|
|
|
Editör'den : Atamızın önünde saygı ile eğileceğim!.. |
Tayyip Bey gittiği "Demokrasi Forumu"ndan dönüşünü bir gün ertelemiş. Dünyanın en zengin adamlarından Brunei Sultanı kendilerini davet etmiş, geçerken oraya da uğrayacakmış. Böylece gezisi mecburen(!?) bir gün uzamış. Bize ne canım, iki zengin, zengin zengine sultanlık edecekler işte. Buraya kadar tamam, bizi ilgilendirmez. İlgileneceğimiz bölümü o uzatmanın 10 Kasım'a denk gelmesi. Sap gibi durmak zorunda kalmayacağı, potansiyel barikatlara "kaldırın" emri verdiği dedikodusuna maruz kalıp, karizmayı çizdirmeyeceği bir çözüm bulmuş kendisine. Sultan 1.Tayyip, sen çok yaşa emi.
Salı günkü grup toplantısında seviyenin dibe vurduğu o veciz sözünün ve aldığı cevabın hakkını veriyor gurbet ellerde. Çölden ne kadar uzaklaşsam o kadar iyi diyerek, Bali adasına kadar gitmiş. Baht bu, kime ne piyango vuracağı belli olmaz. Kutup ayısı bulunmaz oralarda ama maymunun irili ufaklısına karşı dikkatli olunması gerekir. Kim vurduya gidiverir insan mazallah. Eh, imam hapşırırsa, cemaat de böyle "Çok yaşa" der işte.
Silivri duruşmalarından bir akil sonuç bekleyenlerin kendilerini gerçekten "bahtsız bedevi" hissettikleri bir hafta geçirdik. Öyle ya, 7 senedir süren, bilmem kaç duruşmadır devam eden hukuk salatasına son tuzu da bir "Gizli Tanık" ekti ve herşeyin içine etti. Hayır, tecavüzcüden, hırsızdan, katilden türetilmiş gizli tanıklara şahit olmuştuk ta, böylesini görmemiştik. Terörist itin tekiymiş meğerse, onca komutanı yerin dibine sokan madrabaz. Pespayeliğin, adiliğin böylesi düşman başına desek yeri. Bu öyle böyle bir konu değil, düpedüz işkence. Peşinden koştukları, yakalayıp adalete teslim ettikleri terörist it, şimdi kalkıp o insanların aleyhinde tanıklık yapıyor. Ve o insanlar bu itin deli saçması sapkınlıklarını dinlemek zorunda bırakılıyor. Bu işkence değil de nedir? Adamda da kabahat yok. Kabahatin büyüğü içine edilen adalet, hak hukuk sistemimizin ta kendisinde. Ve birtakım gözü dönmüş, beyni buruşmuş kişiler hala bu davaların sonunda adalet dağıtacağına inanıyorlar ya, asıl acı olan da bu.
Bali adasına maymun ziyaretine giderken, Tayyip Bey'in ağzı kulaklarındaydı. Fitch kredi notumuzu embesilden durağanın en dibine geçirdi diyeydi o dudak hareketleri. Neymiş, kredi notumuz 1994'te ki düzeyine gelmiş tekrar. Yatırım yapacakmış birileri. Duy da inanma. Yapan zaten yapıyor, gelecek olan sıcak para. O da zaten gelip gelip giden bir dansöz gibi. Bizim cebe giren yok ama çıkan ibadullah. Bu konuda ahkam kesmeye yetkim olmadığının farkındayım ama salak yerine de konmak istemem. BB+ dan BBB- ye çıkmanın ne anlama geldiğini merak ediyorum ve öğrenmeye çalışıyorum. Yanına yanaştığımız ülkeleri görünce de gözüm açılıyor pek tabi ki. Azerbaycan, Bulgaristan, Kolombiya, Hırvatistan, Endonezya, Fas, Namibya,vs. Velevki bir işe yarasa, Dünya şampiyonluğunu kimselere bırakmadığımız, hak hukuk ihlalleri, tutuklu gazeteciler, şiddet, baskı, insan hakları yoksunluğu gibi yüz kızartıcı derecelerimiz varken, Fitch bana Beeeeep dese ne fayda.
Yarın Ulu Önder Atatürk'ün ölüm yıldönümü. İktidar destekli unutturma çabalarına, karalama kampanyalarına, reva görülen vefasızlığa rağmen 74 yıldır hiç unutmadığımız, hiç te unutmayacağımız Atatürk'ün hatırası önünde saygı ile eğiliyorum.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -1 |
|
Çok eskiden… Develerin tellal, pirelerin berber olduğu zamanlar hatta. Dükkânlara vergi levhaları asılmadan KDV bile henüz icat edilmemişken İshak’ların bahçe duvarının kuytusunda birkaç çocuk çelik çomak oynuyorlardı. Henüz sabahtı. Külleme Faritin, (Fahrettin) sopayı çeliğe öldüresiye bir hırsla hırsla vuruyordu. İkisinin de parmakları mosmor olmuştu. Çeliği havada yakalayıp kulliğin başına geçmeyi bir türlü başaramıyorlardı. Oynayit Hasan ile Koreli Namık baktılar olacak gibi değil oyunu bırakıverdiler. Giren minekler yüz oldu, yüz elli oldu. Ha bire çoğalıp durdu. Caymayıp ne yapacaklardı? Onlar bırakınca Radyocu’nun Bülent oyuna damdan düşer gibi hemen oyuna daldı. Her zamanki gibi hırslıydı. Hatta sinirliydi. “Ben şimdi sana göstercem gününü,” dedi. Birkaç denemede çeliği yakalamayı başaramadı. Tepesi iyice attı. Artık sinirden titriyordu. O soğuk poyrazda ceketini çıkarıp kucağını boydan boya kaplayacak şekilde gibi ellerine geçirdi. İkinci atışta zıpkın gibi vınlayarak giden çeliği havada yakalamayı başardı. Üstelik parmakları da acımadı. Önce sayılırdı, sayılmazdı tartışması başladı. Öteki çocuklar; “sayılır, sayılır… Niye sayılmayacakmış ki?” deyince kulliğin başına geçmeyi hak ettiler. Yalnız bu oyun böyle ikiye karşı bir kişi ile oynanmazdı. Bir kişi daha almaları lazımdı. Oynayit Hasan gönülsüz, hatır belasına yeniden oyuna girdi.
Azimli köyünden Çepni Cemal acık mavi Skoda’sı ile ana yoldan geçip tren yoluna doğru gözden uzaklaşırken çomak sayma ve kulliğe doğru atlama mesafesi yüzünden yeniden anlaşmazlık çıktı. Çocuklar oyunu bozup hangi takımın haklı olduğunu tartışmasına daldılar. Yunus’ların Doğan basından arakladığı mobiletle çıkıp gelmese bu tartışma dana da sürecekti. “Hepinizi bindircem lan,” dedi. Ama sırayla. Bir de motora binen tuzsuz pelte gibi sallanmayacak. Ya adam gibi dimdik oturacak, ya da belime sarılacak. Faritin kusura bakma seni arkama bindirmem. Çok ağırsın be sağdıç. İkimizi birden motor çekmiyor. Ama istersen tek başına gidip gelebilirsin. Düşersen ceremeyi sen çekersin. Söylemedi deme ama… Güzel şeyler uzun sürmez. Çabucak bitiverdi. Doğan da kırmızı mobilete atlayıp doğru başka mahalledeki çocuklara hava atmaya gitti.
Muhallebici Hasan üç tekerlekli, camekânlı arabasıyla sokağın başına geldiğinde saatler öğleye yaklaşıyordu. Hala yürürken topallıyor ve yüzünde kabuk bağlamış yaralar duruyordu. Çocuklar muhallebiciyi gördüler ama aldırmadılar. Muhallebiye sevmediklerinden değil, hiç birinin üzerinde harçlık yoktu. Muhallebici her zamanki numarasını yaptı. Radyocunun Bülent’i yanına çağırdı. Ben babandan parasını alırım deyip çocuğa bir tabak muhallebi uzattı. Üstelik nar rengi güzel kokulu şerbetini de üzerine dökmüştü. Çocuk muhallebiyi almayınca tabak elinde kaldı. Muhallebici “Keyfin bilir, bana göre hava hoş” dedi. Bülent’e kızdığı açık açık anlaşılıyordu. Her zaman böyle bir numara yapıp çocukların ağzını sulandırır, koşa koşa evden para istemeye gitmelerini sağlardı. Numarası işe yaramayınca mavi camekânlı arabasını itekleyerek sokağın köşesinden kaybolup gitti. Muhallebi kendi başına tatsız tuzsuz bir şeydi. Çocukları gül kokulu kırmızı renkli şurup baştan çıkarıyordu. Tabaktaki muhallebiyi küçük dilimler halinde kesip şurupla birlikte kaşığa doldurup yemeyi seviyorlardı.
Muhallebici Hasan onlarca yıl okul kapılarında ve kahveler önünde kışın muhallebi satar, yazları ise pamuğa, üzüme amele olarak gider. Çocukları gaza getirip büyüklerin başına para diye musallat etmesi dışında hiçbir huysuzluğu yoktur. Bir oğlu var diyorlar. İzmir’de yaşıyormuş. Kasabada onu kimse tanımaz. Muhallebici Hasan karısı ile kavgasız gürültüsüz geçinip gider. Kendi halinde sakin insanların da kocaman hayalleri vardır. Tutkuları, hırsları ve macera hevesleri olduğunu göremeyiz. Anlatılanların hepsi yalan olsa bile muhallebicinin yüzündeki yara izleri ve aksayan bacağı insanın aklına kuşku düşürmeye yetiyor.
Bundan bir ay önce Hasan kendisi gibi seyar satıcı arkadaşı Mustafa ile Akhisar yakınlarında bir köye hazine aramaya gitmişler. Günlerce plan yaptıktan sonra gecenin kör vaktinde üstelik muhallebi arabası da yanlarında... Altınları bulup arabaya koyacaklar ki kimse işkillenmesin. Bir yardım eden daha olmalı mutlaka. Kamyonet veya traktör olmadan muhallebi arabasıyla oralara gitmenin imkânı yok. Sabaha karşı ezana uyanan köylüler höyüğün başında löküs ışığını görünce işkillenmişler. Köy bekçisi yanına birkaç delikanlıyı alıp bunları suçüstü başmış. Ondan sonrası vay anam vay... Yer misin yemez misin diye kimse sormamış. Jandarma gelinceye kadar, öldüresiye dövmüşler. Kaçayım derken altın dolu küp kırılmış. Bütün höyük çamçakır altına kesmiş. Jandarma bunları üç gün karakolda sorguya çekip bırakmış. Arkeolojik bölgelerde izinsiz kazı yapmak ve tarihi eser kaçakçılığından Manisa’da yargılanıyorlarmış. Anlatılanların çoğu yalandır, inanırım. Ama bunlar kimden ve ne için bu kadar sopa yediler buna aklım kesmiyor.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Cık cık cık..! |
|
Biliyorum ki; ağzımızdan çıkan bu ağız-dil-dudak ve/veya el-kol-parmak karışımı sesleri hem harflere dökebilmek hem sonrasında bu harfleri kelime gibi yazabilmek hiç de kolay bir iş değil. Sanırım; bu durumla ilk karşı-karşıya kalanlar da çizgi-roman hazırlayanlar ve/veya karikatüristler olmuştur. Örneğin bir yazar;
“Adamın ensesine tokadı “şlaaap” diye patlattı”
yazmaz ama bir çizer, çizdiği bu sahneyi daha anlaşılır yapabilmek için ya balonun içine ya da o kareye “şlaaap” diye yazar. Okuduğumuz ilk çizgi-romanların bazı karelerinde; “splaah”, “smaackk”, “craashh”, “fiyuuu”, “yuppiii”, “wooovv”
gibi bir dolu örnek ile karşılaştığımızı hatırlıyorum. Gerçi şimdilerde yeni kuşak buna benzer bir dolu eylemi doğrudan kelimelere aktararak ne yazık ki acımasız ve anlamsızca katlederek kullanmaktadır. Zaten; teknoloji çağımızda da konuşmanın yerini yazma aldığından, gençlerimiz de bunlar gibi garip sözcüklerle iletişir olmadılar mı ? Cep telefonlarından gönderilen kısa mesaj, bilgisayarlarından gönderilen elektronik postaların içeriklerine bakmak yeterli. Yetişir miyiz bilemem ama gelecekteki özellikle internet gazeteciliğinde yapılacak haber ve yorumların da böyle bir şekli olacak diye düşünmüyor değilim.
Örneğin; gazetelerin internet sayfalarında şimdilerde;
“Helal olsun sana, yürü be aslanım..!”
diyenlerle,
“Hadi be oradan, ondan bir cacık olmaz..!”
diyenler arasında kıyasıya geçen yorumlar bir de bakmışsınız şöyle olmuş :
“Ohhfffşşş, ne güzel söylemiş haşırttt..!”
“Çtooonk, asıl size gacırrrt beeaah..!”
Antreman olsun, ilerde lazım olabilir diye son günlerdeki bazı gazete haberlerini vereyim, siz de son teknoloji yorumlarınızı noktalı bölümlere dilediğiniz gibi yazın:
Seçimler nedeniyle ABD’ye fazla yüklenmemişiz...
.....................................................................
Tüm dünya için alınacak kararlar; 5 ülkenin ağzından çıkanlara bakıyormuş...
...........................................................................................................
28 Şubat, DYP’ni siyaseten bitirmek için yapılmış, zira parçalanmış...
...............................................................................................
Adam tazminat davası açınca HAKLI, ilgili yasa değiştirilince HAKSIZ bulunmuş...
................................................................................................................
Polis; milletvekilinin gırtlağını, kendisine saldırılmasın diye sıkmış...
.............................................................................................
Gizli tanık, çıka çıka tanıdık çıkmış...
...................................................
Bedevi’nin baht-ı karadır...
.....................................
Kutup ayısı da beyazdır...
....................................
2023’e gel...
..................
Asıl sen 2071’e gel...
.............................
Herşeye rağmen şükrediyorum ki; 10 Kasım’da rahmetle anacağımız o büyük insan hiç olmazsa bu harfleri önümüze getirmiş. Yoksa; Arap abecesiyle şöyle ağız tadıyla;
“Cık cık cık..!”
bile diyemezdik herhalde...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 8 |
|
Bir sabah vakti, Beylerbeyine doğru yürüyorum. İstanbul’un en güzel manzaralarından biri karşımda. Karşımda deniz, sonbaharın sessizliğinde… Gökyüzünün bir tarafı gri bulutlarla diğer tarafı da güneşle kaplı. Ekim ayının son gününden bir önceki gün bugün. Rüzgarın günaydın okşayışları ellerimi üşütüyor. Ben denize doğru yürürken insan kalabalığı yokuşu çıkıyor. Renkli giysiler var üzerlerinde. Kimisi sarılmış şallarına, kimsi kısa kollarla titrediğini hissetmeden yürüyor. Nereden nereye yolculukları, merak ediyorum? Yüzüme çarpan rüzgar, saçlarımı durmadan karıştırıyor. Şapkamı almadığıma pişman oluyorum. Şapka koleksiyonumdan bir tane çıkarıp takmak zor geldi, üşendim bu sabah. İki yıldır bu güzel yolları yürüyerek gittiğim okulumun bahçesine girdiğimde büyük çam ağaçlarının dalları sanki kucaklamak istiyor beni, okulun bahçesini seviyorum. Boğaz manzaralı sınıfımdan da bu yılın sonunda vedalaşmak zor olacak. Kısa zamanda dersimin iptal olduğunu öğreniyorum. Evden çıktığıma pişman mı olsam, yoksa sevdiğim bu havada kendime zaman mı ayırsam, karar veremiyorum? Arkadaşlar “haydi” diyor. Çay davetini kaçırmıyorum. Beylerbeyi’nden Çengelköy’e yürüyoruz. Zengin yalı kapılarının yanından geçerken, aklımı karıştırıyor hayatın adaletsizliği. Yolun sağında kalan tepelerde inşa edilmiş güzel evler var. Boğazın güzelliğinin farkında mı acaba orada yaşayanlar, yoksa hayatın karmaşasında başka dertlerin peşine düştükleri için vakitleri olmuyor mu boğazı seyretmeye? Çengelköy’ün merkezine geldiğimizde küçük bir kasaba karşılıyor bizi, sanki adalara gelmiş gibi hissediyorum. Eski evler dar sokaklarda sıra sıra uzanıyor. Küçük esnaf tezgah açmış; balıkçısı, börekçisi, manavcısı yan yana. Manav tezgahındaki çilekler gözüme takılıyor. “Daha erken değil mi çilekler için?” diye düşünüyorum. Çınaraltı’na varıyoruz. Büyük ve kalın bir ağaç selamlıyor bizi. MS 780 yılından beri var olduğu tahmin ediliyormuş. Büyük dallarının altına küçük büyük masalar yerleştirilmiş. Yapraklar kubbe gibi bu dar alanı gölgelendiriyor. Yaz vakti burası ne kadar serin olur kim bilir? Rıhtıma yakın oturuyorum, arkadaşların sıcak sohbeti ve su bardağı dolusu çayım ısıtıyor beni. Gökyüzü gittikçe kararıyor, dalgalar kıyıya vurdukça rıhtım ıslanıyor. Karşımda boğaz köprüsü, rüzgarın dans ettirdiği büyük dalgalar var. İstanbul’u düşünüyorum. Hayat koşturmacasında ne kadar hissedebiliyoruz bu eski şehri? Uzun zamandır benim de hissetmediğimi fark edip kararımı veriyorum. Sevdiğim sonbahar havasında hissedeceğim… Otobüse binip Üsküdar’a gidiyorum. Buradaki kalabalık ve hala toparlanamayan yollar yoruyor gözlerimi. Ziyaretine gitmek istediğim Kız kulesi aklıma geliyor. Ama tepesindeki kara bulutlar ürkütüyor beni. Ziyaretçi kabul etmediği bir gün. “Seni en kısa zamanda ziyaret edeceğim!” diye mesaj yolluyorum rüzgarla. İskele nedense bugün boş… Eminönü vapuru sanki beni bekliyor, hemen atıyorum kendimi ona. Uğultulu sesiyle hareket edince, mavi yeşil dalgaların köpüklerini görüyorum. Bir huzur kaplıyor içimi, vapurun içinde gözlerim uyumak için kapansa da yüreğim İstanbul’u denizden seyretmemi söylüyor. Açıyorum gözlerimi, hem de kocaman. Beylerbeyi sarayının ucunu görüyorum, Kuleli askeri lisesine selam veriyorum, boğaz köprüsü dünkü cumhuriyet kutlamalarından yorgun, sessizce duruyor. Dolmabahçe sarayını görüyorum, ihtişamla ayakta karşılıyor beni. Sarayın havuzlu bahçesi aklıma geliyor. Asıl sevdiğim yeri, harem yolundaki bahçedir. Bir misafirimi beklerken keşfetmiştim bu yeri. Büyük uzun ağaçların altında, birkaç kümes hayvanının beslendiği, hatta küçük bir havuzcuk bulunan sessiz bahçedir burası. Üç saate yakın oturmuştum hiç sıkılmadan. Sessizlik, su sesi, arada bir öten kuşların sesi bana inanılmaz huzur vermişti. Bana ilham veren bahçenin huzuru, birkaç şiir yazmama neden olmuştu. “Bir bahar günü tekrar geleceğim, ey huzur bahçesi!”
Gökyüzü yağmura hazırlanan öfkeli karanlığıyla geminin üzerinde… Dalgalar bu karanlığa ortak olmuş, kabarıp duruyorlar köpürerek. Vapur sallanıyor ve yolculuğunun son anlarına sevinir gibi ıslık çalıyor. Karşımdaki Galata kulesini meşhur pizza kulesinin minyatürü olarak görüyorum. Gözlerimi kısarak bakıyorum, birkaç kişi balkonundan İstanbul’u seyrediyor. Vapur kıyıya homurtuyla yaklaşırken, denizi daha yakından hissetmek için güverteye çıkıyorum. Mavi yeşil denizin kokusunu ciğerlerime dolduruyorum. Eminönü iskelesinde vapuru bekleyen insanlar, kapıların önünde öbeklenmiş. Kimisi heyecanlı, kimsisi suskun... Otobüs durağına giderken ekmek arası balık satan folklor giyimli satıcılar, hoşuma gidiyor. Balıkçıların dışında mısırcılar, turşucular, şekerciler de var. Sanki Eminönü’nün gurme yeri burası. İnsanlar midelerinin keyfinde. Otobüse biniyorum, beş dakika sonra Taksim’deyim. Otellerin olduğu sokaklara dalıyorum. Üç yıl önce bulunduğum ve üç yılımın geçtiği bu sokakları özlemişim. Birkaç değişiklik dışında her şey aynı; (“Günaydınlara Elveda” yazısında bahsettiklerim...) Özlediğim başka bir yer de şirketim. Sürpriz ziyaretlerimden birini yapacağım bu sefer. Her zamanki gibi sevgiyle karşılanıyorum. Özlenmek ve en önemlisi benden çok fazla büyük olan insanların saygısını görmek çok gurur verici… Keyifli sohbet ve güzel bir kahvenin ardından vedalaşıyorum.
İstanbul’un kalabalığında adımlarım. Cumhuriyet heykelinde Atatürk’ü saygıyla selamlıyorum. Büyük Ata’mın gözlerindeki hüznü içten hissediyorum. Üzüntüsü, günümüz gençliğine olmalı. Gençlik, onun zamanındaki çağdaş müzikli balolar yerine şimdi ilahi dinletilere katılıyor. Genç kızların başında renkli ve çiçekli şapkalar yerine, paskalya yumurtalarına benzeyen örtüler var. Örtülerin bir ucundan sarkan marka isimleri de komik ve sonradan görmüşlüğün çağrışımlarını yapıyor. Ata’mın gözlerindeki hüzün, yükselecek neslin yükselememiş olmasındandır belki de? Düşüncelerimi İstiklal caddesine bırakıyorum. Bu caddede insanlar iç içe yürüyor. Kimisi yabancı, kimisi değil. Bazen kendimi onlardan fazla yabancı hissediyorum bu şehirde. Bizlerden fazla bilgileri var. Keşke bana bu şehri anlatacak bir ruh olsa yanımda? Şu caddenin eski rüzgarı bile olabilir? Tanıdık bir yüz bulma ümidiyle gözlerim kalabalığın içinde. Belki eski bir dost, okul arkadaşı, bir yerlerden tanıdığım biri… Sadece “merhaba” diyeceğim, ama yok! Yalnızlığımı ceplerimde buruşturarak yürüyorum. Adımlarıma dikkat ediyorum, yer taşları yerinden oynamış. Oysaki sadece birkaç yıl önce yenilenmişti caddenin taşları. Birkaç yılda hemen eskimiş, içleri yağmur suyuyla dolu ve bir mayın gibi tehlikeli. Ne olursa olsun ben bu caddeyi seviyorum. Eski binalarını incelemek çok hoş. Fakat keşke Avrupa’daki Prag şehri gibi el değmemiş olsaydı? Eski yapıların arasına yeni binalar eklenmiş. Onlar estetikten uzak. Benim gözüm freskli, çiçek motifleriyle bezenmiş duvarlarda, yüksek kapıların işlemeli mermerlerinde, çift taraflı merdivenlerde, ferforjeli balkonlarda… Yenileri beğenmiyorum. Bu caddenin havasını tümüyle bozuyorlar. Yeni yapılan alışveriş merkezine ise burun kıvırıyorum. İstanbul’da adım başı alışveriş merkezi gören gözlerim, başka hayaller peşinde. Keşke bu görkemli binanın kapıları, bu caddenin ziyaretçilerini Beyoğlu’nun eski zamanlarına götürseydi. İçinde devasal bilgisayar dükkanları yerine, eskiye ait şapka, giysi, oyuncak dükkanları olsaydı. Hatta içinde büyük bir kafeterya olsaydı; garsonlar, eski Beyoğlu efendilerinin kıyafetlerini giymiş olsalardı. Eski bir sinema salonu olsaydı. Beyoğlu çikolatacısına özel bir dükkan, çikolataları ayaküstü değil de yanında kahve de ikram edebilecekleri eski gaz lambaları ile aydınlatılan, köşk koltuklarının olduğu bir kafeterya, nasıl olurdu ama? Kunduracı, basmacı, pamuk şekerlerinin çevrilerek hazırlandığı şekerci dükkanı, gramofoncu, hanımlara özel dantelli eldivenlerin satıldığı eldiven dükkanı, pijamacı, gazozcu, eski deri kaplı kitapların satıldığı kitapçı vs. bu sadece hayal… Atlas pasajının yanından geçerken içeriye girmek istiyorum ama çok kalabalık, yoluma devam ediyorum. Çiçek pasajı, her zamanki gibi gündüz sessizliğinde. Beyoğlu tramvayı tıkırtıyla yanımdan geçiyor. O bu caddenin jandarması, koruyucusu. İnce sesiyle kalabalığı yarıp ben buradayım, gözüm üstünüzde diyor. İstiklal caddesi, kırmızı tramvayı olmadan renksiz ve çok tatsız olurdu, diye düşünüyorum.
Devam edecek...
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Hugo Chavez ve Venezuela Seçimleri Üzerine |
|
Kökeni Latin Amerika ve Afrika yerlilerine dayanan, öğretmen bir ailenin 6 çocuğundan biri olarak büyüyen ve mesleği askerlik olan Hugo Chavez’in iktidar serüveni, darbe ve halk hareketiyle içiçe geçmiş durumda. Kendi petrolünden yalnızca yüzde 1’i ile yetinen sağ iktidarlardan bu yana Chavez çok şeyi değiştirdi.
Uzun bir süredir "Arka Bahçe"de yeni bir toplum şekilleniyor. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, asi kıtanın damarlarındaki "başkaldırı" virüsünü yeniden canlandırarak, halkın bütün katmanlarıyla yönetimine katılabildiği, temsil edilebildiği, ekonomik değerlerini, kurumlarını denetleyebildiği daha katılımcı bir demokrasi inşa etmeye çalışıyor. Kimilerine göre yeniymiş gibi gösterilmeye çalışılan, ama dünya tarihi boyunca varolagelmiş emek-sermaye çatışmalarının bir başka sürümü olan bu hareket, elitistlerin zenginleştiği, geri kalanların fakirleştiği "küreselleşmeyi ve serbest rekabeti" tümüyle reddediyor. ALCA'ya karşı ALBA projesiyle, Latin Amerika ve Karayipler'de "katılımcı" birlikteliği hedefleyen Chavez, Irak'taki savaş karşıtı tutarlı muhalefetiyle, Filistinlilere verdiği destekle dışa dönük çabaları da destekledi.
Venezuela 1821 yılında, Simon Bolivar önderliğinde, İspanyol sömürge yönetimine karşı verilen mücadele sonucu bağımsızlığını kazandı. Bununla birlikte, son 150 yıldır, birçok Latin Amerika ülkesi gibi, doğal ve insan kaynaklarının ABD tarafından sömürülmesi sonucu adeta bu ülkenin uşağı haline geldi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, dünyanın beşinci büyük petrol üreticisi olan Venezuela'da, neoliberal politikaların uygulanması ülkedeki yoksulluk oranını hızlı bir şekilde arttırdı: Yalnızca yirmi yılda yoksulluk oranı yüzde 33'ten (1975) yüzde 70'e (1995) çıktı. Devlet petrol şirketi ve yabancı petrol şirketleri arasındaki usulsüz antlaşmalar Venezuela'nın petrol gelirlerinden yalnızca yüzde 1'lik bir pay almasına neden oldu. Üstelik, ülkenin siyasetine hakim olmuş iki partili sistemin de bu adaletsiz petrol antlaşmalarında imzası bulunuyordu.
CHAVEZ'İN SERÜVENİ
Hugo Chavez, 28 Temmuz 1954 yılında Sabaneta, Baritas'ta doğdu. Melez olan Chavez, "Baba tarafından yerli (Amerindian) ve Afrika kanını taşımaktayım ve bundan gurur duyuyorum. Benim için yerli olmak halkımızın ve ülkemizin en derin ve en hakiki köklerinin bir parçası olmak demek." diyor. Askeri Akademi'ye 17 yaşında kaydoldu. Burada, arkadaşlarıyla birlikte "Bolivarianizm" olarak adlandırdıkları sol-milliyetçi bir doktrin geliştirdiler. 1975'te, 17 yıl hizmet vereceği orduya teğmen olarak katıldı. Ordunun oynadığı rolden hoşnut olmayan Chavez 1977’de ordudan ayrılmaya karar Verdi; fakat, komünist akademisyen Douglas Bravo tarafından kalması ve sol adına gizlice çalışması için ikna edildi: Chavez,"Ondan çok etkilendim ve ordudan ayrılmaktan vazgeçtim. Sivil-asker işleyişinin ideolojik anlamını ve gizli olarak örgütlenebilmenin olanaklarını keşfettim." diyor. Chavez 1982 yılında, üç subay arkadaşıyla birlikte “Bolivarci Devrimci Hareket-200 (MBR-200)” adında bir örgüt kurdu.
Carlos Perez, 2 Şubat 1989’da devlet başkanlığı görevini devraldı. Fakat, ülkenin çoğunluğunu oluşturan yoksul kesimin yaşam koşullarını iyileştirmeyi vaat ettiği politikalardan vazgeçerek, 16 Şubat'ta IMF yapısal uyum programını yürürlüğe koydu. Böylece neoliberal ekonomi reformları hayata geçirilmeye başlandı. Yabancı şirketlerin kârlarının tamamını kendi merkezlerine aktarmaya olanak sağlandı. Enflasyon yüzde 87'ye yükseldi; reel ücretler yüzde 40 geriledi; işsizlik yüzde 14'e ulaştı; kamu harcamaları kesildi; emekçi sınıfın aleyhine kanunlar çıkarıldı.
Karakas'ın yoksul insanları, ekonomik krizin yükünü sırtlarına yükleyen bu kararlara karşı seslerini yükselttiler. Ordu eliyle bastırılan bu halk ayaklanmasında, yaklaşık 5000 kişi öldürüldü. Sokaklarda tuzağa düşürülmüş yığınlarca ceset bulundu. “El Caracazo” hareketi olarak bilinen bu olay Venezuela halkının zihinlerine kazındı; ve bu cinayetlerin en yakın tanığı olmuş, ordu içindeki bazı kesimleri daha da radikalleşmeye iterek Bolivarcı Devrimci Hareket'in tekrar dirilmesini sağladı.
Doksanlı yıllarda, Venezuela ekonomisi çöküşün eşiğindeydi. Halkın çoğunluğu Carlos Perez'in dikta yönetiminden bıkmıştı.
Perez'e karşı, 1992 Şubat’ında, bir grup silah arkadaşıyla bir askeri isyan gerçekleştiren Chavez o günlerle ilgili şöyle diyor: "Hükümeti devirmeye ve bir Anayasa Kongresi toplamaya yönelik stratejik bir planımız vardı... Amacımız sivil-asker birlikteliğini tesis etmekti; bu her zaman böyledir. İşçi sınıfının katılımı sağlanmıştı... İsyan gününde, bütün halkın, işçisiyle ve askeriyle sokaklara dökülerek silaha sarılacağını hayal etmiştik." Ancak, gelişmeler beklentilere uymadı. Bazı kilit şehirler ele geçirildiyse de isyancılar Miraflores Başkanlık Sarayı'ını alamadı; üstelik Devlet Başkanı Perez kaçmayı başardı.
Chavez teslim olma pazarlığı yaptıktan sonra Savunma Bakanlığı'ndan yapılan canlı yayınla ülkeye çağrıda bulundu. Onu ulusal bir lider haline getiren "Sorumluluğu ben alıyorum... Şimdilik." sözleri bu konuşmadaydı. Darbe girişimi yüzünden 100 subay arkadaşıyla birlikte tutuklandığında, 45 yaşında bir yarbaydı. Chavez ve subay arkadaşları meydan okuyan tavırlarını hapisteyken de sürdürdü; ordu üniformalarını giymeye devam ettiler ve dışarıyla iletişimlerini kesmediler: "Hapis bir tür okul gibidir; çelik gibi bir ruhunuz olur, inançlarınız güçlenir, sezgileriniz derinleşir." diyen Chavez hapsedildi, fakat halkın gözünde ulusal kahraman ilan edildi.
Başkan Carlos Perez bütün saygınlığını kaybetmişti, kamu fonlarını kötüye kullanmaktan yargılandı ve 1993 yılında başkanlıktan azledildi. Halefi Başkan Rafael Caldera, halkın baskısını dikkate alarak, Chavez ve subay arkadaşlarını serbest bıraktı. Chavez değişimi demokratik siyasal hareketle sağlamaya karar verdi ve 1995'te "Anayasa Kongresi, şimdi!" sloganıyla bir kampanya başlatarak ülkeyi dolaştı.
SÖZLERİNİ TUTTU
Hugo Chavez 1998 Başkanlık seçimlerine katılmak için, 1997 yılında “Beşinci Cumhuriyet Hareketi (MVR)” adlı bir parti kurdu. Venezuela'nın kaynaklarını yoksul vatandaşlara aktaracağını vadederek girdiği 1998 seçimlerinde oyların yüzde 56’sını alıp başkan seçildi. İlk icraati yeni bir demokratik anayasanın yürürlüğe girmesini sağlamaktı.
Yeni anayasa sosyal adaleti öne çıkartıyor, insan haklarının kapsamını genişletiyor ve demokratik yükümlülüklerin yeni biçimlerini getiriyordu. Chavez verdiği sözleri tuttu: Başkent Karakas’ı ve öteki şehirleri çevreleyen gecekondu mahallelerinde yaşayan yoksulların durumunda önemli iyileşmeler sağlayacak uygulamaları, tek tek hayata geçirmeye başladı. Yoksul kesime parasız eğitim imkanlarını getirdi; sağlık klinikleri kurarak yoksulların sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanmasını sağladı.
Venezuela’da olan bitenden rahatsız olan Bush yönetimi, Chavez'e karşı düzenlenmesi planlanan bir askeri darbe için sağ kanat siyasi partilere ve medyaya milyonlarca dolar fon sağladı. Bu güçler 2002 yılında Chavez'i bir askeri darbeyle devirip hapsetti. Karakas'ın milyonlarca yoksul insanı bu duruma seyirci kalmadı ve bir araya gelip 48 saat sonra Chavez'i tekrar başkanlık koltuğuna oturttu.
Muhalefet yine boş durmadı. Bu sefer ülkenin kapitalist sınıfı Aralık 2002'de başta gıda ve petrol sektörü olmak üzere Venezuela ekonomisini felç edecek bir lokavt düzenledi. Lokavt tam 64 gün sürdü ve Venezuela ekonomisine yaklaşık 4 milyar dolara mal oldu. Muhalefetin bundan sonraki taktiği, Chavez'in başkanlık süresi sona ermeden önce kendi adayını başkanlık koltuğuna getirtmek maksadıyla bir referandum talebinde bulunmaktı. 15 Ağustos 2004'te referandum yapıldı ve muhalefet tekrar hezimete uğradı. O günden beri Chavez ve kendisini destekleyen 5 partili koalisyon, bütün yerel ve ulusal seçimlerden zaferle çıktı. Venezuela tarihinin en büyük seçmen katılımının gerçekleştiği 2006 seçimlerinde, Chavez oyların yüzde 62'sini alarak başkanlığa seçildi.
Chavez hükümeti, Amerikan Devletleri Organizasyonu'nda yer alan ABD'ye karşı, Küba ile dostluğunu güçlendirerek ve OPEC'teki petrol üreticisi ülkelerin etkinliğini arttırarak kafa tuttu. Bu durum petrol fiyatlarına istikrar getirdi ve yüksek petrol gelirleri Venezuela'nın sosyal programlarına gereken fonları sağlamaya yardım etti.
2 Aralık 2007'de, 1999 Anayasası'nda yapılması planlanan 69 değişiklik referanduma götürüldü ve Chavez, 1998'de iktidara geldiğinden beri ilk defa "teknik olarak" seçim kaybetti; Oyların yüzde 50.1'i hayır, yüzde 49.9'u evet çıktı! Çalışma saatlerini kısaltan, sosyal güvenlik sisteminin dışında kalan birçoklarını sisteme dahil edecek olan vb. birçok maddenin yanında, Devlet Başkanı'nın görev süresini uzatan, gerektiğinde tüm yetkileri kendisinde toplayan başka maddeler de vardı.
2007’deki bu Anayasa yenilgisi, hiç kuşkusuz Venezuella muhalefetini ve Latin Amerika sağını bir miktar güçlendirdi, ama bu zaferin kendilerine başkanlığı getireceğini hayal etmeleri bir işe yaramadı.
ABD desteğini yanına alan muhalafetin, Chavez’I devirmek icin verdiği bütün uğraş boşa çıktı: 1999’dan beri başkanlığını sürdüren Chavez, 7 Ekim 2012’de yapılan, katılımın %81’i bulduğu son genel seçimlerde de %54 oranında oy kazanarak, altı yıllığına yeniden devlet başkanı seçildi.
Başkan’ın seçimlerden sonraki ilk demeci “Venezuela bir daha asla neoliberalizm’e dönmeyecek ve 21.yüzyıl sosyalizmini inşa etmeye devam edecektir.” oldu.
Chavez petrol gelirlerinden elde edilen para ile sosyal programları desteklemeye devam edecek. 24 Ekim’de sunulan 2013 bütçesinde, 2012’ye göre %33’lük bir artış var. 2013-2019’un sosyalizm yol haritasında 5 tarihi hedeften bahsediliyor –ki 96 sayfadan oluşan ana metinde, 5 hedef en ince ayrıntısına kadar ele alınıyor. Bu hedeflerin ana başlıkları şöyle:
1) 200 yıl sonra yeniden ele geçirilen ulusal bağımsızlık savunulmaya ve geliştirilmeye devam edilecek. Bu hedefin ana amacı, Venezuela’nın korunması adına, mevcut sivil savunma gücü ile Bolivar ordusunun savunma kabiliyetlerini arttırmak ve konsolide etmek üstüne kurulu.
2) Yıkıcı ve yokedici sermaye sistemine karşılık, insanlarımızın mutluluğu, sosyal güvenliğin devamlılığı ve politik istikrar için, 21.yy sosyalizminin inşasına devam edilecek. Bu tarihi hedef, mutluluğun sosyalizmden geçtiği ilkesi üstüne kurulu. Öncelikli hedef, yılların sermaye ve petrol temelli üretim modelinden kurtulmak, sosyalist üretim ve ekonomik modellerini daha hızlı hayata geçirerek insanların temel ihtiyaçları olan yiyecek, su, enerji, barınma, ulaşım, sağlık, eğitim, güvenlik, kültür, iletişim özgürlüğü, bilim ve teknoloji, spor, kendini geliştirebilme ve iş ihtiyaçlarını karşılamak.
3) Bütün Amerika kıtasının genel barışını inşa etmek için, Venezuela, Latin Amerika ve Karaiplerin sosyal, ekonomik ve politik bir gücü haline evrilecek. Bu tarihi hedefe, ülke içi ve dışı bütün güçlerin ve kaynakların konsolide edilerek, optimum bir şekilde bölgedeki diğer birlikteliklerle işbirliği yaparak ulaşılması hedeflenmiş. ALBA, PETROCARIBE, UNASUR ve CELAC’daki liderlik rolü ve işbirliğine durmaksızın devam edilecek.
4) Yükselen çok merkezli ve çok kutuplu dünyada, yeni bir uluslararası jeopolitik dengenin inşası için gereken katkılar yapılacak. Bu hedef, emperyal bir yaptırım olmadan, bütün insanların kendi geleceklerini tayin hakkına saygı göstererek, çok merkezli ve çok kültürlü yeni dünya dengesine katkı vermek olarak adlandırılabilir. “Neocon’cu emperyal sisteme karşı, dengelerin oluşması ve devamlılığı dünya halklarının genel barışı için çok önemlidir.” ilkesi vurgulanıyor.
5) İnsan neslinin korunması ve devamlılığı ile gezegendeki barışın sağlanması için katkı yapılacak. İnsanlığın devamlılığı, dünya kaynaklarının dengeli ve adil kullanımı için, eko-sosyalist ekonomik üretim modelinin gerekliliği ve bu uğurda bütün küresel güçlerle işbirliğinin önemi vurgulanıyor.
HIZLI DEĞİŞİM
Chavez ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan, fakat bağımsızlıktan sonraki iki yüzyıl boyunca toplumun bir çok sektöründen dışlanmış yerli Amerindian ve Afrika etnik kökenli vatandaşlarının haklarını savundu. Venezuela hâlâ geçmişteki sömürgeci İspanyol kökünden gelen insanların egemenliği altında. Bununla birlikte Bolivar Hükümeti'nin, önceden dışlanmış ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş, nüfusun çoğunluğunu oluşturan bu insanlara yönelik iktisadi ve sosyal kanalları açmaya başlamış olması ülkedeki bu olumsuz durumu hızla değiştiriyor.
Chavez’in ana hedefi bu halkçı devrimi, "21. Yüzyıl Sosyalizmi'' adı altında derinleştirmek. Chavez, halkın, yerel ve parlamento seçimleriyle birkaç yılda bir oy kullanarak yönetime katıldığı temsili demokrasi yerine toplumun her sektöründe, vatandaşların yönetimini ve denetimini sağlayacak bir tür "katılımcı demokrasi'' inşa etmeye çalışıyor.
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Yusuf ile Züleyha
“Kendini kaybetmek gibi görünen aşk, aslında kendini bilmektir.”
Nazan Bekiroğlu
Yusuf, dünyalar güzeli, ay yüzlü bir çocuk. Mısır’da satılır köle pazarlarında…
Züleyha, Mısır’ın lotus çiçeği, Mısır’ın papirüsü. O da uzun boylu, sırma saçlı, dillere destan bir kız...
Babası evlendirir bir gün güzeller güzeli kızını, Mısır’ın Aziziyle. Çeyiziyle gelir, develerle gelir, Züleyha. Mutsuz olacağı, hapis hayatı yaşacağı, saraya…
Yusuf, o sıralar daha küçüktür, bebektir, kardeşleri atar onu, kör kuyulara. Dilleri olsa da ah konuşsa keşke dediğim kör kuyulara!
Yoldan geçen kervancılar kurtarır, bu küçük su perisini, alırlar yanlarına. Onlar için bir servettir Yusuf, hazinedir. Alacaklardır köle pazarında, ondan çok para.
Züleyha’nın, saraya girdiği gün, Yusuf’ta köle pazarına girer. İlk defa görür onu Züleyha:
“Bu benim rüyamda gördüğüm Aziz,” der. O zaman benim evleneceğim yüz, benim gelin olduğum Aziz kim?”
“Bekle der!” bir ses: “Bekle!” “Her şeyin zamanı var! Sabır et! Bekle!”
Züleyha aradığını bulamamış, yanlış evliliğinin kurbanı olup, eriyip akmıştır. Yusuf’sa Züleyha’nın kölesi olup, onun emirlerine uymuştur.
Ama hiç de umdukları gibi köle, efendilik ilişkisi olmamıştır bu. Bir süre sonra Züleyha’nın aşkı çıkmıştır meydana.
Korkmuştur Yusuf, efendisi Aziz’den. Züleyha onun için yanlış aşktır, efendisinin hanımıdır çünkü.
“İnsan âşık olabilir mi hiç evli bir kadına?”
Yusuf, efendi çocuk, terbiyeli çocuk, uymaz hiç şeytana.
Züleyha ise hırsına teslim olur, atar onu zindanlara. O kimdir ki, onu red edecek. O bir köle, Züleyha’ysa kraliçe.
Gel zaman, git zaman sonra, firavun bir rüya görür: “Yedi yeşil başak ile yedi kuru başak vardır” rüyasında.
Bunu iyi yorumlayacak olan birisini arar, firavun. Doğru kişi Yusuf’tur. Kara kara zindanların ardında, kendini terbiye etmiş, Yusuf. Hemen çağırırlar saraya:
“Yedi yıl bolluk, yedi yıl kıtlık görecek Mısır.” der, yorumcu Yusuf.
Firavun başlar tasaya:
“Ne yapacağım, nasıl kurtaracağım ülkemi ben kıtlıktan?” diye.
Yusuf başlar o an konuşmaya:
“Beni yapın kurtarıcı, ben kurtarayım sizi yokluktan, yoksulluktan.”
Mısır’a Aziz olan Yusuf, kurtarır ülkesini kıtlıktan, yokluktan...
Ailesini de kurtarır Yusuf; babasını ve onu kuyuya atan on bir kardeşini de…
Onu, Aziz olarak gören kardeşlerinin boynu bükülür, babası Yakup’unsa görmeyen gözleri açılır.
Züleyha, bahtsız Züleyha, eşinin ölümüyle bir kez daha sarsılır.
Artık ne güzelliğinden eser kalmıştır, ne de gençliğinden...
Bir gün Yusuf’u görür, eski kış yollarında. Yusuf, hemen tanır onu. O bu saraydaki, anlı şanlı Züleyha’dır, kendine iftira atan Züleyha! Yardım etmek ister ona, yaptığı kötülüğü unutarak: “Ne istersin benden?” der. “Mal, mülk, para.”
Züleyha der: “Ne para, ne mal, ne mülk. Gülümse bana!”
Yusuf’un gülümsemesi, sadaka olmuştur Züleyha’ya. Solmuş yanakları aydınlanmış, Ölgün, kelebek elleri canlanmıştır. Yirmi yıl birden gençleşmiştir, Züleyha.
Alıp onu sarayına götürmüştür Yusuf, eski yerine, eski evine…
Aziz eşi olduğu eski günlerine geri dönmüştür, Züleyha.
“İşte!” demiştir: “Benim rüyamda gördüğüm Aziz bu!”
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ORTADOĞU VE PERDE
Kapitalist sistem, kendine yeni mecralar yaratmak zorundadır, Doğanın kanunudur 'yaşamak ve ayakta kalmak' uğruna devinim için de olmak. Her sistem, canlı yada cansız bu doğrultuda hareket eder.
Ortadoğu'da estirilen 'Bahar Havası' nami diğer 'Arap Baharı' gerçek mana da olmayıp (Ki faydalanılması gerek) amacı dünden bugüne; Mazısı Kırk yıl öncelerine dayanan ABD merkezli, dünyayı yönetmeye ve biçimlendirme namzet 'silah ve ilaç sektör kodamanları' tarafında soğuk savaş dönemlerin de Komünizim'e karşı, yönetimlere getirilen birey ve sistemlerin bugünün Dünyasın'da, özel de ise Ortadoğu'da kendi çıkarlarının önünde hantal bir yapı, bazı yerler de ise aşılması problemli rejim ve şahsiyetlerin tasfiyesinden başka bir şey değildir. Elbette halkların bastırılmışlığı ve insani koşullardan uzak bir yaşam içerisin de olduğu gerçeğini inkar etmek değildir bu tespit. Lakin bu halklar dünden bugüne zaten bu koşullar içerisinde idiler ve bu beyler nerede idiler.
Bu değişim sürecini başlatırlarken de aç olduğumuz 'Demokrasi ve Özgürlük' söylemlerini elden bırakmadan kendilerince 'devrimi' (yıkımı) gerçekleştirmekteler.
Irak örneğin de olduğu gibi 'Kimyasal Silah' en büyük bahane gösterilmişti kamuoyuna, yani gerçekleri her zaman ki gibi 'perdeleme' yöntemini uygulayarak, bugüne nazaran daha gevşek rejim ve bu rejimler altın da yönetilen halkları daha da tüketici toplum olarak dizayn etmektir amaçları; taksitle bulaşık makinası sahibi yapmak, kredi ve kredi kartlarıyla banka sistemine mahkum etmek, çünkü Batı'da daralan pazar ve artan pahalı iş gücüne alternatifler oluşturmak zorundadırlar.
Ucuza üretmek, daha çok tüketen pazarlar bulmak ve tüm bunlara ulaşmak adına sermaye ve yatırımları için daha az problemli bölgeler yaratmak, emtia sevkiyatlarını güvenli kılmanın zorunluluğudur bu 'Arap Baharı' havası.
Yüzünü batıya çeviren 'Ilımlı İslam' yaratmanın sentezidir bu. Ilımlı İslam diyorum çünkü, değiştirmeye çalışılan bölgenin tamamına yakını İslami Devlet'lerden oluşmaktadırlar.
Ortadoğu Halk'ları bu bilinçle değişime yön vermek zorundalar, aksi tutum; Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktır.
Son bir yıl'dir Suriye'de süre gelen iç savaşta en büyük iki aktör Rusya ve Çin'in bu ülke ile olan ilişkilerine göz atmak gerek; Rusya için Ortadoğu'daki kapısı, en büyük askeri üssünün bulunduğu ülke ve en büyük silah alıcısı. Çin için se Petrol yatağı. Bu yüzdendir ki uluslararası arena da Suriye'ye dair atılması istenilen her adımda ayak diremekteler, çünkü Esad'ın gidişi demek her iki ülke için de Ortadoğu'da var olan tek kalelerini kaybetmek demektir. Tüm girişimlerinin bir tek manası vardır gerçekleri perdelemektir.
Perde, ne tuhaf bir sıfattır; Ne garip bir tarafında kalanın değil, her iki tarafında da kalanın görmesini engelleyen nesne, ne-işe-ne! Ve bu nesnesin oluşum organları;
-En çok silah satan Beş Ülke;
1-ABD
2-İNGİLTERE
3-FRANSA
4-RUSYA
5-ÇİN
-Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin Beş Daimi Ülkesi
1-ABD
2-İNGİLTERE
3-FRANSA
4-RUSYA
5-ÇİN
-Dünyanın en büyük beş ilaç firması
1-JOHONSON&JOHONSON
2-PFIZER
3-ROCHE
4-GLAXOSMİTHKLİNE
5-NOVARTİS
bu firmalar yukarı da bahsi geçen beş ülke de 1800'lu yıllar da kuruluşu gerçekleşen, bugün de işe çok uluslu firma kimliğine bürünmüşlerdir. Bu firmalar ve ülkeler yeryüzünün en büyük enerji kaynağı olan petrol firmalarının da direkt veya endirekt olarak ortakları konumundadırlar. SHELL, BP, TOTAL gibi.
Yakın bir tarihte lideri devrilen Libya yani Kaddafi devrilmeden bir ay gibi kısa bir zaman önce Fransa Cumhurbaşkanı taarafında ağırlanmış ve dostluk mesajları vermiştiler, gelin görün ki Kaddafi'nin devrilmesinden sonra Libya'da ilk kez ham petrol çıkaracak olan yabancı firma Fransız menşeli TOTAL'dir.
Avusturalya 'uzak dünya' bir diğer adı da. Demokrasi, insan hakları, ve refah olarak dünya sıralamasınada da ilk üç'tedir. Ve ben de bu güzel ülke de yaşama şansına erişenlerdenim. Buraya ilk geldiğim de göçmen nüfusunun fazlalığı ki bunda en büyük yoğunluğu Sudan'lılardan oluştuğunu gördüğümde ve öğrendiğimde araştırılmaya değer olduğunu düşünmüştüm.
SUDAN: Uzun süren bir iç savaşından dolayı insanları yaşam nefesi bulabilmek için göç etmek zorunda kalanların çoğunun yolu bu ülkeye yani AVUSTURALYA'ya düşmüş.
9 Temmuz 2011 yılın da ise SUDAN Kuzey ve Güney olarak ikiye bölündü. Bu tarihte bağımsızlığını ilan eden Güney Sudan'da onlarca farklı kabilenin ve buna bağlı olarak dil ve kültürün var olduğunu bana anlattı bir gün, bir Sudan'lı ve ekledi “Özgürlük ve bağımsızlık elde ettik ama daha çok bölüneceğiz daha çok acı çekeceğiz, çünkü var olan bu kabilelerin yaşadığı bölgeler yer altı zenginliği olarak faklılıklar arz etmekte, ve bu bize huzur getirmeyecek” diyordu ve bunu derken de farkında mıydı bilmiyorum şu an yaşadığı ülkenin en büyük maden ve petrol firmaları da kendi ülkesini sömürdüğünü.
Ve SHELL firması Güney Sudan'nın petrolünü 99 yıllığına işletme antlaşması imzaladı
İSVEÇ;
İsveç'te yaşayan halkın tamamına yakını İsveç'i barış elçisi olarak görmekteler ne yazık ki İsveç'te yaşayan her bireyin cebine yılda silah satışından elde edilen gelirden en az 1500 Kron girmekte ve bu ülke 55 ülkeye silah satarken, şuanda savaşın fiilen devam ettiği fakir ülkelere silah satması ile dikkate değer bir konu. Ayrıca demokrasinin bulunmadığı fakir ülkelere en çok silah satan ülkeler sıralamasına; Belçika, İngiltere, Fransa ve ABD'nin ardında 5. sırada yer almaktadır.
Sistemlerin adı her ne olursa olsun, bilimsel ya da reel, amaçlarına insanı ve insani değerleri koymadıkları müddetçe, huzur ve de mutluluk getiremeyecekleri aşikardır. Benim burada ki amacım sistemleri irdelemek değildi belki başka bir yazı konusu ama coğrafyamızda oynanmakta olan oyunların aktörlerine bir nebze de olsa dikkat çekmekti amacım.
Perdelerden kurtulmanın bir çok yolu mevcuttur ama en etkili yollardan biri;neden nasıl ve niçin sorularını sormak ve de eğitim...
İdris Kenç Perth Avusturalya idriskenc@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
BENİM GÜZEL BELEDİYEM
“Bibaht olanın bağına bir katresi düşmez, baran yerine dürrü güher yağsa semadan” ZİYA PAŞA
Efendim, biz garip emekliler şu güzel Uranüs’ümüzün, İmzir namındaki şehrine attık ki kapağı, hani pek bir deniz kıyısıdır, sebzesi, meyvesi boldur, ucuzdur, mucuzdur geçinip gideriz sandık.
Ne mümkün!!! Bütün meziyetleri kendisinde toplamış çiçeksever Belediyemiz, sıra biz emeklilere gelince, zaten günde bir simit parası yıllık maaş zammı yaparak bizlerle dalga geçmekte olan Başkent Yankara’nın (bkz. önceki yazılarım) ümüğümüzü sıkmakta olan ellerinin üzerine bir de kendi ellerini koyarak iki misli basınçla boğazımızı sıkmakta hiçbir beis görmüyor!
“Abuzittin efendi, konu nedir? Sadede gel! Belediyemize atıp, tutma! O iyi saatte olsunların yandaş ve candaşlarının işi....” dediğinizi duyar gibiyim.
Peki o halde, ben de sadede gelip sade kahve içeyim efendim!
Haziran ayı başında bir “su” faturası aldık. Aldık da, bu “su” faturası mı, yoksa “kuyumcu” faturası mı bakın hala tereddütdeyim yani.
Aşağı yukarı % 100 zam ile, Yankara’nın lütfedip % 3 zam verdiği emeklilere “şaka” yapıyor bizim büyük başkan!
Sanırsınız ki, sanki Belediye’yi emekliler bastı, emekli savcılar dava açtı, emekli mahkeme heyeti de yargılama yapıyor. Bu neyin intikamıdır, canım Belediyem?
Hayır, şu mu zannedilmektedir? Bu şehirde yaşayan insanlar, elbette Yankara’nın şehircilik zihniyetine tümden karşıdırlar. Tamam da yatıp kalkıp her dakika şehirdeki her yurttaş “Aziz Başkanımız neyler, neylerse güzel eyler!” şarkısını mı söyleyecek sanırsınız!
Yemezler iki gözüm, yemezler.......
Haaa, Belediye aleyhine tek bir cümle edeni, hemen “halk düşmanı”, “yandaş” “yalaka” ilan edeceğini söyleyen, bir başka tür yalaka bürokrat ve basın muhteremleri yine de beni susturmayı başaramadınız işte......Korkunun ecele faydası yok ki, a be benim iki gözüm.....
Su neredeyse altından pahalı oldu bu kentte......Bilmiyorum, oturup araştırmacı soruşturmacı gazetecilik oynamaya soyunmadım ama, sanırım canım yurdumun en pahalı olmasa bile pahalılıkta ilk 10’a girecek suyunu biz kullanmaktayız.
Bu nasıl iştir a benim güzellerim? Bu nasıl sosyal Belediyecilik anlayışıdır yahu? Sizi Kikili’ye Osman Başkan’ın yanına staja mı göndersek, ne yapsak bilmiyorum ki?
Bazılarına göre her şey iyi güzel de, İmzir'de yaşayan insanların, özellikle biz emeklilerin talepleri de var kardeşim....
Neyse, sade kahveyi içtik, şimdi sadede gelerek İmzir Böyyük Belediyesinden taleplerimiz neler, seçerek onlardan en önemli gördüğümüz bazılarını sıralayalım bi yol.....Malum yazı bu, cümlelerimizin de bir sınırı var!
Suya önce % 100'e yakın zam yaptınız, sonra gelen tepkiler üzerine zam oranını % 40'lara çektiniz.
Yankara biz emeklilere alay eder gibi günde bir simit parası zam yaparken, % 40 su zammını sineye çekip kabul edelim mi yani? Olmaz iki gözüm olmaz, kesinlikle “no” yani!
Bas geri! Su'da 01.01.2012 tarifesine geri dön önce, kademeli ücretlendirme sistemini kaldır, güzel körfezimin temiz insanlarını su kullandıklarına pişman etme! en alt kademe ücretini TEK ÜCRET olarak uygulamaya başla!
Böyyük Başkan, yani “moruklar, ortalama sıcaklık 40 derece bile olsa, siz haftada bir yıkanın, size çok bile!”mi demek istiyorsun? Herkes gibi bizlerde, ter kokmadan insanca yaşamak istiyoruz efendi!
Şimdi de gelelim “toplu taşımama” sorununa, yeni YESHOT’a!
YESHOT'un, başta otobüs sefer sayı ve sıklığı olmak üzere tüm icraatları saç baş yolduruyor böyyük Başgan, haberin var mı? Merak ediyorum, acaba YESHOT Genel Müdürü Yankara’daki merkezi beyliğin, İmzir içine yerleştirdiği bir truva atı mıdır?
Böyyük Belediyemiz ile Ana Muhalefet Partimiz YESHOT uygulamaları yüzünden oluşan büyük tepkinin ve bunun yerel seçimlere yansımasının sonuçlarını hesap edecekler mi acep? Masa başında oturarak kararlar alan ve bütün eleştirilere rağmen buna devam eden YESHOT Genel Müdürünü istifaya davet etsek, kabalık yapmış olur muyuz?
YESHOT "CIZBAN'a binmeyeni döverim." politikasını bırakmalı, halka kulak vererek otobüs seferlerini ona göre ayarlamalı, otobüsleri otopis yapmamalıdır. Böyle bir yazıda toplu taşımacılıkla ilgili tüm dertlerimizi sıralamaya kalksak, en başta okuyuculara haksızlık olacak. Bu yüzden en önemli soruna bir çengel atmakla yetinelim.
Eskiden ilimizin en böyyük Tıp Fakültesi hastanesi önünden kalkan otobüs hatlarının son durakları, başka bir yere alındı. Bu otobüslerin güzergahları derhal değiştirilerek (dikkat son durakları değil!) hem gidişte hem de dönüşte İmzir'in en temel ulaşım noktalarından biri olan malum Tıp Fakültesi Hastahanesi önünden tekrar geçmeleri sağlanırsa, beddua yerine tüm öğrenci, hasta ve hasta yakınlarının hayır duaları YESHOT Genel Müdürünün üzerine olacak!
Canım Belediyemi bu kadar topa tutmak yeter, artık bu yazıya bir nokta koyayım, koyayım da şunu da söylemeden geçemeyeceğim hani......
Bir “Hemşehri İletişememe Merkezi”miz var. Ne gözel! Burada çalışan ablalarım ve teyzelerim herhalde mahallelerindeki herkese şal, kazak, atkı, eldiven filan örmüşlerdir diye düşünmekteyim.
“Ne alaka ulan Abuzittin, kafayı mı yedin!” diyeceğinizi biliyorum. Eeee, iş güç olmazsa
hemşehri ile ilgilenmek değil de ilgilenmemek asıl iş olursa, bunca boş zamanda ne yapılır ki, örgü örmekten kelli.
Arkadaşlar, canım belediyemin kapıları duvar, gözler kör ve de kulaklar sağır. Bir derdiniz mi var, her önüne gelen yetkisiz yetkili “vallah billah benim konum değil, sen falancaya git...” türküsünü çığırıyor. 60 küsur yaşıma geldim....Çözüm yerime çözümsüzlük merkezi olan böyle ikinci bir kurum daha gördüysem iki gözüm önüme aksın billahi.....
Yerel yönetim nedir, nasıl yapılır? Murat Karayalçın’dan biraz ders alın da, öğrenin bari kardeşim yahu.
Önce hizmet organı olduğunuzu hatırlayacaksınız, sonra hizmet etmeniz gereken insanlardan görüş, fikir, öneri almanın bir yolunu bulacaksınız, gözleriniz ve kulaklarınızı açarken, kapıları da açık tutacaksınız ki, insanlar kendilerine muhatap bulabilsinler.
Ancak bütün bu işleri becerdikten sonradır ki, çıkacak meydanlara oy isteyeceksiniz. Yoksa seçim sandıkları açıldığında “oy anam oyyyy!” olursa, hiç şaşırmayın yani.
Neyse dellenen bu garip emekliyi daha fazla dellendirmeyiniz. Hadi bana eyvallah!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü |
Soner Yalçın’a Cevap: Evet Var
Düşüncelerimdeki fay hatlarında bulunan sessizliği yırtan bir depremle irkildim, “Kimse var mı orada?” diye seslenen, bir çığlık duydum. Belki de çoğunuz duymadı, ama benim zihnimde o çığlık hâlâ yankılanıyor.
O nedenle cevap veriyorum: Evet var, Sayın Soner Yalçın. Hem de sesinizi duyan çok sayıda kulak olduğuna eminim, ama ne yazık ki çoğu duymuyormuş gibi yapıyor.
Soner Yalçın’ın çığlığı şu cümlelerle sonlanıyor:
“Sevgili dostlar, evet siz benim 'suç' ortağımsınız! Sizi harekete geçirmeye çağırıyorum. Yalnız olmadığımı gösterin.
Sessizliğe mahkum edilişime son verin. Sesim olun, kalemim olun.
Yıkın yalanlarla örtülü şu zindanın dört duvarını.
Yoksa...
Bu yine; toprağa, çiçeğe, ağaca ve en dayanılmazı 12 yaşındaki oğlumun kokusuna hasret; insani niteliklerimi kaybetmem için yoğun tecrit uygulanan cezaevindeki koğuşumda kendimle konuşmaya devam edeceğim:
'Kimse var mı orada?.. “
**
Tarih, kendilerine haksızlık yapılan, zindanlarda çürütülen, hatta öldürülen yazarlarla, bilim adamlarıyla, filozoflarda, toplum önderleriyle, siyasetçilerle dolu. İşte bunlardan birkaç örnek:
Bruno(1548-1600), evrenin sonsuz olduğunu ve evrende dünyadan başka gezegenler bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi'nin Engizisyon mahkemesinde yargılanıp sapkın ilan edildi ve Roma'da diri diri yakılarak idam edildi? Oysa, Bruno’ya düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylenmişti. Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermedi.
Thomas More(1478-1535), İngiliz devlet adamı ve aynı zamanda bir hukukçu. Ütopya’nın yazarı. Lordlar Kamarası Başkanlığı’na kadar yükseldi. Önce kralın boşanıp yeniden evlenmesine karşı çıktığı için hapsedildi, sonra da İngiliz Kralı VIII. Henry’yi kilisenin başı olarak kabul etmediği için ölüm cezasına çarptırılarak 1535 yılında kafası giyotinle kesilerek idam edildi. Giyotine başını koyarken celladın heyecanlandığını görüp ona dedi ki: “Senin bir suçun yok, sen sadece görevini yapıyorsun. Yalnız, şu sakalımı düzelt de başım kesilirken o da kesilmesin. Çünkü suçlu olan benim, sakalım değil.”
Galileo(1564-1642), kendisinden önce Copernicus'un öne sürdüğü güneş merkezli evren kuramını benimsemiş ve bu nedenle Vatikan kilisesi tarafından iki defa yargılanmıştır. Kilise dünya merkezli bir evren anlayışını savunuyordu ve Copernicus teorisini dine aykırı buluyordu. 1614'te ilk mahkemesinde görüşlerini yayması ve öğretmesi yasaklanmış, 1632'de yazdığı bir kitap nedeniyle yargılanması sonucu ömür boyu ev hapsine mahkum edilmiştir. Aslında Galileo’ya verilen ceza idamdı, ama “Dünyanın güneş etrafında dönmediğini” beyan etmesi üzerine hayatı bağışlanmıştı.
Sokrates (MÖ 469-MÖ 399) Platon(Eflatun) ve daha birçok öğrencisi olan bir filozoftur. Felsefeden başka bir uğraşısı yok. Yalın ayak gezer ve gençleri aydınlatmaya çalışır. Yaşadığı dönemde çok tanrılı dinler hakimdir, ama o tek tanrıya inanır ve bu görüşünü de her yerde dile getirir. Tanrı heykelcikleri yaparak satan ve bu yolla geçinen esnaf, işlerini kaybedecekleri korkusuyla onu gençleri zehirlemekle suçlar. Yakalanır, yargılanır, ölüm cezasına mahkum edilerek hapse konulur. Sokrates’in hapisten kaçma imkanı olmasına ve bunu kendisine teklif etmelerine rağmen “yaşadığı toplumdaki kanunlara uyması gerektiğini, uymadığı takdirde suç işlemiş olacağını” söyleyerek reddeder. Düşünce ve idealleri uğruna kendisine verilen bir kase baldıran zehrini içerek yaşamına son verir.
Onlar tarihteki saygın yerlerini aldılar, ama bu haksızlıkları yapanları hatırlayan var mı?
Yok. Aslında burada önemli olan kişiler de değildir; zihniyettir.
Tarihin her döneminde dogmatik zihniyet, aydınlığı boğmak istemiştir. Çünkü dogmatik düşünce, eleştiriyi sevmez. O nedenle de sorgulayan kafaları ya kopartır ya da hapishane ve zindanlarda çürütür.
**
Soner Yalçın suçlu mudur, değil midir? Bunu ben bilemem, çünkü bu konuda bir yargıda bulunabilecek hukuk bilgisine sahip değilim. Ama zihnimin köşesinde beni rahatsız eden bir soru var:
Ya suçlu değilse?
Ne olacak o zaman?
Onca çektikleri, ömründen giden günleri yanına kâr(!) mı kalacak?
Son sözler Oruç Baba’dan:
* Masumun özgürlüğünü, adalet adına kısıtlayan, adaleti katletme suçu işlemiştir.
* Haksızlıkların artması, cesur insan sayısının azaldığını gösterir.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Ötenazi Üzerine I |
|
İnsan yaşamının sona ermesi/erdirilmesi konusu, târih boyunca insan düşüncesini meşgûl etti. Bu bağlamda ötenazi, insanların çeşitli inançları ve bunların farklı birtakım yansımalarıyla, insan düşüncesinde önemli bir konum üstlendi. Terim olarak ötenazi, Yunanca eu (iyi/mutlu) ve thanatos (ölüm) kelimelerinin birleşmesinden oluşur ve “yaşamın iyi bir biçimde sonlandırılması” anlamına gelir. Bu yönüyle ötenazi savunucuları, ölümü genel bir “merhamet”(!) düşüncesiyle temellendirmeye çalışırlar. Ötenazi konusunda akla gelen ilk şeylerden biri ise toplumda “işe yaramaz”(!) kimselerin ortadan kaldırılmasıdır.
Nazi dönemi Almanya’sını çağrıştıran bu anlam, belirli birtakım devlet politikalarıyla ilgilidir; ötenaziyi etik bir sorun hâline getiren temel unsur ise bireysel irâde bağlamıdır. Nitekim, kişinin ölmeyi niçin istediği ve/veya ölüme kimin, nasıl bir gerekçeyle “izin verdiği”/“göz yumduğu”; bu kararların insan irâdesi bakımından sorgulanması, ötenaziyi etik bir sorun hâline getirir. Burada genel olarak kabûl edilen, ölümün kişi için daha iyi olacağıdır; fakat, kişinin çıkarlarının yaşam üzerinden değil de ölüm üzerinden tanımlanması, ciddî bir sorundur.
Ötenazi konusunda yapılagelen ilk ayrım, aktif ötenazi ve pasif ötenazi arasındadır. Bunlardan ilkinde, kişinin hayâtına doğrudan son verilir; ikincisinde ise ölümüne izin verilir. Bu iki ötenazi arasında, ahlâkî bakımdan bir ayrım olduğu düşünülegelmiş ve yalnızca ölüm sonucuna bakarak bu ikisi arasındaki ayrımı ortadan kaldırmanın uygun olmadığı savunulmuştur. Ölüme neden olmada ise bunun kastî olup olmadığı esastır ve bunlar arasında temelli bir fark vardır. Ayrıca ötenazinin, başkalarına karşı “negatif görevler”imizden (karışmama) mi yoksa “pozitif görevler”imizden (somut birtakım yükümlülüklerimiz) mi olduğu da tartışmalıdır.
Negatif görevler, sayıca tüketilemez ve somut durumlarla sınırlandırılamaz; pozitif görevlerde ise belirli bir bağlam ve bu bağlam içinde somut bir durum vardır. İnsanların “ölümüne karışmamak” ve “ölümüne izin vermek” arasında, oldukça ince bir çizgi vardır ve ötenazinin, negatif bir görev mi yoksa pozitif bir görev mi olduğu tartışmalıdır. Hem, ötenaziye ilişkin görüşlerimizin şekillenmesinde, inanç dünyâmızın da etkisi vardır ve bu da değerlendirme yapmamızı oldukça güçleştirir. Ötenazi konusunda yapılagelen bir diğer ayrım ise istek bağlamı üzerindendir; bu ayrıma göre “istekli ötenazi”de kişi, ölmeyi kendi irâdesiyle ister ve bunu, kendi irâde beyânıyla dile getirir.
“İsteksiz ötenazi”de ise kişi, ölmeyi istemez; fakat, bunu dile getirmeye muktedirdir. “İstek-dışı ötenazi”de ise kişinin kendi irâdesi hakkında bilgi sâhibi olma imkânımız yoktur; örneğin, sakat doğmuş bebeklerin durumlarında olduğu gibi. Yine de tüm bu ötenazi türleri arasında ortak bir nokta vardır ki, bu da ötenazinin, kişinin yararına olduğu ve kişi için en iyi “çözüm” olduğudur. Ancak bu noktada, kişinin isteklerine verilecek değer konusunda ciddî bir sorun ortaya çıkar. Kişi, aynı anda hem yaşamak istiyor, hem de acı çekiyorsa, bu durumda ötenaziye karar verip vermemede, ciddî bir çelişki içinde olacaktır.
Aynı şekilde, kişiye karşı negatif görevlerimizi mi esas alacağımız ve ötenaziyi talep ederse, ona karışmamak gibi bir tutum mu benimseyeceğimiz, yoksa pozitif görevlerimizi mi esas alacağımız ve onun ne düşündüğüne bakmadan, kendimiz açısından “yükümlülük” olarak gördüğümüz şeyin gereğini mi yapacağımız şeklindeki bir tartışma, ötenazinin nasıl bir etik sorun olduğunu ifâde etmektedir. Kimler için “yaşamanın daha değerli olduğu”na kimin, neye göre, nasıl karar vereceğine ilişkin kesin ayrımlar yoktur. Fakat, istekli ötenazide kişi, ölmeyi kendi irâdesiyle ister ve bu isteği, kendisi açısından etik bir sorun olduğu gibi, bu isteğinin yerine getirilme şekli de karşı taraf açısından etik bir sorundur.
Kişiye karşı negatif görevlerin bir parçasının da ölümüne izin vermek olduğunu iddiâ etmek ve karamsarlık içinde ya da psikolojik bakımdan karar veremeyecek durumdaki bir kişinin ötenazi karârını yine de geçerli kabûl etmek gibi konular, bu etik sorunlar hakkında yelpâzenin genişlemesine neden olmaktadır. İsteksiz ötenazide de kişi aslında yaşamayı istiyorken ölümüne kimin, nasıl karar vereceği, ciddî bir sorundur. İlkinden farklı olarak bu, çok daha güç bir sorundur; çünkü burada, kişinin gerçekte ne istediğine bütünüyle kayıtsız kalınmış olunacaktır ve kişinin kendi irâdesine aykırı olarak ölümüne karar vermenin o kişinin çıkarına olduğuna inanmak zordur.
İstek-dışı ötenazide ise kişi aslında, ne istediğini ifâde edebilecek bir durumda değildir; üstelik, ölümüne izin vermek ve öldürülmesi arasında bir fark olsa da her ikisi de kişinin kendi irâdesi üzerine başkalarının bir irâde dayatmasını ifâde eder. Örneğin, zihinsel koma hâlindeki kişiler için ötenaziye kimin, nasıl karar vereceğini bir kurala ya da ilkeye bağlamak mümkün görünmemektedir. Bugün pek çok ülkede, “normal şartlar altında” ölümüne rızâ gösterilemeyecek bebekler, bu tür hastalıklarla doğmuşlarsa, basit tedâvilerle giderilebilecek hastalıklar nedeniyle ölüme terk edilerek istek-dışı pasif ötenaziyle öldürülebilmektedir ve hukukî çerçevede bunun herhangi bir yaptırımı da yoktur.
Hâl böyle olunca, ebeveynliğin içeriğini tartışmak gerekir ve bu bağlamda, yaşamın mı yoksa ölümün mü daha değerli olduğu sorusu gündeme gelir. Ötenazi uygulamalarında koşullar ve gerekçeler farklı olsa da ölümün kişi için daha iyi olduğu düşüncesi hep korunur ve buna bağlı olarak zincirleme birtakım etik sorunlar ortaya çıkar. Nitekim, yaşamın amacını “mutluluk” olarak gördüğümüzde, hangi yaşamın neye göre “daha mutlu” olduğuna nesnel bir açıklama getiremeyiz. “Yaşamı her durumda sürdürmek gerek”tiğini temele aldığımızda ise ölüm hakkı da dâhil olmak üzere kişinin kendi yaşamı üzerinde bir söz hakkının olup olmadığını tartışmak zorunda kalırız.
Kaldı ki, yaşam hakkının içinde ölüm hakkının da içerildiğini kabûl edersek, aktif ötenazi yerine pasif ötenaziyi desteklemenin bir anlamı kalmaz; çünkü, aktif ötenaziyle “daha kolay ve etkin bir şekilde sonuç almak”(!) dururken, pasif ötenaziyle “dolaylı bir sonuç”(!) elde etmeye çalışmanın haklı bir gerekçesi yoktur. Antik kaynaklara baktığımızda ise ilk olarak Romalı târihçi Suetonius’un, Augustinus Caesar’ın “kolay ve acısız ölüm”ünü(!) anlatmak için ötenazi terimini kullandığını görmekteyiz. Rönesans’ta ise Francis Bacon, ötenaziyi bir hak olarak kabûl etmiş; hastaların “kolay yollarla doğal ölüm”ü(!) yaşamalarının bir hak olduğuna inanmış ve mevcut tıp bilgilerinin bu amaçla kullanılabileceğini savunmuştur.
Bunu istemenin kişi için bir hak olduğuna inanan Bacon, hastanın “uykuya dalar gibi ölme hakkı”nın(!) olması gerektiğini düşünmüştür. Sonraki dönemlerde de bu şekilde yapılan temellendirmelerde, çok az şey değişmiştir. Ötenazi konusunda Batı toplumlarında bugünkü anlayışın şekillenmesi ise 1870 ve 1920 yılları arasında kaydedilen gelişmelerle olmuştur. Zîrâ, 1870 yılında Samuel D. Williams tarafından yapılan tartışmalar, İngiltere ve ABD’de derin yankılar uyandırmış ve 1920’lere kadar ötenazi, bir “hak” olarak pek çok Batılı ülkede kabûl edilmiş; kişinin “merhamet içinde öldürülmesi”nin(!), o kişinin çıkarlarına olduğu düşünülmüştür.
Böylelikle, “istenmeyen bir yaşam”ın(!) sona erdirilmesi uygulaması, yirminci yüzyılın başlarında Batıda yaygın olarak uygulanmaya başlanmış ve özellikle de “deliler”, ağır hastalar ve yaşlılar için ötenazinin bir “hak” olduğu, genel kabûl görmeye başlamıştır. Fakat, Yahudi soykırımı sırasında Naziler de bu argümanı kullanınca, “istenmeyen bir yaşam”ın(!) sona erdirilmesi ve “merhamet içinde ölüm”(!) konuları sorgulanmaya başlanmıştır. Bu dönemde ötenaziye ilişkin temel birtakım ayrımların yapılmaya başlanması da aslında, ötenaziye yönelik bu olumsuz bakış açılarının yükselmesi nedeniyledir. Hekim destekli intihar, aktif/pasif ötenazi, ölümcül hastalığa son verme tedâvisi gibi ifâdelerin kullanılmaya başlanmasının gerisinde bu vardır.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Döngü
Üryan gecenin içinde gezdim
Çağlayan ruhumun sabahları mazide kalan
Sendelediğini duydum rüzgârın
Fısıltıların önüne düştüm aniden
Ölgün tefekkürün civarında
Yangınıyla güzelliğin
Her şey mümkündür dediler
Mucizeyi gördüm
Sessizliği bozmadan
Kırılmıştım burukluğum bile kırılmıştı
Sanmayın bu gidiş talihsiz bir yolculuk
Her taraf artık ıssız
Acıyla var oluyor hiçliğim
Uzaktan bir hayli dalgın
Bir hayli gömülmüş
Her pencerede hazan kuşları
Sinyalini kelimelere gönderen
Boynumda eğiliyor omurgamda
Bu manzara belirliyor kaderimi
Kaderim eğri
Nerede olduğumu biliyorum
Göğün yolu apaçık
Vadileri özlüyorum
Düzlükleri ve yeşil sahilleri
Temiz sakin ama eksilmiş
Bedeli sonsuz olan yorgunluğun
Hüznü
Yıldızların ve
Kapılıyorum bir çocuk sesine
Canlanıyor sakiler
Başka bir rüya için başkalaşıyor gece
Gemisini terk ediyor kaptan
Başak Tuncel
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|