|
|
|
Editör'den : 28 Şubat Müsameresinde Tek Omurgalı!.. |
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nı kutlamak için Tayyip Bey'imizi dinleyip sokağa çıkan ahalinin başına gelenleri, kepazeliğin hangi sınıfına sokacağımızı bilemez durumdayım. Günlerdir yazılıyor, çiziliyor, üzerine ekleyecek fazla birşey kalmadı doğal olarak. Cumhuriyete bağlılıktan, Atatürk'e minnetten başka argümanı olmayan bir kutlamaya "yasa dışılık" entarisini biçen terzi ile benim derdim. Anlamaya çalışmaktan vazgeçtiğim ama beynimin kıvrımlarında bir yere oturtamadığım tek şey, bu doymazlığın, bu pervasızlığın kaynağı. Bunlar hangi suyu içiyor, hangi yemle besleniyor bilmiyorum ama git gide palazlanıp büyüdüklerini görüyorum. Atatürk düşmanlığını bir yere kadar anlamak mümkün. Hak vermeden de, bu sevgisizliğe, bu vefasızlığa saygılı olmayı bile başarabilirim. Peki ya bayrak? Bayrağı neyin sembolü olarak algılıyor bu beyin fukaraları? Bayrağa ettikleri zulmü anlayabilen var mı? Koca ilçe binasına 50x70 cm'lik bayrak asan partinin taraftarları, bu bayrak için can verenleri yok mu sayıyor? Yıllardır o bayrak altında yaşadığını unutuyor mu? Hayretler içindeyim. Bozdağ'ın balta girmemiş ormanlarından geldiği rahatlıkla söylenebilecek parti sözcüsü, yediden yetmişe Atatürk'e şükran sunmaktan başka arzusu olmayan ama aynı zamanda kendilerinden de olmayan diğer(!?) halka "Ergenekoncu, darbeci" yaftasını yapıştırıveriyor. Bir diğer Metiner, bunlar "Esed destekleri gruplar" diyebiliyor. Sağduyu galebe çalıp, barikatlar kaldırılıp, Cumhuriyet sevdalıları Ata'larına tek bir olay olmaksızın gidince, yalaka basın hükümetin başına soruyor; "Barikatları siz mi kaldırttınız?" Evet dese dünyalar onların olacak, padişah göğe erecek. Ama umduklarını değil bulduklarını yiyorlar. Tayyip Bey'in "Hayır ben kaldırtmadım." lafı kendilerine kapak oluyor. Kim ne derse desin, adam dürüst. İçi dışı bir. Ama, sanki üzgün, "Keşke bir arbede çıkıp, üç beş, artık Allah ne verdiyse, kişi ölseydi, ben de çıkıp 'Ben dememiş miydim?' diyebilseydim." diyemediği için rahatsız gibi.
"Bölünme, ayrışma, aman ayrışma, sakın bölünme, yanyana yaşa, amiplik etme" gibi mesnetsiz dileklere artık bir son verme zamanı. Daha nasıl bölüneceksin arkadaş? Karpuz gibi yarıya kesilmiş durumdayız, artık bunu görmeli. İktidardan nemalanan rantiyelerle, olup bitenden çok kendine ikram edilenle yetinen, Dünyadan bihaber, mütedeyyin ama Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı bir kesimle, geriye kalmış diğerleri artık karpuzla kavun olmuş, bir araya gelmeleri imkansız. Bunları birleştirecek zamk ta henüz icat edilmedi. İnanmayan hemen haber sitelerindeki yorumlara bir baksınlar. Bölünmenin daniskasını orada göreceklerine garanti veririm.
Umut var mı? Var elbette. Olmasa tutunacak dal kalmaz. Sokağa dökülen, cadde olup yürüyen, ateş olup alayına katılan, katılmayıp gördüklerinden yüreği pır pır eden herkes, bu memleketin umudu. Bu heyecan sandığa devşirilince bir anlam kazanacak. Yoksa atı alan Üsküdar'ı çoktan geçti, fırsatını bulduğu anda Beykoz'dan karşıya geçip Maslak 1453'te avlanmaya gidecek.
"Bu değil, bu da değil, bu hiç değil, aha da bu!" sloganıyla ekranlarda boy gösteren sonradan görme müteahhitin en yeni icadı bu Maslak 1453. Sanmayın tek başına seçiyor projeleri. Bir yanında partinin en başı, diğer yanında parti başının müflis terzisi, proje rulolarının arasında ilçe başkanı, masanın altında büyükşehirin muhallebicisi yoksa gelin suratıma tükürün. Yalnız biz reklamda göremiyoruz onları tabi ki, hepsi "Gizli Tanık" zira. Kimisi güzelim Belgrad ormanlarının en orta yerinin "Orman vasfını" yitirdiğine şahitlik ediyor, kimisi havadan yer beğeniyor, bir diğeri ayak bağı olacak ilçenin sınırlarını değiştiriyor. Onların gizli tanıklıklarıyla da biz İstanbullular, ömür boyu hapse mahkum oluyoruz. Birileri toptan malı götürürken biz Meclis'te oynanan 28 Şubat müsameresini seyretmeye zorlanıyoruz.
Meclis 28 Şubat Araştırma Komisyonu çalışmalarına son sürat devam ediyor. Nerede, ahı gitmiş vahı kalmış siyasetçi eskisi varsa, mağdur sıfatıyla konuşturulup okeye dördüncü yapılıyor. Dün al yanaklı Güzel gitmiş komisyona, asker 28 Şubat'ta başbakan olacaksın demiş te, o da masaya vurup çıkmışmış. Oğlum Celal, senin anan güzel mi? Var mıydı o vakit sen de o yürek? Yeni yetmelere yutturabilirsin de, biz yemeyiz al yanaklım, ben gibi tombul göbeklim, vekil eskim, reklam arayanım.
Kim ne derse desin, ister sevin ister sevmeyin ama bu müsamereye hakkettiği cevabı veren tek adam vardı, o da Deniz Baykal. Onca omurgasızın arasında, en dik haliyle "Siz kim oluyorsunuz?" dedi ve gitti. Giderken bıraktığı yedi sayfalık yazıyı bir yerden bulup okuyun. Anayasa değiştirmeye niyetli kuzu'lara hukuk dersi nasıl verilir görün. Helal olsun sana Deniz Baykal. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KAÇ KAÇAK KAÇSAK 5 (Son) |
|
Ütü, yemek, bulaşık, temizlik ile gelip geçti şu ömrüm. Ailem için canım feda olsun. Ütü neymiş. Şikayet etsem haksızlık olacak. Sabahın köründe kalkıp ayazda, yağmurda veya kızgın güneş altında otobüs beklemedim. İtiş kakış otobüslere binip havasız, ışıksız atölyelerde onlarca yıl toz içinde çalışmadım. Bu yüzden şikâyet etmeye hiç hakkım yok. Birazcık insan yerine konmak istiyorum Sadece. Yüzüme söylemeseler bile anlıyor insan. Beni cahil görüyorlar. Bu evde fazlalıkmışım gibi davranıyorlar. Çocuklarım beni beğenmiyor. Yanlarına yakıştıramıyorlar. Onları ben büyüttüm. Kaplumbağa yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş. “Anneciğim yemek çok güzel olmuş. Ellerine sağlık. Gömleklerimi jilet gibi ütülemişsin. Bir tanesin, canımsın sen, deyiverseler ne güzel olur. Birkaç güzel cümle söylemek çok mu zor? Anneler gününde çiçek alsınlar bana. Taze, beyaz karanfiller istiyorum. Doğum günümde ve evlilik yıldönümlerimde de… Fazlalık oldum kendi evimde. Bazen şeytan çek git diyor. Bulamayacakları kadar uzağa git. Başka türlü kıymetimi anlamaz bunlar İşin en acı yanı gidecek yerim yok benim. Annem, babam hatta kardeşlerimden ikisi bile öldüler. Dünya üzerinde kala kala bir tek ablam kaldı. Bir de evdeki hayırsızlar.
Bidonun kapağını kaldırmak için uzandığında içinden bir kedi fırladı. Yana çekilmese boynuna atlayacaktı. Kedi caddeyi geçip duvarın direğin yanında beklemeye başladı. Yaşlı adam gittikten sonra yarım kalan ziyafetine geri dönecekti. Yaşlı adam çöp bidonunun demir kapağını iyice kaldırıp her tarafını gözden geçirdi. İşine yarayacak bir şey yoktu. Kedinin beklediğini gördüğü için kapağı kapatmadan yürüyüp gitti. Biraz yürüdükten sonra akasya ağaçlarının gölgesine oturdu. Elinde yağ gibi bir kayganlık hissetti. Bakınca gömleğinin koltuk altında beline kadar boya olduğunu gördü. Mavi boya çok bidonundan üzerine bulaşmış, kollarını sallayınca her yere yayılmıştı. “Eyvah,” dedi, “eyvah yandık. Ayşe ellerimi kırar benim. Azarın bini bir para... En iyisi yalan söylemek. Duvardan, marketin kapısından oldu derim.
Köyde her şey güzeldi. Emekli olduktan sonra bir el arabası almıştı. Zaten baltası, kazması ve küreği vardı. Gücü yetinceye kadar ovaya gidip kuru ağaçların köklerini çıkarmıştı. Yıllar önce hastalık gelip karaağaçların hepsini kurutmuştu. Tarla sahipleri de bu işten memnundu. Traktörün pullukları bazen bu eski köklere takılıp zarar görüyorlardı. Günlerce bir ağacın köklerini önce iyice açıp sonra balta ile parçalayıp çıkarmaya çalışıyordu. Gelip geçenler “Yazık, günah sana beya, kendine bu kadar eziyet etme. Bir ton odun kaç para” diyorlardı. Asıl mesele para değildi. Zaten evi birkaç kış yetecek kadar odunla dolmuştu. O hem canını eğliyor hem de gücünün kuvvetinin yerinde olduğunu görüp mutlu oluyordu. Sonra çok kötü hastalandı. Aylarca yatağından çıkamadı. Ağaçların köklerini sökme işini bırakmak zorunda kaldı. Sağlığına kavuşunca uzun yürüyüşlere çıkmaya başladı. Yürüyüşler işe bari bir işe yarasın diye boş bira şişelerini ve teneke kutuları toplamaya başladı. Ayşe çok kızdı, Ali de… “Sen neden böyle yapıyorsun be baba. Bunadın sen artık, vallahi bunadın,” dediler. Israrla davranışını sürdürdüğünü görünce söylenmekten usanıp vazgeçtiler.
Kasabadan şehre gidince yaşlı adam (Avrupalı Şaban) iyice bunaldı. Burada sokaklar uzun yürüyüşler için uygun değildi. Her taraf vızır vızır işleyen arabalarla doluydu. Ama bağlasalar yürümeden yapamazdı. Ara sokaklardan yürüdü. Hatta birkaç kez kayboldu. Sonra şehir insanlarının her şeyi çöpe attıkların fark etti. Temiz giysiler, yiyecekler, mobilyalar, hiç okunmamış kitaplar hatta gıcır gıcır ayakkabılarını bile çöpe atıyorlardı. Ayşe kızmasa alıp giyecekti. Çöpten bir yastık alıp eve geldiği için çok feci bir kavga çıkmıştı. Çöp getirirsen bu eve gelme diyorlardı. Çöpte para ekmeğini çıkaran çok insan vardı. Sabahın köründe arabalarıyla gezen kağıtçılar, plastik toplayanlar değerli şeyleri kapıp götürüyorlardı. Çöpten bebek cesedi, ölmüş hayvanlar çıkabilirdi. Ama altınların ve deste deste paraların da yanlışlıkla çöpe atıldığını duymuştu. O sadece merak ettiği için bidonların kapaklarını kaldırıyordu. Yemin billah bir şey almıyordu.
Ayşe memleketten buraya kucaklarında gelmişti. Bir buçuk yaşında falan olmalıydı. Tren istasyonu karınca gibi insan doluydu. Askerlik dışında hiç bu kadar kalabalık insanla karşılaşmamıştı. Kalabalığı görünce korktu. Hemen arkasındaki eşine ve çocuklarına baktı. Oh üçü de annesinin eteklerine yapışmış bırakmıyorlardı. Bir kaybolup gitseler, ölsen bulamazdın. Şimdi o küçük kız hasta annesine ve kendisine bakıyordu. Yemeklerini veriyor, çamaşırlarını yıkıyor, hastalandıklarında doktor doktor gezdiriyordu. Kızsa, söylense bile ona darılmıyordu. Böylesi onun için de zordu. Fazladan yaşadığım hissinin ne kadar zor olduğunu benim yaşıma gelmeyenler anlayamazlar. “Seksen yaşına geldi ama bir türlü geberemedi gitti,”demişti birinde. O söz içine çivi gibi çakılıp kaldı. İnsan he deyince ölemiyordu. Yaşlıydı, yaşıyor olması kızına eziyet oluyordu. O sözleri duyduğu gün gidip kendini trenin altına atmak istedi. Trenler onların sokağından çok uzaktaydı. Yürüyemezdi, gücü yetse bile nasıl gidileceğini bilmiyordu. Oturup ağlamaktan başka bir şey elinden gelmedi. İşte o gün bu gündür zaman zaman bu kentten çok uzaklara kaçmayı, kocaman yemyeşil bir ağacın altına uzanıp ölmeyi istiyordu. Herkesten uzakta, yalnız başına ölmek düşüncesi bazen hiç hoşuna gitmiyordu. Son nefeste bir tas su veren, elini tutan, gözlerine bakan birileri olsa ne güzel olurdu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Haydi yine iyisiniz, 5 yaş daha gençsiniz ..! |
|
Duyunca ben de inanmadım elbette ! Daha çarpıcı olsun diye başka türlü söyleyeyim. Hatta; seneler evvel “Milli Piyango İdaresi sunar, bir hikayemiz var...” sloganlı radyo skeçlerinde olduğu gibi ama biraz tersten söyleyeyim :
“Bir kıyağımız var : 5 yaş daha gençsiniz...”
Sakın ola; 2012 yılında yaşadığınızı falan düşünmeyin, 5 yıl öncesine dönmeye çalışın ve asla üşenmeyin. Ciddi söylüyorum.. Hepimizin başından türlü türlü hadiseler geçmiştir. Örneğin; bir mahkeme kararı, bir veraset ilamı olabilir, vs.vs. Özellikle de bu konularla ilgili siz bir haksızlık ve/veya büyük üzüntü yaşamış olabilirsiniz. Ama biliniz ki affedilmez bir şekilde peşinizdelerdir. KDV, ÖTV, ÖİV, MTV, Emlak, Gelir gibi vergileri bilmeyen kimse kalmamıştır. Dünyayı bilemem ama ülkemizde tam 300 civarında Vergi Türü varmış. Sayamadım.. Her neyse; dün bir tebligat aldım. Tebligatın içinden çıkan belge buz gibi soğuk bir başlık taşıyordu :
“Ödeme Emri”
Açıklayıcı bilgi ? “xxxx no’lu madde..” Bilen yok..! Şu olabilir, bu olabilir, vs.vs.. Nasılsa sorup öğreneceğiz diye haydi bunlardan vazgeçtim ama ilginç olan “Düzenleme Tarihi” idi. Pekala, ne zaman düzenlemiş bu belge ? El cevap, tam 7 ay önce.. Neredeymiş bu kadar süre ? Bir adet daha soru işareti... Belgeyi kim getirdi ? PTT. Yani;
“Posta Telaş Taşımaz” ..!
Aheste beste.. Elimizdeki 7 ay öncesine ait liste.. Taşıyamayız ki elimizde deste deste..! Elbette; zarf içindeki mazruf daha önemli diye ben açıp içine bakarken çoktaaan gitmişti. Eski okul şarkılarında olduğu gibi “selam” vermiş miydi hatırlamıyorum ama kimsenin “merak” ettiğini de pek sanmıyorum.
Madem kimsenin taktığı yok sepeti PTT’nin koluna,
“Hayırdır inşallah !”
diye düştüm Vergi Dairesi’nin yoluna.
“Affedersiniz, bir tebligat aldım, anlamını bilmediğim için hayli bunaldım”
dedim Vergi Dairesi Memuru’na. Baktı bilgisayarına ve dedi ki;
“Falan filan...”.
“Hımmm...!”
dedim haliyle ve ekledim;
“Nedir bu 7 ay önceye ait düzenleme tarihi ..?”.
Dedi ki;
“Evde yoksunuzdur, geri gelmiştir, tekrar gönderilmiştir, filan falan...”.
Diyemedim ki;
“Bak işte bu kısmı külliyen yalan ..!”.
Evde bulunamadığıma dair bir belge vardı da ben yemiş miydim ? Bu arada size tam 24 senedir aynı adreste oturuyorum demiş miydim ?
Asıl önemlisi; sözkonusu verginin 2007 yılına ait olması..! Benzer konudaki her vatandaşın yaşayabileceği gibi bende de bir burukluk bir bet beniz solması, varsa saç baş yolması... Velhasılı; tam 5 yıl sonra hazırlanmış bu zeytinyağlı vergi dolması. Zeytinyağlı olan faizi de; özgül ağırlığından olsa gerek üstüne çıkmış anaparanın. Yani matematiksel olarak;
Vergi Borcu = x,
Borcun Faizi = x+y.
Sen vatandaş olarak; ister yeme, ister ye..!
Sonuçta gelen belgenin adı : “Ödeme Emri”. Emir bu sıkıysa; “Ö-de-me”. Veya; önce vatandaş kurt gibi ol “Öde ..!”, sonra vatandaş kuzu gibi “meee ..!”. Benim gibiler sayesinde TEFE-TÜFE oranı KÜFE gibi olup yere düşecekse ne ala, yok eğer CARİ KAÇIK tepetaklak olacaksa faizine de pekala, ENFLASYON düşük gösterilebilecek ise hiç gerek yok yeni ve ne idüğü belirsiz dandik bir mala, eğer ki Borç Batağı kapanacak ise vallahi de billahi de hiç gerek yok ne elaleme el açmaya ne de fala, hatta; GSMH ( Gayr-i Sahici Milli Hasıla ) artacak ise “oh ne ala ne ala”. Eğer ki; İŞSİZLİK düşecek, YOKSULLUK azalacak, EMEKLİ-İŞÇİ-MEMUR rahat nefes alacak ise Fransız usulü “Ooo Lala !”.
Kabul edemediklerimi ise; yazmama bile gerek yok. Çok hazin ve ızdırap dolu...
Sonuçta anladım ki; devletimiz bizleri 5 yıl geriden takip ederek 5 yaş gençleştiriyor. O yüzden bu başlığı koydum yazıma. Arkadaşım; durumumun yine de iyi birşey olduğunu, kendisini 8 yaş gençleştirdiklerini anlattı. Zaman aşımı süresi olan 5 yıl dolmaya az biraz kalınca sizi önce Takdir Komisyonu’na havale ediyorlarmış. Komisyonun 2-3 yıllık gibi meşakkatli çalışması sonunda da size bir yazı gönderiliyormuş :
“Takdir edildiniz...”
Ve arkasından;
“Komisyonumuzun bu takdiri sonucu; ...... TL ödemeniz gerekiyor”
“Şaka gibi yahu ..!”
dedim.
“5 yıl gençleştirilmek bana yeter de artar efendim ..!”
diye de ekledim...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Dilimde Rumeli Türküsü; Anneanneme Mektup 6 |
|
Sevgili anneanneciğim,
Güneş tepelere yaklaşıp dağların sırtlarını kızıllığıyla boyarken anlardık ki köye akşam vakti gelirdi. Çatılarda uçuşan serçelerin cıvıltıları daha da gürleşirdi, akşamın müjdeleyicisiydi onlar. Her şey akşamın sakinliğine, gecenin dinginliğine hazırlanırdı. Bahçeler sulanırdı akşam vakti. Evlerin avlusunda bulunan çeşmelerden dedeler, babalar, neneler hortumlarla ya da bakır kovalarla sulardı bahçelerini. Etrafa yayılan toprak kokusunu severdim anneanne. Hele de bahçede sulanan domateslerin taze kokusunu doyasıya burnuma çekerdim. Bahçe kokularına çorba kokusu, turşu kokusu, baharat kokusu, bazen de odun fırınında pişen ekmeklerin kokusu karışırdı. Akşamın kokusuydu bu koku anneanne.
Güneş dağların arasından göz kırpmaya başladığında sabahtan akşama kadar tarlada çalışan köylüler görülmeye başlardı taşlı yollarda. Omuzlarına dayadıkları kazma küreklerini topraklı elleri ile tutup yorgun bedenleriyle ağır ağır yürüyerek evlerine giderlerdi. Yaşlı kadınlar, evlerinin badanalı duvarlarının dibinde oturup yoldan geçenleri seyrederdi. Kiminin elinde örgüsü, kiminin elinde tiftiği, kiminin elinde de pembe yanaklı torunları vardı. Uzaklardan gelen meleme sesleri aniden taşlı yolları dolduruverirdi. Bütün gün otlayan kuzular sanki konuşurlardı birbirleriyle. Belki de sahiplerinden bahsederlerdi, bazıları memnundu, bazıları değil… Arkalarından ise inekler, dev cüsseleri ile birbirlerini takip ederek ait oldukları evlerin kapılarına yürürlerdi. Onları gördüğümde korkardım, bana göre dinozorların son fertleriydi onlar. Evcilleşmiş dinozor familyasından hayvanlardı. Köy derelerine çöken akşamın karaltıları, kaz sürülerinin ve ördeklerin de evlerinin yolunu tutmasına neden olurdu. Paytak paytak yürürlerdi evlerinin bahçelerine. Köyde herkes evine toplanırdı anneanne. Bir tek biz çocuklar eve gitmek istemez, oyunlarımızı oynamaya devam ederdik. Çünkü serinleyen akşamlardan bilirdik köy maceralarımızın son günlerinde olduğunu. Şehre dönüp okula gitme vaktimiz gelirdi. Son oyunlarımız daha da değerli olduğundan bitmek bilmezdi. Akşam karanlığında aydınlanan sokak lambasının titrek ışığı altında oyunlarımıza devam ederdik. Bazen çığlık çığlığa koşturmaca içerisinde bazen de bir taşa oturup korku hikayeleri dinleyerek geçirdiğimiz bu baldan tatlı zamanları unutamıyorum anneanne. Sen bize seslenirdin yemek yediğimiz odanın penceresinden ama seni duymazdık ya da duymazdan gelirdik. Karınlarımız aç olsa bile açlığımızın farkında değildik; çünkü mutluyduk anneanne, çocuk olduğumuz için mutluyduk. Bazen yatardık çimenliklere ve yıldızlara bakardık. Öyle korkusuzdu ki bedenlerimiz, soğuk toprak, börtü böcek bize vız gelirdi. Köyün yıldızları çok güzel olurdu anneanne. Gökyüzü sanki yıldızlarla dokunmuş bir halıydı. Yıldızlara bakarken birbirimize hayallerimizi fısıldardık.
Eve geç kalıp, senin çağırmalarına cevap vermediğimizde gelirdin yanımıza, tek tek elimizden tutup bahçedeki çeşmede bizi yıkardın. Buz gibi soğuk suyuyla yıkanan yüzümüz ve ayaklarımızdaki acıya sesimizi çıkartmazdık, çünkü geç kaldığımızdan suçlu olduğumuzu bilirdik. Yer sinisine oturduğumuzda sıcacık çorbamızı hem kaşıklar hem de oyunlarımızdan bahsederdik. Gülüşmelerimiz, evin neşesi olurdu sana anneanne, şimdi anlıyorum senin bizimle ne kadar mutlu olduğunu? Yemekten sonra kuzine üzerinde gün boyunca kaynayan kocaman tencerenin içinden bize süt mısırlarını dağıtırdın. Akşamın en keyifli anlarından biriydi o zaman. Ben mısırımın tanelerinden merdiven yaparak tane tane yemeyi severdim. Kuzenlerim ise ısırarak çabucak bitirirlerdi. Yatma vakti gelince, evin dışında ve bahçenin en uzak köşesinde bulunan tuvaletin yolunu tutardık. Sen bize arkadaş olurdun anneanne. Bahçe lambası olan kapı ışığı ve gökyüzündeki ay aydınlatırdı patika yolumuzu. Öyle sessizdi ki geceleri, hayatımın sonrasında bir daha asla hissetmeyeceğim sessizlik vardı. Ne bir araba, ne bir insan gürültüsü, ne de kalabalık şehirlerin uğultusundan bir parça? Hissettiğim gerçek sessizlikti anneanne. Bazen baykuş seslerini duyardık, bir de cırcır böceklerinin seslerini. Üşüyerek ellerimizi yine çeşmenin soğuk suyunda yıkadığımızda, üflerdik avuçlarımıza sıcak nefesimizi. Isındık sanırdık ama asıl ısındığımız yer senin naftalin kokulu yorganlarının altıydı anneanne. Odanın ışığını kapatıp, hepimizi öper, nazar duaları okurdun bize. Sonra da başlardın dikkatle dinleyeceğimiz masalı anlatmaya: “Bir varmış bir yokmuş, bir kralın üç kızı varmış. Bu kızların canı çok sıkılıyormuş. Bir gün en küçük kız şatoda gizli bir kapı bulmuş. Kapı çok güzel bir bahçeye açılıyormuş. Üç kız da kapıdan geçip bahçeye girmişler. Çok güzel çiçekler varmış. Bahçenin sonunda ise müzik varmış. Bir de bakmışlar ki kalabalık şık giyimli insanlar çılgınlar gibi dans ediyormuş. Maskeli balo gibi bir şeymiş. Kızlar gizli kapıdan hemen dönmek zorunda kalmışlar. Fakat saat gece yarısına geldiğinde, giyinmişler süslenmişler ve gizli kapıdan geçerek baloya katılmışlar. Sabaha kadar dans etmişler ve sonra yataklarına dönmüşler. Sonraki günler de aynı şekilde dans etmeye devam etmişler. Fakat ayakkabıları çok çabuk eskimeye başlamış. Babaları olan kraldan hep yeni ayakkabı istiyorlarmış. Kral sabahtan akşama kadar uyuyan kızlarının ayakkabılarının nasıl eskidiğini merak etmiş. Ve bir gün…”
Anneanneciğim, köyün akşamları ne güzel olurdu, masallı gecelerle birleştiğinde? Biz torunların kızçeler, masallardaki gibi uzun boylu, yakışıklı, iyi kalpli ve bilgili prensin bir gün bizi bulmasını ümit ederek uyurduk. Bilmezdik ki hayatımızın bambaşka yerlerde, bambaşka olacağını? Bizi bulan prenslerin hayallerimizden, masallardan çok farklı olacağını? Yaşadığımız şehirlerin akşamlarında ve gecelerinde köyün sessizliğinden çok uzak olacağımızı? Hele de yıldızları görememek beni kahrediyor anneanne, yaşadığım şehrin yıldızları kaybolmuş. Bana tek umut veren bazen görebildiğim kutup yıldızı ve dolunay. Dolunay hep aynı anneanne, köyümüzü aydınlattığı gibi parlak… Penceremden onu seyredebiliyorum geceleri. Seyrederken yazıyorum anneanne, sana mektuplar ve hayatıma dair cümleleri. Ben bir tek o zamanlar bulabiliyorum köyün sessizliğini.
Canım anneannem, işte böyle sessizliğin içinde, sabun kokulu yanağından öptüğüm bir akşamdı bu akşam…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Buket Çetin CUMHURİYET FAZİLETTİR! |
|
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmadan çok daha önceden İstanbul’un işgali ve yönetimin sessiz boyun eğişleri ile yurdun parça parça edilmesine tanık olan Atatürk, daha Samsun’a ayak basmadan önce söylemişti, yönetim halkın hür iradesine dayalı olmalı diye. Çünkü ona göre saltanat ve beraberinde gelen itaat kültürü halkın gücünü yok ediyordu. Onun için Cumhuriyet ve Saltanat arasındaki farkı “Cumhuriyet fazilettir” sözleri ile tanımlıyor ve şöyle devam ediyordu: “Cumhuriyet fazilettir, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık ise korkuya tehdide dayandığı için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir.”
Atatürk’ün sözleri ve Cumhuriyet’e verdiği anlam bu kadar açık ve netken nasıl oluyor da bazı çevrelerce, Cumhuriyet bir kısım insanın faziletli olduğu yöneticiler sınıfını ifade eder, diye garip bir şekilde tanımlanabiliyor?
Cumhuriyet’i fazilet olarak niteleyen Atatürk için gelecek kuşaklar önemliydi. Yüzyıllar boyunca itaat ve otorite kültürü altında bireysel kimliği ezilmiş ve yok edilmiş olan halkın kimliğini yeniden diriltmek, öz kültüründe çok daha ötelerden getirdiği özellikleri ile Anadolu halkını yeniden buluşturmaktı.
Gelişmiş ülkeler Rönesans, Reform gibi geçirdikleri düşünsel evrim basamakları ile baskı ve otoritenin hüküm sürdüğü yılları çok gerilerde bırakırken gelişmiş ülkelerin kuklası durumuna gelmiş Osmanlı Saltanatı, uyguladığı baskı ve otorite yönetimi ve onun beraberinde getirdiği uygulamalar ile dünyadaki gelişmeleri hiçbir şekilde takip edemiyordu. Özellikle bilim ve sanat alanındaki gelişmeler Osmanlı yönetiminde söz sahibi kimselerce yasak ve günah olarak niteleniyordu. Osmanlının son yılları ise zaten fakir düşmüş halkın elinde bulunan bir avuç toprağın gözü doymaz kapitalist ülkeler ile baskı ve otoriteyle güç sahibi olan Osmanlı Saltanatının işbirliği sayesinde vergiler, borçlar ve en sonunda işgal kuvvetleri ile birlikte son günlerini yaşıyordu.
Saltanatın otorite ve itaat kültürü ile halktan beklediği davranış sultan ve halife olarak nitelenen kişiye itaat etmesini beraberinde getirir. Sultan ve halife olan kişinin söylediği söz, aldığı karar ya da düşüncenin karşısında halktan olan bir kişinin söz söyleme, kendi düşüncesine sahip olma, ya da bunu dile getirebilme gibi bir durumu asla kabul edilemez. Aksine böyle bir cürette bulunulması itaatsizlik ve en büyük günahlardan biri olarak kabul edilir ve bu durum çoğu zaman yine sultan olan kişinin aldığı bir kararla cezayı da beraberinde getirir. Bu durum sultan ya da bir başka yönetici karşısında halktan olan kişinin kendi düşüncesi bile olamayan, kendine ait bir düşünce, duruş varoluş sergileyemeyen, korkak ve yok olmuş bir kişilik anlamına gelir. Sosyal yaşamdaki bu adaletsiz duruş özel yaşamda da kendini gösterir. Sosyal yaşamda bir hiç olan insanın evdeki yerini bir hiç konumundaki kadın alır. Özellikle saray ve üst sınıf çevrelerde görülen yaşam şekli, kadının ne kadar aciz ve değersiz olduğunun en büyük göstergesidir. Erkek her zaman son sözü söyleyen, dilediği kadar kadınla evlilik yapabilen, dilediği kadar çocuk sahibi olabilen bir sultan iken kadın sadece erkeğin mutluluğu ölçüsünde değer sahibi olabilen bir “şey” den öte değildir.
Anadolu halkının öz kültüründe ise sadece kadının ve erkeğin eşit olduğu durum değil halkın yönetimde de söz sahibi olduğu bir tarihle karşılaşırız. Kadın savaşta bile erkekle birlikte yer alabilirken ülke yönetimi dâhil tüm sosyal mertebelerde kadının ve halktan olan kişilerin varlığı görülür. Kadının ve halkın kendi öz kültüründe varlığı sonradan kurulmuş olan ülke yönetimlerinde bir hiçlikten öteye gitmez. Ya da sadece vergi zamanlarında hatırlanan bir şekle bürünür. Cumhuriyet de tıpkı Anadolu halkının öz kültürü gibi halkın kendi kendini yönetmesi ile kendi düşüncesine sahip, kendine ait bir duruşu, bir kimliği olan, aldığı kararların arkasında durabilen ya da aldığı kararları eleştirebilen, düşüncesi ve varlığı ile toplumsal yaşam içerisinde sorumluluk sahibi olan ve bu sorumluluklarını sahiplenebilen kişileri beraberinde getirir. Cumhuriyet onun için bir fazilettir.
Çok bilinen bir soru vardır, mantık derslerinin ilk konusu bu soruyla başlar: İnsanı hayvandan ve diğer canlılardan ayıran en temel özellik nedir, diye sorduğumuzda “düşünebilmesi” cevabını veririz. Tüm bilim tarihi bu soru üstüne kuruludur. “İnsan düşünür.” Çünkü insanın diğer canlılarda olmayan bir beyin yapısı vardır. Üstelik bu beyin yapısı sürekli hareket halindedir. Öyle ki dünyaya yeni gelen her bir canlı yaşamı en başından öğrenmeye başlarken insan, öğrendiklerini bir sonraki nesile aktarabilecek bir donanıma sahiptir. Bu donanım beyinde gerçekleşir. Bu donanım, düşünmeyle, düşündüklerini kalıcı hale getirdiği eserlerle ortaya çıkar.
Atatürk bulunduğu çağda gelişmiş tüm ülkelerin geçirdiği düşünsel evrim basamaklarının aynısının kendi ülkesinde de olmasını istiyordu. Onun için hedefi muasır medeniyetlerin üzerine çıkmaktı. Onun hedeflerine en büyük destek işgal güçleri karşısında Osmanlı otoritesine rağmen başkaldıran Anadolu halkıydı. Üstelik Anadolu halkı öyle bir halktı ki, sadece erkekle değil Van’dan İzmir’e Kara Fatma’sıyla, Yörük Kızı Emine, Kağnıcı Dürdane, Darülfünunlu Saime gibi Kuvayi Milliye Kadınları ile tıpkı öz kültüründeki gibi Atatürk’ün yanındaydı. O kadınlar kadın oldukları için erkeğin bilmem kaç adım arkasında yürümeleri gereken otorite ve itaat kültürünün değil, Anadolu kültürünün ve yeni kurulacak Cumhuriyet kültürünün kadınlarıydı.
Cumhuriyet’in 89. Yılını kutladığımız bugün ise Atatürk’ün bu Cumhuriyet ve bu Cumhuriyet’in gelecek kuşakları için umut ettiği çağdaş ülkeler düzeyi, insan beyninin anlayamayacağı bir düşünsel istilaya uğradı. Beyni baskı, otorite ve itaat kültürü ile şekillendirilmiş Cumhuriyet virüsleri Cumhuriyet’in anlamını bile çözememişken onun bütün değerlerine her yönden zarar vermeye çalışıyorlar.
Atatürk Cumhuriyet’le faziletli insanlar faziletli bir toplum hayali ile muasır medeniyetlerin ötesini hayal ederken buna gidecek yolun sosyal ve kültürel yaşamdaki devrimlerle gerçekleşeceğini düşünmüştü. Onun için eğitim, kadın hakları, dil, kıyafet ve diğer devrimlerini gerçekleştirdi. Anadolu halkının öz kültüründeki özgür ve toplumsal yaşamda söz sahibi olabilen ahlaklı insan yönünü güçlendirmek için Türk Dil ve Tarih kurumlarını kurdu. Yüzyıllar boyunca otorite kültürü ile öz kültürüne yabancılaştırılmış Anadolu halkını öz kültürü ile buluşturarak daha da güçlendirmek istedi.
Cumhuriyet’in 89. Yılını kutladığımız bugün ise bilinen tüm düşünce kurallarının dışında geriye giden bir evrim süreciyle içler acısı durumdayız. Atatürk gelecek kuşaklar için en çok eğitime, çocuklara, gençlere, kadınlara umutlar sunmuştu. Bugün ise Atatürk’ün ismi okullardan kaldırılıp başka isimler koyuluyor. Cumhuriyetin simgesi bayramlar anlaşılmaz nedenlerle kutlanmak istenmiyor. Sanat ve sanatçılar yeni yeni yasaklarla-baskılarla sindiriliyor. Gazeteci, asker ve aydınlar uydurma nedenlerle hapislere atılıyor. Üniversitelerden Atatürkçülük ve Devrim Tarihi dersleri kaldırılıyor. Çocukların ve gençlerin tabii olduğu eğitimi bilinen düşünsel ilkelerle açıklayabilmek mümkün değil. Atatürk kadın haklarına her şeyden çok önem vermişti bugün ise kadını şeytan gibi gören Cumhuriyet virüsleri kadının yönetimde ve sosyal yaşamda yer almasını kıyamet alameti olarak niteliyor. Yeni yeni yasalar, yasa tasarılarıyla çocuklar ve gençler eğitimden alabildiğine uzaklaştırılırken kadınlar da sadece eve hapsedilmek isteniyor.
Peki düşünen bir canlı olan insanın bu içler acısı durumu hangi mantık ilkeleri ile açıklanır? Bu kötülükleri göz göre göre gelecek kuşaklara uygulamaya çalışan, otorite ve itaat kültürü ile şekillenmiş insan grubu, düşünen bir canlı olan insan grubunun hangi sınıflamasına girer? Düşünmeden itaat kültürüne göre hareket eden beyinsizleşmiş kısmına mı? Yoksa henüz insan olamamış ve bir tür canlı aşamasında kalmış, beyni hiç olmayanlar grubuna mı?
Sonuç olarak her ikisinde de düşünce gücünü yitirmiş bir grup Cumhuriyet virüsünün varlığı soruya cevap olabilir. Ama unutmamak gerekir ki Cumhuriyet virüsleri kadar bu Cumhuriyet’in ve Anadolu kültürünün içinde faziletle yetişmiş, düşünebilen, topluma karşı sorumlu olduğunun bilincinde olan insanlar da var. O insanlar kendileri için geçmişte Atatürk’ün ve Anadolu halkının yaşadığı tüm zorlukları benliklerinde hissediyorlar. Biliyorlar ki Cumhuriyet’in fazileti ile düşünebilen insan beyni bir gün bu virüslerden Cumhuriyet’i ve Anadolu halkını koruyarak düşünsel anlamda bir basamak daha evrimleşebilecektir.
Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.
Buket Çetin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Bertolt Brecht
Yorgunluklara iyi gelen bir bayram tatilini geride bıraktık. Kimi gezmekle geçirdi bu tatili, kimi akraba ziyaretleriyle...
Ben de uzun süreden beri beklettiğim Bertolt Brecht’in “Halkın Ekmeği”ni okumakla geçirdim. Say Yayınları’ndan çıkan kitap 8. basımına ulaşmış. Bu da bizim gibi az okuyan bir toplum için inanılmaz bir başarı.
Kitabın ilk bölümünde, Bertolt Brecht’le ilgili olarak; tanınmış yazarların, yani onun dostlarının görüşleri vardı. Bu görüşlerden, onun kişiliği ve eserleri hakkında bilgi edindikten sonra şiirlerini okumaya geçtim...
“Halkın Ekmeği, Okumuş Bir İşçi Soruyor, Meçhul Askerin Mezarı, Kardeşim Bir Pilottu” bu kitabında ki en sevdiğim şiirleri oldu.
Bertolt Brecht: Asıl adı Eugen Berthold Friedrich Brecht d.10 Şubat 1898 Augsburg - ö.14 Ağustos 1956 Berlin’de yaşamıştır.
Şairliğinde öte, 20.yüzyılın en etkili Alman oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni olarak nitelendirilir.
Eserleri, uluslararası alanda saygı ile ödüllendirilmiştir.
Epik tiyatronun , diğer bir deyişle: "Diyalektik Tiyatro"’nun kurucusudur.
Brecht’in 48 oyunu ve yaklaşık 50 oyun taslağı vardır.
“Baal” Brecht’in ilk oyunudur. Bunu 1919’da ki: “Gecede Trampet Sesleri” izlemiştir.
“Gecede Trampet Sesleri” oyunu 1922 yılında Kleist Ödülü’nü almıştır.
En büyük başarısıysa, Üç Kuruşluk Opera’sıdır.
“Sezuan’ın İyi İnsanı” (Der Gute Mensch Von Sezuan) ise Bertolt Brecht’in şu günlerde sahnelenen oyunudur. Oyun, İstanbul’da birçok sahnede izlenebilir.
Ben de bunu fırsat bilip, bu büyük üstadın eserini izlemek için yola koyuldum.
Kitabıyla, oyununu izlememin aynı güne denk gelmesi de büyük bir şans oldu doğrusu. Bundan dolayı onun felsefesini daha iyi anlama şansına eriştim.
Bertolt Brecht’in epik tiyatro ekolünü en iyi yansıtan oyunlarından biri olan bu oyunun, ülkemizde şanssız bir geçmişi vardır. Eser 1957’de Adalet Cimcoz’un tercümesiyle oynanmış ve yasaklanmıştır. Bunun sebebiyse, oyunun içindeki mesajların, yanlış anlaşılmasıdır.
Oyun, meselci anlatımı (dersler çıkarılan masalsı öykü) ile sistemi eleştirmektedir.
Bu eleştiri de: “Shen Te ve Shui Ta.” İyi insan ve kötü insan çizgileriyle anlatılır.
Kapitalist sistem ve burjuvaizim eleştirilir.
Oyunda: “Shen Te ve Shui Ta” karakterini: Zeynep Ekin Öner canlandırmaktadır.
“Acaba yapabilir mi? İkili bir karakteri canladıra bilir mi?”
“Ezilir! Rolun altında kalır!” derken, bir de ne göreyim: “O küçük kız, bütün rolu kavradı ve oyunun tek hakimi oldu.”
Shen Te ile kötü bir kadının, hayat yolunda, önüne çıkan bütün zorluklara karşı, nasılda iyi olabileceğini; Shui Ta ile de onun uyanık amca oğlunu canlandırdı, Zeynep Ekin Öner.
Sesini, vücudunu böylesine iyi kullanabilen bu genç oyuncu, umarım yeteneklerini ezdirmeden, kaybolmadan bir yerlere gelebilir. Ülkemiz için çok parlak bir gelecek çünkü!
Oyunda ki Shen Te’nin çabası, tek başına ayakta kalabilme mücadelesi ve doğru bildiklerinden şaşmaması, beni çok etkiledi.
Bence çocuklarımıza vermemiz gereken en önemli şey bu olmalı: “Atılmadan, satılmadan bir yerlere gelmek!”
Oyunda: İyi ile kötü, yoksulla burjuva, çözümle çözümsüzlük, yanyanaydı. Tıpkı hayat gibi.
Ama bunu net çizgilerle sınırlamıyordu. İzleyiciye bırakıyordu sonucu. “Düşünün! Siz bulun!” diyordu, Brecht.
Oyun yazarlığının başarısı da buradan geliyor olsa gerek!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
AYNILIKLAR İÇİNDE
İstemediğin halde zorlanmalara kurban gitmelerin vardır ya öyle bir hayatta hüküm sürmeye çalışmaların, istekli görünmeye çabalamaların vardır başkalarının mutluluğu için. Onlar gülsün diye kendini harcamaların vardır. Huzura ersinler diye huzursuzluk içinde kayboluşların. Diğerleri için kendinden vazgeçmelerin vardır işte arkadaşım. Beynine onlarınki için yer açtığın zamanların.
Karşında hayatlar vardır. Zorlanmaların en isteklilerinden mesela. Senin de o hayatlarla aranda bir uçurum vardır ki sorma. Aslında mükemmel gösterdiğin her şey bataklıktadır hayatında. Sen işin sihrini öğrenmişsindir, çaktırmazsın o başka. Peki en sonunda..
Boş vermişliğin almıştır başını, rahat tavırların tahtında. İhtiyacın ihtiyaçsızlığını bile fark etmişsindir artık boş bakan gözler arasında. Varlıkların amaçsızlığını anlamışsındır. Etrafında yürüyen canlıların tek bir kromozoma sahip olduklarını, fiziksel farklılıkları kadar ruhsal özentiliklerini, hepsinin – affedersiniz ama- aynı mallıkta olduklarını anlamışsındır.
Hepsinin tek bir rahimden çıktıklarını anlaman çok zamanını almamıştır, üzülme. Bakıp görmen yeterli olmuştur sadece.
Başkalarının yazdığı hayatı yaşarsın işte ama kendi kafanda. Mecburiyetliliği yerine getirirsin yine evet ama yine kendi kafanda. İstenildiği gibi göründüğünü sananlarsa, şahsi kafalarında. Sen hayatını, kendi karaladığın hayatını, kafanda yaşarsın çekemeyenlerin arasında. Farklılığını küçümser kelimelere sığdırmaya çalışanlara da gülüp geçersin. Ağzından çıkacak bir kelimeyi bile anlamayacakları için nefesini harcamazsın bile.
Her baktığın yüzde aynı şeyleri görmekten bıkarsın da vazgeçemezsin işte. Seni harcayanları harcamaya kıyamazsın binevi. Onlar için aynı sözlere, aynı beyinlere, aynı kişiliklere, aynı düşüncelere katlanırsın. Meçhul bir değer yargısını aklına bile getirmeden, bütün klişeliklere göz yumarsın. ’ Kimin için? ’ sorusunu bile hayatından atarsın, bataklığına.
Kendi kafanda yaşadığın hayatı ararsın aynılıkların arasında ama aslında bir boşlukta. Boşluğa çekmeye çalışırsın da birilerini. Şans vermişsindir güya. Etrafındaki bütün beyinler şanssızlığın sınırlarını aşmışlardır abi, aman bulaşma. Herkese, her şeye göre acınası sensindir böylece. Sen başkasının hayatında devrim yapıp kendini yaşarken onlar kendinde başkalarını yaşarlar, boş versene.
Fark odur ki onlar başkalarına giderken şu günlerde, sen kendine gidersin. Mesafeleri kapatmaya çalışırken onlar heyecanlı heyecanlı , sen uzaklaşırsın usulca. Onlar kapıları açmaya hazırlanırken tam, sen kapatmaya başlarsın. Amaçsız sevinçlerini yaşarken onlar, sen amacını yaşarsın. Bütün kafaların aynı beyindeki kayboluşları sonundaki kendi zaferini..
Betül Bulunmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
VATAN HAİNLİĞİ NASIL BİR ŞEY HİÇ MERAK EDİYOR MUSUNUZ?
Yurtsever dostlarım, bundan böyle arada sırada kendi köşeme konuk almaya ve biraz da ciddileşmeye karar verdim. Şimdi diyeceksiniz ki; “Hayrola Abuzittin, birden bire kafana saksı düştü de, sevgili yurdumuz bir deliden mahrum mu kaldı?”
Tabii ki böyle bir şey olmadı. Sadece bu garip deliniz bir şeyin farkına vardı. Bazı şeyleri anlatmakta mizah da yetesiz kalabiliyor. Yani o da bir yere kadar kardeşim......
Böyle olunca başında çok fazla zaman geçirdiğim ve mütemmim cüzüm halime gelmiş bilgisayarımı kurcalarken bazen “İşte, budur kardeşim!” dediğim tarihi bir hayli eski bazı yazılara denk gelebiliyorum.
Bu hafta sizleri onlardan biri ile baş başa bırakmak istiyorum. Bilmiyorum Türkel MİNİBAŞ ismi sizlere yabancı mı? Bu, devrimci, yurtsever ve cesur yürek çağdaş bir don kişot gibi yalın kılıç halk düşmanlarına karşı bıkmadan usanmadan savaştı.
Görmek isteyen gözlere, duymak isteyen kulaklara ve düşünmek isteyen beyinlere çok değerli bir miras bıraktı. İktisat alanındaki akademisyenliğin onuru ve gururu oldu.
Ne yazık ki, şahsen tanımak onuruna erişemediğim bu eşsiz insan, kısacık yaşamına birkaç insan hayatı sığdırarak, bana da yazdıklarıyla çok şey öğretti, çok şey kattı.
Ruhun şad olsun Türkel hocam. Seni asla unutmayacak, unutturmayacağız.
Şimdi, sizleri onun 10 yıl önce kaleme aldığı ve vatan hainliğinin ne olduğunu, “vatan haini” kelimelerini asla kullanmadan çok güzel anlattığı bir yazı ile baş başa bırakmak istiyorum.
Maden Yasası Neden Gündemde?
TBMM'nin reddettiği tezkereye rağmen vızır vızır gezinen ABD askeri konvoyları... II. Tezkere tartışmaları... Para ve sermaye piyasalarından yükselen savaş isteriz çığlıkları...
Kısacası, ortalık toz duman.
Öylesine toz duman ki, çoğunluk ülke kaynaklarının el değiştirmesini hedefleyen yasal değişikliklerin TBMM'nin gündemine girmeye başladığının farkında bile değil!
O çoğunluk ki, AKP'nin 57. Hükümet sırasında muhalefet yaptığı yasa değişikliklerini iktidara gelince savunmayacağını sanıp!.. IMF'yle olan pazarlıkları savaş nedeniyle askıya aldığını zannetmekte!
O çoğunluk ki, yapısal uyum programının getirdiği yasal düzenlemelerle savaşın nedenlerinin örtüştüğünü anlamamakta ısrarlı!
Savaşın ABD'nin paranoyası olduğunu zannedenlerin böyle bir gaflete düşmesini anlamak mümkün! Gelin görün ki, kapitalist sistemin tarihinin en uzun süreli krizinden çıkmasının ulus ötesi sermayenin maden ve enerji kaynakları üzerinde kuracakları egemenliğe bağlı olduğunu bilenlerin böyle bir lüksü yok.
Hal böyle olunca... AKP'nin muhalefetteyken karşı çıkıp bugün yılmaz savunucusu kesildiği 3213 Sayılı Maden Yasası, TBMM'nin Irak'taki savaşa tezkere vermesi kadar önem kazanmakta. Zira, yasanın bordan kroma savaşın girdisi olan madencilik faaliyetlerini teşvik etmek ve kolaylaştırmak gibi çok önemli bir hedefi var!
.....lık bor rezervlerini..... toryum ..... holyum ..... hatırlayıp, ''Geç bile kalındı, daha önce nerelerdeydiniz?'' diye söylendiğinizden eminim. Ne var ki, yasa tasarısının maddelerini okudukça ''nasıl ve kimin için teşvik'' sorusunu sormaya başlayacağınızdan da eminim.
Zira tasarı, madenciliğin çevre yasasının getirdiği kısıtlamalar nedeniyle gelişmediği gerekçesine dayanılarak hazırlanmış! Yani, su, orman ve park alanlarını, tarihi ve kültürel değerleri korumak amacıyla konan yasal kısıtlamalar kaldırıldığında Türkiye madenciliğinin gelişeceği savı üzerine oturmakta.
Yerli ve ulus ötesi sermayeye yasa gücüyle kârlı bulduğu her alanda madencilik faaliyeti yapma özgürlüğü kazandıran bu durum; Özel kesimin çıkarlarının kamunun önceliğinin yerine geçmesi demektir ki!.. Endüstri Bölgeleri Yasası'nın içeriğini hatırlayanlar için tabii ki bunun şaşırtıcı bir yanı yok. Zaten, tasarının ''Maden Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun'' başlığı altında hazırlanması da bu nedenle değil mi?
Kaldı ki tasarı:
* Maden arama ve işletme sırasında alınan ÇED raporunu gereksiz bulmakta ve çalışmaların taahhütnamelerle yürütülmesini önermektedir. Yani, Çevre Bakanlığı'nı devre dışı bırakarak kamu önceliğini yok varsaymaktadır. Şimdi anladınız mı Tayyip Erdoğan 'ın Çevre Bakanlığı'nın kaldırılacağı müjdesini kimlere ve neden savaşa 5 kala verdiğini.!
* Koruma Yüksek Kurulu'nun bileşimini de değiştirmiş; kültürel varlıklar yerine maden ve bağlı alanlarda uzman 4 bürokrat ve 4 bakanlık temsilcisini de kurula katmıştır. Böylelikle, yeni bir ''kültür ve tabiat varlığı''nın ilan edilerek korumaya alınması kararında maden şirketleri ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı birlikte karar verecektir. Örneğin, ne denli zengin ve nadide olursa olsun milli park alanlarının oluşturulmasında öncelik madencilerin olacaktır.
* Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkındaki, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma, 2872 sayılı Çevre, 2873 sayılı Milli Parklar, 3621 sayılı Kıyı, 4122 sayılı Milli Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü ve Seferberlik, 4342 sayılı Mera, 2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'da yapılacak değişikliklerle kalkınma da sürdürülebilirlik tezlerini de ortadan kaldırmaktadır.
Hal böyle olunca... Tasarının ne kalkınmanın sürdürülebilirliğini ne de madencilik kesiminin sorunlarına çözüm getirmeyi amaçladığını söyleyebiliriz.
Buna karşılık, mevcut yasadaki kısıtlamaları ortadan kaldırarak ulusötesi şirketlerin daha kolay ve düşük maliyetle üretim yapması için alan açtığını rahatlıkla savunabiliriz.
Kısacası, 80 yıl önce silah gücüyle becerilemeyen paylaşım bugün yasa gücüyle gerçekleştirilmekte! Sorumluluksa, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana gelen tüm hükümetlerin!
TÜRKEL MİNİBAŞ 28 KASIM 2003
Her zaman olduğu gibi bu defa boşca kalmayın, yüreklerinizde mücadele gücü ve azminin hiçbir zaman eksilmeyeceği, zor günlerinizde ışığınızın asla kaybolmayacağı günler, haftalar, aylar ve yıllar diliyorum.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
TOM VE JERRY ORTADOĞU BAHARINDA
Batılılar bilim ve teknik üstünlüklerini kullanarak kedinin fareyle oynaması benzeri İslam dünyasıyla kelimenin tam anlamıyla oynuyorlar. Bir köylü çocuğu olarak kedinin fareyle oynamasına bir defa şahit olmuştum. Çocuk nazarımla kedinin iyi niyetine inanmış ve fareye zarar vermeyeceği kanaatine varmıştım. Ama bir süre sonra dost ve arkadaşça oynadığı fareyi kedi, acımasızca yemeye başlamıştı.
‘Arap baharı’ olarak isimlendirilen Arap ülkelerindeki özgürlük hareketleri, yansıtıldığı üzere doğal hareketler olmadığını düşündüğümden böyle kısa bir anıyla başladım yazıma. Evet bazı Arap ülkelerinde gerçekleşip sonrasında diktatörlüklerin devrildiği özgürlükçü hareketlerin, otuz kırk yıldır baskı ve kısıtlama bağrına tak eden halkın doğal hareketinden kaynaklanmadığını tekrar vurguluyorum. Kırk elli yıldır bu insanlar bu baskılara sabrettiler de birden bire ne oldu da başlangıçta gösterecekleri tepkiyi şimdi gösterip yiğit ve cesurca meydanlara çıktılar? Onlara daha önce gelmeyen cesaret nasıl birden geldi ve kırk yıldır yerleşmiş rejimleri birkaç günde sokak gösterileriyle deviriverdiler?
Doğallığı böylesine şüpheli ‘Arap baharı’ hareketini muhafazakar medyanın doğal sosyolojik oluşumlar olarak vermesini çok yadırgamıştım. ‘Arap baharını’ elbette ki onaylıyor ve destekliyorum. Ama doğal sosyolojik kurallar gereği kendiliğinden oluştuğunu kabullenmekte elbette şüpheliyim. Zaten rahatsızlığımda buradan kaynaklanıyor. Dünyaya hükmeden birileri bir şeyleri planlıyor; bu senaryoları doğal sosyolojik oluşumlar gibi gerçekleştiriyor ve dünyaya öyle gösteriyorlar. Uygulanan ülkelerde bu elbet halkın menfaatine ama onlar bu işten çok daha fazla nemalanıyorlar.
Takip edebildiğim kadarıyla muhafazakar medyanın yerleşik ve etkili yazarlarından Ali Bulaç ‘Arap baharının’ doğal bir sosyal hareket olduğuna vurgu yapmıştı:
“Ortadoğu, siyasi zemin üzerindeki geleneksel bütün yapıları yerle bir eden şiddetli bir deprem geçiriyor. Elbette duruma vaziyet etmeye çalışıyorlar, ama ABD ve Avrupa "Bu nasıl bir deprem?" diye sorup şaşkınlıklarını da dile getiriyorlar. … Şimdilik fıkıh usulünün temel bir kuralı hükmünü icra ediyor: "Def'i mazarrat celb-i menafiden evladır/ Zararın defedilmesi, faydanın celbinden önceliklidir". Önce çürükler temizlenecek. … Deprem gibi, sosyal ayaklanmalar, patlamalar ve sarsıntılar İlahi sünnete (tabii ve sosyal yasalara) bağlı olarak cereyan ederler. … Gerçek olan, Ortadoğu'nun derin bir sosyal deprem yaşıyor olması. Bu depremi tetikleyen üç ana faktör var ki, bunlar da tamamen siyasi istibdada isyan, ekonomik sorunlar (yoksulluk, gelir bölüşümündeki adaletsizlik, kamu bütçesinin yağması, azgın azınlığın karunvari hayat tarzı); İslam dünyasının Batı ve İsrail karşısında incinen gururu. …
Eğer bu devrim fırtınasından sonra, eski rejimlerin yerini Batı'nın ambalajladığı paketin alacağı düşünülüyorsa, bu büyük bir yanılgıdır. İsyan küresel kapitalizme, farklı grupları bir arada yaşatamayan ulus devlet modeline ve özellikle Müslüman dünyanın sistemin dışına itilip ötekileştirilmesine, aşağılanıp gururun incinmesine karşıdır. (Zaman Gazetesi, Ali Bulaç, devrim fırtınası, 24 şubat 2011)
Şimdilik Suriye duvarında duran ‘Arap baharının’ estiği müslüman Arap ülkelerinde eski rejimlerin yerini Batının ambalajladığı paketin alıp almadığı; iz ve işaretleri fark edilebilinir.
Baharın bu aşamasında Suriye tehditkar bir bomba iken ABD’de çekilen bir film fragmanlarıyla baharın yaşandığı ülkeler yeniden bir dalgalandı yada dalgalandırıldı. İsrafil’in ‘sura üflemesi’ benzeri birileri, ikinci bir defa daha rüzgar oluşturdu yada nasıl bir rüzgar oluşacak denemesi yaptı.
ABD elçisinin öldürülmesine kadar giden olaylar karşısında ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton, tecahül-i arif yaparken ‘Arap baharının’ nasıl oluşturulduğunun ip uçlarını farkında olmadan şu sözüyle veriyordu: "Anlamıyorum, özgürleştirdiğimiz bir ülkede bunlar nasıl olabiliyor?" (Zaman, Ali Bulaç, nasıl tepki vermeli, 20.09.2012)
Yüzyıllardır İslam dünyasının Batı karşısında yaşadığı olaylar bana kedinin fareyle oynamasını hatırlatıyor.
Tom ve Jeryy’de yıllardır fareyi kediye yakalatmayıp bizleri oyalayan Batılılar, gerçeklikte İslam coğrafyasında benzer oyunu sahneliyorlar.
Sanal kurguda hep kurtulan Jerry, gerçek kurguda Tom’un oyuncağı oluyor.
Sanaldaki Jerry kadar akıllı ve uyanık olmayı başarabilirsek ancak o zaman ‘Tom amcayla’ bizde oynamaya başlayabiliriz.
Unutmayalım ki, kurgulayanlar ve ilk atağa geçenler her zaman engellenemez avantajlara sahiptirler.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Sitemkâr eyle |
|
Tütün kırma mevsimi,
selâmsız sabahsız,
ufuk çizgilerine karışarak,
yalınayak söylenen bir şiir gibi,
akar gider...
Sensizlik,
yüreğime işleyen bir demir;
solgun ve kederli yüzlere gizlenen;
hasretini çekerek içime,
kaybettikçe çoğalan kaderim...
Nefesin,
kâinâtın en güzel şarkısı;
Beethoven, Faure, Smetana halt etsin.
Sağırdır onların hepsi;
duyamadıkları için yârin nefesini,
kendilerini avuturlar...
Bulutlar,
bana mısın demiyor artık;
akordu tutturamıyorum bir türlü.
Kalemim kendine kırılıyor,
yazdığım her şiir seni anlatıyor...
Yıldızlar,
dışarıdakiler değil,
kafamın içindekiler;
keder yüklü bir bulut gibi,
çöküyor üzerime birer birer
ve sönüyor ruhumun neşesi,
sönüyor kale tutsağı güneşim...
Karârı öğrendiğimden beri,
tavanla bir oldu zincirler;
dövüyor gibiler yeri.
Kafamın içinde çınlamasa,
gönlüm uzak kalsa, çekse elimi;
susabilirim belki,
belki kilit vurarak dilime büsbütün...
Yaktığın sigara,
gecemi aydınlatan bir yıldız;
bakıyor kömür gözlerin,
bakıyor ruhumu titreterek.
Ah kara gözlüm, ah yavru ceylanım,
sevdâ, derler, bir yaman iştir.
Işıklı saatlerin zamansız karanlığı;
tatlı bir meltem, belki bir bahar sarhoşluğu.
Koş kara gözlüm, takıl peşine yelkovanın,
bırak kendisine batırsın iğnesini akrep;
yarılsın zaman kuyusu,
karışalım sonsuzluk türküsüne...
Rüzgârın künyesinde keder,
kokusunda ayrılık var.
Gülsek mi bu hâlimize, kara gözlüm;
hâlden anlamaz sevdâmıza.
Yaksak mı fotoğrafları;
geçmişin suç ortaklarını,
kayalara yazılı birkaç mısrâyı.
Kapatsak mı gözlerimizi, kara gözlüm;
bu serâba esrar hâllerimiz...
Sana,
şarklı bir bestekârın,
içli ezgilerinden
ve kıvrak nâğmelerinden
ve sâde ritimlerinden bir beste yapsam
–kendimi avutmak için belki–
ve gün batımına doğru söylesem,
uzatır mısın ellerini?
Sitemkâr eyle, zâlim felek, sitemkâr eyle
Al bu canımı, ser yoluna, vîrân eyle
Sebebim olur ayrılık, gel etme, insâf eyle
Tütün kırma mevsimi de geçiyor, sitemkâr eyle
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Orient Express
Kar pus nöbet uzayıp gidince
Dört kola ayrılan nehirlerde
Birbiriyle ilişmeyen şeylerin bölünerek çoğaldığını, hücumla tek bir yöne aktığını gördüm; uzaktaki atların nal seslerindeki kırmızıyı
Akın akın delice bir üşüşme kanat kanat açıldı yayıldı
İleri uçlardaydı ayrı ayrı her bir parçası
Her hamlede ayrı bir mecaz vardı; kendinden kopan her parçası
Ava yumulmuştu uyumuştu uzun uzun
O sise inandı
Öteki ışıklara
O sisin içinden geldi
Öteki ışıkların
Limana vardıklarında iki kişilerdi
Sisten mi ışıklardan mıydı yoksa görünmeyen akbabalar
Temayüz ve tenakuz ilişkisi
Dağ ve şehir ilişkisi, birbirlerinde dikkatlerini çekmeyen her belirti
Onlar, melodisiz pek bir şeye benzemeyen sözcükler gibilerdi
Aynı cümle içinde aynı anlamlara gelen farklı iki kelime
İçlerinde ne yıldızlar ne temmuz ne Paris ne de aşıklar
İçlerinde küçük savaş meydanlarında tüneyen akbabalar
Başak Tuncel
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|