|
|
|
Editör'den : Maya tutmadı!.. |
Biliyorum başlık pek beylik şu aralar ama çok ta yakışıyor günün anlam ve önemine. Şu yazıyı yazmak için bile saatlerin 13:11'i geçmesini bekledim. Birşey olmasını beklediğim için değil elbette. Hoş bizim evde de, her türlü olasılığa karşı tedbir(!?) alan, elleri buz kesmiş halde gerisayımın karşısında duran bir küçük adam vardı tabi. Birşey olmayınca derin bir ohh çekmesini görmek bile herşeye değerdi.
Millete şenlik lazım, orada bir sıkıntı yok. Ama bu şenlik etrafımızda olan bitenlere karşı gözümüzü kör edecek mertebeye geliyorsa işte orada bir sıkıntı var demektir. Etrafında olup bitenlere, gerçek hayata Maya takvimi kadar ilgi göstermeyen bir gençliğin varlığı canımı sıkıyor. Geçen hafta bir yarışma programında "Mavi boncuk" tan, "Dokuz Çarşamba" dan bihaber ABD masterlı genç adamların yarışması moral seviyemi yerlerde süründürdü. 10, 15 yıl sonra memleketi yönetecek bu insanların sığlığı tam bir hayal kırıklığıydı benim için. Birkaç kişiyle genelleme yapmak zor ve anlamsız biliyorum ama lütfen kendinizle çocuklarınızı aynı yaşlarla karşılaştırmayı deneyin bir kere, ne demek istediğimi, ne için kaygılandığımı anlayacaksınız eminim. Onların hiçbir suçu yok bunun da farkındayım. Verilenden fazlasını isteme hakları olduğunu unutturma ameliyesinin zaferi tüm bu yaşadıklarımız.
Hepsi mi böyle sığ? Tabi ki değil. Ama ODTÜ'de sesini yükseltmek isteyenlerin başına gelenler de yabana atılacak cinsten değil. Gözümüzün içine baka baka yalan söyleyen yöneticilere alkış tutan bir güruh olduğu sürece de, bunlar sadece bir başlangıç. Sığ suları terketmeye kalkarsan başına ne geleceğini bilemezsin Türkiye'de.
Haftanın en dramatik görüntüsüydü ODTÜ'de yaşananlar. İlla "Göktürk 2'nin fırlatma düğmesine ben basacağım." diye sefere çıkan Tayyip Bey'i sadece protesto etmek isteyenlerin başına gelenler, edepsiz bir oyunun başlangıç sinyalleriydi. 12 Eylül'le hesaplaşırken, provokasyon olarak yapıldığını söyledikleri hareketlerin Tayyip Bey'in yaptıklarından farkı neydi Allah aşkına? İstenmediğini gayet iyi bildiği bir yere, 2500 polis, 100 panzer, 40 TOMA ile Allah Allah nidalarıyla sefere çıkmanın tek bir amacı olabilir; anarşi yaratmak. 150 metre menzilli tüfeklerle gaz bombası atan polise 15 metre menzilli taşlarıyla cevap veren öğrencilere "Oranlı Güç!" kullanmasının başka ne gibi izahı olabilir ki. Sadece dikilip dursalar hiç bir olay olmayacağı aşikar bir durumda saldıran polisin tek bir amacı olabilir; provokasyon. Bunların hepsinin de tek bir sorumlusu vardır; Recep Tayyip Erdoğan, nam-ıdiğer "Son padişah". Kafasına gaz bombasının kapsülünü yiyip ağır yaralan öğrenciyle bile "Bombaya kafa attı." diye dalga geçen medyanın, "Göktürk 2'yi protesto eden ODTÜ öğrencileri." diye haber yapan ulusal kanalların varlığı içimizin kararması için yetiyor da artıyor maalesef.
ODTÜ'de Göktürk 2'yi fırlatmak için düğmeye basan Tayyip Bey'in, tehlike anında fırlatma koltuğunun düğmesine basıp basamayacağını iyi düşünmesi gerekir. Üniversite öğrencileri sokağa inmeye başlarsa olabilecekleri tahmin etmek kolay olmaz. Ama dedik ya, amaç provokasyonsa zaten bunlar birer teferruattır.
Zınavadan çıkmamızın önündeki tek engel ağlamış suratlı, iyi polis Arınç. Adam gaz alma hapı. Tayyip fırçalıyor, Arınç biriken gazı emiyor. En son dinlemelere yüklenmiş hazret. Kanunsuz dinlemelere son vermek için hazırlıklar tamammış, gereği yapılacakmış. İşleri bitti, artık dinleme değil dinlenme zamanı.
Duyduk ki, Tayyip Bey'in oğlu bir gemi daha almış. Gemicikten gemiye terfi etmiş. Şirketin de %99'unu ele geçirmiş. İş bilein kılıç kuşananın. Helal olsun demek lazım ama demeyeceğim. Helal parayla olmadığı hepimizin malumu. Hoş bunlar için kılıfına uydurulmuş herşey helal. Muhallebicinin oğlu ile Tayyip'in oğlu bir araya gelmiş "Okçuluk Vakfı" kurmaya girişmişler. Senin benim için en az 500 Bin Lira olan Vakıf kurma Başvuruları "70 Bin lira hibe" ile kabul edilmiş. Ne güzel vakıf kurup hayır işleyecekler değil mi? Kazın ayağı öyle değil işte. Aynı anda belediye de, Sultan 2.Beyazıt'tan kalma "Okçular Tekkesi"ni yeniden imar etmek için bir proje hazırlamış. İstanbul Okmeydanı'nda ki bu proje "Geniş atış alanı yanında sosyal tesisler" olarak kayıtlarda yerini almış. Tesadüfün de bu kadarı değil mi?
Muhallebici demişken, adam sabah kalkmış pişkin pişkin dün yaşanan kargaşadan metorolojiyi sorumlu tutuyor. Karın Perşembe değil Cuma yağacağını söylemiş meteoroloji. Oysa Perşembe başlayıp Cuma şiddetleneceğini söylüyordu. Ben 1 haftadır biliyorum. Açsa weather.com'u yahoo.com'u şıp diye görecek ama hala pişkinliğe vurabiliyor. Kar Perşembe başlıyor diye Dünya bağırırken o oğluna Okçular Tekkesi'ni hazırlamaktan görmeye fırsat bulamıyor. Muhallebi kabın başına geçsin emi.
Fırçayı yedin mi bir kere Tayyip'ten kaçarın yok hizaya geçeceksin. Muhteşem Yüzyıl'a çekilen fırçadan sonra Hürrem'in namaza durması bir güzeldi ki sormayın gitsin. Ayıptır ya, bu nasıl bir korkudur? Yaptığının arkasında durmak erdem değil de, padişaha kulluk mu erdemdir bre Bay Şahenk? Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -7 |
|
Çok eski zamanlarda kış yoksulluk ve keyif mevsimiydi. Tarla, çift, çubuk işlerine mecburen ara verilir soba başında keyif çatma zamanları başlardı. O yıllarda bizim kasabada hiç kimsenin kaloriferden haberi bile yoktu. Hali vakti yerinde olanlar soba üzerinde kestane, yoksullar da ortadan ikiye böldükleri patatesleri pişirirlerdi. O Evlerde her zaman sobanın üzerinde fokurdayan bir çaydanlık olurdu. Çaydanlığın boğazından aşağıya kızgın sobanın döküm yüzeyine sürekli olarak su damlardı. Kış büyükler için avarelik, çocuklar içinse okul zamanıydı.
Galip Hoca çocukluğumuzun ortak kâbusudur. Bizim kuşağımızda onun dayağını yemeden ortaokulu bitirmiş öğrenci bulmak oldukça zordur. Daha ilkokulu bitirmeden ondan korkmaya başlardık. Sokakta cambilik oynayan çocuklar adını duysalar bilyeleri ortada bırakıp ya evlerine ya da başka sokaklara kaçarlardı. Ortaokulun sadece üç sınıfı vardı. Asıl branşı sosyal bilgiler olmasına rağmen o bütün sınıfların din bilgisi derslerine girerdi. Ders dualara ve sürelere geldiğinde Galip Hoca iyice çileden çıkar bizim gibi haylazları dayakla terbiye etme sezonu başlamış olurdu. Konuştuğu için tahtaya numaraları yazılanları, gece gizlice sinemaya gidenleri de döverdi. Ama illa duayı tam ezberleyememiş haylazları ve yanlış okuyanları döverdi. Babalarımız okulda yediğimiz dayaklara hiç ses çıkarmazlardı. Zaten okula başlarken etimizle kemiğimizle bizi onlara emanet etmişlerdi. Üstelik adamcağız bizi keyif için değil imanlı, inançlı ve bilgili olarak yetiştirmek için dövüyordu. Yıllarca bir tek öğrenci velisi çıkıp “hocam sen ne yapıyorsun?” diyemedi.
Onun dersinde her zaman sözlü vardı ve birileri mutlaka tahtada sırasını beklerdi. Sırasını dayaksız savabilenler günlerce sevinirdi. Yeni hafta çabucak gelir ve yine gergin saatler başlardı. O gün okula gelmeseniz bile yırtamazdınız. Hasta bile olsanız sonuç değişmezdi. Önümüzdeki hafta devamsızlığınızı burnunuzdan fitil fitil getirirdi. Kapının arkasına sıkıştırılan bir kağıt rulosunu musluk kabul edip önce abdest aldırırdı. Abdest alırken burnunuza yanılıp iki kez su çekseniz döverdi. Amentüyü yanlış okusanız döverdi. Duaya başlarken besmele yada euzu besmele çekmesini unutursanız yine döverdi. Namaz kılmak için masanın üzerine çıkardık. En ufak bir teklemede, en ufak bir unutkanlığımızda döverdi. Özellikle çift dikiş okuyanları canından bezdirinceye kadar, öfkesi geçinceye kadar döverdi. Adamcağız haklıydı. Gecen yıl eşek yüküyle dayak yediği halde akıllanmayanları dövmeyip ne yapsın dı? Ve o yıllarda çift dikiş öğrenci sayısı şimdikinden çok fazlaydı.
Galip Hoca’nın dayağından usanıp okulu bırakanlar bile olmuştu. Yedi sekiz, belki de on sene kasabadaki bir kuşağın tamamını dövdü. Neden bu kadar öfke, neden bu kadar şiddet dolu olmadığını kimse bilmezdi. Yedeğimiz dayağı unutup evdeki çocuklarına acırdık. Bizi böyle döven adam kim bilir onlara ne yapardı?
Bir akşam soba başında Kunut dualarını ezberlemeye çalışıyordum. Yarına kadar mutlaka zihnime kaydetmeliydim. Galip Hoca bir tahtaya kaldırırsa hapı yutardım. Saat henüz sekizi bile bulmamıştı. Birden kar yağmaya başladı. Bizim oralara kar on yılda bir yağar. Bağlasan bile kimse evde durmaz. Bırakın çocukları bütün kasabalı sokağa döküldü. Kitabı pencere kenarındaki yerine koyup ben de fırladım. Kan ter içinde kitabın başına döndüğümde saat neredeyse on bir olmuştu. Kitaptan bir cümle okuyup bakmadan tekrar ediyordum. Bir, iki, üç, derken uyuyup kalmışım. Sabah telaşla çalıştıysam da tam olmamıştı. Sakınan göze çöp batarmış. Tombala ilk çekişte bana çıktı. Beş arkadaşımla birlikte ben de tahtadaydım. Önce sular seller gibi başladım. Ama sonuna doğru kararsızlıklarım, teklemelerim başladı. Sen şu tarafa ayrıl bakayım dedi. Gözlerine baktım, merhamet dilendim. “Yarına söz ezberleyip geleyim,” dedim. Beni duymadı veya aldırmadı. Önce cetvelle avuçlarıma vurdu. Sonra hızını alamayıp tekme tokat girişti. Ne zaman yere düştüğümü, üstümün başımın toz toprak içinde kaldığını bile anlayamadım.
Biz okulu bitirdikten yıllar sonra Galip hoca dayağı bıraktı ve bizim kasabayı terk etti. Anlatılanlara göre eşraftan birkaç kişi bunu alıp yemeğe götürmüşler. Zil zurna sarhoş edip kahveler önüne salmışlar. “Var mı ulan benim gibi göbeğinden işeyen?” diye bağırdığı anlatılır. Kendini bilmez halde yerler de yuvarlanan Galip Hoca’nın karizması iyice bir çizilmiş. O senenin yazında tayin isteyip gitmiş. Ben o yıllarda kasabadan çok uzaklarda okuyordum. Bu nedenle anlatılanlarla yetinmek zorundayım. Elleri dert görmesin hocamız çok çalıştı, çok yoruldu. Yıllarca adam olalım diye yaz demedi kış demedi, bıkmadan usanmadan bizi dövdü. “Asıl elbet önemli insan aslı gibidir, Şaptan olur mu şeker? İnsan cinsine çeker.” Bizden de şeker olmadı. Dönüp dolaşıp sadece serseri olabildik.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Maya’landık kudurduk,
Durduk yere vurur mu acaba şu Marduk ?
|
|
2012’nin son ayı olan Aralık’a girdiğimizden beri Maya’landık durduk. Bunca zaman kullandığımız Saatli Maarif Takvimi’ne kilit vurduk, saatlerimizi bile Maya Takvimi’ne uydurduk. Geçen hafta; ”Say say bitmez...” başlıklı yazıyla iletişim kurduk, bu hafta öğrendik ki; sayıların Maya’sında taban 10’luk değil 19’luk. Ben beğendim değişik bir olay, siz de bakın yazılması da anlaşılması da çok kolay. 0’dan başlıyorsun saymaya, birer, ikişer, üçer, dörder “nokta”, 5’e geldiğinde ise bir “çentik”.
Hesaplaması da kolay, istenen sayıyı 5’e bölüyoruz, tamsayı kısmı “çentik”, kalan kısmı “nokta”. Aslında bu durumda 5’lik taban demek daha doğru olsa gerek. “Mayasal” diyaloglarda;
“Tevellüt neydi birader ..?” sorusuna,
“11 çentik, 1 noktaya birşey kalmadı dostum...”
şeklinde cevap verirsek yalan olmaz.
“Haab” dedikleri güneş takviminde; “Mayastronomi” kanunlarına göre 1 güneş yılı “Mayamatematiksel” olarak “365,2420 gün” iken Modern Astronomi’de bu değer “365,2422 gün”. Yani; dakika ve saniye gibi küçük zaman ölçülerine sahip olmadığı varsayılan Maya Uygarlığı’nın hesaplarındaki yanılgı yılda sadece “17 dakika”. Diğer yandan; “Tzolkin” dedikleri dinsel takvimde ise aynı süre; “365 gün” yerine “260 gün” sayılırmış. Dananın zırt dediği yer ise; bunların ne zaman çarpışacağı ? Matematik bize bunların OBEK ( Ortak Bölenlerin En Küçüğü ) ve/veya EKOK ( En Küçük Ortak Kat ) hesabını yapmamızı söylüyor. Sonuç :
2 x 2 x 5 x 13 x 73 = 18.980 gün
Bu sayıyı 1 güneş yılı eden takvim günlerine böldüğümüzde;
18.980 : 365 = 52 yıl
18.980 : 260 = 73 yıl
tablosu karşımıza çıkıyor.
Bu durumda da; “Tzolkin” takvimiyle 73 yıl, “Haab” takvimiyle 52 yıl ilerlenirse her 2 takvim aynı gün ( 18.980 ) birbirine dalacak. Bir de “Venüs Yılı” bilgisinden söz edersek kafayı yememek için hiçbir bahanemiz kalmayacak. Yine; Maya Uygarlığı’nın “584 gün” olarak hesapladıkları “Venüs Yılı”, günümüzde “583,92 gün” olarak hesaplanmıştır. Farzedelim; “65 Venüs Yılı” geçsin, yani;
65 x 584 = 37.960 gün
“Ne var yani bunda ?” diye düşünebilirsiniz. Haklısınız.. Hani; 18.980 gün sonra çarpışan bir Güneş Yılı ve fakat 2 takvim vardı ya, bir 18.980 gün daha geçsin, yani 2.çarpışma gerçekleşsin, bakalım ne olacak ?
18.980 x 2 = 37.960 gün
Buyrun size 3’lü çarpışma... Demek ki; ilk 18.980 gün geçtiğinde Tzolkin ve Haab takvimleri sıfırlanıyor, bir 18.980 gün daha geçtiğinde de Venüs Yılı’nı da yanlarına alıp 3’ü birden sıfırlanıyor.
Ayrıca; nasıl becermişlerse “2 yeni ay” arasında geçen süreyi ( kavuşum ) de “29,53020 gün” olarak hesaplamışlar. Bugünkü değer ise; “29,53059 gün”...
Bizlerin çok iyi bildiği ise; hesaplamalarda ( enflasyon, tefe, tüfe, asgari geçim indeksi, büyüme hızı, cari açık, gesemehe, vb. ) hiç kimsenin eline su dökemediği TÜİK, yani Türkçe mealiyle : “Tutturabilmek Ümidiyle İşleri Karıştır”...
Konumuza dönersek; tüm dünya Maya Takvimi’ne göre 22.Aralık.2012’yi bekliyor. Maya’lar bir gezegenin ( ki adı Marduk ) dünyaya çarpması ve büyük felaketlerin olması kehanetinde bulunmuş. Bu takvim hesabında 2 yıllık bir hata payının olabileceği iddiaları da var. Kehanete göre; Marduk gezegeni 3.657 yılda bir dünyaya teğet geçerek çeşitli felaketlere yol açmış. Bu sefer de ( 22.12.2012 ) çarpma sonucu özellikle Amerika kıtasının sular altında kalacağı rivayet ediliyor.
Başta bu Amerika olmak üzere tüm dünya, ekmek elden su gölden yedik, içtik...
Kaynakları kuruttukça kudurduk...
Kudurdukça kuruttuk...
İnsanlığımızı bile unuttuk...
Durduk yere çıkıp gelmez herhalde bu Marduk ..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran KÜBA’DAKİ GERÇEK HALK YÖNETİMİ |
|
Cumhuriyet Gazetesi’nde yazı yazan, Ulusal Kanal’ın yanında Beyaz Tv’de izlenceler hazırlayan biri var – adının anılmasını hak etmiyor-; nereden estiyse, kim görev verdiyse, Küba’ya gitmiş, dönüşte: “Küba halkı yoksulluğu paylaşıyor” buyurdu; diyeceğimi baştan söyleyeyim: “Hayır efendim, Küba halkı, 1959’dan beri, sanal da olsa dünyanın hem parasal hem askeri yönden en güçlü ülkesinin bütün boğma, haritadan sile çabalarına başarıyla direnmiş olmanın onurunu, yaşama sevincini, her şeyi paylaşmanın mutluğunu yaşıyor; 2006’da, 2007’de, 2008’de tam üz kez can gözümüzle gördük, tattık bu. O güzelim Küba bu kadar uzakta olmasaydı, ölene dek her yıl gider, sevgili Nâzım Hikmet’in deyişiyle ‘Bugünkü dünyanın ağzımızda yarattığı ACILIĞI gidermeye’ çalışırdık.
Küba’da eğitim, sağlık Fidel’den temizlik işçisine dek herkese aynı yüksek düzeyde parasız; – tıpkı Aids gibi – anamalcılığın yol açtığı öldürücü hastalığın, işsizliğin izi bile kalmamış. Dünyanın dört bir köşesine gönüllü hekimler, insanlara hızla okuma-yazma öğretecek öğretmenler gönderiyorlar. 1959’da Devrim’lerini gerçekleştirdiklerinde, ABD’nin baskısıyla koca Güney Amerika’da Meksika’dan başka kimse onların yanında yer alamamış; bugünse ülkelerin çoğu bırakın yanında yer almayı, düpedüz onun yaşama biçimini benimsemiş durumda ya da o yolda.
Aslında o karışık çorba kafalı gazeteciye (?) yüzde yüz hak veriyorum elbet: Küba’daki gibi, bizim ülkede de eğitim parasız (!), sağlık hizmetlerinde üstüne cep harçlığı bile veriyorlar; çocuklarımız 4+4+4 yöntemiyle okuduktan sonra, diledikleri yüksek okulu seçebilir, istedikleri uzmanlığı edinebilir, diledikleri işe girebilirler (!). Şaşkın ya da görevli Bey, bu yüzden lüks tüketimle tanıştırılmamış; sıvası dökülmüş, pencereleri kırılmış sömürgeci konaklarını oldukları gibi bırakmış, kendilerini kirletilmeyen doğanın ortasında yüz yaşına dek sağlıklı ve mutlu yaşama olanağı veren bir ortamda yaşayan Küba halkına acımakta çok haklı (!).
Çünkü orada millet vekilliği de içinde, bütün kamu görevleri gönüllü yerine getiriliyor; millet vekillerinin ayrıca bir aylığı yok, hangi işten geldilerse onun cep harçlığını alıyorlar ( örneğin Fidel ayda 50 dolar, hekimse 30 dolar alıyor; dahası, bizim Ferhan Şensoy ‘Hacı Komünüst’i çekmek üzere bu ülkeye geldiğinde, bir gün kaldıkları otele bir görevli geliyor, elinde film çekiminde çalışan herkesin adlarının yazıldığı zarflar, zarfların içinde 25’er dolar; madem Küba topraklarında bir emek harcadılar, bu da onların hakkı; sevgili Ferhan ve arkadaşları onlara en çok yakışanı yapmışlar bunun üzerine: zarfların hepsini yerel bir Tiyatro Topluluğu’na vermişler). Vekilliğin emekliliği, daha başka bir sürü ayrıcılığı yok, arabaları yok; görev süreleri 2 yıl; bu arada, onları seçen halk, yeterince başarılı ve verimli bulmazsa, 2 yıl dolmadan görevden alabiliyor.
8 Aralık Cumartesi günü, soL Gazetesi’nde, Nahide Özkan: “Küba kapitalizme yelken açtı mı?” başlıklı bir yazı yazdı; bu soruya da kendi payıma yanıt vereyim: “Yoo, bu yönde en küçük bir belirti yok, tersine, bütün yetkililer, bütün Küba halkıyla birlikte, her fırsatta ‘Toplumculuktan Dönüş Yok’ diye demeçler veriyorlar.”
Nahide Özkan da zaten yazısında bunu doğrulayan bilgiler veriyor.
Fidel Castro’yu hem düşünsel hem kılgısal alanda Baba sayan Chavez’in deyişiyle
21. Yüzyıl Toplumculuğu’nu yaratma-yaşatma kararlılığında hiçbir esneme yok.
Küba topu topu 11 milyoncuk; anamalcı kürede çırpınanlarsa 6 milyar; Küba’nın yiğit, bilgili, onurlu halkı bu bataklıkta can vermemek için elinden geleni yapıyor; 50 yılı aşmış kuşatma-boğma girişimine direnebilmek üzere zaman zaman küçük ayarlamalar yapıyorlar; kimi uğraşları bireylere bırakıyorlar.
Ama bu yaparken de dünyanın bütün anamalcı zorbalıklarındaki gibi, kararları meclis, bakanlar kurulu, belediye başkanlı falan tek başlarına almıyor; bakın Nahide Özkan’ın bu konuda verdiği rakamlar şöyle:
“Küba’da iki yıl önce gündeme gelen ekonomik değişiklikler, geçtiğimiz yıl Küba Komünist Partisi’nin 6. Kurultay’ında derlenip toparlandı, bir çerçeve hâlinde toplumsal tartışmaya açıldı.
Başlangıçta 291 maddeden oluşan çerçeve, ülke çapında, işyerlerinde, okullarda ve mahallelerde düzenlenen 163 079 toplantıda toplam 8 913 838 katılımcı tarafından tartışıldı. Bu sayı, kimilerinin yalnız işyerindeki, okulundaki ya da mahallesindeki toplantıyla yetinmediğini, birden fazla toplantıya katıldığını gösteriyor.
Bu toplantılarda toplam 3 019 471 kişi konuştu, 781 644 görüş toplandı. Bu görüşlerden 395 000’i çerçeve metne eklendi, sonuç olarak 291 maddeden ana metin 311 maddeyle son biçimini aldı.”
Cumhuriyet Gazetesi ile Ulusal Kanal’da boy gösterdiğine göre, Beyaz TV’de ne işinin olduğunu sormamız gereken gazeteciye bu bilgiler hiçbir şey diyemez elbet; ama onlara bakıp olup biteni anlayacaklar bu topraklarda hâlâ vardır sanıyorum.
Bu yazı da zaten yalnız onlara sesleniyor.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı MEVLANA: IŞIKSIN SEN BİZE DOSTLUK YOLUNDA |
|
“Kardeşim sen düşünceden ibaretsin
Geriye kalan et ve kemiksin
Gül düşünür gülistan olursun
Diken düşünür dikenlik bulursun.”
Her zaman genç, her zaman dinç olan Mevlana, yüzyıllar ötesinden yol göstermeyene devam ediyor anlayana, dinleyene. Bakın ne diyor gençlik için:
“Ne mutlu o kişiye ki gençlik çağını ganimet bilir de borcunu öder. Gücü kuvveti varken, vücudu sağ esenken, yüreğinde de, bedeninde de güç kuvvet varken başarır bunu.
O gençlik, yemyeşil, taptaze bir bağa benzer; esirgemeden yapraklar meyveler verir.”
Zaman geçmeden meyve vermeli, yararlı işler yapmalı, gençliği kahve köşelerinde, sigara dumanları arasında tüketmemeli. Asıl genç ne olursa olsun, “boş vermişim dünyaya” şarkısı söylemeyen, saçı sakalı ağardığı halde, enerjisini, çalışma azmini yitirmeyen kişidir.
Mevlana’nın dediği gibi yeni şeyler söylemek, yeniliklere ayak uydurmak gerek.
“Ey hacca gidenler! Nereye gidiyorsunuz? Önce gönül kıblesini ziyaret edin” diyor; “En büyük hac gönül almaktır/ Yüz bin Kâbe’den daha iyidir alınan bir gönül/ Çünkü Halil İbrahim yapmıştır Kâbe’yi/ Gönül ise Allah’ın baktığı makamdır.”
Yunus Emre de “Bir kez gönül yıktınsa bu kıldığın namaz değil” diye aynı düşünceyi savunuyor.
“Gel bakma kimseye hor/ Halkı yorma, kendini yor/ Yıkmak için çok düşün/ Yıkmak kolay, yapmak zor.” Bir halk manisi böyle diyor.
Mevlana, “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” diyor ama çoğu kişiler kendilerini dev aynasında görüyorlar, burunlarından kıl aldırmıyorlar.
Oysa din maddi ve manevi temizliktir, okumak, ilerlemek, kimseyi küçümsememektir. O yüce varlığa layık olmak istiyorsan, önce bencilliğin fildişi kulesinden in, özveri atına bin. Doğruya iyiye güzele git doludizgin. Erdem ayın olsun, sevgi güneşin. İşte budur gerçek din!
Cehennem konusunda şöyle der: “Cehennem nedir? Cehennem yedi başlı bir ejderhadır. Yedi başlı ejderha insanın nefsidir. Birincisi gurur kapısıdır. İkincisi hırs kapısıdır. Üçüncüsü şehvet kapısıdır. Dördüncüsü haset kapısıdır. Beşincisi hasislik kapısıdır. Altıncısı
hiddet kapısıdır.Yedincisi şöhret, bazılarına göre nefret kapısıdır. Bu yedi kapı; insanı tutsak eden, egemenliğe boyun eğdiren, zulme tutsak eden kapılardır. Bu kapılar kapandığı oranda özgürlüğün kapısı aralanır.”
İnsanın maddeleşmesini şöyle eleştirir: “Ey oğul! Ne zamana kadar altına, gümüşe tutsak olacaksın? Şu maddi bağımlılığın, şu arpaya düşkünlüğün seni eşekleştirdiğinin farkında değil misin? Şu bağımlılıktan kendini kurtar da özgür ol. Bedene ait duygu yolu, şehvet yolu eşeklerin yoludur. Ey aşağı duyguların bineğine binmiş ve eşeklerin arasına katılmış kişi, insanlığından utan!”
Mevlana aşk kaynağıdır. Bir şiirinde sevgilinin gelişini şöyle dile getiriyor:
“Yollara sular dökün/ Bahçelere muştular salın/ Bahar kokuları geliyor/O geliyor, o./Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor./ Yol verin, açılın, savulun/ Beri durun beri./ Yüzü apaydınlık, ak pak/ bastığı yeri ardında gündüzler bırakarak/ O geliyor, o!/
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor./ Gökler yeryüzünü kapladı, örttü bir anda./ Bir anda dört yanı mis gibi bir koku sardı./ Bir yanda bir zelzele, bir kıyamet koptu cihanda./ O geliyor, o!/ Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor./
Bir anda can geldi bağlara, bağlar ışıdı./ Bir anda açıldı baktı bağlarda gözler/ Bir anda bizde ne gam kaldı, ne dert kaldı, ne keder./ O geliyor, o./Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.
Yayından fırladı ok/ Hedefe ha vardı ha varacak./ Bahçeler selama durdu/ Serviler ayağa kalktı/ çayır çimen yollara düştü/ işte konca, ata binmiş geliyor/ Biz ne duruyoruz/ O geliyor o./ Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor...
Geceleri uykum kalmadı gitti ama/ Bak işte o güzel günler yola çıkmış geliyor.”
(Yenileştiren A. Kadir)
Sevgili dostu Tebrizli Şems için yazdığı şiirde dininin aşk olduğunu belirtiyor:
“Dinim aşktır benim yüzünü gördüm göreli
Benim dinim senin yüzünle övünür ey sevgili”
****
“Sevgili takar beni oltasına
Atar karaya balık gibi
Sevgili kurar gönlüme bir tuzak
Avcıdan yana çeker sürür beni”
***
Düşünce ve duygularımızı Mevlana’nın Mesnevi’sinden birkaç örnekle geliştirelim.
Adamın biri, Diyojen gibi, elinde mumla yolda dolaşmaktadır. Ne aradığını sorarlar. “Adam arıyorum, adam!” der. Gülerler, “Ortalıkta adamdan bol ne var?” derler. Bizimki başını sallar, “Ben kendini değil, başkalarını düşünen erdemli bir adam arıyorum, der. Var mı içinizde öyle biri? Ben hırsına yenilmeyen, yalan dolanla insanları aldatmayan, kimsenin malına mülküne göz dikmeyen bir adam arıyorum. Var mı içinizde öyle biri?
Ben hoşgörülü, güzel düşünceli, iyi niyetli, eğri yollara asla sapmayan bir adam arıyorum. Var mı içinizde öyle biri?”
Oradakiler içini çeker, “Böylesini zor bulursun ama umudunu yitirme, aramaya devam et. Bulursan bize de haber ver” der ve adamı yalnız bırakırlar.
***
Bir bilgin gemide kitap okumaktadır. Oradan geçen bir tayfa merakla ona bakar, “Ne anlıyorsun o kâğıtlardan, ne işe yarıyor onlar?” diye sorar. Bilgin, “Bu kâğıtların içinde derya var. Söyle bakalım, sen fizik nedir bilir misin?” der. “Bilmem” der tayfa. Bilgin içini çekerek şöyle der, “Gitti öyleyse ömrünün yarısı.”
“ Edebiyattan anlar mısın?”
“Anlamam.”
“Gitti öyleyse ömrünün bir yarısı daha!”
Bir süre sonra fırtına kopar, gemi beşik gibi sallanmaya başlar. Bilgin telaşla ne olduğunu sorar. “Fırtına çıktı. Gemi batabilir. Yüzme biliyor musun?” der tayfa. “Hayır, bilmiyorum” yanıtını alınca bıyık altından güler. “Gitti öyleyse ömrünün hepsi de!”
(Böylece hayat bilgilerinin, pratiğin, kitabi bilgilerden, teorilerden daha işe yaradığı gerçeğine değinir Mevlana’mız. Oysa biz okulda hayat bilgisini ilköğretimde okutur geçeriz ve onları okuldan çıkınca hayatın kucağına atıveririz sudan çıkmış balık gibi...)
Mevlana ayrıca kitapları olduğu halde bunları okumayan, onlardan yararlanmayan kişileri kitap yüklü eşeklere benzetir. Eşek, taşıdığı kitapların değerinin farkına varmaz.
(Modadır, kültürlü göstersin diye kütüphane yaptırıp içini ciltli, lüks baskılı kitaplarla dolduran ama hiçbirinin kapağını açmayan zenginlere duyurulur!)
***
Hadi gelin, Mevlana’dan aldığımız güçle, estirelim bir bahar yeli dostluk ve sevgiden yana. Benliğimizi güllerle bezeyelim, içelim aşkın şarabından kana kana. El ele verelim, gönüllerimizi birleştirelim, ileriye, hep ileriye gidelim. Yepyeni bir can, bir heyecan gelsin içimize. Bencilleri, çıkarcıları karıştırmayalım içimize. Taşlı dikenli de olsa bu yol güzel gelir inanana, kendini bu yola adayana.
Doğruya, iyiye, güzelliğe gel! Eğriliği, kötülüğü, çirkinliği alsın sel.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kalemimden Kaçamadı Türküler
“Bir türkü söylemeden gidersem yanarım.”
Bedri Rahmi
Yağmur bastırdı yine. Kaldım ıssız, buruk bir sokakta. Sakın aldanmayın hüzünlü halime, severim aslında, ben bu yağmurları. Ve yağmurda avare avere umursamaz dolaşmayı…
Hırpani kıyafetlerim ve ıslak saçlarımla, dalgın dalgın bakarım sağa sola. Ve insanların yüzlerinde ki umursamaya…
Ne güzeldir yağmur ve yağmurda ıslanmak...
Dağılmış saçlarla, toprak kokusunu duya duya yürümek. Acelesi olmadan, bir yere yetişmenin telaşını yaşamadan yürümek...
Eğer ruhunuzda varsa yazarlık, şairlik seversiniz yağmuru. Zaten yağmurdan etkilenmeyen insanın, vardır içinde bir umutsuzluk.
İstiklal’in arka sokaklarında, Pera’nın izlerini ararken yakalandım bugün yağmura.
Tarihin mistik atmosferinden olacak ki daldım gittim eski günlere…
Eski, taş binaların, yüksek tavanlarına, tarihe meydan okuyan duvarlarına…
Birçok sergiye ev sahipliği yapan bu salonlar, dilleri olsada konuşsalar, neler anlatırlardı kim bilir…
Sergi salonlarını ziyaret ettikten sonra, D&R kadar yürüdüm. Gelmişken bir de burayı ziyaret edeyim dedim. Hem yeni çıkan kitaplara bakarım, hem de biraz ısınırım.
İçerisinin sıcaklığı ve ziyaretçi kalabalığı beni çok memnun etti. İnsanların okuması, özellikle gençlerin okuması, beni her zaman sevindirir.
Arka taraflara doğru gidip, yeni çıkan cd lere şöyle bir göz attım. Bir sürü new age ve pop tarzı müzik cd leri vardı. Çoğu, sesleri ve müzik yetenekleri olmayan kişilerin, dijital ortamda yapılmış olan çalışmalarıydı.
Müzik dünyamız, kişisel arzulara ve batı sevdalı müziğe tutsak olmuştu. Bu arzu, ta konservatuarda verilmeye başlanıyordu. Taklitçilik ve özenti hat safhadaydı.
Bir de medya vardı tabii. En önemli reklâmcı. İşine gelen sanatçı kılıklı şarkıcıları gözümüze zorla sokuyor, zora ki olarak onları, gündemde tutuyordu.
Bunlar sahneye çıkıp, bir doğaçlama yapsalar, tek bir şarkıyı bile doğru söyleyemeyen insanlardı. Sırf medyanın, popülizmin isteği ile hergün ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan insancıklardı.
Şişirme politikası yani…
Bu cd’ler arasında türkülerimiz de vardı. Anadolu’nun bağrından çıkıp gelen, bizi hüzünlendiren, bizim kilimlerimizi ezgilerine nakşeden, ozanlarımız vardı.
Ne zaman bir türkü cd’si elime alsam; O büyük şair aklıma gelir: “Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası /Ayak seslerinden tanırım / Ne zaman bir köy türküsü duysam /Şairliğimden utanırım.” diyen, Bedri Rahmi.
Oysa bizim o kadar çok reklâmı yapılacak, şairimiz ve ozanımız var ki…
Musa Eroğlu var "Yâre selam söyle! ” diyen. Erkan Oğur var “Bülbülüm Altın Kafeste!” diyen. Ve Neşet Ertaş var. Anadolu kültürünü bize doğaçlamalarıyla anlatan. Yaşayan efsane, içimizdeki kahraman.
Bunların, gerçek bir sanatçı olduklarını gösteren, o kadar çok örnek var ki:
Mesela Neşet Ertaş’ın TRT Yurttan Sesler Korosu'nda çalışması ve sesini buradan dünyaya duyurması, onun kalitesini gösteren en önemli delillerden biridir.
Onun hayatı da diğer büyük sanatçılar gibi yokluk içinde geçmiştir. Mesleğinin ilk yıllarında çok yokluk çekmiş, kendini ispatlamak için epey bir gayret göstermiştir. Tabii ki TRT onun için en büyük şans olmuştur.
O, dijital olmayan sesi ve kıvrak saz çalışı ile insanların gönlünde hak ettiği yeri almıştır.
Ölümünden sonra, ardından yazılanların hepsine baktım. Kim ne yazmış, toplum ne kadar haberdar, ne kadar umursamalı diye. Bulduğum en güzel yazı Doğan Hızlan'ın yazısı oldu.
Her gün büyük bir dikkatle okuduğum ve tanışma şansını sahip olduğum, Doğan Hızlan onun değerini anlamış ve onu köşesine taşımıştı.
Diğer birçok yazarınsa kaleminden kaçmıştı, Neşet Ertaş ve türküleri.
Sadece kaçan Neşet Ertaş mıydı? Karacaoğlan, Âşık Mahsuni Şerif, Âşık Veysel...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ABUZİTTİN’DEN KISA DEVRE FUTBOL YORUMLARI!
FUTBOLCU METİN KURT
Uzun süreden beri ilk kez, herkesin sadece futbolunu konuşmadığı, hatta futbolundan çok daha fazla adamlığını konuştuğu bir “iyi” insan daha bu dünyadan göçüp gitti. Ve kural bozulmadı.
“İyiler erken ölür.” Çünkü kaç yaşında, nerede ve nasıl ölürlerse ölsünler, içinde yaşadıkları topluma bir katkı sunan insanların, bu dünyada yapacakları daha çok iş vardır. Bu yüzden yaşları ne olursa olsun onlara gözümüz gibi bakmalı, üstlerine titremeliyiz. Hayatı boyunca yaptıklarıyla futbolcunun da “insan” olduğunu, “ağır işçi” olduğunu ve onun da hakları bulunduğunu haykırarak, bunun kavgasını vermişti Metin.
Her aklı başında “çağdaş” insan gibi o da solcuydu.....
Çok anlattılar Metin’i. Ben uzun uzun onu anlatmayacağım size....
Aslında çok da futbol konuşmak istemem zaten. Çünkü uzun süredir bütün ilgimi kestim Futbolla. Bana göre, aşırı endüstrileşme bir oyun olarak Futbolu yok etti. Şifreli yayın, İddia, Şike pek çok insan gibi beni de Futboldan tamamen soğuttu.
Zaten bu yüzden neredeyse son üç yıldır tek bir futbol maçı bile seyretmedim. Ne yerli, ne de yabancı.
Gazetelerin spor sayfalarına hiç bakmıyorum bile, televizyonlardaki o akla ziyan rezil futbol programları ne haldedir, onları da hiç bilmiyorum.....
Yaşadığım zaman konusunda çok titizlendiğim için, uzunca bir zamandır böyle absürtlüklerden uzak duruyorum artık.
Bu yüzden bugün futboldan çok Metin’leri konuşmak istiyorum ben. Nedendir, nasıldır bilemiyorum ama Futbol ile “Metin” arasında enteresan bir ilişki var gibi geliyor bana!
Neden derseniz, ülkemiz futbolundaki bütün “Metin”ler tek kelime ile “kalite”dir de ondan.
Ben aklıma gelenleri sayayım izninizle. Tabii ki önce Metin Kurt, sonra elbette Metin Oktay, sonra Beşiktaş’ın sarı fırtınası Metin Tekin, Metin Diyadin, Metin Tükenmez sonra......
Metinler ile Futbol arasında öyle bir ilişki vardır ki, kendisini “büyük” sanan kulüplerin akıllı yöneticileri yakınlarda bir yerde yeni yetişmekte olan bir “Metin” görürlerse hemen kapsınlar bence. İş ahlakı müthiş, yaşamının her saniyesinde elinden gelenin en iyisini yapmaya odaklanmış müthiş bir “iyi insan”, iyi bir futbolcu bulacaklar orada çünkü....
Lafı fazla uzatmayalım, bitirirken de futbolumuzun kaliteleriyle değil de, kavgalarıyla ve yarattıkları olaylarla gündeme gelen yeni yetme oyuncularına bir çift laf söyleyerek bağlayalım yazımızı.
“Metin”lere bakın! Ya onları örnek alarak adam olacaksınız, ya da 40 yaşına geldiğinizde hiç kimsenin adını bile hatırlamadığı bir “istatistik yurttaş” olarak yaşamaya devam edeceksiniz. Seçim sizin!
YABANCILAR, ÖZELLİKLE DE GÜNEY AMERİKALILAR TARAFINDAN NASIL “KEKLENİYORUZ”!
Bazen tesadüfen spor sayfalarına gözüm ilişiyor da, kendi kendime bayağı bir hayıflanıyorum yani......”Ulan Abuzittin, bir futbolcu bile olamadın!” diyorum kendime. Topa tepik atmasını öğrenen maç başına en azından 10.000 euro götürüyor be azizim! Neredeyse bir banka genel müdürünün maaşı ha! Bankada genel müdür olmak belalı iş, giy fasulye sporun formasını at topa birkaç tekme, al maaşı götür paşa paşa ye.
Ne stres var, ne sıkıntı. Yalnız haftanın her günü birkaç saat spor yapacaksın o kadar. Bak sağlığına da iyi gelir ha!
Hal böyleyken bir de yurt dışından gelen sirk cambazları türedi. Nereden duydularsa “Bu ülkede keriz çok, gidip kekleyelim bari!” diyerek çantasını kapan bir menajerle birlikte kapıyı çalıyor. Basıyor imzayı iki şakşak, bir taktak, paraları çuvalla istifledikten sonra, “yan gel bostan, oğlum Osman” şarkısını söylüyor.
Hadi adını yazmayalım ayıp olacak, bir büyük takımımız var...... Yıllardan beri ilk üçün, hadi bilemedin ilk beşin içine girip durur.
Günlerden bir gün canı sıkılan bir tüpçüyü alıp kulübe başkan yaptılar iyi mi! Nereden bilsinler felaketin son perdesinin açılacağını...
Neyse bu amca zamanında gelip giden yabancıların, haddi hesabı olmadı. Çetelesini kimseler tutamadı billaha. Şimdi kaçının adını kim hatırlıyor, bilmiyorum.
Tüpçü başkan iyice yıpranmaya başladıktan bir zaman sonra bir gazete bu takımla ilgili uzun bir liste yayınlamıştı. Kim ne zaman geldi, kaç dakika forma giydi, bu sürede ne halt etti filan.....
Üff be abi, takıma bir baktım. Aptallık liginde açık ara şampiyon billahi.....
Tabii ki bazı namuslu futbol işçilerini tenzih ediyoruz. Onlar işlerini yaparak alın terlerinin hakkını alıyorlar. Bizim lafımız “delikligado” “ricarhinoğluhin” “simsimo” “kuruesme” gibi sokaklarda lafı güzel, sahalarda boyu güzel “süper yıldızlara”!
Bu arada her sene aldığı komisyonlarla neredeyse 10 katlı apartman diken menajerlerimizi de unutmayarak onları da yanaklarından öpelim
Aaaa, bakın az daha unutuyordum. Bir de kendi takımına transfer ettiği futbolcusundan komisyon alan “teknik patronlar” var iyi mi!
Bu kadarla kalsa hadi boş ver..... Bu adamlar bir de utanmadan maç satar ve bu işte kullandığı oyuncuları ile de takım takım gezer!
Nasıl olsa bu ülkede futbol adına karar veren yöneticiler, “parası bol, sporu hobi” bir takım ensesi kalın kalantorlardan ibaret olup, futbola analitik yaklaşım, geçmişi araştırmak gibi lüzumsuz işler onları yorar! Nol’cek, rahat ol, al yanına şikeci kalecini git Doğu Anadolu’da başka kulübe.
SIRA GELDİ “PİLLİ” TAKIMA
Futbolu böyle olan ülkenin ”pilli” takımı nasıl olacak ki? Adının anılmasına gerek olmayan malum cemaat futbola el atarak, öncelikle bazı kulüplere el ense çektikten kelli, sıra “pilli” takıma geldiğinden, bu takımda maç kadrosu yapmak futbolun imamına kalır!
Teknik patron da saha dışında imamla aynı formayı giydiğinden olsa gerek önüne konan yemeği aynen yiyerek, önüne ittirilen kağıttaki kadroyu aynen kendi kadrosuymuş gibi sahaya sürer.
Bir, iki derken başlangıçta bu olayı yemiş numarası yapan “pilli” oyuncular da, artık yeter derler ve de tel tel dökülür “pilli takım”!
Her yenilgi sonrası “istifa” beklenir. Ancak istifası beklenen zatı muhterem okyanus ötesinden izin alamadığından olsa gerektir bir türlü istifa edemez. Kendisini atayan futbol dehası ise mesleği ile sporu birbirine karıştırdığından olsa gerektir, zaten sürekli gaz çıkarmaktadır.
İyi saatte olsunları kızdırmamak temel ilkesi çerçevesinde artıkın çözüm için, birilerinin “Tamam, bırak bu işi” demeleri beklenecektir.
Bilmiyorum şu futbolda bundan sonra kimler nasıl keklenecektir.
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Yağmura sözümüz var! |
|
I.
Ellerime dokunur zaman,
saçlarını hissettiğimde;
toprağa basıp şafakla bir,
gözlerinden yansır dünyâ.
Kökünden sökülen bir fidan,
yârınlara bırakılan bir iz;
sokağın başında dinlediğim yağmur,
hayâtı biriktirip yağar ellerime.
Sıcak bulutlar bir ileri, bir geri;
duyup gelir sâğdıcım rüzgâr.
Havada sensizliğin kahredici hüznü,
yekpâre kanatlarıyla uzanır güneşe.
Bu şekli hâl içinde senden habersiz,
bir adımlık yoldur gideceğim.
II.
Ankara’nın kışı soğuk olur, kara gözlüm;
sokak lâmbaları buz tutar.
Rüzgâr donar, tam kerte menzil düşürür;
kâğıt gibi önümüze serilir.
Ankara’da işçiler, memurlar, kara gözlüm;
küfür gibi zamları protesto ederler.
Polis gelir, bir de dayak yerler;
iki gün konuşulup unutulurlar.
Yağmura sözümüz var, kara gözlüm;
inleteceğiz gökyüzünü.
Yağacak denizler üzerimize,
akıp gidecek bu şehri hâllerimiz.
Yağmura sözümüz var, kara gözlüm;
durmak bilmeden çalışacağız.
Bozguncudan, fırsatçıdan, batakçıdan,
hâinden, eşkıyâdan, soysuzdan
hesap soracağız.
III.
Her dem çarpar yüreğin,
çakıl taşlarına işlenmiş birkaç ayak izi;
kıyı boylarında yeşil bir türkü.
Söyledikçe, dağlar eşlik eder;
bulutlara varınca, ellerini kaldırırsın.
Toprağa bir armağan sanki,
sanki yeniden başlar hayat.
Seni bana getiren,
beni sana bağlayan;
aynı ekmek,
aynı su,
aynı özgürlük!
IV.
“Düşünüyorum; o hâlde varım.” değil,
“Seni düşünüyorum; o hâlde varım!” kara gözlüm.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ÇİÇEKLİ ŞİİRLER YAZMAK İSTİYORUM BAYIM!
"Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak"
Pippi Uzunçorap
Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!
"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.
On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "organzm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi'nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.
Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.
Didem MADAK
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|