|
|
|
Editör'den : Utandık ta ne oldu?!.. |
Ne dokulmaz adammış Tayyip Bey, bravo yani. Kılıçdaroğlu'nun tüm dokunulmazlıkları kaldıralım, yolsuzluklar ortaya çıksın, temizler aklansın kirliler yıkansın diyerek yaptığı çağrıya, "Sen yolsuzluklardan bana en son bahsedecek adamsın, sen SSK'yı batırdın, SSK'yı!" diye karşılık vermesi tam bir zavallılık, çaresizlik ifadesiydi doğrusu. Öyle ya, uçkurundan beşiğine her yanını didik didik etmelerine rağmen birşey bulamayınca, hasbelkader yaptığı bir genel müdürlük sırasında, pek çoğu yalan dolan olan ifadelerle CHP liderine yüklenmesinin başka izahı olabilir mi? Şimdi Kılıçdaroğlu da çıkıp "Yahu Tayyip, önce sen kılıfına uydurulmuş haksız kazançlarla edindiğin servetinin, din adına müslüman söğüşleyenlere yaptığın payandalığın, yandaşlarına TOKİ aracılığıyla verdiğin ulufelerin hesabını ver sonra benim aklandığım SSK'nın hesabını sor." dese haksız mı?
Yukarıdaki başlangıç paragrafı eskidi farkındayım ama aklımda kalanı söylemesem olmazdı. Beş altı yıl öncesine kadar yurtdışında, dış basında yer alan olumsuz Türkiye haberlerine içerler, hatta kızardım. Doğru olduğunu bilsek bile bir başkasından azar işitmek zul gelirdi bana. Maalesef artık kazın ayağı öyle değil. Gün geçmiyor ki, bir tokat yemeyelim, ya da bizi yönetenlerin ak dedikleri kapkara çıkmasın. Durum seninki benden kara geyiğiyle de açıklanabilecek durumu çoktan aşmış durumda. Örneğin enerji bakanının Irak'ta ters kepçe olması beni zerre kadar ilgilendirmiyor artık. Müstehaklar diyor geçiyorum. Kendimizi kandırmaya gerek yok. Bu koskoca Dünyada kendimizi Anadolu coğrafyasına sıkıştırdık kaldık işte. Sıfır sorunlar dağ doğurdu, dağ yandı bitti kül oldu. Düne kadar kapında el pençe divan duranlar şimdi bakanına iniş izni vermiyor. Bakana soruyorlar, sakalından da utanmadan "Kalkarken söylemeleri lazımdı." minvalinde birşey geveliyor. Hey Allahım, gülelim mi ağlayalım mı bilemedik. İç işlerimize karışmayın diye gerimizi yırtarken, başkalarının iç işlerine dibine kadar müdahale etmekten geri kalamadığımız için geliyor bunlar başımıza. Sen adamların suçlu bulduklarına hamilik edersen, onlar da senin terörist dediklerine kucak açar, sakallı bakanını da takmaz. Bizim sakallı bakana iniş izni vermeyen Irak, bakanın inemediği alan da Erbil, dikkatinizi çekerim.
Memlekette vurgun üstüne vurgun yapılıyor ama biz sıradan vatandaşlar çiğdem yiyip televizyon seyrediyoruz. Çünkü paramız yok. Oysa parası olanlar feneri başka yerde söndürüyor. Para dedikse maaş üstü kaymaktan söz etmiyoruz, bu kallavi cinsten para. Rivayet 100 ile 200 milyon liralık vurgun. Uğur Dündar yazmış; Pazartesi sabahı Reuters Kasım ayı enflasyon verilerini Türkiye İstatistik Kurumundan 17 dakika önce açıklıyor. Enflasyon beklenenden düşük çıkacağı için faizlerin düşeceği hesaplanıyor ve düşmeden yurdumun uyanıkları piyasadaki tüm bonoları topluyor. 17 dakikada ne olur demeyin. Hepsi hepsi bir tık, tabi parası olana. Bakalım bu bonoları kimler aldı öğrenebilecek miyiz?
Vurgun, yolsuzluk almış başını gidiyor ama cilalı taş devrini yaşayan Türkiye'de hiç birşey değişmiyor. 20 milyon dolar verilip alınan 3 kıyı emniyetine ait hacıyatmaz bottan biri Salı günü Şile'de parçalanıp gidiyor. Giderken yanında 2 kişiyi de götürüyor. Gazeteler saçmalamaya, sorumlu müdür kahramanlık nutukları atmaya devam ediyor ama bir tanesi bile istifayı aklına getirmiyor. Bu havada bir tek Türk denizci kurtarma yapabilirmiş, bak hele sen. En kahraman Rıdvan'ların hepsi bizde diye mi yoksa en dangalak millet olduğumuz için mi bunlar başımıza geliyor? O teknenin hangi havada kurtarma yapabileceği belli değil mi? Birileri çıkılmasın derken bir diğeri çıkalım dediğinde buna alkış mı tutmalı yoksa "otur oturduğun yerde" mi demeli? Uçakta bile oksijen maskesini önce kendinizen sonra çocuğunuza takın diyorlar, neden? Çünkü önce kendi emniyetini alacaksın ki, diğerlerine yardımcı olabilesin. Bizimkisi kayıtsız şartsız tevekkül. Ne gelirse Allahtan gelir, alan da veren de o. Yahu Allah önce akıl vermiş, kullansana onu. Haydi kalın sağlıcakla, kalabilirseniz.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -5 |
|
Ben fukara bir köylüyüm. Bir bu sokakları bilirim. Bir de Sazlık, Hasağıl ve Koca Merayı… Bayram seyran bahanesiyle birkaç kez Manisa’ya da gitmişliğim vardır. Lakin Mesir Camisi ve Eski Garaj dışında hiçbir yerini bilmem. Felsefeciler süslü kelimelerle, yaldızlı ve upuzun cümlelerle yüzlerce kitap yazmışlar. Anlattıkları benim için başçavuşun eşeğine rahmet… Örneğin Heraklitos “aynı derede iki kez yıkanamazsınız ,”demiş. Hem de bunu tam iki bin beş yüz yıl önce söylemiş. Elin ağzı torba değil ki… Hey büyük filozof sen bizim kasabayı bilir misin? Yılın dokuz ayını tarlada geçiririz . Temmuzun ve Ağustos ateş topu ovayı kavururken, yağmurlar yağdığında, kırağı ve çiğ düştüğünde yine tarladayız. Buğday gider mısır gelir, pamuk biter ıspanak. Zeytin, tütün ve üzümü hiç sorma. Yine de kına gibi incecik, demir pası rengindeki bu verimli toprakların üzerinden açlık, yoksulluk alıp başını gitmez. Ve biz her sabah yeniden aynı güne başlar gibi uyanırız.
Yaşamlarımız bu toprağa benzer. Hayat pahallı ölüm çok ucuzdur. Traktör kanala uçar ölürüz. Ağaçtan düşer ölürüz. Su motorunun kayışı eteğimizden kapar ölürüz. Kırmızı yanaklı şeftaliden canımız çeker. Koparıp daha bitiremeden ölürüz. Yeni ilaçlanmış olduğunu nerden bilelim. Şeftaliden değil mantardan da ölürüz. Folidor deniler bir zehir vardır. En çok ondan ölürüz.
Küçük Reşit o hafta on bir aylık olmuştu. Babası onu berber Cicim Hasan’a götürüp ilk saç tıraşını yaptırdı. Çıkarıp yirmi lira da bahşiş verdi. Annesi Güllü çarşıdan gelecek olan biricik oğlunu ve kocasını kapı önünde heyecanla bekledi.
Ertesi günün sabahında sevmeye kıyamadığı kar beyaz kafalı oğlunu hayata bırakıp mutfağa gitti. Hamur yoğurdu, pişi için sodalı hamur hazırladı. Yeşil soğan ve pazı kıydı. Hamur leğenini bahçedeki tulumbaya yıkamak için çıkardı. Reşit’i hayatın kıyısında kıvrılmış yatıyordu. Yorulup uyumuş herhalde diye düşündü. Aklına kötü bir şeyler olacağı ihtimali bile gelmedi. Çocuğun yanındaki kararmış alüminyum tencereyi görünce “ Uy anam,” dedi. Ayaklarının bağı çözüldü. Koşup oğlunu kucağına aldı. Ve oracığa çömeliverdi. Reşit’i uyandırmak için silkeledi. Gözlerini fal taşı gibi açarak çocuktan küçücük bile olsa bir tepki bekledi. Çocuğun yüzünü yıkadı, ellerini, bacaklarını ovdu. Kucağındaki yavrusu hiç kıpırdamadı. Saçını, başına yolarak feryat figan ağlamaya başladı. Çığlıkları duyup gelen komşular kucağında yavrusuyla Güllü’yü beton hayata oturmuş ağlarken buldular.
Hayata üşüşen karasinekleri telef etmek için eski bir alüminyum çanak içine toz şeker ile folidor konmuştu. Şekere gelen sinekler folidordan zehirleniyordu. Küçük Reşit toz şekere parmağını batırıp ağzına götürdüğü için zehirlenmişti. Yok yere, hiç yere ölmek işte buna denirdi. Folidor ölümlerini anlatan kocaman bir kitap yazılsa yeridir. Bizim oralarda bu zehrin adına tütün ilacı derler. Sevdiğine verilmediği için folidor içen kızlar. İlaç serpintili otları yediği için ölen at ve eşekler. Düşmanlık olsun diye bahçesinin kenarına bu ilaçtan serpip bütün tavukları telef eden nalet komşular. Şu anda aklıma gelmeyen onlarca başka folidor öyküsü…
Sırf cahillikten can paresini, Reşit’ini kaybeden Güllü’yü jandarmalar alıp ilçedeki karakola götürdüler. Küçük Reşit’in cansız bedenini anasının kucağından alıp hastaneye gönderdiler. Güllüyü penceresiz bir odaya aldılar. Kocaman bir daktilo getirdiler. Güllü’ye komutan sırmalı askerler “Çocuğunu niye öldürdün,” diye sordular. “Kocanla mı kavga ettin? Kaynana mı öfkelendin? Çocuk çok yaramaz mıydı? Geçim derdinden mi bunaldın? Kocan başka karılara mı gidiyor bile ,” dediler. Onlar sordular Güllü sustu. O Sustukça ötekiler öfkelenip daha çok sordular. Komşulardan bir kaçının şahit olarak tifadeleri alındı. Ciğerinin acısını unutan genç anne yavrusunun katili olmadığını anlatmaya çabaladı. Her cümlesinde şüphe sezildi. Ona bağırdılar, korkuttular, tehdit ettiler. İdam sehpasında sallanırsın bile dediler. Hastaneden gelen rapor üzerine ertesi gün öğleden sonra Güllü’yü dışarıya salıverdiler. Duvar dibinde çömelmiş oturan kocası ayağa kalkıp karısına doğru koştu. Sokakta kendilerine bakan insanlara aldırmadan karına sarıldı. Kendini suçlu hisseden kadın kocasının yüzüne bakamadı. Ağzını açıp tek bir sözcük bile söylemedi. Hiç konuşmadan tren istasyonuna kadar yürüdüler. Bir banka oturup beklemeye başladılar.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Ayşen Tekşen Üniforma esintileri |
|
Ben BAL'da okudum. O zamanlar Maarif Koleji denirdi. "Parasız" okul. Tanımın kendisi sakat. Çağrışımların peşine takılırsak; bedava, beleş, parasızların gittiği vs.vs. Adımımı attığım andan itibaren mutlu oldum orada... Dile kolay, yedi yıl cennette bir yaşam. Sonrasında ise bir ömür boyu göğsümde gururla taşıdığım şeref madalyası.
Alsancak’ta oturan varlıklı bir ailenin gözbebeği kızı olarak gittiğim o okulda, Anadolu diye bir şeyin varlığını öğrendim. Cebime koyup gittiğim disko müziklerini verdim, türküler aldım yüreğime. Her şey tek tek terk edip gitse de beni türküler hep yanı başımda kaldı. Hafif, pahalı, cafcaflı Malboromu koydum masanın üstüne Bafra'nın Anadolu kadar keskin, buruk tadını aldım. Sülalenin zeki, başarılı çocuğu olarak pohpohlanan egom sınav kazanıp Anadolu’nun her yerinden oraya gelenler karşısında öyle bir dağıldı ki o gün bu gündür bir araya gelemedi hiç.
Parasız okulun gündüzlü öğrencileri bir başka alt grup olan "parasız yatılı" arkadaşlarına sabahları kek, börek, çörek götürmeyi öğrendi orada. Akşamüstü evime dönerken ne garip bir hüzün yaşardım: herkes orada kaldı, geceyi birlikte geçirecek, birlikte yaşamaya devam edecekler ama ben tek başıma evde. Ben böyle öğrendim yürek kalabalığının her servetten daha görkemli bir servet olduğunu.
Okulumuz bir aidiyetti hepimiz için. Ama genç insana tek bir aidiyet yetmez. Bazılarımız sağcı, bazılarımız solcu oldu. Sonra alt aidiyetler: Maocu,Leninci vs.vs. O zamanlar bize önderlik eden kelli felli abiler bugün ortalara dökülüp "kandırıldık, birbirimize düşürüldük" dese de gerçek o değildi. Kimse bizi kandırmadı. Sadece hayal ettik. Daha iyi bir dünya hayal ettik, ona ulaşmak istedik, çorbaya tuz eklemeye çalıştık kendi bildiğimizce. Çünkü sıra arkadaşımızın sınıfsal kederini tanımıştık, sıra arkadaşımız ise bizim sınıfımızın açmazlarını. Çünkü biz Anadolu'yduk. Birbirimize merhem olmayı umduk.
Güncel "üniforma" kavgasına dokunan bir şeyler bu duygu ve akıl coğrafyasında bile geçerliydi. Elbette bir yandan "tektipe" hayır diye bağırırken bir yanımız deli gibi sevdi o üniformaları. "Tek başına" bireysellik adamı bozar çünkü. İnsanoğlu "bir başına" değil "bir arada" olmaya programlı, öyle mutlu oluyor. Bir şeylere ait olmak için bütün çabası. Bir aileye, bir inanca, bir topluma, insanlığın bütününe ait olma, onunla uyum içinde var olma çabası. Üniformalarımız da aidiyetlerimizden birinin simgesiydi işte.
Biz parasız okulun kızları lacivert gemp (kaybolmuş bir sözcük) giyerdik. Daha parasız okullar ise siyah önlük. Amerikan Kolejinin kızları ise plili etek giyerdi. Ve itiraf edelim ki çok hoş görünürdüler. Hiç küçümsemeyin, genç ruhu için çok önemli bir şeydi. Bu uygulama sayesinde "biçimsel olarak" başka dünyaların gençleriydik. Pli etekli kızlar, lacivert gempli kızlar ve siyah önlüklü kızlar. "İçsel olarak" benzerliklerimize ulaşmak, bütünleşebilmek için önce bu” biçimsel” engeli aşmak gerekiyordu ki bir genç için fazla ağır bir görev. Rollerimiz de aşağı yukarı bu "biçimlere" uygun olarak belirlenmişti.
Ama günün birinde kim olduğunu hatırlamadığım akıllı bir adam, her okul kendi kıyafetini kendi belirlesin dedi. Demokrasi beşiği BAL yönetimi de dönüp bize sordu: Ne giymek istersiniz? Çok geçmeden plili eteklerimize kavuşmuştuk. Tüm "parasız" okullar tercihlerini plili etekten yana kullandı. Kentin sokakları bir anda çeşitli renklerde kareli eteklerle cıvıldaşan kızlarla doldu. Birbirimize (hadi itiraf edelim kıskançlıkla değil) gülümseyerek bakmaya başladık. Gemplerimizi, siyah önlükleri sevgiyle katlayıp dolabımıza kaldırırken aslında bizi birbirimizden ayıran biçimsel bir sınırı da kaldırmaktaydık. Daha da önemlisi bunun bilincindeydik.
Sonradan üç kız çocuğunu okula yollayan bir kadın olarak o üniforma sevgisinin kuşaklar boyunca sürüp gittiğini izleme şansım oldu. Yılların rüzgarı evin bir tarafından girip diğer tarafından çıkarken yanına her şeyi kattı ama bir tek dört kadının okul üniformalarını yanına katıp götürmedi. Rüzgar bile aidiyetlerimize saygı duydu. Çünkü üniformalarımız bize gençliğimizi anımsatmaz. O görevi yerine getirecek binlerce başka obje var. Üniformalarımız bize "tektip" "idea"mızı anımsatır. Mustafa Kemal’den uzanan bir idea. Okumak, adam olmak, öğrenmek, meslek sahibi olmak, gelişmek, ayakta durmak çabasının simgesidir üniformalar. "Tek tip bir hayal" ya da “ortak ülkü”.
Şimdi diyorlar ki üniforma kötüymüş, kaldırılmalıymış ve hatta kaldırılmış. Size öyle geliyor beyler ama sizinle tartışabilmek mümkün değil. Türban üniforması iyidir ama diğer üniformalar kötüdür öyle mi? Bana öyle geliyor ki her zaman olduğu gibi, tarih değil hatalar tekerrür edecek; sadece türbanlılar ve özel okullar üniformalarını koruyacaklar. Sadece onlar “ait” olacak. Ülkenin geri kalan gençleri ise t-shirt ve kotlarıyla gerçek anlamda “sürüde” kalacak. Bu uygulamayla, zaten küçük olan dünyamız artık türbanlı kızlar ve kolejli kızlar sınıflarından ibaret olacak. Bu da tektipin feriştahıdır ama hadi biraz dürüst olalım; büyüklerin dünyası da tam olarak bu iki sınıftan ibaret değil mi?
O halde geriye şiir kalır:
söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylerdi mercan köz nargileler
zamanlar değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük bugün
ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün
o şehrâyin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam âşık incesaz
kadehlerin mehtaba kaldırılması
adeta düğün
hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün
Attila İlhan
Ayşen Tekşen
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran “…BİR ÇAKILTAŞI ISINIR İÇİMDE” |
|
Sevgili Ruken Kızıler, İş Bankası Kültür Yayınları’nda yönettiği ‘Çağdaş Klasikler’ dizisinde Bedri Rahminin şiirlerini basmış: “Seni Düşünürken Bir Çakıltaşı Isınır İçimde”.
Kitaba ressam-ozanımızın şiirleri kendi sesiyle okuduğu bir de yoğunçalar (CD) eklenmiş.
Kitabın görsel tasarımı, her zamanki gibi, Birol Bayram’ın; yoğunçaları yayına Deniz Doğançay hazırlamış; kitabın düzeltisini Aslı Yalkut üstlenmiş. Büyük bir özenle basılmış, karton kapak geçirilmiş, içine ustanın şiir-çizim çalışmaları eklenmiş. Tam anlamıyla armağanlık bir kitap.
Kitaptan hepinizin bildiği birkaç şiirini alayım:
KARADUT
Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın oğulum
Günahımsın, vebâlimsin
Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.
SİTEM
Önde zeytin ağaçları arkasında yâr
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yâr yoluna dökülmedik dilleri neyleyim
Yâr yâr
Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp dağılmışım
Yâr yâr
Canımın çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var.
KARA SEVDA
…ve nihayet gelip çattı
Bir dilimi zehir zıkkım
Bir dilimi candan tatlı.
Masallarla indi yere
Sebil oldu cümle hikâyelere
Kara kara kazanlarda kaynadı
Diyar diyar meydanlarda oynadı
Türkülerde ateş alev oldu tutuştu
Gördes kiliminde nakış
Minyatür bahçelerinde suret kesildi
Ve nihayet gelip çattı
Elveda belirsiz bedava sevince
Uçan kuşa işi dosta elveda
Bütün haşmetiyle gelip çattı
Bir dilimi zehir zıkkım
Bir dilimi candan tatlı.
Şiirin, sanatın her türlüsünün, insana yakışan soylu güzel her şeyin dışlandığı, kindar ve dindar bir toplumun amaçlandığı günümüzde içinize iyi gelebilir.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Afife’yi Anlamak!
“Afife” Balesi ilk olarak 1998 yılında Halk Sigorta desteğinde Ankara Devlet Opera ve Balesi tarafından sahneye konulmuştur.
14 yıl sonra yeniden orkestra şefi ve müzik danışmanı Prof. Rengim Gökmen ve Elşad Bagirov’u desteğiyle bu bale, Süreyya Operası’nda, yeniden sahneye konuldu.
Benim de izleme şansına erişmiş olduğum bu eser, tıklım tıklım dolu bir salonda, saat 16:00 da başladı.
Daha önce Afife Jale'yi tiyatro sahnesinde Şahika Tekand, beyazperdede de Müjde Ar canlandırmıştı.
Bu balede ise Afife rolünü; Tülay Yalçınkaya canlandırıyordu. Zuhal Balkan, Ebru Cansız, Deniz Zirek ve İlke Kodal ise, Afife Jale’nin dört dönemini canlandıran, diğer dört Afife’lerdi.
Libretto-Koreografi: Beyhan.A. Murphy, Müzik: Turgay Erdener, Dekor Tasarım: Adnan Öngün, Işık: Beyhan.A. Murphy, Fuat Gök’ın yaptığı eserde Selahattin Pınar karakterini ise Arkın Zirek hayata geçiriyordu.
Balede, Afife’in hayatı dört ayrı bölümde işlenmişti. Bunlar: Altın, kırmızı, mor ve gümüş’tü.
Bu dönemleri, 25 kişilik bir grup, hareketli ve lirik danslar ile canlandırıyorlardı.
Çağdaş Türk Bale repertuarında, özel bir yere sahip olan bale; Afife Jale’nin Müslüman Türk kadını olarak mücadelesini, sahneye çıkma özgürlüğünü kazanmasını konu ediliyordu. Sahneye çıkan ilk kadın tiyatro sanatçısı Afife Jale’nin hayatını, akıl hastanesine kadar olan dönemini canlandırıp, müzikle anlatılıyordu.
1902 yılında, İstanbul’da doğan Afife Jale, sahneye çıkmak için ailesiyle, bulunduğu çevre ile ve hükümetle birçok mücadelede bulunmuş, bu mücadelenin sonunda da başarıya ulaşmıştı.
Her işte ilk olmanın zor olduğu gibi bu mücadelede onun için çok çetin olmuştur.
Zaten bu tür insanlar, toplumla aynı düşünmedikleri için, her zaman topluma aykırı olarak nitelendirilmişler ve baskı altında kalmışlardır. Tabii başarılı olmaları, onların kişisel çabalarına bağlı olmuştur.
İlk Türk kadın tiyatro sanatçısı olarak, 13 Nisan 1919’da sahneye çıkan Jale, aslında burada sadece kendi mücadelesini vermemiş, bununla beraber, geleceğin Türk kadınlarının da sahne yolunu açmıştır. Tiyatronun bugünkü başarısı, onun azmi sonucudur.
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde geçirdiği son dönemde, tüm yetilerini kaybetmiş bir durumda; ‘Gölgeler’ olarak nitelendirilen, hasta bakıcıları tarafından bakılıp, tedavi görmüştür.
Afife’nin bu dört dönemi de 4 ayrı dansçı tarafından canlandırılmıştı, balede.
Eserde ki, kostüm tasarımları da harikaydı. Doğu ile batı kıyafetleri birbirinin içine geçmiş durumdaydı.
Müzikleri de öyle, klasik müzik ile arp, kanunla Ankara Marşı desteklenmiş ve mükemmel bir kombinasyon oluşmuştu.
1941 yılında, henüz 39 yaşındayken, yaşamışa veda eden Afife Jale’nin heyecanı, zorlu ve aşk dolu yaşamı, kabusları, trajediye dönüşen hayatı, sefalet ve yalnızlığı lirik danslarla çok güzel anlatılmıştı bu eserde.
Aslında, anlatılan sadece onun ızdırapları değildi. Bizim yılardan beri vermiş olduğumuz sancılı mücadelenin resmiydi de bu.
Sadece bizimde değil, İran, Irak, Suriye’de ki kadınlarında verdiği okuma mücadelesi, sanat mücadelesi ve önemlisi de yaşam mücadelesiydi.
Afife Jale’nin yaşamında sadece izlenecek değil, aslında örnek alınacak, daha ne çok şey vardı, bize ışık tutacak….
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
DERE YATAĞINA KOKİ İNŞAATI
Evveeet, değerli dostlar. Bu kadar ciddiyet mizahçı adamı bozar diyerek, bu hafta mizah dozajını arttırmaya karar vermiş bulunmaktayım. Konumuz caaaanım gezegenimiz “Uranüs”ümüzün inşaat işleri. Malümaliniz olduğu üzre, bütün yazdıklarımız bu uzak gezegende yaşanmakta olan olaylarla ilgili olup, içinde bulunduğumuz dünya ile asla ve kat’a bir ilgisi bulunmamaktadır. Eh, bazı isim ve yer benzerlikleri olmaktadır haliylen. Ne de olsa, Uranüs’te bizler gibi ademler ile havvaların mekan tuttuğu bir garip yer olmaktadır icabında. Hani, ilgili ilgisizlere bir kez daha duyuralım dedik!!!!
Şimdi gelelim, gezegenimizin malum inşaat işlerine. Buyurunuz efendim yetkisiz yetkililerimizin “yukarılardaki” hoş sohbetlerine bir kulak kabartınız, bakın ne hinlikler peşinde koşuyorlar! Gülümsemeli okumalar dilerim.......
- İyi ki bu helikopteri kiraladık da şehirde tepeden tur atıyoruz Şevki. Böylece yeni proje arsalarını kuş bakışı dikizliyoruz icabında. Lan yanımıza Tapu Müdürü ile Kadastro Şefi’ni de alsaydık ya. Lüpleteceğimiz toprakların sahiplik durumunu da anında öğreniverirdik canım, fena mı olurdu yahu!
- He müdürüm ya... Dogri deyon vallahülazim......
- Anaaaa, bu ne bu be! Buraları bomboş lan Şevki......
- Ya Müdürüm buraları dere yatağı ya, ondan bööööle boş. Derelerin kenarına bişi yapamıyok biliyon yasa böööle.
- Başlarım ben öyle yasanın anasından babasından Şevki. Bizim adımız KOKİ oluuum ya, yasak masak söker mi bize icabında.....Döner dönmez hemen bir toplantı yapıyok, şu yakınlarda ne kadar gecekondu varsa bi kılıf bulup hepsini 2B’ye sokarak, tamamını yıkıp buralara koca koca bloklar dikiyok.
- Ama buralarda tek bi ağaç yok ki Müdürüm, bu 2B işi yaş olmaz mı?
- Boş versene len. Bu işi gecekondu sahiplerini kandırmak için tezgahlıyacaz oluuum ya. Kim biliyo ki 2B’nin ne olduğunu...
- Tamam Müdürüm Hukuk Müşaviri ile hemen konuşalım. O her şeyin bi yolunu hemencecik buluyo nasılsa.....
- Tabii önce bizim çocukları devreye sokup, civardaki bütün tapulu arazileri kapatmamız lazım ki, sonra bunları KOKİ’ye kakalayarak, her zaman olduğu gibi bu projede de köşe olarak aslan payını götürelim. Neyse ince ayrıntıları daha sonra planlarız.
Öncelik tapulu arsaları tespit edip sahiplerini ketenpereye getirmekte....Bu işin finansmanında bu şehrin Kuzeyine diktiğimiz villa tipi lüks konutlarla ilgili operasyonda lüplettiğimiz mangırları kullanabiliriz sanırsam. Ya, aklıma geldi Şevki o paralar hala “Kibarkazık” bankasında mı duruyo oluuum ya?
Onların bize uyguladığı faiz oranları bayağı aşağıya indi. O kadar mevduat tutuyoruz, ancak Genel Müdür olacak dürzü bize kelek atıyor! Zihni’ye sööle o Borsa uzmanı, biraz keriz silkeleyerek oradan da en az bi % 20 kapalım tamam mı?
- Tamam amirim....
- Hah bak görüyon mu şuradaki yamuk üç gatlı gündüzkonduyu. Önce onu yıkacaz oluuum ya. Ne o öyle çirginlik anıtı gibin duruyo orada....
- Hemen notumu aldım amirim......
- Benim gördüğümü sen de görüyon mu lan Şevki? Ormancık mı yapıyolar bu dürzüler burada.......
- Evet amirim. Ya oraları henüz imara açılmamış ormanlık arazi kibin. Mesela şu aşağıda gördüğün ağaçlar, Yeşiktaş’ın Yarşı grubunun diktiği fidanlar. Yeşiktaş Hatıra Ormanı yani.
- Len bu anarşistler şimdi de ağaç mı dikiyo ki? İşleri ne lan bu manyakların, küfrettirecekler kendilerine hıyarlar. Neysem kibar oluyum bari....başka bi yere başka bişi diksinler bu gavatlar, anlarlar onlar! Derhal kesecez bu ağaçları. Kentsel dönüşüm, mentsel dönüşüm ayaklarına yatarız icabında....Gerçi arazi biraz yamuk ama, bizim dozerler pek bi güzel düzlerler burayı. Ne gonutlar dikeriz buraya biliyon mu? Gerçi kuzeye yaptığımız villalar gadar karlı bi iş olmaz ama, gene de malı götürürüz oluuum ya! Hemen bugün mesai sonrası bir toplantı tertipleyek, o Hukuk Müşaviri olacak gavat da gelsin mutlaka! Ağzımın suyu akmaya başladı billa.
Her tarafı yakıp, yıkıp düzleyecen anasını satıyım. Bu kadar iş makinesini boşuna yatırıyok lan Şevki. Günah lan, Allah çarpar valla adamı!
- Amirim, geçen günkü “Pozcu” gazetesinde bizi dillerine dolamışlar, şu Garadeniz kıyısındaki ilçede yaptığımız evler vardı ya....... Hani şu dere yatağında olanlar....
- Eeee.....
- Selde ölenler filan olduydu hani......İşte onunla ilgili bize fena çakmışlar ya.....
- Lan oluuum, size kaç kere söyledik. Şu medya denen zırtapozluğu yemlemeyi asla ihmal etmeyin diye. Çuvalla reklam dağıtıyoz sağa sola be oluuum ya... Özellikle bize çakması ihtimali olan terörist eğilimli münafık muhalif yayın organlarına verin oluuum şu ilanlarla reklamları ya...Paranın ucunu görsünler, bak aleyhimize tek satır yazı yazabiliyorlar mı?
– Arada bir otellerde hafta sonu tatili filan da organize edek bence Müdürüm, orada da yemleriz bu hıyarları nasıl olsa........
- Peki ne yazmış bu bize çakan hıyar oğlu hıyar!?
- Trilyonlarla oynuyormuşuz ama, sözde ne bütçemiz varmış ne de kamuya açıkladığımız şeffaf bir bilançomuz filan....
- Ulan bu dümbüğe mi kalmış bütçe, Hatçe filan.....Yani belki de kocaya kaçtı Hatçe sane ne ulan Bütçeden Hatçeden.....? Bir de bilançomu görmek istiyor bu zat? Yok deve! Bizim cebimizin bilançosu önemli oluuum ya! Orada da nasıl olsa hepten kar yazıyo zati....Bizi kıskanıyorlar bunlar ya....Öyle sağlama aldık ki işi anasını satıyım, En tepedeki patrondan başka hiç kimse karışamıyo bize....O da bizi çok sever biliyon zati.......
O yüzden için rahat olsun, heç bi şeyden de çekinmemize gerek yok anasını satıyım. Lüpletelim mangırları gitsin!
- Tabii amirim ya, arsalar bedavaya geliyo, krediler desen faizsiz tarafından her daim hazır, vergi bok püsür neyim yok.....Giderler devlet babadan.... Belediyeler desen KOKİ denince akan sular duruyo. Bize soruyorlar kaç kata imar istersin diye...Gerçi münafık muhalif belediyelerde biraz zorluk çekiyok ama.....Eh o kadar da olacak artıkın...
Bütün kamu binalarını biz yapıyok..... Oh, oh..... Kaymaklı ekmek kadayıfı valla. Ye ye bitmiyor kardeşim.....Dolduralım küpümüzü gitsin......
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Kırık Ayna |
|
I.
Parçalanmış,
parçaları etrâfa saçılmış,
kırık dökük bir ayna;
ay ışığında tutuşturur geceyi.
Yürek yangını bu,
kaç mevsimlik suyu olsa pınarların,
fayda etmez.
Hayâtın gizidir bu,
yaşlanmaz
ve öylesine kör câhil,
içine çeker ne varsa alıp her şeyi;
kolun kanadın kan ter.
Uzanmak, yüzü koyun kapaklanmak istersin kederlerine;
yorgan değil ki bu, nicelerinden emânet bir sancı.
Demir parmaklıklar, iğne oyası gibi içine işler;
taş duvarlar, nicelerinin adını ezberler.
Dayan be koç yiğidim;
nâmusundur içerdeki,
telli duvaklı gelinin.
Dayan be koç yiğidim, dayan;
erikler çiçek açana kadar dayan!
Elbet benim memleketime de gelecektir bahar
ve elbet benim dağlarımı da saracaktır kızıl güller!
Kendinden kaçamazsın; dur, bekle!
Ellerini aç da bir bak,
göreceksin nice deniz gezmiş kabukları; dinle!
Bu eller,
cehennemin yol haritası değil be koç yiğidim;
insan bir mermi çekirdeği içinde yaşayamaz.
An boyanır geceye
ve boynu bükülür,
darılır;
gücenir gizli bir çift söz,
iki doruk arası mahyasını asar:
Kendini dile getirir.
Ve bir yol olur iki doruk arası,
sırat köprüsü işte budur.
Lâkin, burda ayak işlemez,
kocaman bir yürek gerekir.
Dayan be koç yiğidim, dayan;
bu yürek yangının için dayan!
Elimizi kesmiş olsa da nice kırık ayna;
yalan yanlış gösterse de gerçeği,
biz biliriz neyin ne olduğunu;
içimizden akan kızıl kan, nâmusumuza delildir!
Dayan be koç yiğidim, dayan;
nâmusun, nâmusumuz için dayan!
II.
İnsan unutmak istediklerini hatırlarmış,
hatırlamak istedikleri kendine yasak.
Bir giz olmuşsa şimdi, kim bilir, biçimsiz bir söz;
belki en mahzûn yerinde,
belki de en koyu karanlığında gecenin.
Çoluk çocuk uykuda!
Ay uykuda, yer uykuda, gök uykuda!
Bir tek onlar ayakta kalmış!
Ansızın çıkıverir ya karşına, bu ses;
irkilir gelirsin ya kendine;
geceden daha uzun, geceden daha karanlık;
dünden daha eski, yârından daha uzak;
zincirlenmiş sanki, zincir bu kör kısrak.
Pervâsız gülüşmelerin ardına saklanır, birdenbire;
an kara, can kara, dil kara!
Hava karardı mı, düdüklü cellâtlar devriye döner.
Yorgun, gamlı, kederli gönül bu; deliye döner.
Bir ses, bir ses üstüne eklenir; yankıya döner.
Bırak be koç yiğidim;
say ki martılar, gece sefâsı sürer.
Uzak
ve çok uzak geleceğin gizemli ölümleri;
bir mum alevinden parlak
ve bir ülke yangınından sıcak:
Yârınki gazeteler hep senin adını yazacak.
Bırak be koç yiğidim, bırak;
martı sesleridir bunlar,
geleceği müjde koyar,
bugünü onlara bırak!
III.
Bir damla mürekkep,
bir damla mürekkep kurtarır mı hayâtı?
Hangi yorgun gözler bu, ufukta parıldayan;
hangi solukta hissetmeli seni,
Ey Hayat?
Işığın nice şâirin gözlerini kamaştırır da
bir damla mürekkeple mi kararırsın?
Demek, bir damla mürekkep kadarsın!
Çek ışığını üzerimden,
kirletme ellerinle bu aydınlık gecemi!
Gökte baykuş uluması değil bu,
yerde kurdun, çakalın ayak sesi değil.
Çıkar üstümden,
al neyim varsa hepsini.
Varlık da sende,
yokluk da sende.
Yazdığım tüm şiirler;
belâlı bir ıslık,
kanımdaki bu yosun kokusu;
al git hepsini Hayat,
yalan olmuş güneşini de yanına kat!
Gayrı devran bu devran,
kaç ömür sürer bilinmez.
Lâkin biz, bize düşeni iyi biliriz:
Diren be koç yiğidim, diren;
hayatta kalmak için değil;
bir devrimci gibi yaşadım, diyebilmek için diren!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
MASA DA MASAYMIŞ HA
Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.
Edip CANSEVER
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|