Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.943

 16 Kasım 2012 - Fincanın İçindekiler


  • SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -2 ... Seyfullah Çalışkan
  • İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 9 ... Nevriye Hamitoğlu
  • ADALETE BAK ADALETE... ... Erhan Tığlı
  • Hayatın Kanunu ... Neslihan Minel
  • KİRACI PERDESİ ... İlknur Odabaşı
  • SÜTÜMÜ BOZAN SÜTÜ BOZUKLARDAN ŞİİKAATÇIYIM HAAAKİM BEY! ... Abuzittin Tırlak
  • Kapitalizm Malı Götürüyor ... Ömer Faruk Hüsmüllü
  • Ötenazi Üzerine II ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Biraz da ben çemkireyim dedim!..


    Bugün ellerinde büyük bir fırsat var. Balık hafızalı vatandaşların geçen 2 yılı bir çırpıda unutmalarını sağlayacak bir fırsat. Adalet mekanizmamızın testten geçtiği son 5-6 yıllık dönemin belki de en manidar duruşması yapılıyor bugün. Yedi düvelin gazeteciler hapiste demesine karşın, en pişkin haliyle "Gazeteci mi? Onlar terörist, sarı basın kartları bile yok." diyebilen karar vericiler güruhu kurtarma sözlüsüne kalkıyor bugün. Tek suçları gazetecilik, habercilik yapmak olan, bunu belgelendirdikleri için biri hariç hepsinin tahliye olduğu Oda TV davasında belki de karar verilecek, can kulağıyla gelecek haberleri dinliyoruz. Tubitak denilen, eskinin bilim yuvası, şimdinin takunya dolabı kuruluşunun verdiği 2 ayrı rapor dahi lehlerine olmasına rağmen, nedendir bilinmez, içeride tutulan Soner Yalçın, hakimin iki dudağı arasından çıkacak sözü bekliyor heyecanla. Onun ve herşeye rağmen dik olmayı seçmiş meslektaşlarının ve ben gibi ademlerin temennisi bu. Ağızdan çıkacak söz ayrıca Türk adalet sisteminin de bir sonraki yerini belirleyecek. Bunun farkında olanlar elbette çoktur ama karar vericilerle, hüküm vericiler arasındaki koordinasyona taş koymayı kimler becerebilecek hep beraber göreceğiz.

    Bir arkadaşımın deyişiyle "Salı çemkirmeleri" içimizde zaman zaman yeşeren umudu da alıp götürecek cinstendi geçtiğimiz hafta. Salı günleri grup toplantılarında, yürütmenin ana manivelasını, muhalefete küfretmek olarak gören bir başbakanı izlemek zorunda kaldık gene. Beyninden geçenle ağzından çıkan arasında bir dengesizlik olduğu aşikar olan Tayyip Bey'in incileri döküldükçe, haklı olarak insanlar karşının tepkisini de merak eder hale geliyor. Ve bu dövüş böylece sürüp gidiyor. Biraz ılımlı davranmayı seçenler "İyi de CHP lideri de cevap veriyor adama." diye sözde Kılıçdaroğlu'nu eleştiriyorlar. İyi de cevap vermesin de ne yapsın? Ortaokul çağlarında fen derslerinde öğrendiğimiz bir deyim vardı; "Respond to stimuli", uyarılara cevap ya da etkiye tepki diye tercüme edilecek bu deyim, bir doğa kanunu aslında. Sizi sürekli dürten bir nesneye tepki vermek zorundasınız, aksi takdirde diğer organlar sizin yerinize harekete geçer, bu da dengeyi altüst eder. Adam gibi konuşan bir parti liderine verilecek cevapla, sürekli küfredene verilecek cevap bir olmaz, olamaz Türkiye'de. Burada bunun adı ezilmektir. Cevap veremediği için karşı tarafa hak verdiğin anlamı çıkar. Sıradan vatandaşın gözünde itibarın iki paralık olur. O yüzden bu oyuna gelmek ve ona anladığı dille cevap vermek zorunda kalırsın. Türkiye'de yaşanan durum budur.

    Alel acele meclisten geçirilen büyükşehir yasasıyla ne yapılmak istendiği ayan beyan ortada iken, gözümüzün içine baka baka, kel alaka "İdam" demesine aklı başında kimse sessiz kalamaz. Ucuz kabadayılıklara karnımız tok diyeceğim ama değil biliyorum. En azından halkımızın yüzde ellisi ucuz kabadayılara prim vermeyi hala onurlu bir iş sayıyor. Son altı ayda attığı her adımda, söylediği her sözde ters kepçe olan, hiçbir pprojesi tutmayan, gelecek planlarında başkan olmaktan başka bir çıkar yolu olmadığını açıkça itiraf eden bir adam, ne hikmetse, cesaretinden ötürü olsa gerek, hala alkışlanıyor bu memlekette.

    Buyrun işte, daha bugünkü haber, örtülü ödenekten 10 aylık harcama bir milyara dayanmış. Günde neredeyse 4 milyon lira hesapsız harcanıyor. Ha diyeceksiniz ki sana ne, adamcağız pekaka ile güreşiyor, para oraya gidiyor. Keşke gitse. Bence gittiği yer daha farklı. Hala sultanlığını ilk kabul edecek memleket olarak gördüğü Suriye ve onun bahtsız bedevileri olabilir mi bu şanslılar acaba?

    Biraz da aşığı olduğumuz şehrin başına dökülen muhallebilerden söz edelim isterseniz. Taksim Meydanı sekiz ay süreyle kapalı. 1 Mayıs'ta da kapalı yani. Tesadüf işte. Trafiği alta alıp bir güzel meydan yapacaklarmış. Buraya kadar katlanılabilir. Peki gezi parkına dikecekleri ucube ne demek oluyor? Taksim Kışlasını yenden canlandıracaklarmış. Bak sen. Muhallebiyi yaladık yuduk, bunu da yiyeceğiz Allahın izniyle. Memleketin dört bir yanında askere ait ne varsa sökmek, yıkmak, almak, satmak için akla karayı seçeceksin ama Taksim'e eski asker kışlasını yeniden yapacaksın. Sağol be. Dört duvardan oluşan bir gudubetin ortasında yeni rantiye merkezleri yaratacağını söyle canımızı ye. Hiç olmazsa biz de kaçınılmaz hale gelen tecavüzden zevk almayı seçelim.

    Taksim'den sonra bir kuyruk acısı da Çamlıca tepeleri bu amcalar için. E5'in hemen yanına diktikleri muhafazar saraylara ait koca cami silüeti yetmemiş ki, bir de her yerden görülsün diye Çamlıca tepesine binlerce kişilik koca bir Camii dikmek için kolları sıvadılar. Seçici kurul birinciliğe layık bir eser bulamamış ama ikinci olan kızlarımızın kışlasını Camii diye yapmaya karar vermiş. Şimdi ben Camiiye çirkin diyeceğim, aklı evveller bana küfredecekler. Varsın etsinler. İstanbul silüetinde varolan Camiler ne kadar ulu ise bu Çamlica tepesine dikilecek Cami de o kadar ucube. Devam edin arsızlar sürüsü debvam edin. Bu neyin kini ise, saldırmaya, yıkmaya, dinden imandan, kışladan, büyükşehirden, bekdeden rant yaratıp nemalanmaya devam edin. Gün gelecek devran dönecek bunun hesabı sizden sorulacak elbet. Burada değilse bile ahrette bunun hesabını vereceksiniz mutlaka. İçinizde hala Allah korkusu kaldıysa, biraz durup düşündüğünüzde doğru yolu bulacağınıza dair hala umut taşıyorum. MHP'li bir vekil demiş, "RTE korkusu Allah korkunuzuun önüne geçmiş sizin." Tüm kalbimle yanılıyor olmasını dilerim. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -2

    Rıza Beylerin tarlaları kasabanın içine kadar sokulur. Kendi evlerinin ve pamuk depolarının arkasından başlayan tarlalar Zeytinlik Mahallesi ile Mektep Mahallesi arasından uzanıp kanal boyuna kadar gider. Eskiden İrfan Bey’in evinin arkasından başlayan tarlanın büyük bölümü şeftali bahçesiydi. Şeftali bahçesinin sonunda yaşlı ve bir o kadar kocaman bir karadut ağacı vardı. Mektep mahallesine yakın yolun kıyısında ise iki tane dev gibi çitlembik. Sıcak yaz günlerinde o çitlembiğin altında oynardık. Mısır tarlası içinde saklambaç oynamanın keyfini herkes bilmez. Püsküllerden saçılan tozlar acayip kaşındırır. Saklambaç kaşınmaktan güzeldir. Eğer çocuksanız oyunsuz kalıp düşünmektense uyuz olup kaşınmak her zaman iyidir.

    Oyun oynarken mısır tarlasının ve zeytinliğin altını üstüne getirirdik. Ama karadut ağacına yaklaşmazdık. Hava karardıktan sonra para versen hiçbir çocuk o ağacın yakınından bile geçmezdi. Akşama doğru çocuklar genellikle çarşıya bakkala gönderilirlerdi. Uzak yollardan giderler ama karadut ağacının oradan geçmezlerdi. Çünkü o ağacın altında, üstünde, içinde her tarafında periler, cinler, şeytanlar ve hortlaklar vardı. Karanlıkta o ağacın yanına yaklaşan ya aklını kaybedermiş ya da canını. Anlatılanlara kulak verilecek olursa önce bir kuzu meleyerek seni çağırıyormuş. Ama öyle acayip bir meleme ki yürek dayanmazmış. Sanki gel beni kurtar diye yalvarıyormuş. Dayanamayıp kuzunun çağrısına uyarsan işte hapı o zaman yutuyormuşsun. Sen yaklaştıkça kuzu kaçıyormuş. Ne kadar koşarsan koş kuzu yakalanmıyormuş. Bir süre sonra zaten nerede olduğunu unutuyormuşsun. Karanlıkta kaybolup kör kuyulara, derin sulara düşüp ölüyormuşsun.

    Bazen de dut ağacının karanlık gölgesinde önce boş bir teneke sesi duyuluyormuş. Sonra da atıyla, davuluyla, bayrağı ve zurnasıyla kalabalık bir gelin alayı çıkıveriyormuş. Kendini gelin alayına kaptırıp çok uzaklara gidiyormuşsun. Kuzunun peşinden koşan ile gelin alayının ardına takılanları hep aynı son bekliyormuş. Gecenin zifiri karanlığında yüksekten derin bir uçurum veya kuyuya düşüp kırk parçaya bölünmek. Birkaç kişinin bu beladan kıl payı kurtulduğu da anlatılıyor. Köse İmam (Yaşar Hoca) bir defa gelin alayına kapılıp gitmiş. Başına gelecekleri bildiği için hiç ara vermeden sürekli dualar okuyormuş. Derken horozlar ötmeye başlayınca gelin alayı silinip gidivermiş. Çünkü onlar sabah olup hava aydınlanınca kimseye görünmezmiş. Yaşar Hoca kendine gelince Pınarbaşı Köyü kayıklarında olduğunu görmüş. Evine geri dönmesi öğleyi bulmuş.

    Özellikle aysız gecelerde baykuşlar öterken o ağacın altında bir gelin ağlarmış. Yakın evlerden duyuluyor diyorlar. Birkaç kez yazlık sinemanın dağıldığı saatlerde birbirimizden cesaret alıp o ağacın yakınlarına kadar gittik. Sıkılıncaya kadar kalıp korkarak ve çıt çıkarmadan o gelinin sesini duymak için bekledik. Evlerin sırtındaki kör kuyunun yanındaki ağaçlıkta bir baykuş her akşam öter. Baykuşun sesi geldi ama gelinin sesini duymadık. Bundan yıllar önce tarladan dönen kadının biri evine giderken dut ağacından düşen kurumuş dalı alıp evine götürmüş. Pamuk çırpıları ile birlikte ocağa attığı dal masmavi ve çok güçlü bir ışık saçıvermiş. Bunu gören kadının korkudan dili tutulmuş. O günden sonra bir daha konuşamamış. Rıza Beyler’in şeftalilerine hatta kaysılarına daldım. O ağaçtan korktuğum için tek bir tane bile karadut alıp yiyemedim.

    Birkaç sene önce kasabaya gittiğimde (büyülü, tılsımlı, cinli ve perili) karadutun olduğu yerden geçtim. Çoktan kökleyip atmışlar. Kurumuştur ihtimal. Korkunç hikâyeleriyle birlikte ateşte yanmıştır. Çökelekli bulamaç pişirmiştir belki de…

    Çökelek bulamacı deyince aklıma geldi. İnce Mehmet öğleye doğru kahveler Önü’ne gelip yaşlı genç demeden insanları motor arabasına (traktör römorkuna) dolduruyordu. Biz Celaddin’in Mehmet ile çamların altındaki bankta oturuyorduk. Oturduğumuz banktan kalkıp merakla motorun yanına gittik. Bizi de kolumuzdan tutup arabaya bindirdi. Traktör çarşıdan ayrılıp İshakçelebi istikametine doğru gitmeye başladı. Aşçı Bayram’ın evini geçip köprüye varınca işin aslı ortaya çıktı. Davul, zurna sesleri, okul çocuklarının cıvıltıları kulağımıza erişince açılış olduğunu hemen anımsadık. Kasabalılar ile Almancılar el ele verip birkaç yıl evvel kalkınma kooperatifi kurmuşlardı. Kahveler önünde kalkınma kooperatifinin kocaman bir dükkânı vardı. Bu yıl da zeytinyağı fabrikası üretime başlayacaktı. Fabrika kasabaya birkaç yüz metre uzakta olmasına rağmen insanlar açılışa gelmeye üşenmişlerdi.

    Belediye başkanı Kara Ferit kasabanın biraz dışında olduğu için açılışa gelmeye üşenen vatandaşlara kızmış. Arkasına römork takılı dört beş traktörü gönderip İnce Mehmet’e de sıkı sıkı tembihlemiş. “Yakaladığını yaka paça at getir. Hiç itiraz falan dinleme. O kadar işte,” demiş. İnce Mehmet adı üstünde tüy sıklet bir adam. Kimseyi yaka paça arabaya atamaz. Kasabalılar zaten açılışa gitmedikleri için suçluluk duyuyorlardı. İtiraz etmeden motor arabalarına doluştular. Davul zurna bir yana kazanlar dolusu etli nohut, keşkek, zerde ve pilav hazırlamışlar. Açılışa gelenler az olunca bütün hazırlığın zebil olacağı anlaşılmış. Alkışlar, zeybek oyunları, büyük adamların konuşmalarını izlerken önce keşkeğe saldırdık. Tanımayan biri görse kıtlıktan çıktık sanacak. Tahta kaşıklar tencere ile masa başında oturanların arasında yıldırım gibi gidip geliyordu. Sahandakiler bitti yeniden, yeniden dolduruldu. Hele sıra zerdeye gelince iş iyice çığırından çıktı. Kaç sahan, kaç tencere yedik sayamadım. Açılış pek şanlı oldu. Pek güzel oldu. Az kalsın ipinden boşanıp arpa çuvalına dalan atlar gibi çatlayacaktık.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      İstanbul’da Az Gittim Uz Gittim 9

    İstiklal caddesinde her zaman bir müzik vardır. Bazen Türk pop, bazen Türk halk müziği, bazen geçmiş zamanların en derinden kalp parçalayan aşk müziği, bazen Hint müziği, bazen de sadece sokak çalgıcılarının ezgileri çınlatır caddeyi. Hangi müzik olursa olsun caddenin kalabalığı kendinden bir parça bulur bu ezgilerde. Öyle ki şarkıların notaları sadece caddenin ortasında değil, rutubet kokulu ara sokaklarına da serpiliverir. Seneler önce caddede olduğum bir zaman Bulgarca müzik duyduğumda çok mutlu olmuştum. Bulgarcayı sevdiğimden değil, şarkıların kaynağı benim olmamdandı. Sürekli film satın aldığım pasajdaki satıcı ile muhabbetim koyulaştığında benden Bulgarca şarkı istemişti. Sözümde durup ona bir sürü şarkı hediye etmiştim. Bu hediye şarkılardan birinin caddeyi ve kalabalığı neşelendirdiğini görmek güzeldi. Elbette ki insanlar Bulgarcayı bilmediklerinden şarkının hangi dilde olduğuna merak etmişlerdir?

    Nevizade… Nevizade’ye giden adımlarım, tatlı bir mutlulukla ilerliyor. Buraya kendimi yabancı hissetmiyorum; çünkü bu sokağın adı benim kısa adımla başlıyor. Eğer bu isim gerçekte Nevizade Atai’ye aitse, düşüncelerimi tamamlayan çok neden var. Osmanlının büyük alimlerinden, valilerinden biri olması yanında şair ve yazardır kendisi. Rumeli topraklarında görevini yapması, benim de oralardan gelmiş olmam bu şahsa ve sokağa daha da yakınlaştırıyor beni. Bazen neşeli, bazen de gündüzlerinin sakinliğinde huzur arayan bir yanının olması da benzerliğimizi arttırıyor. Evet, bu sokak bana ait olmalı? Bir hatıram canlanıveriyor; bir akşam babamın kârlı bir işini kutlamıştık bu sokakta. Ben ve babam, sadece ikimiz, güzel bir yemek ve sohbetle dostluğumuz daha da birleşmişti. Güzel hatırama gülümsüyorum yanımdan geçenlere aldırmadan ve veda ediyorum kendimi yakın bulduğum Nevizade’ye.

    Gri bulutları inatla delip caddeyi aydınlatan güneş ortaya çıkıyor. Yürüyorum. Kulağıma gelen neşeli şarkı, adımlarımı daha da hızlandırıyor. Galatasaray lisesini geçtikten sonra biraz ileride toplanan insanlara yöneliyorum. Müziğin kaynağı burada, yabancı bir müzik grubu konser veriyor. Birisinde keman, birisinde saksafon, birisinde gitar… Şişmanca kızın elinde küçük gramofon, İngilizce şarkı söylüyor. Sesi çok yankılanmadığından sözlerini anlamak zor, ama müziğin ritmi çok hoş, onları dinliyorum. Neşeli şarkıları için onlara teşekkür ediyorum, ama beni duymayacakları kadar fısıltılı. Adımlarım yavaş yavaş caddenin sonlarında… Karanlık bir kafeteryanın yanından geçerken romantik bir şarkı duyuyorum. Kulaklarımı dikiyorum, bu şarkı en sevdiklerimden, bu kadar tesadüf de olmaz? Evanescence’den “My immortal”. Duygu yüklü şarkının sözlerini düşünüyorum:
    This pain is just too real- Bu acı fazla gerçek
    There’s just too much that time can not erase- Zamanın silemediği çok fazla şey var…

    Birkaç saniye durup şarkıyı sonuna kadar dinledikten sonra adımlarım Suriye pasajına yöneliyor. İçerisi karanlık ve fısıltıların duyulacağı kadar sessiz… Başımı kaldırıp yukarıya baktığımda dev iki binanın arasında geçiş görevi yapan balkonları görüyorum. Başım dönüyor. 1908 yılında yapılmış binanın içinde Beyoğlu’nun ilk sinema salonlarından biri olduğunu öğreniyorum. Şehrin ilk elektrik alan binalarından da biri olduğunu… Eski kokusunu teneffüs ederken köşede bulunan mağazanın karanlık camlarına takılıyor gözlerim. Bir ressamın olmalı, içeride ilgimi çeken yağlı tablolar var. Pasajdan çıkınca küçük yokuşlu Kallavi sokağı yanından geçiyorum. Adakule-hep odakule diye hitap ettiğimiz-yıllardır kendisinden geçen insanlara yol veriyor. Bu rüzgarlı geçidi, küçük bir kanyona benzetiyorum. Beyoğlu Lisesinde okurken buradan pek çok kez geçmişimdir. Gençliğimizin kahkahaları yankılanırdı duvarlarında. Kumbaracı sokağına “Merhaba” diyorum. Bana hiç yabancı olmayan bu sokakta özlediğim bir yer var: Lebi-Derya. İstanbul’un en güzel yerlerine tepeden bakmak için çok güzel bir kafeterya. Eski bir binanın en üst katında misafirlerini ağırlıyor. İstanbul’u görmek için gece değil, gündüz gitmeli oraya. Sokağın rüzgarıyla ona da mesajımı gönderiyorum: “Seni özledim ama vaktim dar.” deyip kendimi Asmalımescit’te buluyorum. Geceye hazırlanan işletmelerin gürültüleri gündüz gayet sessiz olan bu sokakları uyandırıyor. Güneşi arıyorum ama nafile, saatim üçü göstermesine rağmen güneş ışınlarından yoksun balkondaki çiçekler. İki kolumu açıp yürüsem sağlı sollu dokunacağım binalara. Eski binaların rutubetli kokusuna akşamdan kalma içki kokusu karışmış sokağın havasına. Burnumda puro kokusu, keskin ve acı... Küçük kafeteryadan yayılıyor etrafa. Sabahı gören eğlencelerin şahitleri olan dar sokaklara veda ediyorum. Karaköy tünelindeki eski tramvaya biniyorum. Yıllar olmuş ziyaret etmeyeli. Oyuncak bir trene binmiş gibi hissediyorum. Sarsıntıyla hareket ediyor. Tünelin içinde aydınlanan küçük tuğlaları görebiliyorum. Film şeridi gibi kesik kesik… Nostaljiyi yaşamak beni mutlu ediyor.

    Karaköy’ün kalabalığında adımlarım. Hemen yer altı çarşısına iniyorum. Labirent gibi dükkanların ve geçitteki florasan lambalarının ışıkları başımı döndürüyor. Metro merdivenlerini hızlıca çıkıyorum, güneşi görmek amacım ama nafile. İstanbul artık gri bulutlara teslim olmuş, yağmur yağdı yağacak. Çok beklemeden biniyorum metroya, kalabalık. Eminönü’nde inenler olunca kendime oturacak bir yer buluyorum, iyi ki de oturmuşum. Durakta bekleyenler sel gibi doluyor içeriye. Bir defasında böyle kalabalıkta sıkışan genç bir turist grubunun sohbetlerine kulak misafiri olmuştum. Bizim toplu taşımamızı Hindistan’a ve oradaki insanlara benzetmişlerdi. Haksız da değillerdi aslında. Yine aynı şekilde birlikte binen fakat kalabalıktan metronun içinde ayrılmak zorunda olan orta yaştaki kadın grubu dikkatimi çekiyor. Kendi hallerine gülüp kıpırdaşıyorlar. Herkes onları dinliyor, ama dilleri farklı. Bazen öyle kahkahalar atıyorlar ki neye güldüklerini ben bile merak ediyorum. Sonunda diğer yolculardan birisi dayanamayıp soruyor nereden geldiklerini? Belçika’dan gelen Türklermiş. Birbirlerine kalabalığın içinde seslenirken Türk isimlerini duyduğumu hatırlıyorum. Bu hengamede metro ilerliyor. Sultanahmet köftecisinin yanından geçerken karnımdaki açlığı hissediyorum; ineceğim fakat zamanım dar, gitmek zorundayım. Beyazıt meydanında durduğumuzda yüreğim haykırıyor, “inmelisin” diye. Ama beynim yola devam etmem gerektiğini söyleyip çiviliyor beni oturduğum yere. Yüreğimi dinlemek istiyorum, yürümek istiyorum büyük meydanda. İstanbul’da özlediğim yerlerden biri burası. Yıllar önce Beyazıt kütüphanesine misafir gelirdim. Kitaplar için değildi gelişim, üst katında körler için bir bölüm vardı. Benim ziyaretim faydaydı. Karanlık dünyalarının içinde hapsolmuş âmâ insanlara, birazcık olsun farklı hayatların hikayelerini okumak, dünyayı görmemiş olmalarına rağmen onlara hikayelerle hayaller kurmalarını sağlamak amacıyla kitap okuyordum. Okuduğum kitaplar bir kasete kaydediliyor, sonra da 7den 77ye âmâ olan kişiler gelip hikaye kasetlerini alarak evlerinde dinliyordu. Burası âmâların kütüphanesiydi. Bu küçücük yardıma ortak olduğumda teknoloji pek gelişmemişti, şimdi günümüzde kim bilir onlar için ne modern hizmetler ortaya çıkmıştır?

    Beyazıt meydanında İstanbul üniversitesinin görkemli kapısına bakıyorum. Sadece bir defa ziyaret etmişliğim oldu. İçerisi çok güzeldi. Ziyaret amacım ise üniversite sınavına girmiştim. Bana uğurlu gelmiş, kazanmıştım da. Dilerim ki bir gün yine ziyaret etme şansım olur, ama bu sefer sınav için değil sadece görmek için. Orada okuyan bir dost bulursam bunu da yapacağım. Meydana bakıyorum alabildiğine büyük. Ulu çınar ağaçlarının altında kim bilir hangi sultanlar geçmiştir? Sahaflara ayrı bir ilgim var. Kitapçıları severim, saatlerce zaman geçirebilirim; fakat en sevdiğim kitapçılar eski kitapların satıldığı dükkanlardır. Daha dükkana adımımı atar atmaz eskinin kokusunu içime çekerim. Gerçek bilgilerle donatılmış her türlü bilginin olduğu şu sararmış sayfalar, deri kaplı kitaplar yok mu, hepsine dokunmak isterim. İncelemek, koklamak, hatta sayfa aralarında gördüğüm dipnotları okumak… Daha önce satın aldığım böyle eski kitapları kitaplığımın başköşesinde tutarım. En yaşlı ve en değerli olduklarından… Sahaflara uğrayıp birkaç tane daha satın alma isteğimi beynim engelliyor. Veda ediyorum gözlerimle Beyazıt meydanına. Devam ediyorum yoluma. Artık adımlarım değil, gözlerim İstanbul kalabalığında.

    İstanbul… Sende gittiğim her yer öyle yakınken öyle uzak oluyor ki bazen bana… Seni sende özlüyorum… Her mekanında hatıralarım, her yolunda adımlarımın izleri var… Keşfedeceğim yollarına, sokaklarına dair merakım daha da artıyor. Gitmediğim, görmediğim yerlerine söz veriyorum ki en kısa zamanda gideceğim… Yeter ki zaman yol açsın bana…

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      ADALETE BAK ADALETE...

    Bir memlekette hukuk olursa politikacıları elinde alet
    O yerde ayağa düşer adalet...
    ****
    Politika ve atalet musallatsa şayet
    Sadece ağızlarda sakızdır adalet!
    ****
    Vatandaşlara değil de yandaşlara hizmet ediyorsa adalet
    Bu rezalete göz yumanların başına gelir her türlü felaket.
    ****
    Bir partinin adında adalet sözünün olması adalet dağıtacağını kanıtlamaz
    Adaleti mallanacağını, onu kendi çıkarları için kullanacağını gösterebilir
    Bunu iyi bil de, ona göre davran, gaflet uykusuna dalma; aman dikkat et!
    ****
    Adalet uyumazsa vatandaş rahat uyur.
    ****
    Eğer herkese eşit uygulanırsa yasa
    Yoksullar bayram eder, zalimler bürünür yasa.
    ***
    Adaletin simgesi terazidir ama kimi politikacılar onu istedikleri gibi at oynatacakları bir arazi sanıyorlar ve “nerde adalet?” diye sorulunca hemen arazi oluyorlar...
    ****
    İki politikacı konuşuyorlardı. Biri diğerine; “Sizde deniz yok ama deniz bakanlığı var” diye güldü. Öbürü, “Sizde de adalet yok ama adalet bakanlığı var ya!” dedi.
    ****
    Adaleti geciktiren sadece yargıçlar değildir, onlara fazla yük bindiren ve yazışmalarla hak arayanı canından bezdiren, bürokrasi ve de baskıcı yöneticilerdir. Öğretmenliğimin son yıllarında, iktidarı ele geçiren anavatancılar tarafından siyasi nedenlerle sürgüne gönderildim. İdare Mahkemesine dava açtım. Yazışmalar, duruşmalar derken tam bir yıl sonra aklanıp eski görev yerime döndüm ama çoluk çocuğum rezil oldu, aile düzenim sarsıldı. Burnumu sürtmek isteyenler bir yıl kârlı çıktılar... Gecikmiş adalet, adalet değildir, diye boşuna söylenmemiş...
    ****
    Avukat baba emekli olup sürüp giden davalarını çiçeği burnunda avukat oğluna bırakmış. Bir süre sonra oğul sevinçle babasının yanına koşmuş; “Müjde baba, müjde! Senin yıllarca bitiremediğin davayı bir celsede sona erdirdim” demiş. Babasından takdir beklerken öfkeyle karşılanmış. “Ne yaptın?” diye bağırmış baba, “Ben o davayla seni okutmuş, adam etmiştim.”
    ****
    Abdurrahim Karakoç bakın bu konuda ne diyor:
    “Gene tehir etme üç ay öteye,
    Bu dava dedemden kaldı hâkim bey.
    Otuz yıl da babam düştü ardına;
    Siz sağ olun, o da öldü hâkim bey.
    **
    Yaşım yetmiş iki, usandım gel-git;
    Bini geçti burada yediğim zılgıt.
    Eğer diyeceksen, bana ne, öl git;
    Oğlumun bir oğlu oldu hâkim bey.
    ***
    Sekiz evlek tarla, bir geverlik su,
    Yüz yılda hüküme bağlanmaz mı bu?
    Kazanmasam da hu, kazansam da hu!
    Canım ta burnuma geldi hâkim bey.
    **
    Keşife, meşife, damgaya harca,
    Kanımız kurudu harca da harca...
    Sayenizde avukatlar yıllarca,
    Fakiri yoldu da yoldu hâkim bey.
    ***
    Kabahat sizde mi, kanunlarda mı?
    Şaşırdım billahi yolu yordamı.
    Kızma sözlerime alam kadanı
    Sıkıntıdan içim doldu hâkim bey.
    **
    Mülkün temeliydi adalet hani?
    Bizim hak temelde saklı mı yani?
    Çıkartıp da versen kim olur mani?
    Yoksa hırsızlar mı çaldı hâkim bey.
    ***
    Hem davacı pişman, hem de davalı.
    Bu yolda tükettik çulu çuvalı.
    Sabret makamından çalma kavalı,
    Sürüler ekine daldı hâkim bey.”


    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    Hayatın Kanunu

    Jack London’un “Hayatın Kanunu” adlı öyküsünü şimdi bitirdim.
    Hayatı sorgulayan felsefelerle dolu satırları beni çok etkiledi.
    Gerçek bir hayat hikâyesi gibi anlatılan öykü, insan yaşamını sorguluyor. Sorgularken de, geçmişten geleceğe bir yolculuk yaptırıyor.
    Anladığım kadarıyla, bir Kızılderili olan Sit-cum-to-ha’nın hayatından esinlenerek yazılmış bir öykü…
    İlk satırında, yaşlı bir kişi olan Sit-cum-to-ha’nın, son halleri anlatılıyor. Gözlerinin görmediği, ayaklarının tutmadığı saatleri. Torununa bakıyor, genç ve dinç torununa Sit-cum-to-ha. Çadırını toplamakla uğraşan torunu ona bakmıyor bile, o taşınmanın telaşı içinde…
    Sonra oğullarını, göçebe kafilesini ve geçmişte yaptıklarını düşünüyor...
    “Ben de aynısı yapmıştım,” diyor. Yaşlı ailemi bir köşede unutup, yoluma devam etmiştim.
    Ölülerimizi bir köşeye gömüp, geçip gitmiştik yolumuza...
    Ardından, köpekler deşmişti onların cansız bedenlerini ama kimin umurunda. Unutmuş gitmiştik onları, yalnızca bir efsane olmuşlardı bizim için…
    Sonra da demiştik ki, “Yaşam devam ediyor, hayat böyle! Birileri ölecek, birileri hayat yoluna devam edecek!”
    Şimdi kendisi de aynı durumdaydı işte! Burada itilmiş, kakılmış ölümü beklemekteydi.
    İnsan gençken bunları düşünmüyordu hiç! Hep yaşama hırsı içinde oluyor, bir gün öleceğini aklına bile getirmiyordu. Takii elden ayaktan düşüne kadar. O zaman başlıyordu ne olacak diye kara kara düşünmeye.
    Günümüzde çok mu farklıydı bu?
    Cenazeler aynı gün, bir saat süren bir törenle kaldırıyordu. Sonra başlıyordu hayat yine aynı hızla devam etmeye. Kalan mirasçılarsa didişmeye. Onca yaşanan yıldan sonra aslında değişen hiç bir şey yoktu. Ölen ölüyor, kalanlarsa hayatlarına aynı şekilde devam ediyordu.
    Jack London’un yaşamı sorgulaması, daha önce okuduğum “Uçurum Halkı”nda da dikkatimi çekmişti. 1900’lü yılların İngiltere’sin de geçen olayda, ülkenin bir tarafı zevki sefa içindeyken, bir tarafı açlıktan kırılıyordu. Yazar iyi bir oyuncu olarak, onların arasına karışmış ve yaşadıklarını başarılı bir gözlemle anlatmıştı. Burada kapitalist rejimi çok iyi sorgulamıştı Jack London.
    İnsanları bu kadar iyi tahlil etmesini, onun maceracı hayatına bağlıyorum ben. Risk almayı sevmesi, uzak diyarlara yelken açması ve insanların arasında yaşaması.
    Sanırım, iyi bir yazarın yapması gereken en önemli şeylerdi bunlar.
    Ve öyküde, kurtların, geyiğe yaptığı saldırı. Üzerinde düşünülmesi gereken önemli şeylerden biri de buydu. O kadar diş izine rağmen, geyik hayata bağlılığından vazgeçmeyip, tekrar tekrar ayağa kalkıyor ve hayata tutunmaya çalışıyordu.
    Aynı şey bizim içinde geçerliydi. Ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım, hayata olan sevgimiz hiç bitmiyordu.
    Burada beni hüzünlendiren olay ise oğlunun, babasına sorduğu soruydu: Yaşlı adamı, yalnız başına ölüme terk ederken; “rahat mısın?” diye soruyordu. Yalnız başına, soğuk bir gecede, dağ başında bırakılan biri nasıl rahat olabilirdi ki?
    Sit-cum-to-ha’nın son anları... Bütün hayatını gözden geçirdiği anlar. “Aileme aynı şeyleri ben de yapmıştım,” dediği anlar...
    Gecenin soğuğunda geyiği ve kurtlarla savaşını hatırladığı anlar...
    Ve yanında duran ateşi, kurtların üzerine atıp, onlardan kurtulmaya çalıştığı saniyeler...
    Burada sonunun geldiğinin farkında olması ve yaptığı mücadelenin anlamsızlığı…
    “Nasılsa kurtlar beni yiyecek, şimdi olmasa bile yarın yiyecek! Ben öleceğim!” demesi.
    Hayatın anlamı da bu değil miydi zaten? Vazifemizi yaptıktan sonra ölmek! Ama bugün ama yarın!

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    İlknur Odabaşı

     Kahveci : İlknur Odabaşı


      KİRACI PERDESİ

    ?"Yurdumuz Cumhuriyet döneminde yeni savaştan çıkmış bir ülke idi. Yurdumuzun her köşesi çok büyük zararlar görmüştü. Ellerinde bir şeyleri kalmayan halk yoksulluk içerisinde kıvranıyordu. Atatürk bu duruma çok üzülüyor ve bu durumdaki halka bir şeyler vermek istiyordu. Atatürk 1923 yılında İzmir İktisat Kongresini topladı. Bu kongrede yurdun bağımsızlığının korunması, yerli mallar üretilmesi ve kullanılması kararlaştırıldı. Dönemin başbakanı İsmet İnönü 12 Aralık 1929 tarihinde TBBM 'de bir konuşma yaptı. Konuşmasında ulusal ekonomi, yerli malı ve tutumlu olma konularını anlattı."

    "Ev ve Sınıf Etkinlikleri Antolojisi Kitabı"

    Kapı aralığından giren kedi kendine bir yer buldu kıvrıldı. Arkasından kapıda iki kız çocuğunun cıvıltılı sesleri duyuldu .

    Girişte asılı kiracı perdesinden birkaç ilmek sökülmüştü , Mesude hala ihmal etmez tamir ederdi ama artık gözlüksüz hiçbir şey fark edemez olmuştu,

    Gözlüklerinin üzerinden bakarak bir top pembe pötükare kumaştan artan parçaları bir kenara ayırmış bir şeyler hesaplıyordu, bir zamanlar içinde İran çayı olan üzeri renkli teneke dikiş kutusu, Suriye den gelme antika makas , birkaç renkli makara sehpanın üzerinde duruyordu . Çocuklar şu mezuro ile bir kere daha ölçünüzü alayım .
    Bebeklerimize de elbise istiyoruz , tamam çocuklar ayıracağım karıştırmayın , kavanozlara da kapak dikeceğim artan parçalardan durun acele etmeyin diye seslendi.

    Mutfaktan mis gibi reçel kokuları geliyordu, elmalı kurabiyelerde davlumbaz fırında pişmek üzereydi. Limonata sürahisi de hazırdı. Camlı büfe de duran birkaç solmuş fotoğraf , likör bardakları , şekerlik bu evi çocuklara en çok sevdiren şeylerdendi. Halanın böyle yoğun olduğu günler tam bir fırsattı. Sandıktan çıkarılan kadife elbise ve yarısı sökülmüş lime lime dantel bir duvak, empirme desenli koca fiyonklu nişan elbisesi çocukları kocaman kızlar yapmaya yetiyordu. Eğer hala olanın bitenin farkına varmazsa biraz pembe talk pudrası, vişne çürüğü renkte ruj tam bir eğlenceydi. Aynanın karşısına geçip sırayla gelin oluyorlardı.

    Birden akıllarına ev ödevleri geldi. Biz Balaban amcaya gideceğiz dediler ve ev sessizliğe büründü. Çok geçmeden karton, tutkal, renkli elişi kağıtları ile döndüler. Her yıl yerli malı haftası kutlamalarında halaya kartondan taç hazırlatılır, üzerine Atatürk resmi yapıştırılıp iki tarafa da Ay Yıldız eklenirdi , bundan sonrası kolaydı. Renkli kalemlerle fındık, ceviz, armut ,elma desenlerini kendileri evde çizeceklerdi.

    O sıra da Hacer yenge içeri girdi bu bayram havasına katkıda bulunmak gerekti. Eve dönüp çocuklara yeşil naylon bir kapta kuruyemiş ve birkaç meyve getirdi.

    Yıllar yılları kovaladı yerli malı haftaları unutuldu , mis kokulu tarla çileklerinin yerini hormonlu yapay çilekler , şeker çikolata ikram edilen bayramların yerini kapalı kapılar, en kötüsü birbirlerini tanımayan kuzenler , birbirini çok seven insanların yerini birbirinden korkan insanlar aldı.

    Not : Kiracı perdesi marifetli hanımların tığ işi olarak çeşitli desenlerde yaptıkları parçaları birleştirmesiyle oluşurdu, en büyük avantajı ev değiştirdikçe uymayan pencerelere göre ya parça eklenir ya da çıkarılır , böylelikle ilave masraftan kaçınılırdı. Çocukluğumun pek çok güzel anıları arasında hatırladığım bir ayrıntıdır.

    İlknur Odabaşı


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    SÜTÜMÜ BOZAN SÜTÜ BOZUKLARDAN ŞİİKAATÇIYIM HAAAKİM BEY!

    Başlığı görünce Şimdi “Ooooo Abuzittin kardeşim atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti, ne bu böyle, bayatladı artıkın süt muhabbetleri...” dediğinizi duyar gibiyim.
    İyi de sayın okurcumlarım mizah yazısı bu.... Tekme, tokat eleştiri yazmaya benzemiyor... Yani önce kelimeleri alacan, bi güzel nadasa bırakacan, bırakacan ki bu arada yeni bir latife yumurtlayan mohterem bürokratlardan birinin söyledikleri eksik kalmasın.
    Mizah yazısı yazmak biraz turşu kurmaya benziyor arkadaşlar....Her bi malzeme bi tamam eksiksiz olacak ve kavanozun ağzı tam zamanında açılacak. Yani kasaptaki ete soğan doğranmayacağı gibi, olmamış turşunun kapağı da açılmıyor......
    Bu yüzden mizah yazıları her şey olup bittikten sonra, tam olay unutulmaya yüz tutmuşken birden ortalığa avdet ediveriyor. Mizahçılara bu kadar kızılmasının bir nedeni de budur zaten. Her şey tam unutulmuşken, zırt diye döküleverirler ortalığa.
    Tam da süte okkalı bir “zam” gelmişken....... pardon, pardon ”fiyat ayarlaması” yapılmışken, delinizin aklına esiverir bu konu!
    İşte bu nedenledir ki efeeem, şimdiki konumuz züüüüt!

    Bir bilmecem var çocuklar, haydi sor sor sor.......
    Okulda neyim dağıtılır, hastanede ayıltılır.......
    Zeka denince akla, her an onun adı gelir.....,
    Acaba nedir.... nedir......?????
    Tabiî ki okul sütü, hemi de akıl küpü.......

    Evveeet, bundan sonrasında söz sırası gözel ülkemin güzide süt üreticilerinden Cafer Sütütemiz’de:
    Canım kardişlerim bizim günlük günlük sağdığımız günü birlik sütlerimizi, boyları uzasın gafaları gelişsin deyü okuldaki çocuklarımıza dağıtan devletimize Allah zeval vermesin efendim yaa.....
    Bu arada bozuk çocuklara sütümüzü içirerek gözelim günü birlik sütlerimizi bozanlara da en derin beddularımızı iletiyoruz, bu böyle biline.....
    Bi kerem bu durum en başta, herhal değerli böyyüklerimizinde çok gözel belirlediği gibi psikolocik olsa gerektir.
    Hem soonacıma birkaç yüz çocuk zehirlenmiş alt tarafı... Üçe beşe gapatılacak arsası bol caaaanım ülkemde bizim sütlerden içmiş daha binlerce sağlam çocuk var yahu!!!
    Eee, bugüne kadar bizimkisi gibi saf, temiz ve günlük süt yüzü görmemiş bebeler bu kadar taze sütleri içince haliylen bu tazelikten psikolocik olarak etkilendiler ve mideleri hafiften ve de hatta şiddetli olarak bunaldı tabiatıynan.....
    Eh ne de olsa bugüne kadar böylesine taze bir ürün görmemiş midelerde bir tazelik hassasiyeti oluşması normaldir ganımca.....Bir kısmısında da alareji baş göstermiş olabilir.
    Bu arada en möhemi....Babaları inek yerine aslan sütüne talim eden bazı terörist eğilimli münafık muhalif veletlerde bu sütleri içince haliylen alarjik bir reaksiyon görülüyor olabilir.
    Yoksam bizim sütlerimiz taptaze, hemencecik sağılmış, çok günlük olup, bizimkisilerin sağlıklı veletlerine heç de bişi yapmaz hattı zatında.
    Hoooop len! bizim gaşık düşmanı........Bu yogurdu evde sen mi yaptın len!!!!??? Sana kaç gez diyecem get bakkaldan en pahalı yogurdu al diye......Evdeki malum sütlerden yogurd yaparak öldürecen lan hepicüğümüzü......
    Neyse biz konumuza dönelim.......
    Dolayısıyla nedir? Sütler değil, çocuklar bozuktur tabiatıynan! Bazı münafık muhaliflerin “peynir altı suyu ile süt tozundan süt imal ediyor bu kanı bozuklar” demesine asla inanmayınız. “Arısız bal” yapan sütten çıkmış ak kaşık bir Milletin fertleri olarak, “ineksiz süt” yaptığımız zinhar iftiradır!!! Böööle bişi olabilemez yani.....Birde birileri çıkmış diyo ki sözde bize koltuk çıkılmış da sütümüze iki misli mangır ödenmekteymiş filan da falan. Bütün bunlar terörist eğilimli münafık muhaliflerin uydurması kardişim. İnanmayınız lütfen.
    Hemi belki de, kutulama aşamasında bozuk sütleri bizimkilerine karıştıran, pis layıklardan oluşan bir suikast timi olmadığı ne malum? Hökumatımız bunu da hassasiyetle soruşturmalı ganımca....
    Şimdi biz her zaman şunu söylemekteyiz. Önce sütün dağıtılacağı çocuklara test uygulanmalı. Bu çocuklar bizden mi? Ehli müslüm mü, günde beş vakit namaz kılmaktalar mı? Abdestleri bir tamam mı?
    Soonacıma içlerinde kusma taklidi yapabilecek provokatörlerin olup olmadığı da bir eyicene araştırılmalıdır. Bu çocuklar terörist eğilimli münafık muhalif aile çocukları olabilir tabitaıynan.......
    Yani bütün bunlar araştırılmaz da, doğru sütü yanlış çocuğa verirseniz ne olur? Yani sütler bozulur? Değil mi ama kardişim. Ne hakkınız var, yani bizim sütlerimizi bozmaya!!!.
    Sooona zaman zaman bizim ineklerin arasına terörist sızma olması da muhtemeldir. Ne yani yumurta yerine mühimmat yumurtlayan terörist tavuk oluyor da, terörist inek neden olmasın? Bu terörist inekler zehirli otları yiyerekten sütlerini zehirlemekte olabilirler. Bu durum da doğal olarak sağılmış taze sütlerin içilmesi aşamasında ortaya çıkıyor olabilir!!!! Hattı zatında bu duruma da dikkat etmek gerekir kanımca.
    Ne demiş atalarımız; bozulmuş sütün davası olmazmış, sen sen ol, sütünü iyi kolla!...
    Bu işte heç de bi yamuk olmadığını herkes anlamıştır zati! Neye? Çünküm bi yamuk olsa ana muhalefet ortalığı yıkar geçirirdi, vallahülazim......Heç de bi sesleri çıkmadığına göre ya bizim sütleri kendi dağıttıklarıyla karıştırdılar, kendi sütlerinden çocuk zehirlendiğini sanıyorlar. Ya da masumiyetimize kesinkes inanmışlardır.
    Zati deniz fenerine keriz feneri diyerek saldırıya geçen terörist eğilimli münafık medyaya da heç prim vermemişlerdi. Ne gözel......

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Ömer Faruk Hüsmüllü


    Kapitalizm Malı Götürüyor

    Kapitalizm, Afrika’nın doğal kaynaklarını nasıl ele geçirdi?
    Bu sorunun cevabını Kenya bağımsızlık mücadelesi önderi ve Kenya'nın ilk Cumhurbaşkanı olan Jomo Kenyatta’dan (1894-1978) dinleyelim: "Batılılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi, topraklarımız ise beyazların olmuştu.''
    Aynı yöntemi bize de uygulamaya kalktılar:
    Hiç Hıristiyan bulunmayan mahallelere kilise açtılar.
    İşlek caddelerde gelene geçene İncil dağıttılar.
    Adreslere yüzbinlerce İncil postaladılar.
    Kandırıp kiliseye gitmeye ikna ettikleri çocukların ceplerine dolar sıkıştırdılar.
    Ancak, bu yöntem İslamî değerleri özümsemiş olan Türk toplumuna sökmedi. Kısacası ne yaptılarsa olmadı!
    Öyleyse yöntem değiştirmeleri gerekiyordu. Öyle de yaptılar:
    Önce cebimize kredi kartı koyup kazanmadığımız paraları aylar hatta yıllar öncesinden harcatıp borç batağına saplanmamızı sağladılar. Borçtan korkmamamız gerektiğini telkin etmek amacıyla “Borç yiğidin kamçısıdır.” Sözünü kulağımıza fısıldadılar.
    Sonra, elimize bir cep telefonu verdiler. Cep telefonuna kulaklık taktılar, konuşurken veya müzik dinlerken kullanmamız için. Yetmedi, kamera eklediler fotoğraf çekmemiz için… Konuşmaktan, müzik dinlemekten, olur olmaz her şeyin fotoğrafını çekmekten etrafımızda olanın bitenin farkına varamadık.
    Ve en sonunda, önümüze bir de bilgisayar koydular. Bir tıkla dünyanın her tarafına ulaşacağımızı, istediğimiz bilgileri bu alet sayesinde elde edebileceğimizi söylediler. Ellerimiz bilgisayarın klavyesinde, gözlerimiz de ekranında saatlerimizi, günlerimizi tüketir olduk.
    Afrikalılar gibi kazanımlarımız talan edilmeden önce biz gözlerimizi kapatmadık. Ama gözlerimiz açıkken uyutulduk, ya da uyuyormuş gibi yapmayı öğrendik! Kendimize geldiğimizde cebimizde kredi kartımızın, kulağımızda telefonumuzun, ellerimizin altında klavyemizin, gözlerimizin önünde de ekranımızın olduğunu, ama tarlalarımızın, madenlerimizin, fabrikalarımızın, bankalarımızın, şirketlerimizin kitapsız yeni bir din olarak dünyayı kuşatan kapitalizmin eline geçtiğini göreceğiz.

    Son söz olarak, Türk Milletine Oruç Baba diyor ki: “Neyi hak ediyorsan, onu bulacaksın. Ben bunu hak etmemiştim, diye sızlanmayı bırak! Daha iyisini hak etmek için bir şeyler yap!”

    Ömer Faruk Hüsmüllü


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Ötenazi Üzerine II

    Ötenazi konusunu dînî boyuttan ele aldığımızda, ana hatlarıyla şunları görmekteyiz. Yahudilerde yaşam, kutsal kabûl edilmiş ve ötenaziye izin verilmemiştir. İnsanın Tanrı tarafından yaratıldığını ortaya koyan Tevrat, yaşamın lûtuf olduğunu ve insana bahşedildiğini vurgular. (Tekvin, 2:2-27) İnsanların ne zaman ve nasıl öleceklerine karar verenin de yine Tanrı olduğuna inanılan Yahudilikte insanın, ölümüne tek başına karar verme hakkı yoktur. Ayrıca, başka bir kimsenin ölümüne karar verme konusunda da insana bir tercih hakkı tanınmaz. (Çıkış, 20:13; Tekvin, 9:5-6)

    Bu nedenle Yahudilikte, yaşamın her durumda sürdürülmesi gerektiğine inanılır. Yahudilik, acı içindeki ağır hastaların bile, ileride bir tedâvi olanağı bulunabileceği düşüncesiyle, kendi irâdeleri veya başkalarının talebi üzerine öldürülmelerini günâh olarak değerlendirir. Ölüm, bir tedâvi şekli değildir ve ölümü bir tedâvi olarak uygulayacak hekimlerin kâtil olacağı düşünülür. (Çıkış, 20:13) Yeni doğan bir bebek için de aynı durum geçerlidir ve sosyal bakımdan istenmeyen hiçbir durumda, bebeğin öldürülmesi kabûl edilemez. “Onurlu bir ölüm”, “merhametli öldürme” için değil, Tanrı’nın irâdesine boyun eğen bir ölüm için geçerlidir.

    Buna karşılık, Greko-Romen kültüründe hekimin görevinin, sağlıklı bir yaşamı sürdürmeyi sağlamak olduğu düşünülmüş ve bunu başaran hekimler övülmüştür; fakat hekimler, kendi sınırlarının farkına varmış ve tedâvi edemedikleri hastalıklar için kişiye, “hastalıkların şiddetini azaltmak için tedâviyi reddetme hakkı” tanınmıştır. Tedâvilerinin sonuçsuz kalmasının yaşamı daha da kötüleştireceğine inandıkları için, ölümcül hastalıklar nedeniyle yaşama son vermeyi bir tür “tedâvi” olarak kabûl etmişlerdir. Özellikle de Romalılar, bu görüşleri kararlı bir şekilde savunmuş ve hekimlerin ellerindeki olanakların yetersiz kaldığı durumlarda yaşamı sürdürmenin anlamsız olduğuna inanmışlardır.

    Târihte bilinen ilk “hekim destekli ölüm” de Romalılar döneminde yaşanmıştır; oysa Hipokrat Yemini’nde, kişiye kendi irâdesi doğrultusunda ölümcül bir ilâç verme tanımlanmamış ve yaşamı sürdürme esas alınmıştır. Bunun arkasında ise Pisagorcu anlayış vardır ve Pisagor’un ötenaziye karşı çıkmasının nedeni de Yahudi geleneğinden çok farklı değildir. Nitekim vârolmakla insan, tanrıları tarafından onurlandırılmıştır ve yaşamına kendi irâdesiyle son vermesi durumunda, tanrılarına karşı günâh işlemiş olacaktır. İnsan için günâhtan kaçmak ve bu onuru korumak esastır. Daha sonra Platon ve Aristoteles de tıbbın temel amacının yaşamı korumak olduğunu savunmuş ve hekimin asıl görevinin hastayı yaşatmak olduğuna inanmışlardır.

    Ancak bu filozoflar, tedâvisi mümkün olmayan hastalıklar için açık bir kapı da bırakmışlardır. Stoacı filozoflardan Zenon ve Seneca da aslolanın kişiyi yaşatmak olduğuna inanmış; fakat bu olanağı, onlar da korumuşlardır. Ayrıca Platon, “deforme olan” ve “hastalıklı bebekler”in, “toplumun iyiliği için” boğdurulmalarını meşrû görmüştür. Sparta ve Roma’da da benzer uygulamalara rastlanmış ve anatomik bakımdan “insanın kusursuzluğu”na büyük önem verilmesi nedeniyle, diğerlerinin yaşamlarına son verilmesi kınanmamıştır. Seneca da yaşam ve ölüm konusunda, kişinin tercih hakkının olduğuna inanmış ve onursuz bir yaşamı sürdürmektense, onurlu bir şekilde ölümü istemenin bâzen daha erdemli hâle gelebileceğini düşünmüştür.

    Oysa Aristoteles, intihardan farklı olarak bu tür bir tasarlanmış ölümü, “her şeyin en korkuncu” olarak nitelendirmiş ve erdem düşüncesine aykırı görmüştür. Aristoteles’e göre cesurca ölmeyi istemek, yaşamdan korkakça bir kaçıştır. Bu çerçevede Hıristiyanlık, Yahudilikten ve Antik mîrastan etkilenerek Roma dünyâsını şekillendirmiştir. Hıristiyanlığa göre yaşam, ölüm ve yeniden diriliş konularında tek yetkili Tanrı’dır. Yaşamı sonlandırma talebi, hiçbir gerekçeyle kabûl edilemez ve intihâra meyilli kimseler, bundan vazgeçirilmeye çalışılmalıdır. İsa’nın acı içinde ölmesi, Hıristiyanlar için esas modeldir ve acı çekiyor olmak, kişinin kendi irâdesiyle yaşamını sonlandırmasının gerekçesi olamaz. (Luka, 22:42)

    İlk Hıristiyanların yaşamları da büyük acılar içinde geçmiş ve bu tür bir yaşam, onlar tarafından sıklıkla övülmüş; acıya katlanmanın, Tanrı’nın isteği olduğu düşünülmüştür. Tanrı, tüm insanlar için merhamet dolu bir babadır (Luka, 15) ve çocuklarına da merhameti, ancak o gösterir; kişinin hasta, sakat, vb. olmasında, Tanrı’nın merhametinin izlerini görmek gerekir. Bu kimselerin yaşamlarının son erdirilmesi, Tanrı’nın irâdesine karşı bir zâlimlik olacaktır. İnanan hiç kimse, bu özelliklerinden dolayı bir başkasını kınama ve suçlama hakkına sâhip değildir. Bu bağlamda Augustinus, intihârın yasaklanması konusunda belirli birtakım görüşler ileri sürmüştür.

    Aristoteles gibi Augustinus da yaşamı ve yaşatmayı esas alarak ölüm isteğini, “korkaklık” olarak nitelendirmiş; On Emir’in altıncısı olan “Öldürmeyeceksin!” yasağı bağlamında intihârı, büyük bir günâh olarak görmüştür. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nun resmî dîni hâline gelmesinden sonra intihar, kesin bir biçimde yasaklanmış; ötenazi de intiharla eş tutulmuştur. Özellikle de Kuzey Avrupa’da, intihâra karşı etkin bir şekilde mücâdele edilmiş ve intihar edenler, Hıristiyan mezar alanlarının dışına defnedilmiştir. Sonraki dönemde Thomas Aquinas da Augustinus’un görüşlerini genişletmiş ve intihârı Tanrı’ya, doğaya, krala ve kişinin kendisine karşı bir suç olarak görmüştür.

    Bu dönemde doğal hukukçular, ölümcül hastalıklar için ötenaziyi, Hıristiyan geleneğinin aksine, bir hak olarak görmüşler ve intihar karşıtı birtakım argümanlar geliştirerek engelliler için bu hakkı savunmuşlardır. Ayrıca, “tedâviyi reddetme hakkı”nı da meşrû görmüşler ve “sıradan durumlar” ile “olağanüstü durumlar” arasında ayrım yaparak olağanüstü durumlarda ölümü istemenin de bir hak olabileceğini düşünmüşlerdir. Daha sonra Protestanlık da bu konuda, Katolik öğretiden oldukça etkilenmiştir; on yedinci yüzyılda ise bâzı teologlar, ölüm isteğinin ruhsal bir dengesizlik olduğunu düşünmüşlerdir.

    Bu teologlara göre ötenaziyi isteyenler, ruhları kibirle dolu ve kendi kaderlerine kendileri karar vermede Tanrı’ya öykünen kimselerdir; talepleri de meşrû değildir. Bu dönemde İngiliz şâir ve Anglikan Başrâhibi John Donne ise konuyu doğal hukuk sınırları içinde değerlendirerek bâzı intihar olaylarının, insan aklına ve Tanrı’nın irâdesine aykırı olmadığını öne sürmüştür. Onu tâkip eden başka birtakım teologların da ortaya çıkmasıyla, Protestanlıkta bu konuda genel bir fikir birliği sağlanamamıştır. Yakın dönemlerde ise Râhip Joseph Fletcher, ötenazinin en etkin savunucularından biri hâline gelmiştir; fakat, o da en büyük tepkileri, yine kendi mezhebinden almıştır.

    Diğer taraftan, Amerikan cezâ sisteminde, ölümcül hastalıklar da dâhil olmak üzere intihâra yardım etmenin suç kapsamına alınması, 1828 yılından itibâren yaygınlaşmıştır. Bu sistemde intihâra yardım etmek, insan yaşamını koruma görevinin ihlâli olarak düşünülmüş ve intihar girişimleri, psikolojik bozukluk olarak değerlendirilmiştir. Hekim destekli intihar olaylarının ise hekimlik mesleğinin kurallarının ihlâli olduğuna inanılmıştır. Batı toplumlarında bir azınlık olarak on altıncı yüzyıl hümanistleri ise intihâra izin veren bir konum içinde olmuştur. Örneğin Montaigne, yaşamayı zorlaştıran bir durumda hayatta kalmanın ölüm karşısında anlamsız olduğunu savunarak bireysel özgürlükten yana olmuştur.

    Modern dönemde bu görüş, çeşitli sanat çevreleri arasında da kabûl görmüş ve John Dryden, Deists Blount gibi birtakım yazarlar eserlerinde acı, üzüntü, keder, vb. durumlarda intihârı motive edici bir dil kullanmışlardır. Düşünce alanında ise Hume, özellikle de İntihar Üzerine isimli denemesinde, Hıristiyanlığın geleneksel kabûllerine meydan okuyarak “sefil bir yaşamı uzatma”nın anlamsız olduğunu; kişinin, acı çekerek Tanrı’yı mutlu etmeye çalışmasının boş bir inanç olduğunu savunmuştur. Hume’a göre kişi, sefil bir yaşamı sürdürmek zorunda değildir ve doğal hakların kaynağına Tanrı’nın yerleştirilmesi durumunda bile intihar, Tanrı’nın irâdesine aykırı değildir.

    Ne var ki, Kant’a göre insan, akıl sâhibi bir varlıktır ve eylemlerinde akla dayanmak zorundadır; intihar ise aklın doğal yapısı gereği, evrensel olarak geçerli olabilecek bir eylem değildir. Kant’ın bu görüşlerinin aksine Nietzsche ise Hume gibi düşünmüş ve “kişi özerkliği”nin yanında durmuştur. Darwin’in evrim teorisi de bu konuda “bireysel özgürlükçü” tutumun şekillenmesine katkı sağlamıştır. Bu teoriye göre insan ilerlemesi, doğal seçilim ilkesine göre şekillenir ve bu ilke, türün üyeleri arasında yalnızca en iyi olanların hayatta kalmasını ifâde eder ki buradan, “acısız bir ölüm şekli olarak ötenazi”ye izin çıkar.

    Bununla birlikte Avrupa’da, “yaşamaya elverişsiz olanlardan kurtulma” düşüncesi, ırkçı söylemleri gündeme getirmiş ve evrim teorisini savunanlar, karşılarında güçlü bir dînî muhalefet bulmuştur. Tıbbın gelişmesi sonucu ölüm konusunda çeşitli deneylerin yapılmaya başlanması ise mekanik görüşlerin güçlenmesine yol açmıştır. Bu bağlamda, İngilizlerin sürdürdüğü çalışmalarla, insan yaşamının bir “gizem” konusu olmadığı, bütünüyle mekanik bir düzeninin olduğu düşünülmeye başlanmıştır. Bu mekanik yapı, insanın psiko-kimyasal vâroluşundan meydana gelmektedir ve bunun da belirli birtakım yasaları vardır. İnsan yaşamı, “doğru müdâhale”lerle uzatılabilir ve “yeterli onarımlar”la kurtarılabilir.

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Dr.Servet Yaylı

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    Karagöz ve Hacivat

    Biz
    Şimşekler taktık kuyruğumuzun ucuna
    Her havaya kalkışta
    Paratoner oldu aşk

    Her havadan çaldık
    Siz dinlemediniz
    Siz ödünç bildiniz
    Resmi resim geçitlerinde ince ıslığımızı

    Boşluğumuzla haşır neşir, asansörleriniz şimdi
    Üç beş kişilik asansörleriniz
    Çıkamasakta umutsuz girmemişiz
    İniş çıkışlarınız altına

    Cesurluğunuzda mahsur kalmışız
    Oto portrenize park yaparken karanlıkta

    Salıncaklar ve kaydıraklar sizin için
    İçin ki dönelim hep beraber gülelim

    Önceden gümüş çıkarttığımız madenlerde ve
    Bu adaya denizin üstünden yürüyenler için
    Diktirdiğimiz bütün o yırtık kıyafetler kadife
    Siz boyumuzun ölçüsünü aldınız

    Biz
    En arka sıraları doldurduk
    Söylemeye dilinizin varmadığı yerlerde
    Gölge oyunu oldu aşk

    Başak Tuncel

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Harem - Sarah Brightman









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20121116.asp
    ISSN: 1303-8923
    16 Kasım 2012 - ©2002/23-kmarsiv.com