|
|
|
Editör'den : Ellerinizden öperim öğretmenim!.. |
Aklı başında herkesin sorgulaması gereken günlerden geçiyoruz. "Aklı başında" derken kimi kastettiğimi anlamışsınızdır umarım. Bu iktidarın meziyetlerini(!?) anlamış ve savunmasını ona göre hazırlamışlardan söz etmiyorum. Bir beyhude umut uğruna, haktan yana olacaklarına inanmış, bir de bunları deneyelim diye oy vermiş. Yetmez ama evet diyerek değirmenlerine su taşımış, cialı görüntüyle avunup halının altını görmemiş, inançlı ya da inançsız ama vatanını seven sıradan insanlara sözüm. Aklınız başınızdaysa hala görün artık olan biteni. Anlayın dönen dolapları, farkına varın gözünüzün içine baka baka söylenen yalanların.
Sıfır sorun, AB Üyeliği, daha fazla demokrasi, özgürlük, eşitlik, hak, hukuk diye iş başına gelenlerin memleketi getirdiği son noktaya bir bakın hele. Yakın olduklarını söyledikleri Batı ile sorun yaşamadığımız, yakın coğrafyada komşu ülke kaldı mı? İstikametinin Batı değil, Doğu ve hatta Arap dünyası olduğu ayan beyan ortaya çıkmışken, adam gibi ilşkide olduğumuz bir tane Orta Doğu ülkesi var mı? İslam Dünyasının lideri olmaya soyunan ama her ayağa kalkışında ters kepçe olan bir başbakanın, memleketlerinin yönetimini yıkmaya çalışmaktan başka amacı olamayan, bölücü, yıkıcı, şeriatcı muhaliflerden gayri sempatizanı kaldı mı? Peki, hamisi olmakla avunduğu Filistin'de bile adının anılmamasına ne demeli? Hiç saklanmaya gerek yok. Türkiye Cumhuriyet tarihinin en dip, en teslim olmuş dönemini yaşıyor ve yaşamaya da devam edecek bu gidişle. Amerikan emperyalizmine boyun eğmenin de bir raconu varmış meğerse. En azından yerini bilip sesini çıkarmayan, ettiklerinin cezasını çekmeyi bilen, onurlu adamlarmış eski iktidarlar. Oysa şimdi başımızda duranlar da Allah korkusu bile kalmamış. Bir yandan sürekli küfredeceksin, iç tribünlere En Kahramann Rıdvan havaları atacaksın ama asıl güçlerin karşısında el pençe divan, emir kulu muhterem olmaktan kurtulamayacaksın. İşte bunu aklı hala başında olanlar iyi görmeli, iyi anlamalı. Biz de başladık anlaşılmaz laflar etmeye, konuyu biraz somutlaştıralım isterseniz. Aşağıya sıralamaya çalışacağım örnekler son 1 haftanın öne çıkan aymazlıkları sadece. Haydi buyrun buradan yakın;
- Tayyip Bey İslam şürasında gürlüyor. Sanırsın, İsrail'i bir kaşık suda boğacak. Obama ile telefonda konuşup fırçayı yedikten sonra dut yemiş bülbül. Bir bakıyorsun Patriot füzeleri istemiş NATO'dan. Bu arada Patriot'un füze olmadığına dair CHP'ye ders veriyor usta. Herhalde Patriot gelen füzeyi üfleyerek kovuyor. Öyle demiştir danışmanları, inanmış garip. Hadi savunma amaçlı diyelim ama tetik kimde? NATO'da. Yani Suriye'den bize atılması muhtemel bir füzeyi havada yok etmek için tetiği NATO çekecek. Peki bu Patriot füzeleri hangi radar üssünden bilgi alacak? Kürecik. Kürecik'i kim yaptı? İsrail. İsrail kim? ... Gerisi bana kalsın iyi mi?
- Kıyılar korunsun diye 30 metreden 50 metreye çıkarılan imar yasağı bu hazretler tarafından 10 metreye çekiliyor. Eskiler affediliyor. Meralar gerekli görülürse imara açılacak. Askeri bölge adında yeşil olarak muhafaza edilen yerler kamuya devredilecek, oradan kimbilir kimlere peşkeş çekilecek. Bir binanın değeri artarsa, artan değerin %45'i devlete vergi olacak. Bu değer artışını kim saptayacak? Vergiyi toplayanlar. Yandı gülüm keten helva.
- Ne bulurlarsa satıyorlar. Önce el koyup sonra satıyorlar demek daha doğru herhalde. Mal kalmayınca devreye devlet bankaları girdi. Halkbank'taki devlet payını sattılar, epeyce yük tutmuşlar. Ziraat'i satmak için milletin bunu hazmetmesini bekliyorlarmış. Hazıra dağ mı dayanır. Satacak mal kalmayınca sıra bize mi gelecek? Tövbe tövbe...
...
Gazze'de yaşananlar, ölen çocuklar, kadınlar kahrediyor insanı. İyi de birader, böyle olacağını bilmiyordun diye sormazlar mı adama. Bin misliyle cevap alacağını daha kaç sefer test edeceksin? Hamas'ın İsraile yolladığı füze 1000'i geçmiş. Cevabını on misli alsa 10000 füze, top, bomba eder. Bu mudur istenen? İsrail'i Dünya gözünde küçük düşürmenin bedeli minicik bebeler, kadınlar, masum insanlar mıdır? Tıpkı Mavi Marmara'yla cihad açanların yaptığı gibi, bu sefer de Gazze'nin masum halkı mı alet ediliyor? Hiç işte, insan düşünmeden edemiyor.
Konu çok ama son bir tiyatro oyunu ile bağlayalım yazıyı. Bu o bildiğiniz sanat eserlerinden değil. Göstermelik seyir oyunu sadece. 12 Eylül davası adıyla yaşanan soytarılık. Doksan küsur yaşını geçmiş 2 paşa yargılanıyor sözde. İstenen ceza da "Ömür boyu ağırlaştırılmış müebbet hapis." Sanıklar hastahane odasında uyukluyor, arada uyanıp, "siz kimsiniz beni yargılayacak" diyorlar. Perde, ilaç saati gelince kapanıyor, ertesi gün yeniden açılıyor. Yok böyle birşey. Adamın anayasasına %92 ile evet diyenler şimdi adama hesap soruyorlar, haydi ben sorsam neyse. Adam, "Ben kurucu iradeyim, benim kurduğum iradeyi bana karşı kullanamazsınız." diyor, haksız mı?
Yarın "Öğretmenler Günü". Bu ülkenin masum çocuklarına, vatan sevgisi, Atatürk saygısı aşılayan, bildiğini öğreten, bilmediğine yol gösteren tüm öğretmenlerinin ellerinden öpüyorum. Gününüz kutlu olsun. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -3 |
|
Kasabanın en esmer adamı Seyit Amcadır. Baklava dilimi gibi geometrik ense çizgileri başka kimsede yoktur. Kıvırcık saçları eskiden kapkaraydı. Ama yıllar geçtikçe hem azaldılar hem beyazladılar. Osmanlı zamanında padişah bunları Sudan’dan köle olarak getirmiş diyorlar. Yıllar geçince ne Osmanlı kalmış ne de kölelik. Ama bu insanlar artık buralı olmuşlar. Gidecek yerleri olmadığı için buralarda kalmışlar. Bu hikâye ne kadar gerçek ne kadar yakıştırma bilen yok. Esmer insanlara bizim buralarda Arap derler. Buğday tenlilere bile Arap yakıştırması yapan kasabalılara göre Seyit amca zifiri Arap bir adam işte.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var. Bazen insanlar alıp başlarını onları hiç kimsenin tanımadığı uzak diyarlara giderler. Bildik ne varsa, yaşandık ne varsa arkalarında bırakıp giderler. Gemileri yakıp da giderler. Orada yeniden, sil baştan, sıfırdan başlamayı denerler. Başarılı olanlar da çoktur, olamayanlar da… Arap Seyit bu kasabaya yirmi sene önce gelmiş. Kimse nereden geldiğini, neden geldiğini bilmez. Ondan sonra Urfa’lılar gelmiş. Bulgaristan göçmenlerinin geldiğini ben bile hatırlıyorum. Halen arada sırada yukarıdaki köylerden Yörük aileler gelir ve kasabaya yerleşir. Arap Seyit önce kasabanın dışında yaşamış. Dombayların Sabri’nin kerpiç bağ damında birkaç yıl kalmış. Sonradan birileri aracı olmuş onu dul bir kadınla evlendirmişler. İşti o kadın hepimizin tanıdığı sevdiği Belgüzar Teyze’dir. Belgüzar Teyze sizden iyi olmasın cana yakın tatlı bir insandır. İhtimal ki gençliğinde mavi boncuk boncuk gözleriyle dünya güzeli bir kızmış. Belgüzar Teyze’nin ilk eşinden bir oğlu iki kızı var. Çoktan evlenip barklanıp buralardan gitmişler. Bayram seyran gelseler de onları çok az tanırım. Arap Seyit ve Belgüzar teyze tencere kapak gibi birbirine uyumlu iki insandır. Biri kapkaradır örneğin öteki kar gibi beyaz. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan kendi hallerinde yaşayıp giderler. Bin yıl aynı sokakta olsanız varlıklarından haberiniz bile olmaz. Öylesine sessiz sakin ve kendi halinde insanlardır işte.
Anlatılanlara bakılırsa kazın ayağı öyle değilmiş. Arap Seyit Basra’dan kaçıp bizim buralara gelmiş. Kimilerine göre Humeyni rejiminden kaçmış. Kimilerine göre boynuna geçecek olan yağlı ilmekten. Karısını yabancı bir adamla yatakta basınca çıldıran adam ortalığı kana bulamış. Beşikte, eşikte ne varsa hepsini birer birer doğramış. Elbette o ırz düşmanı adamı ve soysuz karısını da… Oradan bir topuk ta bizim kasabaya… O tarihlerde gazeteler yazmış bu olayı. Radyolar günlerce yayınlarını bu olaya ayırmışlar. Katilin yakalanması için ayrıntılı eşkâller duyurmuş. Arap Seyit’i bir türlü bulunamamış. Hiçbir şey göründüğü gibi değilmiş. Bakmayın siz onun bu halim selim hallerine diyorlar. Tepesi bir atarsa kasabanın yarısını doğrarmış. Ben kendi adıma bu anlatılanların can sıkıntısından uydurulmuş olduğuna inanıyorum. Ama bir insanın yaşamını temize çekip yeniden başlamak istemesini anlayabilirim.
Çoban Tayıp (Deli Tayıp) insan içine karışmayı sevmezdi. Yaz kış kocaman lastik çizmeler giyerdi. Kasabaya nadiren gelir birkaç akrabası dışında kimseyle görüşmezdi. Onu bir düğünde yada bir topluluk içinde gören yoktur. Yaşlanıp koyunların peşinden koşamaz olunca mecburen kahve ile cami güzergâhı arasında gidip gelmeye başladı. Gün ortasında herkes bir köşede uyuklarken Çoban Tayıp tam tersi cin gibi oluyordu. Bütün yaşamını dağ bayır gezerek geçirmiş bir adam yorgunluğu nerden bilecek? Kahve köşesine ve can sıkıntısına teslim olan bu kıdemli çoban bütün yaşamı boyunca sus pus yaşamıştı. Ömrünün çoğunu eşeğine, köpeğine veya koyunlarına kızarak, onlarla konuşarak geçirmişti. Birden bütün huyu suyu değişiverdi. İnsanları sohbete zorlayan, esir eden çalçene bir adam oluverdi. Bir başladığında makineli tüfek gibi susmak bilmiyordu. Önceleri eğlenceliydi ama sonradan etrafındaki yaşlılar için bu durum eziyete dönüşüvermişti. Kesinlikle karşısındaki insana laf sırası vermiyor, hep kendisi dinlensin istiyordu.
Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz derler. Anlattığı her şey “Ben memleketteyken” diye başlardı. O Türkiye’ye gelmeden önce köyün en zengin adamıymış. En bilgili, en görgülü insanıymış. En itibarlı, en saygın, herkesin akıl danıştığı ve aynı zamanda en çevik, en zeki, en samimi, en yakışıklı adamıymış. Köye gelen devletin büyük adamları ilk önce bunun kapısını çalarmış. Her şeyi buna sorarlar, bunun onayını aldıktan sonra yaparlarmış. En zengin beyler kızlarını buna vermek istermiş. Bütün güzeller bir kere gördüklerinde hemen abayı Tayıp’a yakarlarmış. Anlattıklarının doğru olmadığını tahmin etmek hiç zor değil ama yine de içim rahat etmedi. Çolak Amca’ya sordum. “Doğru mu bu delinin anlattıkları? Duyduklarını boş ver resmin kendisine bak,” dedi. “O memlekette de çobandı. Balkanlarda (Ormanlık dağlar) koyunlarıyla dolaşıp dururdu. Gidip köyde sorsan tanıyan bile çıkmazdı.” Anlaşılan o her gün yaşamını yeniden temize çekip güne başka bir adam ve öykü olarak başlamayı seçiyordu.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen AB yerine AL, yeter ki bir yere DAL ..! |
|
Zaten kabul edilebilme süreci; neredeyse “Çıkmaz ayın son Çarşamba’sı” misali ötelendikçe ötelenen ülkemizin AB’ne giriş işlemleri şimdilerde hepteeen unutuldu. Uzun yıllar; “Bilmece-bildirmece dil üstünde kaydırmaca” şeklinde ilerlemesinden de zaten anlaşılmakta idi. Belki de; ülkelerin AB’ne girmesi değil, AB’nin ülkelere girmesi en önemli amaç olduğundan süreç de sakız gibi uzatıldı ha uzatıldı. Sürecin en başında olduğu gibi; serbestçe mallarını satabilmek üzere ülkemize giren AB olmuştu, dandik ülkeleri bile jet hızında kabul ederlerken ülkemize verilen ise şehir içi taşımacılık yapan minibüs misali bir dolmuştu. Zaten; AB ülkeleri arasında sadece biz dolmuşa binerdik, haliyle de dolduruşa geldiğimiz vakit hangi duraktayız bakmaksızın inerdik. O dolduruş gazıyla nutuklar atmış, barutlar patlatmış, VS ile kalkıp AB ile yatmış değil miydik ?
İlerleme Raporu da mehteran eşliğinde 2 ileri, 1 geri. Onlar da haksız sayılmaz elbette yıllardan beri, neremiz doğru ki deve misali her yerimiz eğri. İlerleme Raporu’na filanca hususları daha iyi hale getirin anlamında “better” yazıyorlar, biz ise; allem edip kallem edip, komisyonlarda ter döküp, mevcut durumdan daha “beter” hale getiriyoruz. Kimbilir belki de bu yüzden “yeter” demelerine az kaldı. İdam cezası vurmuşken dibe, şimdilerde yine sarılıvermedik mi ipe ? İpi duyunca milli duygularla harekete geçti ve dolmuştan vazgeçtiği gibi atlayıverdi jipe, aman lastik patlamasın, her zaman gereklidir bir stepne. Teknolojiden sapa gelemez hale geldik belki ama ipe gelemez hale gelmedik evelallah. Bir başka raporda; “Bağımsız yargı için ne müsteşar gerekir ne de bakan” dediler, “Üyelerini de iktidar seçsin” diye referandum yaptık, ters köşeden golü yediler. Raporun bir yerlerinde; “Kadın hakları az” dediler, “Kadının temsili yetersiz zira” diye eklediler. Sen misin bunu diyen; suç olmaktan çıkıverdi zina, fena halde teklediler.
İstikrarlıyız sonuçta. Ne Avrupa Birliği’ne ( AB ), ne de Arap Birliği’ne ( AB ) girebiliyoruz ama Avrupa Ligi’nde ( AL ) boy gösterip, Arap Ligi’nde ( AL ) gerdan kıvırıyoruz. Avrupa şarkı yarışmalarında göze batıyoruz, Arabesk müzikle göbek atıyoruz. Gaza gelip ingilizce “bi dakka”, Gazza gelip arapça “men dakka dukka”. Arada ona buna “tu kaka”, nasılsa oylar çantada keklik yani; “cukka”. İçeride gerek yok “hakka hukuka”, dışarıda az biraz afra biraz da “fiyaka”, yeni ihracat kalemimiz oldu döviz getirmese de “caka”. Afra-tafra ile, fiyaka-caka ile kapanır mı acaba Cari Açık’taki iki yaka ?
Türk halkı sever diye biraz da duygusallık eklemek lazım, yani kim daha iyi konusu biraz muğlak ? Hıncahınç dolu adamın alternatifi oldu davudi stratejisiyle yeni yetme ağlak. Böylece; Arap Ligi’ne herhangi bir eleme olmadan doğrudan katılıyoruz, Avrupa Ligi’nden de kırmızı kartla atılıyoruz. Eskiden; “Allah’ın sopası yok ki göstersin” derlerdi, şimdi seçimleri bir kez daha kazanmış adamın o babamın sopası var ki seçimler öncesi geleceği tahmin ederek gösterdi. Bizimkiler ağlar iken Ortadoğu’nun batağında, “Ne işin var BOP aşkına elalemin yatağında ?” diye soracak halimiz mi kaldı ? Üsküdar’ı geçen atı aldı, Mısır dediğin bizimkilerden BOP Eşbakanlığı’nı çaldı. Elimizde kalan, NATO aşkına Kürecik’deki kalkan. “Füze değil radar, çıraksın anlarsın o kadar” dediler. Yemedi muhalefet; “Laga-Luga yapacağına, ister kalkan ister radar topraklarında defet !”.
Arap Ligi’nde haftanın sonuçları :
Yemen Banks : 0 – Hayfa Jazz : 1
Katar Moneys : 1 – Tel Aviv Worlds : 2
Hamas Rockets : 1 – Kürecik Kalkanı : 3
Zavallı Gazze : 0 – Jerusalem Elalem: 2
Kısacası; “AB” ile işimiz yok “AL” ile işlerimiz var.Öyleyse;
“Cim cim cim, dal dal dal... AB olmazsa işte sana AL...”
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Öğretmenliği Hissetmek |
|
Sınıfa ilk girdiğimde küçük bir kız ağlıyordu. Küçücük yüzüne yayılan dudakları, kesik hıçkırıklarının arasında şunları söylüyordu: “Beni babama götürün”. Normal bir olgu olarak karşıladım ve diğer çocuklara günaydın dedim. Kahvaltı yapıyorlardı. Bazısının ağzı dolu, bazısının boştu. Bazılarının dudak üstlerinde süt bıyıkları vardı. Bana cevap vermediler, sadece boş gözlerle baktılar. Tek cevap veren sınıf öğretmeni ve yardımcı kadındı. Çünkü beni tanımıyorlardı. Sınıfa gelen bu yabancı kimdi? Kendimi tanıttım ve hepsinin adını sordum, cevap veren yine sınıf öğretmenleri oldu, çünkü henüz konuşamıyorlardı. Onlar sadece iki yaşındaydılar. Çalışan annelerin duygusal çocuklarıydılar. Ağlayan küçük kıza baktım ve ona neden ağladığını sordum. Yanıma geldi ve elimden tutarak “Beni babama götür” dedi. Bunu söylerken de ağlıyordu. Burnu akmıştı ve ona peçete vermek istedim, peçeteyi elimden alarak “ben silerim” dedi. Bunu söylerken bile ağlıyordu. Diğer çocukların bakışlarındaki üzüntüyü gördüm: “Lütfen ağlama! Diğer arkadaşların üzülüyor” dedim, beni dinlemedi. Söylediği sözleri bant kaydı gibi tekrarlıyordu “Beni babama götür”. “Senin babanı tanımıyorum” dedim buna rağmen isteğini tekrar etti. Sınıf öğretmenine baktım, bana endişelenmemem için işaret etti. Öğrendim ki ağlayan küçük kız tam sekiz haftadır her gün ağlıyormuş hem de sabahtan akşama kadar. Ne okul, ne de aile çözüm bulamamış. Aile ağlama durumu geçer diye fazla umursamıyormuş. Durum ise şu: Küçük kız okula gelmek istemiyor. Fakat aile zorla getiriyor. Küçük kız tepkisini ağlayarak ortaya koyuyor. Bunu yaparken de kendisine zarar veriyor. Çevresindeki çocukların dikkatini dağıtıyor, üzüyor, sinirlendiriyor, öğretmenin enerjisini tüketiyor.
Biraz olsun küçük kızı sakinleştirmek için yardımcı olmak istedim, elinden tutup oyun köşesine gittik. “Haydi gel oynayalım” dedim. Bana biraz baktı ve ağlamaya devam ederek sınıfın ortasında daireler çizdi. Elinde ıslak mendil vardı, hem de en büyük paketinden. Elinden almak istediysem de izin vermedi. Islak mendile sıkıca sarılmıştı. Aradan biraz zaman geçtikten sonra diğer çocuklar sanat etkinliği için masaya oturdular. Sınıf öğretmeni masaya kurumuş yapraklar koydu ve her çocuk kendi yaprağını boyamaya başladı. Ağlayan küçük kız ıslak mendilini elinden bırakarak arkadaşlarına katılmak istedi ve o da bir yaprak alarak boyamaya başladı. Ağlamıyordu. Fakat yaprağını boyadıktan sonra ellerini yıkamaya gittiğimizde tekrar ağlamaya başladı. Elinde bu sefer boya kutusunu sıkıca tutuyordu. Elinden alamadım. Ağlayan küçük kıza üzülerek baktım. Daha o kadar küçüktü ki sadece iki yaşında, güven duygusunun sağlamlaşması gereken bir zamanda, konuşmaya başladığı için duygularını yeni ifade ettiği bir zamanda böylesine mutsuz vakitler yaşıyordu.
Uyku saatinde de ağladığı için uyku odasından onu çıkardım. Tüm çocuklar uyudu ama o uykusu olduğu halde uyumak istemedi. Sınıfa götürdüm, artık yapayalnızdık. Onunla sohbet etmeye başladım, bana cevap vermesi gerektiğinden ağlaması kesildi. Çok güzel konuşuyordu. Akıllıydı. “Sana bir kitap okuyabilir miyim?” dedim. Küçük başını aşağı yukarı hareket ettirerek “oku” dedi. Gülümsedim. Birlikte halının üzerine oturduk, sessizce yerleşti ve bana baktı. Siyah kirpikleri kara gözlerinin üzerinde usul usul kapanıyordu. Küçük yüzünün ortasında küçücük yuvarlak burnu vardı. Dudakları çizilmiş misali dolgun ve güzeldi. Siyah seyrek saçları tepeden küçük bir toka ile toplanmıştı. Küçücük ellerinde renkli bir küp tutuyor ve onu elinde çevirip duruyordu. Sana şimdi “Çirkin ördek yavrusunu okuyacağım” dedim. Ve kitabın renkli sayfalarını açtım. Resimleri dikkatle incelediğini fark ettim, tüm dikkatini kitaba vermişti. Fakat uzun kirpiklerinin, gözlerini usul ususl kapattığını gördüm. Çok fazla uykusu vardı. Uyuyacaktı ama uyku odası onun için asla girmek istemediği bir odaydı. “Kucağıma oturabilirsin” dedim, “bak, resimleri buradan daha iyi görebilirsin” . Hiç itiraz etmeden kucağıma geldi ve başını omzuma yasladı. Okumaya devam ettim. Çok kısa bir zaman sonra derin nefes alışından gözlerini tamamen kapattığını anladım. Uyuyordu. Bana güvenmişti, hem de ilk defa gördüğü bana. Daha önce evlat uyutmuş kollarım belki de onun hayata karşı duyduğu güvensizliği biraz hafifletmişti. Kucağımda uyuyan ve bana ait olmayan bu küçücük yavrunun uyurken bile olsa bana duyduğu sevgi ve güveni hissetmek bambaşka bir duyguydu. “Bir öğretmenin kutsallığı budur” diye düşündüm.
Çocuklar, bana sarıldıklarında, benim yanıma gelip çakmak gözleriyle bana heyecanla bir şey anlattıklarında, kulağıma sessizce sırlarını fısıldadıklarında, birlikte kahkahalarla güldüğümüzde, acı hisleriyle veya nazlarla ağladıklarında onları kucaklayışımda, öğretmenliği daha derin hissediyorum.
Çocuklarını sevgiyle kucaklayan tüm öğretmenlerin, öğretmenler gününü kutluyorum.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran SİNEMA ESTETİĞİNE GİRİŞ |
|
Ömer Saydam Uysal yolladı bu kitabı; meğer yıllar öncesi Sinematek’teki sevdalılar arasında o da varmış; ne mutlu ona ki, sevdasını uğraşa dönüştürebilme talihine ermiş: Sinema Sanatı dalında öğretim üyeliği yapıyormuş.
Onca yıllık birikimini sonunda İkinci Adam Yayınları’nın bastığı bir kitaba dönüştürmüş: kitap belli ki, Sinema Sanatı konusunda yerli-yabancı bütün yayınların dikkatle okunmasıyla oluşmuş; üzerlerinde çok ciddi düşünülmüş, gereken asal düşünce ve saptamalar toparlanmış. Kısacası, Sinema Sanatı’na meraklı herkesin başucunda bulunması gereken bir yapıt ortaya çıkmış.
Ömer S. Uysal, doğal olarak, bir filmi oluşturan temel öğeleri birer birer ele almış: çekimöyküsü (senaryo), kurgu, ses, görüntü, müzik, oyunculuk.
Ama o, kitabın okunmasında başka bir yol öneriyor, yaratıcısı olarak: “Dolayısıyla okuyucu giriş, ana gövde, notlar ve sonuç bölümlerini (ilgi alanına göre) seçerek (sıraya uymak zorunlu değil) farklı ilerilikte ve derinlikte okumalar yapabilir, örneğin ana gövdeye atlayabilir, tekrar tekrar, bilgisi arttıkça, kitaba dönüp okumadığı bölümleri okuyabilir. Böylece kitabı bir giriş olmaktan öteye taşıyabilir.”
Asal öğeleri ayrıntılı biçimde ele aldıktan sonraysa, sözünü şöyle bağlıyor Ömer S. Uysal:
“Sonuç olanak şunları söyleyebiliriz: Filmin amacı kafalarımızda aydınlığa kavuşmuştur artık ve şimdi onun parçalarının çözümlenmesi yolu ile, erdemlerini ya da eksikleri konusundaki izlenimimizi kendimize ya da başkalarına ifade edebilecek durumdayızdır. Bir filmden istemeye hakkımızın olduğu en temel şeylerden biri, onun ilgimizi çekmesi (bu onun amacının değerli ve ilginç olması demektir ) ve iyi kurulmuş olmasıdır. Eylem-izlek (öykülü filmse) ya da sav (öykülü değilse) amaca uygun olmalıdır.Eylem ya da sergileme yeterli olarak fakat ekonomik bir biçimde, eksiklik ya da fazlalık olmadan, geliştirilmelidir. Açılış hemen ilgimizi çekmeli, gelişme hemen ilgimizi çekmeli, gelişme doruk noktasına mantıksal biçimde ilerlemeli ve son ne çok âni ne de çok uzatılmış olmalıdır. Karakterlerin çizilişi, onun amacı için (bu amaç, olay örgüsünü oluşturan hareket nedenleri ile tepkilerin bağlanmasına inandırıcılık sağlamaktır) yeterli olmalıdır. Ve karakterlerin davranış, düşünce ve duyguları uygun ve canlı bir biçimde, sinema aracının dilinde sunulmalıdır.
Ancak, bütün bunlar araçların incelenmesi demektir ve onlara ilişkin söylediğimiz her şey, bir bütün olarak filmin son değerlendirilmesine doğru yöneltilmelidir. Bu, bir ve aynı zamanda, sinemacının amacının ve onun, bu amacı gerçekleştirmede göstermiş olduğu ustalık ve başarının değerlendirilmesi anlamına gelir. Her iki etken de son değerlendirmede gereklidir ve şu, eleştirin adaletsizliklerinden biri olarak görülebilir: Bir eleştirmenin, yetersiz biçimde gerçekleştirilmiş yüce bir amacı yargılaması, ustalıkla ulaşılmış hafif ve sudan bir amacın yargılanmasından genellikle daha acımasız olmaktadır.
Böylece bir filmin eleştirisinde baştan beri savunduğumuz gerekliliği, filmin bir bütün, bir yapı, bir düzen olarak ele alınması gereğini, burada da sürdürmüş oluyoruz ve bunun uzantısında şunu da yeniden vurgulayabiliriz: Kuşkusuz bazı durumlarda eksiklikler söz konusu olsa da, ideal değer ölçüsü, sanata uygun biçimde ulaşılmış değerli bir amaç, başka bir deyişle, ‘özgün bir bakış’,’özgün bir yol’, dildir; bu ikisinin birliği, kaynaşıklığı ve ayrılmazlığıdır.”
Gördüğünüz gibi, Ömer Saydam Uysal’ın kitabı çok titiz hazırlanmış, kullanılan her kavram ve sözcük üzerinde uzun uzun düşünülmüş bir yapıt; meraklısı hemen edinmeli.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
AHMET ÜMİT
Kaç zamandan beri beklediğim, Tüyap Kitap Fuarı açıldı nihayet. Ben de hafta sonu tatilini fırsat bilip tuttum, Beylikdüzü’nün yolunu.
Artık eskisi kadar uzak değil Beylikdüzü. Metrobüs’e bindiğiniz zaman iniyorsunuz fuarın önünde. Benim oraya gitmem 45 dakikamı aldı. Eskisi gibi aktarmaya, indi bindiye de gerek kalmıyor artık.
İlk başta çocuk kitapları vardı, her yıl olduğu gibi. İlk sıralara onlar için hazırlanmış olan, renkli kitaplar konulmuştu. Fiyatları 1-2-3 lira olan kitaplardı bunlar.
Bu kitapları inceledikten sonra, elimdeki gazeteye baktım. Acaba kimin imza günü vardı bugün diye. Aynı anda, birçok yazarın imza günü olduğu sevinerek gördüm. Bunları da sıraya koyup, başladım gezmeye.
Bir taraftan stantları gezip, bir taraftansa, kalabalığın yüz ifadesine bakıyorum...
Anlamlı ve mutlu bir kalabalık görüyorum karşımda...
Özellikle çocuklar, kitap almaktan ve okumaktan çok memnun gibi gözüyorlardı. Hiç birinin yüzünde, zorla getirilmiş gibi bir hava yoktu.
Özellikle, çocuk edebiyatında ki yenilikler, yeni kitaplar ve yeni yazarlar, beni çok mutlu etti.
Çünkü bizim eksik olduğumuz en önemli alanlardan biri çocuk edebiyatıydı. Ne zaman bir çocuk öyküsü elime alsam, yabancı bir yazar tarafından yazılmış olmasından rahatsız olur, onların kültürlerini okumaktan hiç hoşlanmazdım. Bizim kültürümüzü, bizim aile kurallarımızı anlatmayan bir hikâyeyi, neden bizim çocuklarımız okusun ki!
Ve içlerinde ki yabancı kelimeler: Heidi, Alice, Tom vb.
Onların yerine bize hitap eden; Can, Sevgi, Barış neden kullanılmasın?
Bu fuarı gezerken, çocuk edebiyatında ki, bu eksikliğin, yeni yazarlarla ve yeni kitaplarla dolmaya başladığı gördüm. Artık yeni soluklar gelmeye başlamıştı edebiyatımıza.
Edebiyatımızın en önemli alanlarından biri de polisiye romanıydı. Edebiyatımızın, üvey evladı denen bu alanda da, yeni soluklar çıkmaya başlamış ve üvey olmaktan kurtulmuştu, polisiye.
Bu alandaki en önemli isimlerden biri de; Ahmet Ümit’ti.
Bu büyük yazarın, saat on iki de, imza günü ve söyleşisi vardı, Karadeniz Salonu’nda.
Bunun için, daha önce defalarca okuduğum, Bab-ı Esrar’ını yanıma almıştım, imzalatırım diye. Yedi yüz yıldır çözülemeyen sır Şems-i Tebrizi cinayeti ve Şems-i Tebrizi ile Mevlânâ’yı anlattığı kitabını.
Ahmet Ümit’te, her yazar gibi edebiyata şiirle başlamıştır. İlk eseri 1989’da yayımlanan Sokağın Zulası adlı kitabıdır. 1992’de ilk öykü kitabı olan, Çıplak Ayaklıydı Gece, yayımlanmıştır. Bunu 1994’te Bir Ses Böler Geceyi, 1999’da Agatha’nın Anahtarı, 2002’de Şeytan Ayrıntıda Gizlidir, izlemiştir.
1996’da yazdığı ilk romanı, Sis ve Gece, polisiye edebiyatta bir başyapıt olarak değerlendirilmiştir.
Bu romanın ardından, 1998’de Kar Kokusu, 2000’de Patasana, 2002’de Kukla, Ninatta’nın Bileziği, İnsan Ruhunun Haritası, Aşk Köpekliktir, Beyoğlu Rapsodisi, Kavim, Bab-ı Esrar ve İstanbul Hatırası adlı kitapları yayımlanmıştır.
Bana ilginç gelen bir şey de böyle korku sahneleri yaratabilen birinin, masal yazabilmesiydi.
Masal Masal İçinde, 2008’de yayımlanan masal kitabıdır, Ahmet Ümit’in.
En son olarak, Everest Yayınları tarafından çizgi roman olarak yayıma hazırlanmakta olan; “Davulcu Davut’u Kim Öldürdü” adlı eseri de vardır yazarın.
Bu büyük yazarın programı, Sevim Okyay’ın sunumu ile başladı. Sevim Okyay, gerek hayat tecrübesinin fazlalığı, gerekse aklını iyi kullanmasıyla dikkatimi çeken başarılı bir program yapımcısı ve sunucudur benim için.
Ntv Radyo’dan sadece sesini duyduğum, Cinayet Masası’yla tanıdım onu. Zaten daha önceden Ahmet Ümit’le yaptığı röportajıda dinleme şansına erişmiştim. Bu programla beraber benim ikinci kez dinleme ve izleme şansım olacaktı, Ahmet Ümit’i.
Program başlamadan, bir fırsatını bulup, kitabını imzalatmayı başardım, Ahmet Ümit’e.
Bu arada, onun ne kadar akıllı ve nüktedan bir insan olduğunun da farkına vardım. Zaten programın devamında, sorulara verdiği cevaplarla da, bunu bir kez daha gösterdi, Ahmet Ümit.
Konuşmalarından şunu fark ettim: “Eserlerini yazarken, çok iyi gözlem yaptığını. Antepli olduğunu, ortaya gittiği zaman gördüğü, Antik Hitit kentindeki, üç bin yıl önce yazılmış Tabletlerin kalıntılarından hemen bir sahne yaratıp, onu kitaplaştırdığını. Sonra Beyoğlu’nda gezerken, gördüğü kiliseden ve haçtan etkilenip, bunları öykülerine nasıl kattığını.”
“Yani, yaşadığı ortamdan kopmadan, onlardan yararlanarak, romanlarını ve karakterlerini nasıl oluşturduğunu.”
Bu da bizim gibi tarihi derinlikleri olan, farklı kültürleri barındıran, bu topraklarda yaşayan, bir yazar için çok büyük bir şans doğrusu.
Tarihimizi, masallarımızı, eski İstanbul sokaklarını romanlarımıza katsak, kim bilir daha ne çok eserler çıkar ortaya.
Ve toplumla barışık olmak, o insanların arasında yaşamak. Ahmet Ümit’in dediği gibi; “Beyoğlu’nda dolaşırım, halkın arasına karışırım, insanlardan kopuk yaşamam. Çünkü bu hayatın tekrarı yok!”
Zaten her zaman savunduğum bir şeydir. Halkın içinde olup, onlarla kaynaşıp, onlardan esinlenip, onlar için eserler yapmak. Sanat sanat için değil de, sanat toplum içindir, savını benimsemek.
Zaten halkın yaşattığı, yüzyıllar sonra bile okunan eserlere bakarsanız, bunu görürsünüz:
"Halk kendinden kopuk sanatçıları ve yazarları sevmez! Yaşatmaz!"
Ve önemlisi “İnsan Ruhunun Haritası.” Sanat, suç ve yaşam üzerine yazılmış olan felsefi yazıları, Ahmet Ümit’in. Kitapların önemini, geçmişten günümüze gelişini ve batıyla doğuyu sentezleyebilmesi…
Mevlana'dan Marks'a, Tevrat'tan Dostoyevski'nin metinlerini kadar, daha birçok şeyi günümüze uyarlayıp, yeni bir sentez oluşturabilmesi...
“Yani, okuma ve yaşama birikimlerinden, yeni eserler vücut edebilmesi.”
Ahmet Ümit’in, sanatçı yeteneklerini iyi kullanması sayesinde, yazdığı eserler hak ettiği ilgiyi toplamış ve toplamaya devam etmektedir...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ABUZİTTİN BU HAFTA CİDDİYETE YELKEN AÇTI
Dostlar;
Size bu satırları TGB Genel Başkanı İlker Yücel’in hoş geldin mesajını okuduktan sonra yazıyorum. Yeni gelenler tabii ki hoş geldi de, ben çoktandır bu hoş bulunan yerdeydim. O yüzden hoş bulduk dememe gerek yok.
Hazır bu mesajı okurken sizlerle bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
29 Ekim İzmir Yürüyüşü
Bunlardan birincisi İzmir’deki 29 Ekim eylemine ilişkin.
Evert İzmir’de tarihi bir kalabalık vardı o gün. Bu eylemin ön plana çıkarılması gereken olumlu yanı elbette. Ancak, bizim görevimiz olumsuzlukları da eleştirmek ki, bundan sonraki eylemlerde bu yanlışları tekrarlamayalım.
Yapılan çağrılar ve TGB’nin titiz çalışması sonucunda kendiliğinden gelerek bu eyleme katılan İzmir’li sayısının çokluğu, aynı zamanda eylemin kendi iç disiplininin sağlanmasını zorlaştıran bir rol oynayarak, bir bakıma zaaf oluşturdu belki de.
Bu tip eylemlerde eylemin düzenleyicisi olan bütün taraflar, eylemden önce bir araya gelerek, başta atılacak sloganlar olmak üzere eylemin iç disiplini konusunda bir uzlaşmaya, anlaşmaya varmış olmalı ve bu iç disiplinin ne şekilde sağlanacağı, kimlerin nasıl ve nerede görev alacağı da önceden belirlenmiş olmalı diye düşünüyorum.
Benim bilemeyeceğim nedenlerden ötürü bu yan eksik kalmış olmalı ki, yürüyüş sırasında hem her kafadan bir ses çıktı, hem de yürüyüş kolunda bir uyumluluk yoktu. Öyleki kimileri kendiliklerinden Meydan’a gidip, orada herhangi bir organizasyon olmadığını gördüklerinden geri dönmüş Alsancak’a doğru yürürken, kimi yürüyüş kolları daha yeni Meydan’a gidiyordu. Bu tip eylemlerde yürüyüş kolu boyunca belli aralıklarla kollarında görevli pazubantları ve ellerinde megafon bulunan görevliler yer alarak, sloganların belli bir düzen içinde ve belli bir süre atılmasını sağlamalılar. 70-80 arası benzeri bütün yürüyüş ve mitinglerde kolaylıkla görülebilen bir manzaraydı bu. Hatta bu tip eylemlerin düzenleme komitesi disiplinine uymamayı peşinen kafalarına koymuş grupçuklar tarafından da “demokratik” olmama eleştirisine dayanak yapılırdı bu uygulamalar. Şimdilerde neden bu yöntem kullanılmıyor, anlayamıyorum.
Binlerce kişinin hep bir ağızdan aynı anda aynı sloganı atmasını sağlamak elbette çok kolay bir iş değildir. Ama bu başarıldığında da sağlanan sinerji ile olağanüstü bir etki yapacak, kitlenin moralini üst seviyeye taşıyacak ve eyleme katılan herkese büyük bir keyif verecek.
Bir slogan en fazla üç kere haykırılmalı, ama en geniş Katılımla ve en güçlü şekilde, dört kere değil! Bunu yapabilmek eyleme katılan tüm örgütlerin bir tartışma ve uzlaşma sürecinden geçmesini gerektirir elbette. Kitlelerin toplanmasını sağlamak işin belki de en güç ama ilk kısmıdır. Bununla birlikte yapılması gereken bu kitle gücünün etkililiğini arttırmaktır.
10 Kasım
10 Kasım’da ise ne yazık ki İzmir’de değil, görev gereği Burdur’daydım. Ve çok büyük bir üzüntü duydum. 10 Kasım sabahı malum zevat dışında sadece bir avuç üniversiteli gençten başka hiç kimse yoktu Atatürk anıtının önünde. Bir zamanlar etkili sol gruplarımızdan olan Halkın Yolu’nun kalelerinden biri olarak bilinen Burdur’un bugün geldiği nokta içler acısı ne yazık ki.
Ve DSP
Şimdi de gelelim DSP’nin 27.kuruluş yıl dönümünde yapılan İzmir etkinliğine. En son söylemem gereken şeyi belki de ilk önce söyleyeceğim ama ne yazık ki bu Parti bitmiş arkadaşlar!
Ben ve benim gibi hala CHP üyesi olan çok sayıda Cumhuriyetçi, Yurtsever, bugünkü CHP yönetimine olan kızgınlığımız ve parti içi muhalefetin dağınıklığı ve örgütsüzlüğü nedeniyle, “acaba istifa ederek DSP’ye geçsek, daha etkili bir siyasi mücadele yürütmek olabağı bulur muyuz?” diye kendimize sormaktaydık, ama anlaşılan o ki böyle bir girişimde bulunmamakla çok doğru yapmışız.
DSP Genel Başkanı’nın da katılacağının duyurulduğu bu toplantıda İzmir’in bütün il ve ilçelerinde örgütlü olan DSP, sadece il ve ilçe yöneticileri ve bazı görevlilerden oluşan bir kalabalığı ancak toplayabildi dersem, siz durumu anlayın artık.
Anayasa Forumu’nda merdivenlere kadar tıka basa dolu olan İsmet İnönü Kültür Merkezi’nin dörtte birini ancak doldurabildi DSP! Ben ve benim gibi durumun ne olduğunu anlamak üzere oraya gitmiş 8-10 kişi dışında, sadece resmi parti görevlilerinden oluşan ve DSP’yi Fener’i ya da Cimbom’u tutar gibi tutan bir kuru kalabalık anlayacağınız. Hele amigoluğa soyunan 6 kadar genç vardı ki, ayıp olur diye gülemedim. “Başbakan Türker” sloganı için ise ne diyeceğimi bilemiyorum.
Gene dikkatimi çeken bir diğer nokta, bu 6 kişilik slogancı grup dışında, katılanların tamamının 40 yaş üstü insanlar olmasıydı. Ortalıkta DSP’yi, söylem ve politikalarını merak eden tek bir genç bile yoktu.
Genel Başkan Masum Türker iyi bir konuşmacı. Parti Cumhuriyet değerlerine bağlı ve onu savunan ulusalcı bir çizgide. Bunlar olumlu yanlar elbette! Buna rağmen örgütlenme anlamında bu kadro ile aşabilecek gibi görünmedikleri ciddi zaaflar taşıdıkları çok açık.
Genel Başkanın, başkaları gibi promptere bakarak konuşmak yerine irticalen konuşabilmesi tabii ki çok önemli, olumlu bir özellik.
Ancak çok ciddi bir zaman planlaması yapmadan alabildiğince daldan dala atlayarak kötü programlanmış bir konuşma yapmakta bir o kadar yanlış. Benim üzerimdeki izlenim buydu. 2,5 saati aşan bu konuşma insanlara o kadar uzun geldi ki, Genel Başkanın hiç de sıkıcı olmayan konuşmasının son bölümünde zaten dolu olmayan salon boşalmaya başlamıştı bile. Bu da dikkati çeken bir diğer husustu.
Başkan ve o salonda yer alan parti yöneticileri iyi niyetli ve dürüst insanlar oldukları izlenimini yaratmayı başardılar. Ama sadece iyi niyet ve söylemlerde Cumhuriyet değerlerini kararlılıkla savunmak yeterli olmuyor. Aynı zamanda tam bir acemiler mangası ile karşı karşıya olduğumuz izlenimini de edindim, ne yalan söyleyeyim. Genel başkan; Zeki Sezer ve arkadaşlarını isim vermeden suçlayarak, Pentagon’un Sezer aracılığı ile DSP’yi dizayn etmeye çalıştığı mesajını vermeyi ve Rahşan Ecevit’inde bu işe alet olduğunu anlatmayı ihmal etmedi.
Bana kalırsa çok da mantıklı değil bu yaklaşım. Pentagon sırf ulusalcı diye bitme noktasına gelmiş bir Parti ile ne diye uğraşsın ki! Ayrıca bu ima Uluç Gürkan ve Zekeriya Temizel gibi isimlere de haksızlık oluyor diye düşünmekteyim.
Özetle Masum Türker’in açıkça ifade etmese bile ima ettikleri ne ölçüde gerçeği yansıtıyor tabii ki bilemem. Ne de olsa DSP’nin içinde yer alan bir insan değilim.
Genel Başkan’ın örgütsel güçsüzlüğü dayandırdığı noktalardan biri de kitlelerin ağırlıklı olarak medya aracılığı ile tabi tutulduğu de politizasyon süreciydi, ki bir ölçüde de haksız sayılmaz. Bu konuda mutlaka okunması gerektiğini düşündüğüm üç önemli kitaptan söz edeceğim. Bunlar; Sefer Derici’nin Destek yayınlarından çıkan Subliminal İşgal, Noam Chomsky’nin BGST yayınlarından çıkan “Rıza’nın İmalatı” ve İkram Çınar’ın IQ Sanat yayınlarından çıkan “Neden ve Nasıl Mankurtlaştırılıyoruz?” adlı kitapları.
Evet; sabah uyanan, günlük rutinini yaşadıktan sonra, akşamda ya TV ekranına gömülüp oradan yatağa giden ya da facebook’a girip oradan çıkamayan duyarsızlaşmış büyük bir kitleden söz ediyoruz. Yakında yayınlayacağım bir başka yazıda daha geniş ele alacağım bu konuyu.
Tekrar DSP’ye dönecek olursak, bu partinin örgütlenme deneyimi taşıyan ve örgütü süratle ayağa kaldırabilecek örgütlenmeden sorumlu esaslı bir Genel Başkan Yardımcısı’na ihtiyacı var öncelikle.
Anladığım kadarıyla ağırlıklı olarak serbest meslek sahiplerinden oluşan parti yöneticisi topluluğu; siyasi parti örgütlenmesinin nasıl yapılması gerektiği, bu konuda düzen partilerinden hangi noktalarda ayrılmak gerektiği gibi konularda asgari bir kavrayıştan bile oldukça uzak. Hoş bu açıdan özellikle ilçe örgütleri düzeyinde CHP’de de durumun çok parlak olduğunu söyleyemeyiz.
DSP’ye ilişkin bu gözlemim, ayaküstü yaptığım birkaç sohbetten çıktı. Yanlışta olabilir elbette. Ama ne yazıkki böyle bir izlenim edindim!
Şimdilik bu kadar deyip bitirirken, aslında güçlü bir DSP’nin, CHP’nin de silkinerek kendine gelmesine ciddi bir katkısı olabilirdi diye düşünmeden de edemiyorum doğrusu.
Umarım haftaya görüşmek üzere!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
ZEMZEM TOWER KABE’YE KARŞI
Müftü kafile başkanımız, “Zemzem Tower’ın saati görülüyor” ifadesiyle Mekke’ye iyice yaklaştığımızı haber vermişti. Gece karanlığında şehir ışıklarını fark etmekle birlikte otobüste olmamız nedeniyle çok sonraları kuleyi görebilmiştim.
Kabe’nin hemen yanına oldukça yüksek ve Mekke’nin her yerinden rahatça görünen saat kuleli devre mülk otelin, Kabe’den yüksekliğinin hoş olmadığını serzenişle ifade etmişti kafile başkanı.
İlahiyat fakültesinde bir çok hocamızın Kabe’nin yanına yüksek katlı otellerin yapılmasını Kabe’ye saygısızlık anlamında eleştirdiklerini hatırlamıştım. Kafile başkanı müftümüz aynı yaklaşımla bu yanlışları eleştiriyordu.
Her taraftan görülebilme yüksekliğinin bir iyi tarafı Mekke’de Kabe’nin nerede olduğunu fark etme kolaylığıydı.
İlk defa Beytullah’a geldiğimizde ilk gördüğümüz ve etkilendiğimiz Zemzem Tower olmuştu. Kabe onun hemen yanındaydı; ama etrafına yapılan kapalı yapılardan Kabe’yi dışardan görmeniz imkansızdı. Derdim Kabe’yi ilk görüşte kesin kabul edileceği söylenen duamı etmekti. Bizim camilerimiz gibi biraz yaklaştığınızda minare kubbe sonrası bütünüyle görmeyi beklerseniz hayal kırıklığı yaşayacaksınızdır. Kabe’nin etrafına yapılan yapının çevrelerine yapılan minareleri görüyorsunuz ama içerde kalan kutsal yapıyı ancak çevresindeki açık alana ulaşabildiğinizde görebiliyorsunuz. Bu durumda kabul edileceğine kesin inandığınız duanızda biraz zora düşüyordu. İçerdeki kalabalık ve hareketten ilk görüşte bildiğimiz anlamda durup ellerinizi açarak gönülden dua imkanı yakalayabilene ne mutlu!
Beytullah, sade mütevazi yapısıyla dini duygu bakışınızla sizin tüm ilginizi çekiyor. Ama hemen yanındaki ihtişamlı Zemzem Tower modernliğiyle bir yönünüzü kendine çekiyor. Önce ve bir süre dini bir vecd ile Kabe’ye baksanız da sonrasında Zemme Tower’a gözleriniz gidiyor. Bu yüksek, daha karmaşık ve modern yapı dikkatinizi çekiyor.
Lisedeyken, ilk defa İstanbul’a giden bir hocamız, Sultan Ahmet ve Ayasofya’dan çok etkilenmiş ve şu yorumu yapmıştı: “Osmanlılar, Sultan Ahmet’i yaparak Ayasofya’yı yıkmış azizim. Muhteşem ihtişamıyla o yapıyı ve kültürü ezmiş.” Yıllar sonra üniversite öğrenciliğim için beş yıl kalacağım İstanbul’da Sultan Ahmet meydanını ilk gördüğümde Türkçe öğretmenizin o değerlendirmesine içten katılmıştım.
Zemzem Tower, bu kutsal diyarda bana Ayasofya ve Sultan Ahmet’i hatırlattı. Modern Batı mimarisi maalesef ‘o sade kutsal yapıyı’ gölgeliyordu. Sultan Ahmet’in mimari muhteşemliği nasıl ki Ayasofya’nın daha sade ve basitliğini gölgede bırakıyorsa Zemzem Tower da gösterişli modern Batı mimarisiyle Kabe’yi gölgeliyordu. Bu mimari üstünlük üstelik kak kat yükseklik ve büyüklükle baskınlığını devam ettiriyordu.
Batı ve İslam kültürü arasında gidip geliyor, modern Batının ışıltı ve ihtişamlığına aldanıyorsanız bu kutsal mekanda da ikilem yaşıyor ve bir yandan Kabe’ye bakarken diğer taraftan devre mülklü muhteşem otelden gözünüzü alamıyordunuz.
Kabe’de namaz sonraları en yoğun insan seli Zemzem Tower’a doğru oluyordu. Meraktan, sıcaktan su dökülmüş gibi terlediğim tavaf sonrası yönümü şaşırmamaya dikkat ederek bende Zemzem Tower’a doğru gittim. İlk üç kat modern alışveriş merkeziydi. İçerinin klima serinliği aşırı terli üzerimde olumsuz etki yaptığından sadece ilk katı gezmekle yetindim.
Benim gibi Batı kültüründen beslenmiş ve gördüklerini kayıt altına almada biraz meraklı olanlar, Kabe’nin resimlerini çekmekle birlikte devamında Zemzem Tower’a da objektiflerini yöneltiyorlardı. Aynı karede ikisini birden almaya çalışanlarda vardı.
Özellikle Türkler olarak biz, bu çelişkiyi çok yaşıyoruz ve hala yaşamaktayız. Yıllardır yaşadığımız bütün sorunlarımız maalesef bu ikilemden kaynaklanmakta. Batı ve İslam kültürü arasında değerlendirmemizi yerli yerinde yapıp netleştirmediğimiz sürece de sorunlarımız daha yıllarca devam edecek.
Keşke bu kule Batı mimarisi tarzında buraya yapılmasaydı. Biz münevver Türklerin zihnini bari bu en kutsal mekanda rahat bıraksalardı. Her ne kadar Zemzem Tower’a İslami motifler verilmeye çalışılmışsa da sonuçta gösterişli bir Hıristiyan Batı mimarisiyle karşı karşıyasınız.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Ötenazi Üzerine III |
|
Pavlov’un köpekler üzerindeki sistematik deneyleri, sıralı yaralanmalarla bedenin nasıl onarıldığını anlamaya dönüktü ve ölümün tam olarak hangi noktada nasıl başladığını bulmayı amaçlıyordu. Fakat Pavlov, bu incelemelerinde başarısız olmuştu ve insan yaşamında aslolanın, varlığını sürdürme çabası olduğu da anlaşılıyordu. Yaşamın düzenlenmesi konusunda hekimler, hastalarının şikâyetlerini gidermek için yeni alternatifler aramada mutlak olarak sorumluydu ve hastalarına “mutlu bir ölüm” değil, mutlu bir yaşam sürdürmelerini sağlayacak bilgilerle donanmış olmaları gerekirdi.
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında hekimler, tıp etiğinin yaygınlık kazanması konusunda ciddî bir atılım içinde oldular. Bu amaçla, belirli birtakım derneklerin kurulmasını sağladılar ve bunlara üyelik şartını, zorunlu hâle getirdiler. Yayınladıkları bildirgelerle, “orta yolcu” bir çözüm bulmaya çalıştılar; hastanın acılarının hafifletilmesi için her türlü tıbbî müdahâlenin yapılmasına izin verildi; ancak, son nokta olarak “öldürülmesi”ne ya da “ölümüne izin verilmesi”ne yasak koydular. Hasta üzerinde uygulanacak yeni tedâvi alternatifleriyle, aynı durumda olan veya olabilecek başka hastaların kurtulma şanslarının yükselebileceğine inandılar ve bu fırsatları ellerinden kaçırmak istemediler.
1870 ve 1945 yılları arasında, yeni tedâvi yöntemleri geliştirmek konusunda özellikle de ABD’de, güçlü bir toplumsal talep görülmekteydi. Bu taleplerin bir sonucu olarak, tıp alanında yeni birtakım gelişmeler yaşandı. Hastahâneler içinde yaşam destek üniteleri kurulmaya başlandı ve yaşamın sürdürülmeye çalışılması, esas kabûl edildi. Ayrıca, ölümcül hastalıklar konusunda hasta ve yakınlarına detaylı bilgi verilmesinin de olumsuz sonuçları tetiklediğine inanılmaya başlandı ve bu tür hastalar için kesin yargılar verilmemesi gerekliliği, bir etik kural olarak benimsendi. Çünkü, kurtulma şansları olmadığına inanan hastaların durumları, gün geçtikçe daha kötüye gidiyor ve bu da kurtulma şanslarını olumsuz yönde etkiliyordu.
Eczâcılık alanında yaşanan gelişmelerle, çâresiz durumda olduğu düşünülen hastaların, yaşama daha fazla bağlanmaya başladıkları tespit edildi ve morfin kullanımının yaygınlaşmasıyla, yaşadığı acılar gerekçesiyle ötenazi talebinde bulunan hastaların sayısında ciddî azalmalar meydana geldi. Buna karşılık, morfin kullanımının hız kazanması da bâzı tartışmaları gündeme getirdi; morfin, kişinin bilincini bütünüyle devre dışı bırakıyor ve hasta, sürekli bir uyku hâlinde bulunuyordu ki, bu da yaşam kalitesinin düşmesine yol açıyordu. Bu nedenle, aşırı morfin kullanımının suç sayılması gerektiğine inanan bir grup hekim, bunun engellenmesi girişimlerinde bulundu.
Bu tartışmalar, uzunca bir süre boyunca devâm etti ve ötenazinin savunulması veya reddedilmesi konusunda taraflar, birbirlerini iknâ etmeyi başaramadılar. Ötenazinin yasal bakımdan bir “hak” olarak değerlendirilmesi, bu “hak”kın kötüye kullanılmasına yol açabilecekti; ötenazinin yasaklanması durumunda ise “sürdürmenin anlamsız hâle geldiği bir yaşam”ın zorla devâmı amaçlanmış olacaktı ki, her ikisinin de tartışmaya açık bir çerçevesi vardır. Ancak şüphesiz ki, her iki konum da Tanrı’nın irâdesine bir müdahâlenin ortaya çıkmasına yol açacak niteliktedir ve yaşam süresinin tespîti konusunda bu irâdenin üzerinde bir irâde kullanımı açığa çıkacaktır.
Dahası, “istenmeyen insanların öldürülmesi” konusundaki tartışmalar, çok daha ağır bir etik çerçeve içinde sürdürülmüş ve bu durumlarda ötenazinin, insanlık suçu olduğu savunulmuştur. “Yaşamaya değer olmayan kimseler” için ötenazinin, hiçbir gerekçesi olmayan bir zâlimlik olduğu dile getirilmiş ve bu tür bir “imhâ”nın, insandaki tüm merhamet duygularını ortadan kaldırdığı düşünülmüştür. Bu tür bir ötenazinin kişinin çıkarına olduğu görüşü, işkencenin meşrû gösterilmesi çabaları içinde değerlendirilmiş ve bunu dile getirenlerin canavar ruhlu oldukları belirtilmiştir. Yaşlılar ve sakatların yaşamı konusunda da bu talepler, Hitler dönemi Almanya’sının uyguladığı insanlık vahşetlerini akıllara getirmiştir.
Bu dönemde Hitler, yalnızca kurtulma şansı olmayan ağır hastalar için değil, “kusursuz ırk” târifine uygun olmayan tüm kesimler için de “iyi ölüm”ü savunmuştu. Yayınladığı genelgeyle, ölümün bu kesimler için en ideal kurtuluş olduğunu dile getirmiş ve hekimlere, bu ölümlere destek olmaları konusunda yükümlülük getirmişti. Sistematik bir biçimde uygulanan bu “imhâ programları” aracılığıyla, altı yıl boyunca unutulmaz trajediler yaşandı. 1945 ve 1960 arası dönemde ötenazi karşıtlığının temel gerekçelerine bakıldığında da bu trajedilerin izlerini görmek mümkündür; kürtaj karşıtı kampanyalarda kullanılan en önemli argüman, “yeni Hitler”lerin istenmediğiydi.
Ötenazinin suç sayılması konusunda artan toplumsal talepler sonucunda, dünyânın pek çok ülkesinde, bunu yasaklayan düzenlemeler getirildi. Uluslararası arenada faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri, ötenazinin yasaklanması için yerel makamlara belirli birtakım baskılar yapmaya başladı. Yaşam hakkının savunulması konusunda artan eğilim, tıp etiği tartışmalarına da yansıdı ve hekimlik görev ve sorumlulukları, yeniden gözden geçirildi. Bunun sonucunda ise ölümcül hastalıklarda, kişinin acıya katlanması konusunda mânevî baskılar yapılmaya başlandı ve hastalıkların en ileriki aşamalarında bile, yaşama saygı düşüncesi korunmak istendi.
Ötenaziye izin veren ülke veya eyâletlerde ötenazi kavramı ise açık bir biçimde telâffuz edilmedi ve daha çok, pasif ötenazi bağlamında, “hastanın ölümüne izin verilmesi” uygulamaları görüldü; örneğin, aşırı dozda ilâç almasına kayıtsız kalındı ve durumunu iyileştirmek için özensiz davranıldı. “İntihara yardım” konusunda bu yolla, geleneksel anlayışta birtakım aşınmalar meydana geldi ve bu tartışmalar, günümüzde de devâm etmektedir. Yaşamın başlangıç noktasının tam olarak tespit edilememesinde olduğu gibi, ölüm ânının da tam olarak tespit edilememesi, kişinin nasıl öldüğünün anlaşılamaması, ölümün psiko-kimyasal bir nedeninin olup olmadığının bilinememesi, ötenazi tartışmalarında tarafların görüşlerinin sınanmasını olanaksız hâle getirmektedir.
İmdi, ötenazi konusunda gerek hekimlerin, gerekse de hasta ve hasta yakınlarının önlerinde, ciddî sorular vardır ve bunları cevaplamak da oldukça güçtür. Bu konuda lehte ve aleyhte görüşler, çoğu zaman birbirlerinin içine geçmiş ve tarafların net bir tutum takınmalarını zorlaştırmıştır. Yahudilikle temelleri atılmış ve daha sonra Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta da benimsenmiş olan “Tanrı tarafından yaratılma” düşüncesi, ölümü istemenin bir “hak” olarak düşünülmesinin imkânsız olduğuna dâir genel bir çerçeve sunmuş; ötenazi karşıtları da “yaşam hakkının kutsallığı”nı savunmaktan çok, “Tanrı karşısında sorumlu olma” ilkesinin korunmasını amaçlamışlardır.
Nazilerin ortaya çıkarttığı deneyimlerin etkisiyle de ötenazi, insanlığa karşı işlenen suçlara kılıf hazırlamanın bir aracı olarak düşünülmüştür. Hem, Greko-Romen kültüründeki bireysel özgürlüklerin modern dünyâda aynı biçimde içeriklendirilemeyeceğine; tıbbî birikimler sonucu ölümü istemenin artık bir hak olamayacağına inanılmaya başlanmış ve bireysel özgürlüklerin, yaşamı devâm ettirme irâdesi çerçevesinde kullanılmasının daha değerli olduğu savunulmuştur. Sonuç olarak, ötenazi konusundaki bu tartışmalar, insan yaşamının değerinin ne olduğu temel sorusu etrâfında şekillenmektedir ve bu soruya verilen cevaplardaki farklılıklar, ötenaziye yönelik tutumları da belirlemektedir.
Kaynakça:
Ahmet Cevizci, (2008). Etiğe Giriş, Ankara: Paradigma Yayınları.
Annemarie Pieper, (2012). Etiğe Giriş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Dan W. Brock / Harold Y. Vanderpool, (2004). “Life-Sustaining Treatment and Euthanasia”, Encyclopedia of Bioethics, (Ed.) Stephen Garrad Post, New York: Macmillan.
William Frankena, (2007). Etik, Ankara: İmge Kitapevi Yayınları.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Çizmelerim Çivit Mavisi
Önceden orada olanlar artık yok
Cenaze alayları, bayram eğlenceleri, körelmiş ihtiraslar
Terk edilen bir evin terk edilmiş boşluğuydular
Neşelenmekle üzülmek arasında
Bir anda yitmek gibi kalan
Vazoda kalan papatya gibi
Nedense sevemiyordum seni sevdiğimi
Bir içtim bir daha içtim
Böylesine kendimden hiç geçmemiştim
Sayfalarca uzunluktaydı anlatsam
Anlatamadım, kiraz ağaçlarını düşündüm ve
Altında oynayan çocukları
Güneşi, bulutları, yaz sıcağında terleyen avuçları
Düşüncen avutmuyordu beni
Saplanıp kalıyordu buzula çakıla kuma
Adalara kaçmak istedim, canım!
Orada bulamayacaktın beni
Ya da bir Sait Faik hikâyesinde
Faytona binecek, bisiklet sürecek
Seni... Düşünmeyecektim
Güneşlenecektim derim kızarana dek
Yanacaktım gene, ama bu sefer hak ettiğim kadar
Pürüzlerimiz gidecekti, ışıltı kazanacaktık
Görünüşte ve ilk dokunuşa dek bir başkasına
Oysa ne sen bana dokunabilmiştin ne de ben sana
Tahta bir banka oturup deniz manzarasına karşı
Uzaklaşan bir eski melodiyi dinlemek
Boşalan benliğime rağmen
Boşalan evlere rağmen
Boşalan sokaklara rağmen
Boşalan gözlerine rağmen
Hüzün nelere gebe görüyor musun
Ötmeyin serçe kuşları
Mazeret istemiyorum yaşamaya
Bayırlara dağlara kırlara uçun
Füme rengi bir akşamda
İslenmiş bir camın arkasında, çok konuştum sizinle
Anlamlı olan ne varsa, ifadesiz kaldı
Önce içerledim sonra iğrendim
Bu çok masraflı soygunda
Şüpheli bir engele vuruldum
Yangına, yankesiciye, yanlışa
Çizmelerim çivit mavisi
Yürüyüp gidilesi
Yürüyüp
Gidilesi
Başak Tuncel
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|