda
-Defineler de vardır tehlikeler de
-Elime bir parça ışık düşürdün
-Ben senin darlıklarında öleli çok zaman oldu
-Kalbinin dehlizlerini başıma göçürdün
her kent biraz ölür her ayrılıkta
yeniden hep yeniden başkalaşarak doğar
tuzsuz bir sabah-kekre bir akşam
cesetsin serinliğine alıştığın sokaklara
dökülür bulutlardan ezberlediğin erguvanlar
ayaklarından uzaklaşan dalgın sulara
diken büyütür kalbine anılar sokak sokak
içinde param parça yırtılmış fotoğraflar
suratın kıpırdanmaz baktığın kuyularda
rüzgarda asılı sesin boşluğu yalar şak şak
her ana yabancısın bir sonrasında
beynindeki izler silikleştikçe kanar
gitgide uzar ara
donuklaşır buğulanır aynalar
sırlar dökülür zamana
gölgem kara karlı dağlara karışıp gitmiş
her gün başka bir kılıkta çığ gibi akmış şafak
gün günden eksilmiş
yar yara kesilmiş
zamansız inmiş güz
ve bunu en iyi dalgın bakışlarından bilir
geceye bakakalmış yağmurlu camlar
camlar sessiz ağlayarak
gayri sözler hükümsüz
hayat bu
dünyanı sığdırdığın sevdalı gözler
kalkar ömrünün tedavülünden
yüzüm sen de zamanda yaprak kurursun
yaralar da kapanır
suskunluklar suskunluklar eğirilir
boşlukta sallanan mecalsiz parmakların
keder kapanır
yabancı ellerin sıcaklığına bulanır
çoğalır zaman gibi saçında aklar
unutulursun
sözüm yok ayrılıklara gözüm
sözüm yok giden yara
bir parça böler yüreğinden
ayrılıp gittiğin yar
belki yaralı ve gözyaşlarıyla doğar
sonrası yaşanacak sevdalar
bedeli vardır ayrılıkların
bunu ödersin özüm
sözüm yok giden yara
yalnızlığa ve kedere şikayetsizim
ama beni
her defasında
kalbimin süveydasına bir kurşun sıkıp
yol çatlarında vurdular
Adnan Durmaz
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|