|
|
|
Editör'den : Çifte Standart!.. |
Aralıklı yazmaya başladığımdan beri gündeme yetişmekte zorlanıyorum. Tam bir konuya girizgah yaparken, şimdi olduğu gibi, bir anda kendimi farklı bir yerde buluveriyorum. Her neyse, yeni yıla girer girmez kulaklarımıza sabah ezanıyla çalınan gözaltı haberiyle başlayalım bari.
28 Şubat illüzyonu başlayalı beri beklenen sonunda gerçekleşti ve dönemin genelkurmay başkanı Karadayı, 3 araba dolusu polis eşliğinde, sabah ezanıyla ifadeye davet(!?) edildi. İfadeye gelmesi için telefon etmenin bile yeterli olabileceği 81 yaşındaki bir adama gözaltıdan az önceki durumun reva görülmesi pek manidar. Gelişmelerin ışığında, 10 gün evvel, avukatının mahkemeye istenirse ifade vermeye gelebileceğinin bildirilmesi bile dikkate alınmamış olacak ki, Fenerbahçe Orduevinden törenle(!?) alınıp uçağa bindirildi.
18 Şubat'a illüzyon demem lafın gelişi değil. İzleyenleri yanılsama yolu ile hayrete düşürme gayretinin tezahürü bu illüzyon. Seçimler yaklaştıkça mağdurdan mağrura terfi edenlerin tekrar mağdur rolüne soyunmalarının tek yolu bu çünkü. 28 Şubat'ta, bazıları çok haklı da olsa, yaşadıklarını söyledikleri mağduriyeti misliyle düşmanlarına(!?) yaşattıkları halde, bundan nemalanmayı becermeye çalışıyorlar.
Aklıselim galebe çaldı da bir yanlıştan hemen dönüldü. Savcının tutuklanma istemine rağbet etmeyen mahkeme Karadayı'yı serbest bıraktı. Gerekçe, "Soyut şüphe tutuklama gerekçesi yapılamaz." Demek ki Başbuğ ve diğerleri için somut şüphe var. Söyleseler de bilsek. Zira aksi çifte standarttır, saçmalığın daniskasıdır. Yıllardır içeride neyle suçlandıklarını bile bilmeden yatanların günahı da boyunlarına olur.
...
Ateş düştüğü yeri yakıyor. Mahkemeler ancak ilgili olduğunuz kadarıyla bizi meşgul ediyor. Bir de yaşam alanlarımızda, bizi, çocuklarımızı direkt etkileyen olaylar yaşıyoruz. Kimilerimiz farkına varıyor, kimilerimiz de sırtını dönüp geçiyor. Ben işin bu tarafıyla daha fazla ilgiliyim. Sırtını dönenlerin dikkatini bu yolla çekebiliriz diye düşünüyorum. Belki hayal kuruyorum ama hayali bile güzel oluyor.
4+4+4=113 diye bir gazete tarafından ifade edilen yeni eğitim sistemimizin ne getirip ne götüreceğini uzun vadede göreceğiz Allahın izniyle. Ama bu sistemin içinde söz sahibi olan zihniyet ve örümcekli kafa yapısının niyetini şimdiden görmemiz açısından çok taze bir habere göz atmakta yarar var.
MEB tarafında tavsiye edilen 100 Temel Eser arasında bulunan Steinbeck'in Fareler ve İnsanlar'ı ile Vasconcelos'un Şeker Portakalı kitapları bir takım eklı evveller tarafından sakıncalı bulunduğu için mahkemeye(!?) verilmiş. İntihalci bakan da soruşturmaya başlamış. Şimdi bu kendini bilmezlere birilerinin sorması lazım, "Arkadaşlar kitapları okudunuz mu?" Tayyip Bey'in okumadığına ben kefilim, diğerleri de kendileri cevap versin. Her iki kitap ta müstehcenlikten yargılanıyor. Tek kelimeyle çüşşş. Diyeceksiniz ki, bunları veliler şikayet etmiş. Doğrudur. Ama onlara bu cesareti aşılayanlardır asıl suçlu olanlar. Dünya klasiklerine dil uzatacak kadar ileri gitmiş bir toplumun Fazıl Say'ı linç etmesine neden hayret ediyoruz ki?
Konuyla ilgili yapılan ayıbı(!?) dile getirip bir nevi günah çıkaran asrın döneği sayın kültür bakanımızın, hemen bu sözlerin ardına sıkıştırdığı; “İsim vermiyorum ama bir dolu küfür alt alta dizdiğinizde gişe yapıyorsunuz. Ben devlet olarak buna destek veremem. Benim işim sanat filmi. Şiddeti, etnik ayrımcılığı, nefret söylemini destekleyemem. Brad Pitt’in ‘Killing Them Softly’ filmini gördüm. Görmeyin. Sinemadan çıkmayı düşündüm, iğrenç. Bu kadar yüz kızartıcı diyalog hiçbir mekânda duymadım, duymak da istemem. 13 yaş üstüymüş film. ‘18 yaş üstü yapın hatta yapabiliyorsanız kaldırın’ dedim. İnsan eşiyle izlerken rahatsız olur mu?” cümleleri ne alaka o vakit? Filmi beğenmeyebilirsin, çıkmak ta isteyebilirsin ama sen kim oluyorsun da, tüm eleştirmenler tarafından 2012'nin en iyi 10 filmi arasında yer alan bir yapıtı, imamına yaranmak için yerle bir edersin? Sınır 18 olmalıymış, oldu da, hemen yaş sınırını 18'e çekti yağdanlık taşıyıcıları. Filmi seyretmedim, belki seyrettiğimde ben de beğenmeyeceğim ve eleştireceğim ama ben bu eleştiriyi imam ucube dedi diye koca heykelin yıkılmasına sesini çıkartmayan, makam uğruna, döndükçe dönen bir bakanın ağzından duyarsam bunda bir ard niyet ararım doğrusu. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SOKAKLAR SESSİZ KONUŞUR -9 |
|
Çok eski zamanlarda insanların hala eşek ile tütün tarlasına gittiği, daha sepetli motosikletler in çıkıp gelmediği günlerden önce çocuklar sokak çeşmelerinin hiç susmayan şırıltılarını dinlerlerdi. Yaz günleri sıcaktan bunaldıkça o çeşmelerin soğuk sularında başlarını ıslatırlardı ve suya gelen eşek arılarıyla savaşırlardı. Elbette bazen savaştan galip çıkan eşek arıları olurdu. Hal böyle olunca ve gözleri yumak yumak, bütün suratı balon gibi şişmiş çocuklar üç beş gün öyle gezerler ve öteki çocukların onlarla alay ederlerdi. En büyük sorunu can sıkıntısı olan bu kasabanın eşek arıları ile savaşan çocukları bazen sapanlarını eline alıp kanal boyuna kuş ve kurbağa avlamaya da giderlerdi. “Yazıktır, günahtır diye yalvaranlara kulak asmaz, bu anlamsız şiddeti sürdürmeye devam ederlerdi. Can sıkıntısı sadece erkek çocukların değil bazen kızları huylarını bozar, zıvanadan çıkmalarını sağlardı. İşte bu yüzden belki çok eski zamanlarda Hacırahmanlı’da iki Erkek Fatma vardı. Erkek Fatma adını onlara ben takmadım. Herkes öyle dediği için alıp aynen kullandım. Tamamen tesadüf olsa bile bu kızların ikisi de sarışın ve çilliydi. Bahriye ile Sevgül Erkek Fatma unvanını kapı önü süpürürken kazanmamışlardı. İki si de birbirinden belalı bu kızlar icabında en bıçkın, en belalı oğlanların önüne çıkarlar ; “ Bir daha seni görmeyim lan buralarda. Yoksa kırarım bacaklarını,” deyip posta koyarlardı. Sözlerini hafife alacak olursanız da tekme,tokat girerlerdi. Genelde kuyruğu bacakların arasına kıstırıp beladan uzaklaşanlar, sonradan edebiyata dalıp “Kız olmasa ben ona gösterirdim gününü,” ayakları çekerlerdi. Elbette etrafındakiler bıyık altından güler. “geç bu ayakları, bu ayaklar çoktan koktu,” derlerdi.
Bu baş belası kızların ortak yanı sadece sarışın ve çilli olmaları değildi. Ayrıca saçları da sürekli kısacık olurdu. Öteki kızların gibi uzatılmazdı. Ve o eski zamanlarda bunlar aynı erkek çocuklar gibi bisiklete binerlerdi. Bisiklet bir yere kadar ama motosiklet hatta traktör bile sürürlerdi. Erkek çocuklarla bilye (meşe) oynar hatta onları üterlerdi. Sokak aralarında oynana futbol maçlarına bile girerlerdi. Sevgül bütün bunların yanında erkek çocukların bile yapmadığı bir şeyi yapardı. Ata binip koca meradaki ağıla gider, atı tek başına arabaya koşup pamuk tarlasına veya bağa götürürdü. Oysa biz atlardan korkardık. Çünkü onlar kocaman dev gibi yaratıklardı. Ve ayrıca baş edilemeyecek kadar güçlüydüler. Ve biz hepimiz o zamanlar küçücük çocuklardık.
Bahriye ve Sevgül (Cak Cak Esma’nın) uzunca bir sokağın üstünde ama birbirinden uzak evlerde otururlardı. Suyundan mı, havasından mıdır bilinmez o sokakta epey belalı çocuk otururdu. Tariş Yaşar ile Nusret de gelene geçene rahat vermeyen tiplerdi. Çarşıdan dönerken bir gün önümü kesiverdiler. Sağa yekindim, sola yekindim, geriye baktım kaçamadım. Hiçbir neden yok ama dövecekler besbelli. Bir, iki vurup bıraksalar razıyım. Başıma geleceklere tam hazırlanıyordum ki Sevgül çıkıp geliverdi. Akrabayız biz, ilişmeyin lan,” dedi. Çocuklar bana bakıp sırnaşık gülümsemelerini kesiverdiler. “Tamam, zaten bir şey yapmayacaktık. Biraz korkutup gülüşecektik,”dediler. Bir sene sonra bu çocuklarla ortaokulda sınıf arkadaşı olduk. Bütün çocuklar gibi onlar da büyüdü, duruldu ve efendi gençlere dönüştüler.
Çilli (Koreli) Bahriye benden bir sınıf büyüktü. Fatma Öğretmen ikimizi aynı tiyatro oyununda bir araya getirince can ciğer kuzu sarması oluverdik. Kasabanın Erkek Fatmaları benim façayı dağıtmadan şansım yaver gitmiş ve kurtuluvermiştim. Tiyatro oyununda Bahriye ve ben evli bir çifti canlandırıyorduk. Evimize misafir olarak gelmiş ve bir türlü gitmek bilmeyen bir yakınımızdan kurtulmaya çabalıyorduk. Misafirimiz oldukça dişli biriydi. Bütün planlarımızı alt edip bizi canımızdan bezdirmeyi sürdürüyordu. Bu oyundan dolayı yıllarca akrabalarımın Bahriye için “seninki” takılmalarına ve şakalarına katlanmak zorunda kaldım. Biz on yaşında arkadaş, hatta can ciğer kuzu sarması olmayı başarmıştık. Ama büyüklerimiz basit bir sene sonu piyesine takılıp kalmışlardı.
Sevgül Ortaokuldan sonra hemşirelik okumak için kasabadan ayrıldı. Şimdi nerede olduğunu bilmiyorum. Çoğu kasabalı genç gibi evlenip uzak şehirlerden birine gitmiştir belki. Koreli Bahriye hala kasabada yaşıyor. Ve hala insanlar onun erkek gibi bir kadın olduğunu düşünüyorlar. En son gördüğümde parkta kadınlar lokali gibi bir yer işletiyordu.
İnsan büyüdüğü yerin suyuna, toprağına, havasına, ağaçlarına, sokaklarına hatta uzun kış gecelerinde soba başında dinlediği masallara benzer. Korkmayı, özlemeyi, sevmeyi, hatta ağlamayı bile o sokakların çocukluğundan alır. Çok eski zamanlarda Gediz Ovasının ortasında bir kasaba vardı. Eski zamanların eski kasabasında o eski adamlar bağlarını beygirlerle sürürlerdi. Yorgun atlar su gibi sırılsıklam ter içinde kalırlardı. Bostana dikilen korkuluklar kargaları ve serçe sürülerini korkuturdu. Kavunları baldan tatlı olur, sokakları şeftali ve erik kokardı. Her derdin bir çaresi bulundu. Bir tek can sıkıntısı baki kaldı bir de ecel…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 3 |
|
Dereköy sınırından Bulgaristan’a girildiğinde dağ yollarından sonra sahil yollarından yolculuk yapılır. Ülkenin doğusunda olan Karadeniz sahilleri, Romanya sınırına kadar uzanır. Yorucu ve uzun dağ yollarından sonra maviyi görmek rahatlatır beni. Mavi huzurludur; gökyüzünün ve denizin mavisinin birleştiği noktada huzuru yakalamak için aracı bir kenarda durdurup maviye koşmak gelir içimden. Ama artık pek değil. Eskiden sadece altın kumları görünen bu sahillerde şimdi büyük otel inşaatları yapılıyor. İnşaatı bitmiş lüks oteller, hizmet vermeye başlamış. Pırıldayan kumları ve berrak denizi olan fakir ülkenin zengin yatırımcıları buradadır. Lüks otellerin sahipleri ya Ruslar, ya da Türk işadamlarıdır. Müşterileri ise Almanlar, Türkler, Slav ülkelerinden gelen turistler, çok azı da Bulgarlardan oluşuyor. Oteller güzel, yeni donanımlı, temiz, lüks. Fakat tüm bu kaliteye rağmen hizmet kalitesi çok düşük, yani demek istediğim otel personelinin sunduğu hizmet çok kötü. Personel, Bulgarlardan yani ülke insanından oluşuyor. Bulgarlar iyi insanlardır fakat çalışma konusunda sabit fikirdedirler. Aslında komünist yaklaşımla sürdürdükleri hayatlarına tekdüzelik hakim olmuş. Her şey aynı, değişikliklere imkan yok. Eğer bir müşteri özel olarak odasının temizletilmesini istiyorsa, personel buna aldırış etmez, her zamanki temizlik saatinde gider ve işini aynı kurallar çerçevesinde yapar. Anlatmak istediğim müşteri memnuniyeti sıfırdır.
Ülke insanın hizmet konusunda tekdüze olması aslında devlet rejiminin suçudur. Kurallar aynıdır, değişmez. Doğduğum bu ülkede yaşadığım dokuz senede sosyalizmi gördüm. Sabah dokuz akşam beş olmadan biten mesailerle çalışan insanlar, eşit ekonomiye sahipti. Maaşlar aynıydı, giysiler aynıydı. Okuldaki çocukların ayaklarında hep aynı ayakkabılar vardı. Kimse kimseden üstün değildi. Ancak Türkler, Osmanlı torunları, farklı din ve kültüre mensup olduklarından açık açık fark ettirilmese de ayrıcalık görüyorlardı. Çünkü, Bulgar topraklarını iki yüz yıl kadar elinde tutan Osmanlıyı sevmezlerdi. Türkler, daima toprakla uğraşan köylüler, kasabalarda ve şehirlerde ikinci sınıf çalışanlar olmuştur. Şoför, temizlikçi, hizmetli, fabrika işçisi vs. 1985 yılları sonrası Türklere daha fazla haklar tanınmış, hemşire, doktor, öğretmen olabilmişlerdi. Fabrikalarda, mağazalarda, lokantalarda çalışan Türklerin 1989 yılında göç etmesi ile birçok işletme kapandı. Çünkü işçi gücü göç etmiş, bitmişti. Göç, ülkenin ekonomisini eksi seviyelere düşürdü. İşçi sınıfı kalmayınca işletmeleri kendileri tekrardan kurmaya çalıştılar. Fakat bazıları başarısızlıkla sonuçlandı, kapandı. Çünkü hizmet konusunda bilinçsizdiler. AB üyeliğine girdiklerinde ekonomi biraz canlandığında bile hizmet konusunda ne kadar yetersiz olduklarını gördük. Örneğin, hediyelik eşya satan bir mağazaya girdiğimde mağaza sahibi yerinde oturur, beni karşılamaz. Beğendiğim bir şeyi satın almazsam dokunamam. Öyle evirip çevirip bakmak, dokunmak, denemek yasak. Satın almadığım bir şeye dokunduğum bir gün yargılayıcı gözlerle karşılaşmıştım. Bir kafeteryada oturup yemek yiyeceğinizde verdiğiniz sipariş saatler sonra gelirse hiç şaşırmayın. İstersen bekle ve ye, istersen bekleme ve aç kal! Anlatmak istediğim de bu, müşteri memnuniyeti sıfır. Bu durumun sebebi, rejimin kabul ettirdiği kurallarla büyüyen insanların tekdüze fikirleri…
Türklerin durumundan bahsetmişken, sessiz ayrımcılığa rağmen mutluydular. Çünkü Bulgarlarla aynı hayat standartlarına sahiptiler. Hepsinin bahçeli evi vardı. Bağları, bahçeleri, toprakları, bazılarının koruları bile vardı. Arabaları, hayvanları vardı. Dini bayramlarını pek yaşayamasalar da düğünler büyük bayram havasıyla kutlanırdı. Dini bayramlar gizli yapılırdı çünkü komünizmde din yoktu. Bu sadece Türkler için geçerli değildi. Ülkede yaşayan herkes din konusunda kilitliydi. Konuşmak, ibadet etmek, kutlamalar vs. yasaktı. Kiliseler kapalıydı. Dinine düşkün Bulgarların kiliselerin gizli kapılarından kimseye görünmeden girip ibadet ettiklerini hatırlıyorum. Bu kişiler de genellikle yaşlılardı. Çünkü gençler yasaklanan din hakkında çok fazla bilgiye sahip değildi ve gittikçe dinsiz bir hayat yaşıyorlardı. Bulgarların sadece kültürel günleri vardı. Bir de devlet tarihi hakkında kutlanan resmi bayramları. Bu resmi bayramlar iç içe yaşayan halkla birlikte kutlanırdı. Türkler, Bulgarların kültürel bayramlarına ortak olmuştu. Yıllar geçtikçe Bulgarlara ayak uydurup onlarla eşit bir yaşam sürmüşlerdi.
Sosyalist ülkede herkes eşitti. Fakirlik yoktu. Benim tanık olduğum zamanlardan bahsediyorum, fakir olanlar sadece roman-lardı. Onlar da bir şekilde geçimlerini sağlıyorlardı. Herkes eşit haklara sahipti. Çocukların okumasına ve sanata yönlendirilmesine önem verilirdi. Okullar donanımlıydı; ayrı spor salonları, yemekhaneler, kütüphaneler, müzik odaları, laboratuarlar, çocuklar için özel revirler hatta dişçi hizmetleri, okul dışında spor alanları ile birlikte koşu yolları, bahçeler vardı. Özellikle okul binasından ayrı binada olan spor salonları birkaç katlıydı. İlk katında basketbol, ikinci katında tenis vs, üçüncü katında bale, dans için salonlar bulunurdu. Okuyan her çocuğun yeteneğine göre farklı spor dalı ile uğraşması derslerin bir parçasıydı. Yetenekli çocuklar keşfedildiğinde özel eğitimlerle desteklenirlerdi. İlkokul üçüncü sınıfta arkadaşım olan bir kız, masa tenisi derslerinde çok başarılıydı. Türk’tü, ama başarılı olduğu için ayrımcılık dışta kalmış, ülke çapında yarışmalarda okula kazandıracağı madalyalar düşünülerek özel dersler almıştı. Bu kız arkadaşımın adı Safiye’ydi. Safiye, başarısından dolayı daha ilkokul üçüncü sınıfta şehir dışına gidiyor ve başka okullardaki yarışmalarda altın madalyalar kazanıyordu. Fakat göç, başarılarının yarım kalmasına neden olmuştu. Türkiye’ye geldikten sonra beden öğretmeni tarafından desteklenerek Ankara’da eğitimine devam etti. Ekonomik zorluklar, yeterli destek alınamaması, yani sponsor eksikliğinden dolayı kariyerini sonunda terk etti. Çocuklukta kazandığı madalyalar şimdi vitrin rafında tozlanırken, Safiye’nin yeteneği de körelmiş durumda. Bu bana göre küçük bir çocuğun büyük bir hayal kırıklığı…
Ülke kültürel faaliyetlere önem verdiğinden sadece şehirlerde değil, küçük kasabalarda bile konferans ya da sinema salonları vardı. Ben de küçük bir kasabada yaşarken daha birinci sınıfta olmama rağmen sık sık sinemaya gittiğimi hatırlıyorum. Seksenli yıllarda çok fazla seçenek olmasa da Rus yapımı birkaç çizgi film sinema salonunun çocuklarla dolmasına yetiyordu. Bizi sinemaya ailelerimiz götürmezdi. Evimize çok yakın olduğundan kardeşimiz veya arkadaşımızla giderdik. Bu da ülkenin o zamanlarda ne kadar güvenli olduğunu gösterir. Evet, güvenliydi, hırsızlığın ne olduğunu bilmezdik. Evlerin kapıları kilitlenmezdi. Yaz gecelerinde müstakil evlerin bile camları ardına kadar açık olurdu. Ama artık güvenli değil. Yaklaşık yirmi yıldır ekonomik sıkıntılarla boğuşan bu küçük ülke akılları şaşırtan hırsızlıklara şahit oldu ve oluyor. Çünkü halk aç, işsizlik diz boyu. Mecburiyetten bile yapılabilecek hırsızlığın haddi hesabı yok. Öte yandan büyük şehirlerde yaşayan çok zengin kesim. Özellikle aykırı güçler, bunlara mafya deniliyor, ülkenin en zenginleri diyebiliriz. Bu zenginlik alın terinden çok uzak yollarla oluşmuş, üretimin durgunluğuyla kolay yoldan kazanç kapısı olmuş. Bütün bu söylediklerim benim bildiklerim ve düşüncelerim. Ortak olduğum geçmişin sadece birkaç yılından ibaret. Yolculuğumu sürdürdüğüm fakir yolların etrafındaki lüks otellere bakarak anlattıklarım bunlar. İşte bu ülkenin gerçekleri; fakirliğin içinde çok zengin bir yaşam var. Aslında bu durum çoğu ülkenin gerçeği değil midir? Görülmeyen fakir hayatlarla görünen zengin hayatlar bir çatı altında… Yaşamın mı, kaderin mi adaletsizliği bilmem?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Müslüman |
|
Kıyıda susturulmuş bir uğultu var.
Az önce uykusunun en güzel diye tanımlanabilecek bir yerinde rüyasını bıçaklayan adamlar.
Artık adam dediklerimizin çoğunun kimliğinde cinsiyetsiz birkaç nağme çalıyorlar…
…
Senin kulluğun ve benim çocukluk itaatim arasında muhakkak bir bağlantı olmalı.
Ben de sevmediğim kapuskaları yedim, hiç istemediğim tokalarla sıkı sıkıya bağlanmış saçlarımı çözmedim. Sevdiğim bebeklerimin elbiselerini kirletmedim. Eve gecikmedim. Sütümü yarım bırakmadım. Geç uyumadım. Taşa oturmadım. Terlemedim. Çok koşmadım. falan..
…
Şimdi sana bakıyorum. Kalbinde aforoz etmişken inancını yine de hiç secdeden kaldırmıyormuş gibi yapıyorsun başını. Secdeyi kirletiyor başın değil evet ama başının içinde gezinenler. Sen içki içmediğin için sarhoşa küfrünün sevap sayılacağını sanacak kadar Müslümansın.
…
Diyorum ya senin kulluğunla benim çocukluk itaatim arasında bir bağ var.
Ben dışarıda biraz daha oynayabilmek için ses etmeden yiyordum kapuskayı.
Sen de cennete varabilmek için secdeden kaldırmıyormuş gibi yapıyorsun başını
…
Oysa Allah cennete almıyormuş böyle köftehor kullarını
Bir dost uyarısı
Uyar mı
..
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran “PARAYI VERDİ DÜDÜĞÜ ÇALDI” |
|
Bu, Ülker İnce’nin Frances. S. Saunders’ten çevirdiği, önce Doğan Kitapçılık’ın, sonra da Kırmızı Yayınları’nın bastığı önemli bir kitap; alt başlığı zaten her şeyi anlatıyor: Sanat ve Edebiyat Dünyasında CİA Parmağı.
Biliyorsunuz, Berlin ele geçirilene dek, ABD, İngiltere ve Avrupa devletlerinin çoğu SSCB’yle el eledir; nitekim Yalta’da dünyanın paylaşımına da ABD, İngiltere ve SSCB birlikte karar vermişlerdir.
Ama ortaklık 1945’ten sonra usul usul değişmeye başlamıştır; rastlantı sonucu, iki eski Sovyet yurttaşı, Michael Jısselson ile Nicolas Nabokov’un yolları Berlin’de çakışır; ikisi de amansız ortaklaşmacılık (komünizm) düşmanıdır ve ileriki yıllarda bu alanda büyük işler başaracaklardır.
Ancak CİA’nın temeli asıl ünlü General Marshall ile Başkan Truman tarafından atılacaktır; 5 Haziran 1947’de, Avrupa’yı kasıp kavuran soğuğa ve yoksulluğa karşı adından daha ünlü Yardım Tasarısı’nı önerir; Amerika’nın en tanınmış üniversitelerinden Harvard’ın seçkin öğrencilerine şunları söyler:”İstikrarsızlık yaygınlaştı. Bizim bugüne kadar bildiğimiz Avrupa’nın çehresini, özgür insanlığın ve özgür uygarlığın çıkarlarına ters düşecek biçimde değiştirmeye yönelik planlar var. Avrupa ülkelerinin sorunlarını kendi olanaklarıyla çözmelerini beklersek kurtulma olasılıkları olmayacaktır; ekonomik sıkıntılar öylesine fazla, toplumsal rahatsızlıklar öylesine şiddetli, siyasal belirsizlikler öylesine yaygın ki, aynı inanç ve mirası paylaştığımız Batı Uygarlığı’nın tarihsel temeli, Almanya’da yok etmeye çalıştığımız zorbalığın imgesiyle yeni bir biçim alacaktır.”
Onun görüşlerini benimseyen Harry S. Truman birkaç ay sonra şu öneriden bulunur: “Dünya tarihinin içinde bulunduğumuz bu ânında her ulus iki hayat tarzından birini seçmek zorunda. Pek çok durumda, özgür bir seçim olmaz bu. Hayat tarzlarından biri çoğunluğun iradesiyle seçilmiş olandır…İkincisiyse, çoğunluğa zorla kabul ettirilen, azınlığın iradesiyle. Şiddet ve baskıya başvurmak, basın ve radyoyu sıkı denetim altında tutmak, SEÇİM SONUÇLARINI ÖNCEDEN AYARLAMAK, kişisel özgürlükleri baskı altına almak kaçınılmaz hâle gelir. Benim inancıma göre, Birleşik Amerika, silahlı bir azınlığa ya da dışarıdan gelen baskıya boyun eğmeyen ve bu tür girişimlere direnen özgür halklara destek vermelidir. Özgür halkların kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesine yardımcı olmalıyız.”
Bu amaçla, CİA yavaş yavaş örgütlenir, güçlenir; onun işini kolaylaştırmak üzere vakıf ya da başka adlarla paravan kuruluşlar oluşturulur; ve bütün dünyada ortaklaşmacılık denemesi karşısında düş kırıklığına uğramış ya da bu yüzden acı çekmiş bütün Ortaklaşmacı Olmayan Solcu yazar ve sanatçılara çağrıda bulunulur; bunlar arasında Arthur Koestler, David Rousset, Raymond Aron, Rémy Roure, André Philip, Claude Mauriac, André Malraux, Jules Romains, George Altman, André Gide, İgnazio Silone, Guido Piovene, Altiero Spinelli, Franco Lombardi, Muzzio Mazzochi, Bonaventura Tecchi vardı; bu ünlü kişilerle, Waldorf Astoria Oteli’nde bir Konferans düzenlenir; gelenlerin hemen hepsi ABD’yi öven, General Marshall’ın Tasarısı’nı destekleyen konuşmalar yaparlar; tek bir kişi, o sıralarda genç bir yazar olan Norman Mailer, kimsenin kulak asmadığı, çarpıcı sözler eder: “Hem Sovyetler Birliği, hem ABD barış içinde bir arada yaşama olasılığını en aza indirgeyen saldırgan bir dış siyaset güdüyorlar. Analcılık var oldukça, savaş da olacak. Doğru dürüst, eşitlikçi bir toplumculuk kurulmadan barış olmayacak. Bir yazarın yapabileceği tek şey. Bildiği doğruyu söyleyip yazmaya devam etmektir.”
Norman Mailer çok haklıydı elbet; ama Marx’ın dediği gibi, “tarihte olanlar, başka türlüsü olamadığı için öyle oluyor”; bu sefer de öyle oldu; SSCB’ni yönetenler, kendilerinin dışında herkesi kentsoylulukla, küçük kentsoylulukla suçlarken, tarih boyunca sömürgelik yaşamamış, yalnız kendi insanlarının bir bölümünü köle olarak kullanıp çalıştırmış kuşakların torunlarıydılar; ayrıcalık’lardan vazgeçmeyi bilemediler, kendilerine ayrı yazlık evler, mağazalar, türlü kolaylıklar yarattılar; halkın büyük çoğunluğu Sibirya toplama kamplarında çile çekerken, can verirken; Batı anamalcılığının işini kolaylaştırmak üzere, ellerinden geleni yaptılar – hem de bunun toplumculuk olduğuna inanarak!
Bunun tersi, ancak 1959’da Küba’da yaşanacaktı; bir toprak ağasının çocuğu olan Fidel Castro ve arkadaşları, SCCB’de düşülen yanlışları da yakından inceleyip ders alarak, gerçek eşitliği yarattılar, bütün ayrıcalıkları silip süpürdüler; ama bu küçücük ulusun talihi, 400 yıllık sömürgeliğin acısını çekmiş olmak ve onun en çarpıcı simgelerinden ABD’ye karşı savaşmaktı.
Sözü uzatmayayım; Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, sayısız çarpıcı bilgi ve ayrıntıyla dolu öğretici bir kitap.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Emre Şenbabaoğlu |
AND DAĞLARININ KONDORLARI: INTI-ILLIMANI
“El Pueblo unido, jamás será vencido”
Latin Amerika kıtası ve bu kıtada yer alan ülkeler günümüzde gerek siyasal açıdan, gerekse sanatsal ve kültürel açıdan büyük bir direnişin, dik duruşun ve örgütlü toplum yapısının simgesi haline gelmiştir. Sanatın sınıflarüstü olmadığını en büyük çıplaklığıyla Latin Amerika toplumlarında görebiliriz.
Yeni Şarkı Hareketi ve Latin Amerika Müziği
Latin Amerika’nın müzik tarihine baktığımızda bir müzik hareketi çok dikkatimizi çeker. İspanyolcası “Nueva Cancion” olan “Yeni Şarkı Hareketi”, 1950’lerde ve 1960’larda kıtanın güneyinde ortaya çıkmış ve daha sonra kıtanın tümüne yayılmış olan protest bir müzik türüdür. Yoksulluk, emperyalizm, insan hakları, demokrasi, özgürlük, adalet gibi kavramlar bu müzik hareketine dahil olan sanatçıların eserlerinde sıklıkla yer alır.
Hareketin beslendiği kaynaklar da oldukça çeşitlidir. Sanatçılar kıtanın yerli müziğinden, halk müziğinden, İspanyol ve Küba müziğinden yararlanarak özgün bir hareket oluşturmuşlardır. Kullanılan müzik aletleri arasında Aymara dilinde “siku”, İspanyolcada “zampoña” olarak geçen panflüt yer almaktadır. Peru, Ekvador, Şili, Bolivya ve Arjantin'in kuzeybatısında yaygın olarak kullanılan “siku”, sazlık kamışlardan yapılan borucuklardan oluşmaktadır. Yine bambudan yapılan, Peru ve Bolivya’ya özgü bir flüt olan quena, Güney Amerika’ya özgü telli bir çalgı olan charango ve gitar kullanılan diğer yerli müzik aletleridir. 1973’de General Pinochet Salvador Allende’yi askeri bir darbe ile devirdikten sonra bu And sazları Yeni Şarkı Hareketi’ni baskı altına almak için yasaklanmıştır.
Yeni Şarkı Hareketi içinde birçok tanıdık sanatçı bulunmaktadır. Arjantin’den Mercedes Sosa; Şili’den Pinochet rejiminin işkence ederek öldürdüğü efsanevi sanatçı Victor Jara, Inti-Illimani, “Gracias A La Vida” şarkısıyla tanınan halk ozanı Violeta Parra, askeri darbeden sonra yurtdışına çıkmak zorunda bırakılan Quilapayun; Küba’dan Carlos Puebla; Meksika’dan Oscar Chavez; Brezilya’dan Gilberto Gil bu hareketin içinde yer alan sanatçılardan bazılarıdır.
Yeni Şarkı Hareketi’nin kıta dışında da etkileri olmuştur. İspanya’da da bu akıma ait sanatçılar ortaya çıkmıştır. Türkiye’den “Yeni Türkü” grubu da bu yazıda özel olarak inceleyeceğimiz Inti-Illimani’den etkilenmiş ve gruplarının ismini “Yeni Şarkı”dan esinlenerek koymuşlardır. Yeni Türkü’nün 1979’da çıkartmış olduğu “Buğdayın Türküsü” albümü bu hareketin etkilerini taşımaktadır. “Buğdayın Türküsü” şarkısının sözleri de zaten Şilili büyük şair Pablo Neruda’ya aittir.
Inti-Illimani
Latin Amerika’nın sistem karşıtı müziğinin temelleri işte bu harekete dayanmaktadır ve kıtadaki ülkelerin sanatçıları bu kültürden beslenmektedir. Inti-Illimani bu hareket içerisindeki en önemli müzik gruplarından birisidir ve 1967 yılında Santiago Teknik Üniversitesi’nde okuyan öğrenciler tarafından kurulmuştur. Grubun adı Aymara dilinden gelmektedir. Inti, İnka mitolojisinde güneş tanrısıdır. Illimani ise And Dağlarında yer alan bir dağın adıdır ve bu dağ Bolivya’nın en yüksek ikinci dağıdır. Grubun adı ise “Illimani Dağının güneşi” anlamına gelir.
Bunun dışında Illimani kondor-And kondoru- anlamına da gelmektedir. And kondoru, And Dağları bölgesinin mitolojisinde önemli bir yer tutan yırtıcı bir kuş türüdür. Ayrıca And kondorları Arjantin, Bolivya, Ekvador, Kolombiya, Peru ve Şili’nin ulusal sembolüdür. Bu durumda Inti-Illimani “güneşin kondorları” olarak da adlandırılabilir.
Inti-Illimani grubunun isim olarak Inti ve Illimani’yi seçmesi yaşadıkları toprakların tarihi ve mitolojik mirasına sahip çıktıklarını göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır. Aynı sahiplenmeyi “Simon Bolivar” söz konusu olduğunda da rahatlıkla görebiliriz. Bu da evrensel anlamda dünya halklarına hitap etmenin ilk önce kendi kültürüne sahip çıkmaktan ve bu kültürden beslenmekten geçtiğini göstermektedir.
Aymaralara kısaca değinmek gerekirse onlar da Güney Amerika’nın yerli kavimlerinden biridir ve Bolivya, Peru, Şili, Ekvador gibi ülkelere yayılmışlardır. 2006’da Bolivya devlet başkanı seçilen, Sosyalizme Doğru Hareket (Movimiento al Socialismo) Genel Başkanı ve Koka çiftçi hareketinin lideri Evo Morales de Aymara asıllıdır.
Pinochet Sonrası Inti-Illimani
Inti-Illimani grubu da 1973 yılında Pinochet’in darbesinden nasibini almıştır. Darbe sırasında yurtdışında olan grup, darbeden sonra 14 yıl boyunca Şili’ye dönememiştir. Bu süre içinde gruba İtalya evsahipliği yapmıştır. Aynı şekilde başka bir Şilili grup Quilapayun da darbeden sonra güvenlik nedeniyle Fransa’ya sürgüne gitmek zorunda kalmıştı.
Pinochet rejimi sırasında direnişin simge şarkılarından biri haline gelen “El Pueblo Unido Jamás Será Vencido” darbeden sonra yurtdışına kaçma zorunda kalan Şilili besteci ve piyanist Sergio Ortega tarafından yazılmıştır ve “Birleşmiş Halk Asla Yenilmeyecek” anlamına gelmektedir. “El Pueblo Unido Jamás Será Vencido”nun Türkçe sözleri şöyledir:
Birleşmiş halk asla yenilmeyecek!
Ayakta söyleyeceğiz zafer şarkımızı
Çekildi Birliğin bayrakları
Ve sen benimle yürüyeceksin
Böylece göreceksin kendi şarkının,
Kendi bayrağının nasıl çiçeklendiğini
Kızıl bir şafağın aydınlığı
Gelmekte olan yaşamı müjdelerken
Yürüyeceğiz, halk kazanacak zaferi
Daha iyi olacak hayat
Mutluluk bizim olsun diye
Binlerin çığlığıyla yükselen kavga
Özgürlük şarkısını söylüyor
Kararlılıkla, vatan kazanacak
Kavgada başkaldıran halk
Haykırıyor şimdi, ileri!
Birleşmiş halk asla yenilmeyecek!
Tüm vatan birlik içinde
Ayaklanacak kuzeyden güneye
Maden yataklarından
Güney ormanlarına kadar, birlikteler
Çalışırken de savaşırken de
Kaplayacaklar tüm vatanı, Adımlarıyla
Haber veriyorlar gelmekte olan
Ayakta söyleyeceğiz şarkımızı,
Halk kazanacak zaferi
Milyonlar görüyor gerçeği
Öyle yaman bir tabur ki çelikten sanki
Hak ve adaleti taşıyacak elleri
Kadınlar da burada, tüm cesaretiyle
Sen de buradasın, bir emekçinin yanında
Şarkının sözleri dikkatli okunduğunda, “halk”, “vatan”, “özgürlük”, “adalet” gibi kavramlar göze çarpar. Bu da Latin Amerika sosyalizminde vatanın emek, özgürlük, adalet gibi kavramlardan ayrı tutulamayacağını göstermektedir. Türkiye’de bir kısım sözde sosyalistin görmek istemediği vatan mücadelesinin önemini Latin Amerika halkları yıllar önce keşfetmiştir. Yani Latin Amerika müziği bize, emek ve özgürlük mücadelesinin aynı zamanda bir vatan mücadelesi olduğunu söylüyor. Benzer sığlığı Latin Amerika’yı sömürgecilikten kurtaran devrimci önder Simon Bolivar’ı sahiplenip, Türkiye’nin devrimci önderi Mustafa Kemal’e sırt çeviren anlayışta da görebiliyoruz.
Grubun İkiye Ayrılması
2001 yılında gruptan ayrılarak bireysel olarak çalışmalarını sürdüren grubun kurucularından gitarist Horacio Salinas, gruptan ayrılan diğer üyeler José Seves ve Horacio Durán ile birlikte 2005 yılında “Historico Inti-Illimani”yi kurdu. Jorge Coulon ve Marcelo Coulon’un yer aldığı grup da Inti-Illimani olarak kaldı. Böylece “Tarihsel Inti-Illimani” ve “Inti-Illimani” olmak üzere iki grup ortaya çıktı.
Her ne kadar iki grup ortaya çıkmış olsa da, Inti-Illimani sadece Latin Amerika halklarının değil tüm ezilenlerin sesi olmuştur ve birleşmiş halkın yenilmeyeceğini zihnimize kazımıştır. Selam olsun yeni şarkı hareketinin sanatçılarına ve And dağlarının kondorlarına!
Emre Şenbabaoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
“Yolda…”
Buket Uzuner’in “Yolda” adlı kitabı var elimde. Yazarın yolculuklarını ve yolculuk boyunca yaşadığı maceraları anlatan kitabının 60 sayfasını bir solukta okuyuverdim bugün.
Neler yoktu ki kitapta, Amerika’dan tutunda Japonya'dan, Madrid Limuzin’inden tutunda, Berlin Treni’ne kadar daha birçok şey...
Yazarlığın, en büyük becerisi olan, gözlem gücünü, çok iyi kullanmış Uzuner bu kitapta. Tabii sadece gözlem gücünü değil, bununla beraber gelen, not alma alışkanlığını da.
Bütün yazarların kitaplarında vardır bunlar. İyi baktığınız zaman, onun ne kadar da dikkatli bir insan olduğunu fark edersiniz hemen. Bir de kâğıt kalem vardır tabii ki. Her yazarının yanından ayırmadığı. Biraz daha profesyonel olanlarda ise, iyi bir ses kayıt cihazı ile fotoğraf makinesi de vardır.
Özellikle, gezi notları yazanlar, fotoğraftan asla vazgeçemezler.
Zaten, bir insanın, sadece yazı yazarak, kuru kuru bir yazar olması beklenemez. İyi bir yazar olmak için, resimden, müzikten, fotoğraftan ve derin bir tarih birikimden faydalanır insan. Çünkü bütün bilim dalları birbiriyle bağlantılıdır.
Bir yere giderken oranın, iklimi hakkında bilgi edinmeden yola çıkarsanız ya çok yanarsınız ya da donarsınız. Bu da coğrafya bilgisi ile alakalıdır.
Özellikle, yabancı turistlerde dikkat ettiğim en güzel olgu, tarih bilgisinde ve araştırmada hazırlıklı olmaları. Ellerinde haritaları, sırtlarında kocaman çantaları, belki de bizim daha önce hiç dikkat etmediğimiz yerleri inceliyorlar. Bizim gibi sadece bakıp geçmiyorlar. Görüyorlar da.
Kitapta ilgimi çeken bir şey de, bölüm sonlarına konmuş olan, yemek tarifleriydi. Kushi Age, Bademli Mahimahi Balığı, Pancake bu yemeklerden bazılarıydı. Hepsi de yapıldığı ülkenin özelliklerini taşıyan, milli yemeklerdi.
Bir ülkeye gitmek, sadece o ülkenin sokaklarını gezmek, müzelerini görmek değildir. Oranın kıyafetleri, yiyecekleri, içecekleri de oranın kültürüdür. O ülkeyi tanımak için onların da tadılması gerekir. Buket Uzuner bu kitabında, yemeklerden bahsetmeyi bırak, tariflerini vererek, büyük bir jest yapmıştı bize.
Aynı şeyi öbür yazarlarda yapsaydı, kim bilir ne zengin bir yemek menümüz olurdu.
Kitap, yazarın daha önce okumuş olduğum, “Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları”nda ki gibi çok renkli hayatları anlatıyordu. Anlatmakla da kalmıyor, bizi o diyarlara alıp götürüyordu. Bu yönüyle canlı, albenili, güncel ve merak uyandıran bir kitaptı. İçine konulan tariflerle de, tadına tat katmış, çok lezzetli bir çeşni olmuştu.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
İÇ SESİMLE KONUŞMALAR
Değerli dostlar, aşağıda adını anmayacağım bir zat-ı muhteremin düğünde.......Haydaaa! düğün nereden çıktı yaaa....Allah mı söyletiyordur, nedir? Çok önemli bir günde ayna karşısında kendi iç sesiyle yaptığı konuşmalar var.
Bakalım kim olduğu konusunda ne gibi tahminler yürüteceksiniz? Aman ha, sakın ha...... Biliyorsunuz ki bizim hikayelerimiz hep Uranüs isimli gezegende geçmektedir. Zinhar şu içinde yaşadığımız Dünya isimli yuvarlakla bir ilgimiz, alakamız yoktur yani!!!!
Lütfen, reca ederim uygunsuz tahminler de bulunarak benim dertsiz başımı derde sokmayınız.......
Bakalım bir ademin kendi iç sesiyle konuşması nası bi şi oluyormuş. Derin psikoljik çözümlemelerinizi bekliyorum efendim.......
“ Hımmm, erkenden kalkmakla çok iyi yaptım! Son bir kez daha şu aynada kendime bakayım bakalım.”
Sultanıııım, bu elbiseye bu kravat çok da olmadı yahu.....Acaba kravat takmayarak, balıkçı yaka kazakla bir halk adamı görüntüsü versem, daha iyi olmaz mı diye de düşünüyorum sen ne dersin!
Hah, bence böyle daha iyi oldu.... Bu ceket pantolonun altına şu ayakkabıyı da giydim mi, tamam işte.......Tam halk adamı lider gibi oldum! Bence bu görüntüyü yer herkes diye düşünmekteyim. Tamam canım, ellerine sağlık, çok iyi oldu billa böyle....
“Evveeet, işte tam da benim gibi olmalı, muhalefet partisinin genel başkanı. Çok uzun sürmeyecek bu günler biliyorum, yakında hem iktidar partisinin genel başkanı olacağım hem de başbakan.
Yakışırım yav ben bu koltuklara......
Neyse şimdi bugünkü öncelikli konumuz parti içindeki şu kemikleşmiş Kemalist arızaları mümkün olduğunca bertaraf etmekte. Olmazsa uzlaşmakta.......Baktım iş geçen Kurultayda olduğu gibi gene zora giriyor, başlarım yine her zaman olduğu gibi üç beş cümlede bir Atatürk demeye. Geçen sefer yedirdik, bu seferde yediririz nasıl olsa.....
Bu taban da ne tabanmış be.... Uğraş dur, kaç dönemdir bir türlü yola gelmediler..... Allahtan içlerinde takım tutar gibi parti tutan, bütün genel başkanlara eyvallah çeken, ‘bizim başkan neyler, neylerse güzel eyler!’ diyen bir sürü dangalak var da durumu kurtarıyoruz. Yoksa işimiz çok zordu anasını satayım.....
Ulan bana bodoslamadan bindiren milletvekili bile var be!!!!
Bana, başkana olacak iş mi...., ? Buna şey demek lazım; “Şehrin Mersin, dikkat et yavrucuğum gidersin tersin tersin...”
İktidar partisinin başının söylediklerine karşı çıksın birisi hele, mümkün mü? Kim cesaret edebilir ki böyle bir şeye..... Ama bizim partide sazı eline alan istediği notayı çalmaya kalkıyor anasını satayım. Acemi Genel Başkan görüntüsü mü veriyorum, nedir???
Sağdan soldan o kadar adam devşirdik, önemli koltuklara oturttuk, Parti Meclisinde ağırlığı bizim tarafa doğru yonttuk, neler neler söyledik bunlara, ama bu kafayı Kemalizm’le bozmuş olan takımı bir türlü yola getiremedik.
Bizim Mesev olsa, böyle mi yürürdü bu işler. Sıkı mı orada birisi çıkacak da anti-amerikancılık yapacak, bağımsızlık falan filan.....Oyarız valla adamı.
Ama neylersin burası böööle bi parti işte. Yok parti içi demokrasiymiş, yok şuymuş, yok buymuş. Yerim ulan ben o demokrasiyi......Tüzük, tüzük dediler biz ne dedik? ‘Sıkıyorsa büzük, yaparsın istediğin gibi tüzük.’ dedik! Koyduk oraya bir çarşaf liste maddesi, çaldık ağızlarına bir parmak bal. Hemen arkadan da ‘Çarşaf liste uygulamamanın 101 yolu’ diye best seller kitap yazdık anasını satayım. Al sana parti içi demokrasi, yersen!
Ulan şu Ulusalcılar fena yükleniyorlar ha, parti içindeki önemli zevat arasında da varlar bu meretler kardeşim. Yoksa her şey ne güzel güllük gülistanlık olacak.....
Kara çarşafa rozetler takıp, türbana eyvallah abilerim ablalarım deyip, dincilerden ne güzel oy kapacaktık......Bu sefer de, bu hıyarlar ‘Öyle olursa biz vallahi kendi partimize oy vermeyiz!’ demezler mi? Parti üyesi olupta oy vermeyenleri bir tespit edelim, oyarız vallahi. O dakka partiden atarız anasını satıyım. Görürsünüz o zaman sözde sosyal demokrat parti, nasıl Stalinist parti oluyor.........
Bu çarşaf işini bağlayan genç kardeşim iyi, güzel de, bir de arada Genel Başkanlığa oynuyor ayaklarına yatmasa çok daha iyi olacak vallahi, neyse tatlı sert onu da idare edip gidiyoruz işte.......
Amma velakin bu Kemalistler zamk gibi..... Partiden atsanda kurtulamıyorsun ki! Tutturmuşlar burası Atatürk’ün partisiymiş de, kim kimi nasıl atarmış da......Hikaye tabii...Dayadın mı kapı gibi disiplin kurulu kararını, haydi yallah!
Bir de demezler mi ‘Yok, asıl Örgüt bir adamı atarsa, o zaman....’ görürmüşüz günümüzü. Atılmak nasıl oluyormuş, falan da filan. Attıklarımız da gitmiyorlar ki gene mahallelerde, kahvelerde kene gibi yapışmışlar, partinin içindeler......
İnönü’ye verip veriştirilmesine hiç ses çıkarmadık, arada çaktırmadan biz de verip veriştirdik, Seyit Rıza filan dedik..... Nerede nümayiş varsa oralardan bucak bucak kaçtık. Gençlik kollarından sözümüzü dinleyeceklere ‘Aman ha, sakın ha..... sessiz olun, çıkmasın sesiniz soluğunuz.... Öyle miting, yürüyüş filan sizin gibi delikanlıları bozar, uslu durun. Uzaktan seyredin gitsin’ dedik......
Genede birilerinin zoru ve arkadan ittirmesiyle 29 Ekim’de kendimizi anarşistlerin içinde bulduk anasını satıyım......
Neyse, artık en azından bu Kurultayda bunlardan üçünü, beşini daha temizlersek böyle böyle akıllı uslu bir neo Parti yaratıp, okyanus ötesine de biraz yanak manak verirsek biraz Pentegon’da koltuk çıkacak artıkın, ismi lazım olmayan birileri ile de anlaşarak ve de gül gibi koltuklarını kendilerine bırakarak, suyu ısınan tepedeki dingildekleri devirip iktidar oluruz.
Bence tıpkı okyanus ötesi gibi, yavaş yavaş ve sindire sindire giderek ilerlersek, acele etmezsek hata da yapmazsak, kesin iktidar oluruz abi. O zamana kadar nasıl olsa Suriye işi de hallolur, geriye bitek İran kalır....Eeee bakar oda, dört bir taraf kuşatıldı sessiz sedasız beyaz teslim bayrağını çekerek sırtını Ruslar’a döner. Böylece BOP olur, GOP! Bölge de olur, güllük gülistanlık! E bu arada Büyük Kürdistan olayında da ‘Kangren olmuş yılların sorununu bizim partimiz çözüyor ayaklarına, öyle bir cila çekeriz ki, Kemalistlerin çatlak ve cırlak seslerinden başkası çıkamaz ve böylece her şey yoluna girer!. En azından bi iki dönem de biz bu işi götürdük mü ondan sonra geri dönüş yok zaten.
Dincilerle sarmaş dolaş, demokrasi ayağına iyice dincileşen bir toplumda isteyen elitler kendi kapalı gettolarında istedikleri haltı yesinler, kendileri bilirler. Mesela ver TV’lerden damardan uyuşturucuyu...... Alın size küresel ekonomi, küresel demokrasi... bozdurun bozdurun harcayın. Sonra da istediğiniz kadar yırtının yok ‘Bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’ imiş....Hadi ya....Çoktan modası geçti bu işlerin, çoktaaaan. Şimdi hepimiz birbirimize öyle bir göbekten bağlandık ki, ayırabilenin alnını karışlarım vallahi.......
Neyse yaaa, neyse ne.....
Bu kadar da uzun vadeli hayaller kurmaya gelmez bu ülkede......Yarın birgün ne olacağı hiç belli olmaz vallahi!
Onun için öncelikle bugünkü şu Kurultayı bir atlatalım hayırlısıyla, yeniden genel başkan seçilerek. En azından birkaç Kemalisti daha parti içi önemli koltuklardan çöp sepetine atabilirsek kar kardır diyip yolumuza devam edelim......
Ne diyorlardı futbolseverler? Hah buldum! ‘Önümüzdeki maçlara bakıcaz artıkın.....’
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Funda demir attı yağız oğlan |
|
Funda demir attı yağız oğlan,
sözlüsü aklına geldi;
eğilip karıncaları dinledi:
Arşimet’in bulamadığı kaldıraç,
alnının ortasından geçer;
hamurun sağlam karılmış senin,
dünyâyı yerinden oynatacak kaderin.
Gölgesinden ağır olmayan bir yürekle insan,
nereye gider sanırsın, bir bak;
kale komutanı da düştü.
Canı tatlı olanların kalesi,
hangi fırtınadan sağ çıkar?
İmge arsızı gönüllerin tutsağı,
adâlet tanrıçasına yakarır;
nöbetçi sevinçler mesâisinde;
hapislik çeker, dillenir.
Kurşunun bitinceye kadar savaştın,
sonuncuyu kendine sakladın.
Bir geceyi daha sensiz batırdın;
serde devrimcilik var, belâya müebbet.
Ayrılık vakti yaklaşırken,
durmak bilmeden söze boğuldun;
korku değildi bu, şafağa özlem.
Usulca aralandı toprak,
astı gölgesini bir yiğidin;
karanlığa karıştı ardınca.
Çarık suratlı bir baykuş,
kafasını baltaya vurur;
kendi sesinden mustarip.
Varlık bağını çözen ellerin,
binlerce amacı birbirine bağladı;
her dem buna hazırdı da yüreğin.
Ecele îtiraz sökmez,
kolaya da tâlip olunmaz.
Ferman buyruğunu işler;
çifte candarma kurşunu,
sevdânın sırrını yazdırır.
Niyetini hoş tut sen;
şeytan yamağı, bereket getirir;
duâ ister sonra, kendini buna zorlar.
Gözlerimin içine bir bak;
belânın eşliğinde hayat,
her ânı bir hayâl gibiydi;
bahsi bile şâirleri tövbeye getirir.
Döküldü ağzından son sözler:
Âlem denilen bu karanlık çukur,
geriye bıraktığımız birkaç güzel anıdır;
yiğitlik sevdânın nişanıdır.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
FARKLI BİR SES
Benim güzel ülkemin insanları;
Depremden sonra jeolog,
Krizden sonra ekonomist,
Savaştan sonra hümanist oluverir.
Ve her zaman şikâyetçidir bir şeylerden…
Yeni gelenden, Ya da bir öncekinden,
Şikâyetçidir ilgisizlikten.
Şikâyetçidir işsizlikten.
Ama sorgulayamaz bilgisizlikten.
İşte tam da bu yüzden;
Trajedilere en uygun sahadır ülkem.
Etnik köken konusu tartışılırken siyaset meydanında,
Eylemlerde kimlik arar gölgeler.
Yozlaşan bir önderin ateşli konuşmasında,
Tepeden tırnağa buz tutar gövdeler.
Ve gün batımına doğru dağılır insanlar
Dağılır umutlar, dağılır kara bulutlar.
Şehrin üstüne karanlık çöktüğü vakit,
Farklı coğrafyalarda,
Farklı ideolojiler yeşerir.
Oysa farklılıklara tahammül yoktur.
Tek sorun sevememiş olmamızdı.
Farklı bir sesi,
Farkı bir müziği,
Farklı bir evlilik törenini
Farklı bir coğrafyada ki
Farklı bir yaşamsal faaliyeti…
Oysa ne çok ortak noktamız vardı.
Ödeneklerin yetersiz kaldığı,
Can borcumuz vardı.
Büyüklerin anlatamadığı,
Namus borcumuz vardı.
Sütçü İmamlarımız vardı bizim.
Bir de Hasan Tahsinlerimiz.
Gökte birdi Allah. İnançlarımız birdi.
Gezindiğimiz yeryüzü, üstümüzdeki kubbe birdi.
Şimdi ne oldu da bu değerler yitirildi?
Mesut İlkay YANIK
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|