|
|
|
Editör'den : Vücudumuz enstrümanımızdır, utanılmaz!.. |
Bayılıyorum şu ağlamış suratlı Arınç Bey'e. Kamer Genç'le tam zıt karakterde de olsa, ben de aynı duyguyu yaratıyorlar. Biri elde fener kürsüye çıkabiliyor ve haklı protestosuna renk katabiliyor, diğeri de tam tersi, konulara sanki en kibarmış gibi yaklaşıp çaktırmadan sövmeyi pek güzel beceriyor. Ortak noktaları ise, dinlerken ya da seyrederken eğlendirmeleri. Allah aşkına şu cümleyi bir okuyun, sonra kalkıp sıkı bir kahkaha patlatın. "Kürtaj konusunda siz öyle bir söz söylediniz ki ben asıl o zaman mahçup oldum ve yerin dibine girdim. Bir evli, bayan, çocuğu olan milletvekili kendisiyle ilgili bir organını nasıl böyle açıkça konuşabilir, nasıl bundan yüzü kızarmaz, ben asıl o zaman mahçup oldum." Ha bir de mahçup olmasaydı ne diyecekti diye de merak içindeyim. Alınma sebebi "Vajina bekçiliği" sözü. Nazlı Hanım bunu Tayyip bey'e hitaben söylemiş ama ağlamış suratlı adam pek alınmış belli. Çünkü bizim kültürümüzde böyle bir söz yok. Vajina hiç yok!?. Atalarımız, onların ataları hep mitoz bölünme mamülüyüz. Tayyip Bey 3 çocuk derken, ağlamış bey mesir macunu dağıtıp pis pis gülerken aslında kastettikleri, bölünmeye karşı durmamamız gerektiği, koyverin gitsin, bölünün, bölündükçe çoğalın, çoğaldıkça oy olun bize akın diyorlar. Dervişin fikri neyse zikri de odur. Mecliste etek giyen görevliyi müstehcen bulan, cansız mankenin üstünü örten, reklam panolarına elleyerek bluz giydiren, vajina dendimi aklına sadece seks gelen ama belli ki çıktığı yeri hepten unutan, şeyini şey ederken utanmayan ama şeyin bilimsel adından utanan hep bu ağlamış suratlı ve onun namuslu, dinibütün arkadaşları değil mi? Hay ben sizin konuşma organınızın... Töbe töbe, ne diyeceğimi de şaşırdım iyi mi?
12.12.12 çılgınlığı, ardından yaşanacak 21.12 deliliği derken sayılarla aramız bir hoş epeydir. Bizim Şeşen birader pek güzel oynamış gene sayılarla, onun yanında bana laf düşmez elbette ama şu Tayyip Bey'in 112 tesisine bir parmak atmadan geçmek istemem. Haşmetli hükümdarımız, Ankara'dan teşrifleriyle memleketin dört bir tarafındaki 112 tesisi açtı Allahın izniyle. Hayırlara vesile olur inşallah. İyi de, 12.12.12 de 112 yi tutturmak için, tekrar tekrar açılan tesisleri, bitmediği halde bitti diye yutturulan barajları görmezden mi geleceğiz? Geleceğiz elbette. Devletlu hünkarımız açtı ise açılmışlardır. Rahmetli Erbakan yattığı yerde bir sağa bir sola dönüp duruyordur, "Kopyacılar, taklitçiler" diye bağırıyordur herhalde,. Araba bagajında taşınan temeli her boş arazide yeniden atan Erbakan Hoca'nın müridleri bunlar işte. Memleketin yarısı bunu yediğine göre, sakatlık bizde, adamlar haklı.
Silivri tiyatrosunda son perde oynanırken, Mecliste de bütçe görüşmeleri son hızla sürüyor. Muhalefet etmeye çalışanlarla, iktidarın er meydanı orası. Ama birkaç ufak rötuş dışında sonuç belli. İktidar ne derse o. Yeseniz de yemeseniz de tabldot fiks. Ben araştırma gazeteci değilim ama araştırmacılardan öğrendiklerime değer veririm.
Mesela; büyüme hızımızın maşallahı var deniyor. Ama, son 10 yılın büyüme ortalaması yüzde 5'miş. Fena mı denebilir tabi. Yalnız bu kadar yaygaraya rağmen 80 yıllık Cumhuriyet tarihinde büyüme ortalaması da 5'miş. Yani garp cephesinde değişen birşey yokmuş.
Buna parelel, memleketimin ihraç ettiği 1 ton sanayi ürününden elde ettiği gelir 1027 dolarmış. Oysa ileri teknoloji ürünü satanların 1 ton ihracatta elde ettiği 10 bin 835 dolarmış. Bir başka deyişle, onlar yüzde 3 bile büyüse, bizim yetişmek için yüzde 10 ortalamasını tutturmamız gerekiyormuş. Tabi bunlar ince ayrıntılar. Biz sıradan insanlara yol su elektrik olarak değil, ekmek, su, doğalgaz olarak yansıdığında farkına varabiliyoruz. Ama kapımıza 3 çuval kömür bırakılınca, ekmek olmuş sandviç, doğalgaz almış başını gitmiş, aldırmıyoruz. En azından yüzde ellimiz.
Az önce okudum haberi pek hoşuma gitti. Bir zamanların muhalifi şimdilerin AKP yalakası jöleli Yiğit Bulut'a üniversite öğrencileri jöle atmışlar. Hoşuna gitmiştir. Artık sakallı olduğundan her kılına jöle yetiştirmek zor oluyordur. Yahu Bulut, Allah senin müstehakını versin emi. Siz de kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -6 |
|
Sebahat, Nebahat, Melahat gibi uyaklı isimlerin birbiri ardına doğan çocuklara konduğu yıllarda bu kasabanın yarısı tütün işlerdi. Pistol Ali de karısı ve kızlarıyla tütüncüydü. Esmer, zayıf ve uzun boylu Pistol sakin bir adamdı. Babasının sakinliğine inat büyük oğlu belayı bulaşmak için büyümeyi bile beklemedi. Arkadaşını bıçakladığında yaşı henüz on beş bile olmamıştı. İnsan çaresiz kalabilir. Şiddete başvurmak kaçınılmazınız olabilir. Bu yeni yetme genç ilk olayın ardından zincirleme kavga ve gürültü işlerine bodoslama daldı. Ve o denizden bir daha hiç çıkmadı. Peşinden gelen üç erkek kardeşi de daha küçük yaşlardan itibaren mahallenin belalıları olup çıktılar. Kavga etmek konusunda acayip heveslilerdi. Sadece racon olsun hiç tanımadıkları birinin önüne çıkıp “bu sokaktan geçemezsin” derlerdi. “Nedenmiş, burası senin babanın sokağı mı?” demeye kalmaz ortalık toz duman oluverirdi. Diklenmeyip “tamam geçmeyiz,”derseniz sadece küfür yeyip kurtulurdunuz. Diyelim ki siz biraz dişli çıktınız. Önünüzü kesen tıfılın icabına bakıp oradan sıvışacaksınız. Bu iş öyle kolay değil. Bir yaygaraya evdeki diğer oğlan kardeşler koşup geliverirlerdi. Evde başka oğlan yoksa kız kardeşler hatta anne bile kavga için gelirdi. Piston Ali kavga yerine her zaman en son gelir. Uzaktan bakmakla yetinirdi. Bu oğlanların deli suyu içmiş gibi büyüdükçe şiddet düşkünü olmalarına kimse bir anlam veremezdi. Kasabalılar “ anne baba yüz veriyor da ondan,” derlerdi.
Dört kardeş karakol, jandarma sopası, nezarethane terbiyesinden geçtikçe daha da bela oldular. Ortalama insanların karakol kapısına yolum düşecek diye korkudan ödü kopar. Bunlar alıştılar, artık karakol falan takmaz oldular. Kasabalıların çamura bulaşırsan üstüne sıçrar çekingenliği gençleri iyice densiz ve gözü kara hale getirdi. Gün ortasında hem de kahveler önünde hır çıkarmaya başladılar. Bütün kasabalılar onlardan nefret eder hale geldiler. Nerede bir hırsızlık olsa, nerede bir kavga çıksa onlardan bilinir oldu. Bir olay olduğunda jandarma artık suçluları aramıyordu. Direk jipi onların kapısına çekip evden bir ikisini alıyordu. Yılmadılar, hapse girip çıktılar ama hep böyle yaşadılar. Şimdi en küçükleri kırk yaşını çoktan geçmiştir.
Hiç dur, otur diyen çıkmayınca azı gemiye alan kardeşlerin elbette arada sırada sert bir kayaya tosladıkları oluyordu. Adı Günay olan olabilir. Kardeşlerden üç numara olan işte... Komşu köyden gelin almaya gelen gençlerden birine kendisine bakıp pis pis sırıttığı için dalmış. Elin oğlu onu onun belalı biri olduğunu ne bilecek. Hiç çekinmeden karşılık verdi. Karamürsel sepeti kadar adamsın. Kaldırıp kaldırıp yere çaldı. Kasabalılar az kalsın alkışlayacaklardı. Öteki gençler araya girip kavgayı bitirinceye kadar epey güzel hırpaladı. Yedeği dayak umurunda mı ki? Adam sopaya antrenmanlı... Ağzı burnu kan içinde kalmış hala “ben sana bunun hesabını sorarım,” diye genci tehdit ediyordu. Kötüye bir şey olmaz. Bunlardan birini hareket halindeki trenden attılar. Kırık çıkığı bile olmadı. Su testisi suyolunda kırılır derler. Bizimkilerin kulpu bile çatlamadı.
Ercan, Sercan, Ayten, Nurten gibi uyaklı isimlerin yaş sırasına göre çocuklara verildiği yıllarda Dombayların Hüseyin askerden yeni gelmişti. Altı Parmakların Gazlı Fergison traktörleri henüz satılmamıştı. Traktör dediğime bakmayın. Kocaman simsiyah bir canavardı. Terzi Sali öldü diye selah okunmadan birkaç yıl önceydi. Çocukların kahveler önüne gitmesinin, dolaşmasının yasak olduğu eski zamanlardan söz ediyorum. Tomson İsmail’in belki de daha ilkokula gidiyordu. Azimli’den Yörük Osman’ın tütün parasını eşeğinin yediği yıllardan bile önce dutluk akşama doğru cıvıl cıvıl serçe dolardı. Bir kız şalvarı dalga dalga, yemenisi bayrak gibi dalgalanarak dereye doğru koşuyordu. Sığırların her sabah toplandığı tezek dolu meradan ona doğru koşan genç bir delikanlı vardı. Delikanlı kıza yaklaşmaya başladığında kız çamura, suya aldırmadan dereye atladı. Birkaç adımda geçip öğretmen lojmanlarının olduğu mahalleye girdi. Delikanlı okulun taş duvarının bittiği köşede durdu. Kızın peşinden sokağa giremedi. Biraz soluklandıktan sonra çamurlu pantolonuyla dere boyundan yağhaneye doğru yürüyüp gitti. Olan biteni birkaç kişi dışında hiç gören olmadı. Yine de kokusu birkaç günde bütün kasabaya yayıldı.
Birkaç gün sonra film anlaşıldı. Bunlar Soma treni ile Akhisar’a birlikte kaçmaya karar vermişler. Ne oldu, nasıl olduysa son anda bir anlaşmazlık çıkmış. Daha istasyona bile gitmeden kız oğlanla kaçmaktan caymış. Güpegündüz kocaya kaçmak, hem de trenle kaçmak zaten fazla acemice bir planmış. Eve üstü başı çamur içinde nefes nefese varınca babasından eşek yüküyle sopa yemiş. Oğlan da kızın ağabeyleri tarafından hem de kendi sokağında bir güzel dövülmüş. Kızın adı çıktı, oğlan alay konusu oldu. Erkek için çözüm kolaydır. Alır başını gidersin. Bir kaç sene sonra silinip gider. Kız için öyle mi? Olaydan altı ay sonra kimseye duyurmadan uzak köylerden iki çocuklu dul bir adama verildi. Yıllar sonra bir akşam vakti ben o kızı Çoban Çeşme minibüsünde gördüm. Sıkış tepiş leş gibi ter kokulu bir minibüste ikimiz de ayaktaydık. Sen bizim oralısın diyecektim. İlkokuldayken Cemile’lerin sınıfındaydın. Beni nasılsa tanımayacaktı. Artık orta yaşlı kocaman bir kadındı.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Say say bitmez |
|
İnsanoğlu bir alem ..! Bir yandan sayılardan medet umar, diyer yandan sayılara ihanet gözlerini yumar.
Örneğin; uğur getirsin diye evlenmek için 12.12.2012’de saat 12:12’yi seçmeye çalışır. Eksik kalmış keşke; plakası 12 olan Bitlis ilimizde ve 12 nikah şahidi eşliğinde tören yapmak isteselermiş. Şimdiden tüyo vereyim daha iyi bir tarih olan 20.12.2012 var. Düğünün başlama saati de 20:12 elbette. Gelinin şahidi Denizli ( 20 ), damadın şahidi Bitlis ( 12 ) doğumlu olursa yeme de yanında yat. Nikah memuru olsam; 20 kere gelin adayına, 12 kere de damat alayına sorardım : “Kabul ediyor musun ?” diye. Nikahın izleyicisi olsam; “İyi ki 2012 kere sormadı” diye de hayra yorardım...
Örneğin; birleştirilen iddianame sayısı 21, birleştirilme nedeni gösterilebilen bağlantı sayısı 0. Ekli klasörleri saymazsak toplam sayfa sayısı 17.000, hepsi birlikte bilgisayarda işgal ettiği disk alanı 5 Terabyte’a yaklaşmış ( Bilgi : 1 TB’ın 1.099.511.627.776 Byte ve 1 Byte’ın 1 Karakter ( a harfi veya 1 sayısı ) olduğunu belirteyim ), sanık sayısı 287, tutuklu sanık sayısı 65 ( bunlardan 3 tanesi milletvekili ), ifade veremeden ölen sanık sayısı 7, ifade veren kişi sayısı 1.360, gizli tanık sayısı 44. Ve kimbilir dünyanın neresinde böyle bir örnek vardır bilinmez ama :
Hem tanık, hem sanık, hem gizli tanık, hem de mahkum durumunda olan kişi sayısı 1.
Asrın davası, bugün bekleniyordu Cuma’ya kaldı mütalaası...
Ya; halkın ödediği vergilerle asli görevi zaten halka hizmet etmek üzere tesis inşa etmek olanların sayılara denk getirircesine ( 12.Eylül ve Referandum, 81 il’e 81 üniversite gibi ) toplu açılışlara ne demeli ?
10.10.2010 tarihinde 110 tesis, 11.11.2011 tarihinde 111 tesis ve 12.12.2012 tarihinde de 112 tesis. Sayılar bile benzeşmemiş ne gerek varsa. 2010’da 2.010 adet, 2011’de 2.011 adet, 2012’de 2.012 adet olsa belki bir bağlantı kuracağım. Hatta; 10, 11 ve 12 gibi sade ama 2.010, 2.011 ve 2.012 kişiye iş imkanı sağlayan gurur verici tesisler açılsa zevkten kuduracağım...
Diğer yandan; 1.000 kişiye düşen doktor ve hemşire sayısı 1,6 ve hasta yatağı sayısı 2,5. Açlık sınırı 974 TL, yoksulluk sınırı 3.171 TL ve asgari ücret 741 TL. 1.000 TL olması bile komedi. Cari açık 41.1 milyar dolar ile bütçeyi delmiş, bunun 10 milyar doları da altın ihracatı adı altında İran’a ödenen doğalgaz faturlarından gelmiş. Ülke halkının %20’si refah içinde, %20’si biraz para biriktirebiliyor, %40’ı şimdilik idare ediyor, %20’sinin geliri ise maalesef giderinin altında, yani borç kesesinden doyabilirsen doy. Büyüme hızı %3 çıkarsa öp de başına koy. Enflasyon desen; rakamlarla dans etmesini çok iyi bilen TÜİK ( Tekhane Üretmeküzere İçine Katabildiğinikat ) sayesinde her zevke uygun, boy boy...
Severiz sayıları velhasılı, sayılarla yatar sayılarla kalkar, sayılardan medet umarız. Bazen de sayıları inkar edercesine gözlerimizi yumarız.
Hani; adamın biri rüyasında 6 görmüş mesela. Hemen gidip sonu 6 olan piyango biletini almış ve 600 TL kazanmış, hepsiyle 6/49 oynamış ve 6.000 TL kazanmış, bu kez 6’lıda 6 numaralı at için kazandığı tüm parası olan 6.000 TL’sini yatırmış ve sonunda seçtiği at 6. gelmiş..! Ee, bizdeki de o hesap, 0’a sıfır elde var yine 0. Komşularla 0 sorun politikası izledik, sonuçta dost olarak 0 komşu kaldı. AB maceramızda 0 ilerledik, kadın hakları konusunda 0 bile ileri gidemeyip üstüne üstlük geriledik. En çok 0 çektiğimiz konuların başında gelenler; tutuklu gazeteci sayısı ve dünyanın en pahalı benzin faturası. Ama alkışlanması gereken ülkenin KaDeVe’si 0 olan bir değeri var, yani pırlantası. Milletin temel gıdaları neredeyse %18, %0 ise prlantası, hani insanın atası geliyor tepesinin tası. Milletvekiline verilecek hediye sınırının 0 yerine; 2012’nin 12. ayı aşkına 12.000 TL olması için çalışıyordu zira kafası. Oysa; 12 TL bile olmamalı, dünyanın neresinde görülmüş 12.000 TL değerinde hediye safsatası ? Rezaletin danişkası...
Kısacası; say say bitmez rakam dediğin.. Sayıştay bile ( 18+ ) Bütçe Görüşmeleri’ne dek sayamadı da bilemedik nerede olduğunu delik deşik olmuş Bütçe’deki kapanmaz gediğin.
Ve fakat saymış olsa bile kendi bütçene göre değil mi zaten yemediğin/yediğin ..?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 1 |
|
Doğduğum topraklara, Bulgaristan’a gidiyorum. Temmuz ayında sahur vakti çıktım yola. Daha Kırklareli’ye gelmeden güneş doğuyor. Saçlarımı kızıla boyayan güneşin parlaklığı geceden kalma gri bulutların arasından kurtuldukça kamaştırıyor gözlerimi. Güneş, yavaş yavaş altın bir tepsi gibi yükseliyor gökyüzüne doğru. Yolun sağında ve solunda olabildiğince ay çiçek tarlaları. Bunların arasında sıra sıra mısır tarlaları da var. Ay çiçekler henüz küçük olan başlarını güneşe çevirmiş sabahın titrek rüzgarında fısıldıyorlar birbirlerine güneşe de günaydın diyerek. Güneş damla damla ışıklarını saçıyor yeryüzüne. Toprağın, doğanın uyanmasını istiyor. Kuşlar güneşe bakıp uçuyorlar yeni günün sevincine. Öbek öbek ormanlar görüyorum. Uzun kavak ağaçları dans ediyor sabahın rüzgarında. Tatlı bir serinlik ve uçuşan serçelerin şarkısında bütün bu seremoninin içinde güneş doğanın renklerini ortaya çıkarıyor. Uyanıyor tüm canlılar. Yeni bir gün başlıyor.
Kırklareli’ye girince bir tarafta şehrin dışında kurulmuş alışveriş merkezleri ve sanayi dükkanları, bir tarafta ise doğayla iç içe kalmış evler, apartmanlar karşılıyor bizi. Yeni yüksek binaların arasında müstakil bahçeli evler kaybolmuş. Kahvaltılık almak için şehrin merkezine giriyoruz. Dar sokakların arasında çok eski evler var. Terk edilmiş camları tozlu ve boş. Yeni binaların arasında sıkışıp kalmışlar. Şehrin insanları daha uyanmamış, evlerin perdeleri kapalı.
Şehre veda ederken, eski bir mezarlığa takılıyor gözlerim. Kim bilir kaç zamandır bekliyor orda yatanlar ziyaretçilerini?
Şehrin dışına çıktığımızda dağlar bizi karşılıyor. Dumanlı dağlar… Sanki bulutlar şaşırmış da gökyüzüne yükselecekleri yerde dağ eteklerine oturmuş. Aşağı inen yoldan indiğimizde sis bulutunun içinden geçiyoruz. Bir rüyanın derinliğine dalmış gibi hissediyorum.
Uzun çam ağaçlarının olduğu ormanların ortasından geçiyoruz. Yolun iki tarafında upuzun görkemli yapılarıyla geçenleri seyrediyorlar. Onlara bakıyorum, hüzün ve haykırış var yeşil dallarında. Yeni bir yolun kurbanı olan arkadaşlarından ayıran insanlara isyan ediyorlar ama sessiz. Tam ortalarından geçen yeni yol da ağaçları ayırdığı için insanlar kadar suçlu. “Sizin yüzünüzden!” diye bağırıyor yüksek çam ağaçları. “Sizin yüzünüzden kardeşlerimizden sevdiğimizden ayrıldık, onca yılımızı çaldınız sırf rahat gidesiniz diye?” Onlara hüzünle bakıyorum, haklılar ama yapabileceğim bir şey yok.
Yolumuz yılan gibi kıvrılmaya başlıyor. Küçük, keskin, büyük virajlar içimizi sarhoş ediyor. Karadeniz sahillerini aratmıyor bu yolların yeşilliği. Güneş, saklambaç oynuyor bizimle tepeleri çıktıkça. İki dağ arasında dolaşan gri bulutları görüyorum. Hududa yaklaşıyoruz, kıvrılan yol bizi daha da yukarılara götürdüğünde sınır kapısı önüne geliyoruz. Dereköy sınırı… Bulgaristan’a geçilen çok küçük bir sınır… Yıllardır aynı eski yapısıyla duruyor. Aynı duvarlar, aynı duvar boyaları, aynı camlar. Evraklar için binanın içine girdiğimizde gümrük polisi bir yüzümüze bir pasaportlara bakıp usul usul mühürlüyor sayfaları. Evrakları uzatırken hafif bir gülümseme ile iyi çalışmalar diliyorum, bizden sonra gelecek uyanamamış kalabalığın ifadesiz yüzlerini düşünerek. Türk sınırını sorunsuz geçiyoruz. “Güle güle” tabelasından sonra iki tarafında duvar olan bir arada arabamız yavaşlıyor. Yerde su var. İlaçlı su, ülkeler arasında hastalıkların geçmesini önlüyor. Ya benim bulaşıcı bir hastalığım varsa ve nefesimle onu diğer ülkeye geçiriyorsam? Bunu nasıl önleyecekler? Yıllar önce domuz gribi nedeniyle sınırlara cihaz konulmuştu. En ufak bir vücut ateşinde bile karantina altına alınıyordu insanlar. Oysaki sebep sadece çarpan balkan havası veya biraz soğuk algınlığıydı. O ilaçlı suyun gerçek nedenini araştırmak gerek?
Yeşil üniformalı göbekli adamlar bizi karşılarken Bulgar sınırına girdiğimizi anlıyorum. Aralarında bu sefer bir kadın da var. Yüzündeki ifade gayet ciddi, hiç gülümsemiyor. Arabayı yanında durduruyoruz, bagaj kısmını açıyor. Eşya kontrolü… Eldivenli eliyle eşyalarımızı karıştırıyor, sorular soruyor Bulgarca, iyi ki bildiğimiz bir dil. Cevap verebilmek güzel. Bagajı kapatıyor. Araba hareket etmeden önce kadınla göz göze geliyoruz. Ona gülümsüyorum, ama onda en ufak bir kıpırtı yok. Buz gibi donuk bakışlarıyla bana bakarken dudakları kıpırdamıyor bile. Biz Türkleri sevmediklerini çok güzel ifade ediyorlar. Ayrıca bizi çok kıskandıklarını biliyorum. Onların bu soğuk bakışları, sınır geçme sürecini sıkıntılı hale getiriyor. Sınıra yaklaştığımda hep bir heyecan olur içimde. Endişeli bir heyecan… Sınırı dudaklarımda ve yüreğimde dualarla geçiyorum.
Yıl 1989. Bulgaristan’ın başkanı Todor Jivkov, komünizm devrinin olduğu ülkesinde bir gün televizyonlara çıktı. Halka sesleniş konuşmasında şunları söyledi: “Bulgaristan ülkesinde yaşayan vatandaşlara sesleniyorum. Kim hangi millete aitse dilediği gibi ülkelerine gidebilir, dönebilir.” Bu konuşma tam anlamıyla asimilasyon politikasıydı.
İşte bu sözler, bir zamanlar Osmanlı topraklarından Balkanlara getirtilerek, iskan politikasıyla hayatını buralarda yaşamış atalarımızın çocukları olan anne babalarımızın kulaklarında çınladı. Memleket hikayeleriyle geçen çocukluklarını düşündüler ve açılan sınır kapılarından özgürlükleri için geçmeye karar verdiler.
1989 yılında vatan özlemiyle Anadolu’ya geçen ailelerimizin geçtiği sınırı, bugün biz çocuklar ve torunlar sık sık ziyaret ediyoruz. Burası Rumeli’nin başlangıcı olan topraklar. Bu topraklar, Osmanlı dedelerimizin uyuduğu mezarlıklarla, nenelerimizin yüzyıllardır yaşadığı evlerle dolu. Göçmenlik denilen uğursuzluğun ardından yarım kalan ve ayrılmış akrabalarımızla dolu. Bizi bu topraklara çeken bir şeyler var. Tarihimiz, kültürümüz, insanımız…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran “DAMGALARIN GÖÇÜ” |
|
Ne demişti ulu ozan Nâzım Hikmet? “Anlamak sevgilim, o en büyük bahtiyarlık/ Anlamak gideni ve gelmekte olanı…”
Gideni, gelmekte olanı, yaşadıklarımızı anlamaya, anlatmaya canını adamışlardan biri de sevgili dostumuz Lâle Gürman’dır; anladıklarını, öğrendiklerini iletişim ağında, telefonda, sitelerde bıkıp usanmadan, yorulmadan dostlarıyla paylaşır.
Bu kez de “Tarihi Yeniden Yazdıracak Kitap” başlığıyla değerli araştırmacık Servet Somuncuoğlu’nun “ Damgaların Göçü” adlı çalışmasını duyurdu; Somuncuoğlu ve arkadaşları, 2005 yılından beri, yurdumuzda ve dünyanın dört bir yanında “Taşlardaki Türkler”in izini sürüyor; bulup gördüklerini de belgeliyor; bu paha biçilmez çalışmalarından ötürü, 2008 yılında Sedat Simavi Ödülleri’nden biri çok haklı olarak ona verildi.
Servet Somuncuoğlu’nun kitabına değinmezden önce, biraz geriye, insanoğlunun göçmeye başladığı yıllara dönelim; kıllı maymun atalarımız Etyopya’nın Hindistan’a bakan kıyısındaki ormanlarda yaşarmış; o unutulmaz cennet yaşamı sürürken, kaçınılmaz bir kaza olmuş, yanardağlar patlamış, lavlar yeni dağ sıraları oluşturmuş, ve bölgenin Muson yelleriyle gelen bereketli yağmurları alışı kesilmiş; özellikle iç kesimde ağaçlar kurumuş, besin kaynağı tükenmiş. Âdem’le Havva, herhangi bir yasak meyveyi dişledikleri için değil, besin tükendiği için ağaçtan yere inmiş ovalara, savanlara yayılmış.
O güne dek ağaçtan ağaca zıplayan bu yaratıklar, çevredeki yırtıcıların saldırılarından korunmak üzere, iki ayakları üzerinde doğrulmuşlar; bu da kaçınılmaz bir evrime yol açmış: beynin alın bölgesine yaptığı basınç azalınca, o güne dek varolan sürüngen beyni ile maymun beynine insana özgü düşgücünü, sözlü dili, yaratıcılığı barındıran şakak ve alın yumruları eklenmiş; bu da en küçük canlıda bile varolan merak’ı artırmış; dolayısıyla, buzullar eriyip iklim yumuşadıkça, dünyanın öbür köşelerine, Asya’ya, Avrupa’ya göç başlamış.
Kıllı atalarımızdan bir bölümü elbette Mezopotamya’ya, Kafkaslara, Baykal Gölü çevresine göçmüşler; buralara göçenlerden bir bölümü, kesintisiz süren evrim dolayısıyla, günün birinde, Ön-Türkçe’yi oluşturacak sesleri bulmuş, eldeki bulgulara göre dünyanın ilk yazılı dilini yaratmışlar.
Ancak o dili oluştururken, yaşadıklarını, inandıklarını, taptıklarını anlatmak üzere önce damga denen kaya resimlerini kullanmışlar, sonra yavaş yavaş bunlara harfleri eklemişler; böylece yeryüzünün ilk ABC’si oluşmuş Asya’nın o dönemde çok verimli topraklarında; derken gün gelmiş, bu cennet de sona ermiş, başka yerlere göçmek gerekmiş. Geldikleri yerler arasında Anadolu da var elbet; ama İtalya’ya, Portekiz’e, İspanya’ya da uzanmışlar; oralardakı mağaralara da kaya resimlerini bırakmışlar.
Avrupalı bilim(?) insanları, bu resimlerdeki harfleri görmüşler, bile bile: “okunamayan yazı” diye nitelendirip kıyıya atmışlar; ama Uygur asıllı bir Türk, Kâzım Mirşan çıkmış, bu yazıyı kıtır tıkır okumuş, ve Türklerin bütün buralarda binlerce yıl önce yaşamış olduğunu kanıtlamış; kanıtlamış da ne olmuş? Irkçı, bağnaz, korkak Avupalılar bu açık kanıtları da görmezden gelmiş, bildiklerini okumayı sürdürmüşler: Türkler İsâ’dan 13 000 yıl öncesinden başlayarak Anadolu’ya, Mezopotamya’ya geldikleri halde, ısrarla 1071’den başlatmışlar buraya ayak basışımızı; gönüllü devşirme Türkler de buna seve seve katılınca, konu bağlanmış.
Oysa, güzeller güzeli Mustafa Kemâl Atatürk, henüz elinde hiçbir araştırmacı, hiçbir belge yokken, bizim en az 5 000 yıldır burada olduğumuzu söylemiş; bunu kanıtlamak üzere Avrupa’ya yetişinler diye öğrenciler göndermiş; Türk dilinin izlerini sürmek için de, örneğin Meksika’ya, İnka dilindeki Türkçe kalıntılarını araştırmaya insan yollamış.
Gelelim Somuncuoğlu’nun çalışmalarına; “Karlı Dağlardaki Sır” belgeselinin gösteriminden sonra, yurdun çeşitli yörelerinden insanlar aramış: “Efendim, bizim buralarda da o kaya resimlerinden var” demişler; hiç üşenmemiş, hemen hepsine gitmiş, çoğu boş çıkmış; ama sonunda, Ankara’nın 80 km ötesindeki köylerde aradıklarını fazlasıyla bulmuşlar: binlerce kaya resmi, bine yakın kurgan, eski Türk gömütü. Bunları da bin bir güçlükle, sabırla belgelemişler; 27 Ocak, 3 ve 10 Şubat 2012 Cuma akşamları, saat 21’de, TRT’de yayınlanmış, eski kayıtları bulursanız hemen izleyin.
Lâleciğimin, belgeselde konuşan çeşitli uzmanlarla birlikte dile getirdiği, tarihin yeniden yazılması’na gelince; doğrusu ya, anamalcılık denen küresel veba sona ermedikçe, bu konuda en küçük bir umut olamaz.
Siz en iyisi, Servet Somuncuoğlu’nun somuncuoglu@yahoo.com adresinden onun değerli kitaplarını edinin, nasıl ve ne zaman geleceğini kestiremeyeceğimiz günleri beklerken avunur, sevinirsiniz.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Monet’in Bahçesi
Dün Sakıp Sabancı Müzesi’nin ücretsiz giriş günüydü. Ben de bunu fırsat bilip, sabahın erken saatinde, Fransız empresyonist (izlenimci) ressam, Oscar-Monet veya Claude Oscar Monet olarak da bilinen Monet’in bahçesini izlemeye gittim.
Claude Oscar Monet, 14 Kasım 1840 Paris, Fransa doğumlu izlenimci bir ressamdır. Eselerinde, bu etki çok bariz bir şekilde gözükmektedir.
Salonun ilk girişinde ki, duvara yansıtılan Parlamento ve Charing Cross Köprüsü resminde, bu çizgileri yakalayabilirsiniz.
Bu resimlerin hemen yanı başında, çocuklarının resimleri vardı. Aslında porte çalışmayan Monet, sadece çocuklarının ve eşinin resmini çalışmıştır. Onun eserlerindeki temel konu, doğa manzaraları, su, gölgeler ve nilüferlerdir. Özellikle nilüferler resimlerinde çok baskındır.
Monet, taklitçiliğe karşı çıkmış, paletini alıp kırlara açılmıştır. Onun için resim, doğallıktır. Sadece bakıp, kopya çekmekten öte, hissetmektir. Bunu da doğal bir ortamda, bütün canlılığıyla yapmıştır, Monet.
Her sanatçının hayatında büyük bir yere sahip olan anne, Monet içinde yönlendirici bir etki olmuş, onun sanatçı olmasını sağlamıştır. Zaten büyük dahilerin hayatlarına baktığınız zaman bunu görürsünüz. Yeteneğini ilk keşfeden ve onu yetiştiren annesidir.
Birgün Macar sanatçı Kodayl’a: “Çocuğa müzik eğitimi ne zaman verilmeye başlanmalıdır?” diye sormuşlar.
Sanatçının verdiği cevap: “Annesi doğduğu zaman!” olmuştur.
1862'de üniversitedeki geleneksel resim anlayışı, Monet'e hayal kırıklığı yaratmıştır. Bu dönemde Pierre-Auguste Renoir, Frederic Bazille ve Alfred Sisley ile tanışmış ve resime yeni boyutlar kazandırmak için çalışmıştır.
Bu da bütün dahilerde olan özelliklerken biridir, geleneklere karşı çıkıp, yeniliklerin peşinde koşmak.
Zaten bu tür insanlar, toplumla asla barışık olmazlar. Tek düze olmak, aynı şeyleri konuşmak, kalıplara konulmak, onların hoşuna gitmez. Onlar, kendilerine yeni bir şeyler yaratmanın peşindedirler! Taklit etmenin değil!
Rahat bir gün geçirip, stres atmak, temiz hava alıp, sanatının renklerini solumak isteyenler! Monet’in Bahçesi’ne bir uğrayın!!…
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Ona râm olsun |
|
Sonbahar sesleri bu, uğuldayan;
havalar gittikçe soğumaktadır.
Gökte ay, yerde karıncalar;
cephede cesur adamlar vardır.
Destanlara karışır mücâdeleleri,
ayaklarını basıp geçmişe;
karanlık açınca çiçeklenir geçtikleri,
geçtikleri yollar bütün.
İnce boyunlu bir dağ keçisi;
matkap dişli, çakır göğüslü;
ay şeridinde bir candır.
Yüzünde aydınlık yıldızlar vardır.
Tohumların hep, ağır ve çıplaktır elleri;
ihtiyar toprak, böyle mahzûn ve böyle yüklüdür.
Şeytan’ın süt kardeşleri,
dağa çakmış mavzerlerini.
Hâlini arz eder gibiydi bir yiğit;
sürdü mermisini namluya.
Dünyâ meraklısı bu gözler;
şimdi dağılır nefesi,
içindeki o ses;
kelimeleri yıkar önüne,
çamur içinde kalır bedeni.
Haberini taşıyan bulutlar ağır;
Azrâil’in sofrasından dönerler sanki,
sanki bir ızdırap kervânı bu, dizilmiş
ve bütün sokaklarıyla
ve bütün caddeleriyle
ve bütün bulvarlarıyla Ankara,
hep bir ağızdan yiğidine ağlamaktadır.
Ölümle gelen adâlet,
kaç hayat verilir uğruna!
Kurdular bağdaş, dizine oturdular karanlığın;
kurdular kanatları altında dünyânın.
Büsbütün teslîm almak mümkün değilse de
son lodoslar da esti, dumana batmış ve şimdi
ve şimdi biraz daha kurşunî bir kahır.
Bir kül ki, teklif inkâr gelinmez;
hâl kabûl ettirir kendisini.
Yiğidi gönlüne yazılmış,
söküp atmak ne mümkün!
Gece karanlığında açacak şimdi,
nasıl da kırmızı kırmızı sallanıyor
geleceğin türkülerinde gece sefâları.
Ona râm olsun esen yel;
doğan güneş, buz tutmuş damlar;
kahrından yaprak döken ağaçlar,
bir bir ufalanan kaldırımlar.
Ona râm olsun kırlangıçlar, atmacalar;
kartallar, şâhinler, martılar;
bu memlekette yiğitler aslâ unutulmaz!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
GECE BİTKİLERİNDEN
Gece bitkilerinden korkuyorum,
Hayır, geceleri bitkilerden!
Gizlenirken vurulmuş ulaklara ağıttır
Bana açtığın her telefon.
İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış ve zaman zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
İki kol.
An ki fıskiyesi sonsuzluğun
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
Cemal SÜREYA
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|