|
|
|
Editör'den : Ama hepsi bu kadar!.. |
Bazen öyle beklenmedik olaylarla karşılaşıyor ki insan, nasıl tepki vereceğini bile şaşırıyor. Fransa'da öldürülen pkk yönetici kadrosunun cenazelerinde çıkması muhtemel olaylara kulak kabarmışken, daha 1 gün önce okuduğu haberleri "Kimselere randevu vermeyin..." diyerek kapayan yılların gazetecisinin ani ölüm haberini alabiliyor insan. Hayat böyle bir şey, bugün varım, yarın var mıyım yok muyum kestirmek olanaksız.
Bir beyanatında "Yaşarken ne kadar sevildiğimi gördüm ya artık ölsem de gam yemem." demiş Birand. Öyleyse şanslıymış gerçekten. Biz arkasından methiyeler düzmeyi seven, yaşarken birşey demese bile sessiz kalmayı tercih eden bir milletin çocuklarıyız zira. Zaman, onu ebediyete yolcu ederken susma, saygı gösterme zamanı. Sempatik kişiliği, işine aşırı sevgisi ile yanında çalışanlara, onunla dost olanlara olumlu anlamda, pek çok değer kattığına şahit oluyoruz hep birlikte. Dün geceden beri mikrofonlarda tek bir aykırı ses çıkmadı hakkında. Oysa biliyoruz ki, seveni kadar sevmeyeni de olan bir gazeteciydi. Kendiyle dalga geçmeyi başarabilmiş olması, etrafına yaydığı pozitif enerji, hatalarını örtbas etmeye yetmiş anlaşılan. En azından şimdilik.
Ürettiği başarılı işlerin ardında olup bitenleri konuşmak için de henüz erken. Ancak, son 10 yıldır memleketimde yaşananları yok sayıp, daha 3 gün önce "apoyu bir partinin başında Meclis'te görmek isterim" dediğini unutmak ne mümkün. 28 Şubat'ın mağdurlarıyla aynı kaderi paylaşıp onlarla birlikte Allahın "Yürü ya kulum" dediği usta gazeteci Birand için şu an söyleyebileceğim tek şey "Allah rahmet eylesin, sevenlerinin başı sağolsun." ama hepsi bu kadar. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KALBUR SAMAN İÇİNDE -1 |
|
Şarkıları Dönülmez Akşamın Ufkunda sonlandırmadan az önce Fikrimin İnce Gülünde biraz dolaşmıştık. İbrahim Ustanın eşi çıkıp gelmese belki başka şarkılara da uğrayacaktık. Gülay içeri girip çalıp söyleyenlerden özür dileyerek “Çocuğun dershanesinden çağırmışlar. Veli toplantısı varmış. İbrahim’in bir saate kalmadan orda olması lazım, ”dedi. Üstelik imzalı, mühürlü kâğıt bile göndermişler. Mademki hem imza, hem mühür vardı. Mutlaka gitmek lazımdı. Her tarafı tutkal kokan, boya kokan, ardıç, çam, gürgen kokan dükkândan çıktığımızda akşama yakındı. Eve gitmeden Yalı’ya uğramak için en uygun zamandı. Bir saat sonra liman sakin, sular yorgun, deniz önce lacivert, günbatımına doğru leylak rengine dönerdi. Bunu hayatta kaçıramazdım.
Çiçek Abbas liman dairesi önünde yere serdiği karton kutuların üzerinde oturuyordu. Birasını çoktan açmış, alaca bir köpekle konuşuyordu. Selam verdim, aldırmadı. Öyle koftiden selamlarla uğraşmayacak kadar uzun zamandır sokaklarda yatıp kalkıyordu. Ya kaldırımın üzerinde, ya da teknelerdeki ağların üzerine kıvrılıp kalıyordu. Sarhoş olmadan zaten uyuyamazdı. Ne zaman sızıp, bedeni alkole teslim olursa o zaman uykuya dalardı. Kuru kuru selam yerine iki şişe bira alsam. Yada bir küçük votka… Bak nasıl selamım birden anlam kazanırdı. Ama o zaman ben kendimi suçlu hissediyordum. Bizim yüzümüzden böyle eziyetle yaşıyor, buna biz sebep oluyoruz diye düşünüyordum. Neyse ki onu hiçbir zaman yalnız bırakmayan adamları vardı. Bizim gibi kıytırık adamlara ihtiyacı kalmıyordu.
Göktepeli İbo’yu selamlayıp yürüdüm. Daha on metre bile gitmemiştim Atkestanesinin altında Sarı Ziya ile karşılaşıverdik. Artık o da limanın müdavimleri arasına katılmıştı. Yedi metre uzunluğunda bir kayık almış. İşte onunla ilgileniyormuş. Teknenin ilgilenecek nesi var. Yer bulup limana bağladıysan senden güzeli yok. Hevesi tazeyken başka olur ama bilirim. Gider günde birkaç kere tekneyi kontrol edersin. İpleri gevşemiş mi, çapası sağlam mı? Bakarsın. Bir iki kova su vurup tahtaların arasını sıkılaştırırsın. Açıldıysa brandasını örtüp iplerle karşılıklı iki ıskarmoza bağlarsın. Sarı Ziya postaneden emekli olalı birkaç ay oldu.
- Keşke günüm dolduğunda bıraksaymışım. Şimdiki aklım olsa bir gün bile fazla çalışmam. Emeklilik gibisi yokmuş kardeşim.
- Ne mutlu sana. Bazıları emekli olunca can sıkıntısından kurtulamıyor. Erkenden Tahtalıköye gidiveriyor.
- Niye canım sıkılsın. Biliyorsan dövüş horozlarım var. Bir de tekne. Nasıl akşam olduğunu bile anlayamıyorum.
- Helal sana, işte böyle olmalı insan. Neşeli olmalı. Etrafına pozitif enerji yaymalı.
Son kez birbirimizin elini sıktık. İyi günler deyip gülüşerek ayrıldık. Çay bahçesinin ortasındaki çınar ağacının altındaki boş masaya geçtim. Mükremin beni görünce çayımı kaptı geldi. Halimi hatırımı sorarak çayımı masaya bıraktı. Mükremin böyledir. Bütün müşterileri tanır. Ne sevdiklerini, çaylarını kaç şekerli aldıklarını ezbere bilir. Tavşankanı çayımı yudumlarken etrafıma baktım. Kahvenin bahçesinde okey oynayanların hepsi tamamdı. Torunlarını gezdiren getiren yaşlı teyzeler, balık muhabbeti yapan tekne sahipleri, gözünü gazetesinden ayırmadan saatlerce oturanlar da bir tamam yerindeydi. Sabah aynı fabrikaya işe giden servis yolcuları gibiydik. Herkes tanıdık, herkes sanki günler öncesinde ayırttıkları masalarında gibi ve herkes hayatından memnun. Resimde alışılmadık tek figür Dolaşık Cemil’di. Üstelik yanında fıstık gibi bir sarışın vardı. Kalın yapılı, uzun boylu, güzel sarışın kaş, göz bakımından Rus, fiziki bakımdan tam bir Türk Lokumuydu. Kıskanmadım desem yalan olur. Bir kerecik olsun, sadece bir kerecik böyle bir kadın çıkıp gelsin. Benim masama da otursun. Dişimi kırmazsam eşeğim.
Dolaşık Cemil her mahallede, her sokakta, her kasabada olmazsa olmaz tiplerden biridir. Her boyaya boyanır, her türlü yalanı ikirciksiz söyler. Ne yapar eder mutlaka haftada bilemedeniz en geç ayda bir karakola yolu düşer. Hangi taşı kaldırsan altından çıkar. Yine de itibarı dimdik ayaktadır. Her mekânda bir adamı vardır. Çünkü bu yamuk tiplerin kendilerine özgü bir bağlılıkları vardır. Bu kadar güzel bir sarışın Dolaşık Cemil’in masasında oturuyorsa kalıbımı basarım ki arıza bir durum vardır. Sarışın kadın yazın gününde ayak bileklerinden daha yukarıya uzanan süet botlar giymişti. Arkası renkli taşlarla abartılı biçimde süslenmişti.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Şaka gibi |
|
Neredeyse her günümüz “Şaka gibi” haberlerle geçiyor. “Şaka gibi” yatıyoruz, “Şaka gibi” kalkıyoruz. Zaman sanki “Şaka gibi” akıp gidiyor. Bazen dozunu arttırıyor, sulu mu sulu bir hale geliyor yine aldırmıyoruz. Oysa; ardında hep birlikte gülüp geçmemiz gerekmiyor mu ? Memleketin insanlarının yüzünden düşen bin parça..! “Şaka gibi...”
“Demokratik Açılım” adıyla sür-manşetlerle pullandı allandı..
“Habur” kapısında kurulan mahkemelerle erkenden çuvallandı...
“Milli birlik ve kardeşlik” olarak cafcaflı bir isim ile süreç değiştirildi..
34 kişinin kaçakçı zannıyla öldürüldüğü “Uludere” ile kem-küm geçiştirildi...
“Analar ağlamasın” şekline dönüştü duygusal olarak..
“Muhalefet” bile elini uzattı bu sürece gözleri dolarak...
“Muhalefet’e muhalefet” zat-ı muhteremden eksik olmadı taziye..
Tutup kolundan atmak için bakmak yeterli değil mi az biraz maziye...
“Ben bilmem, İmralı bilir” halini aldı süreç en sonunda..
“Dağ, fare doğurdu” sonucu çıkabilir, puantiyeli donunda...
“BOP” ile elde avuçta ne varsa birer birer eritildi..
“GOP” ile satışlara kaldığı yerden devam edildi...
Adı her ne olursa olsun, bundan böyle süreçlere koyulacak..
Türkiye’nin altı öyle veya böyle, hergün biraz daha oyulacak...
Arap Baharatları sayesinde kör gözüm görmedik mi “Demokrasi” mavallarını..
Hapishaneler tıklım tepiş ama dinlemedik mi “İleri Demokrasi” masallarını...
“Kıbrıs” ile başlamadı mı zaten “Ver-Kurtul” yalakaları..
“Euro’lar hesaba yattı mı ?” konu ile ilgili asıl alakaları...
Kim kime, dum duma. Medya dönmüş muma...
Ülke sokmuş başını, devekuşu misali kuma...
Almanya’ya göre “Nitelikli dolandırıcılık” idi asrın davası..
“Yok canım, görev ihmali” diye verildi memlekete havası...
“Bilirkişi de kim ola ?” denildi gerekçeli kararın gerekçeler bölümüne..
Memleketin her karışında savaşan onlar değilmiş gibi, üstelik ölümüne...
Dört bir taraftan yoruldu artık, kenara çekilince hukuki yemeklerin dijital aşçısı..
Sabah’ın öz sulusu da der elbette : “O, şiddet yanlısı bir özgürlük savaşçısı”...
Sanki; “İmralı” rumuzlu “Feysbuuk” kullanıcısına “Beğendim” denilecekmiş gibi..
Sanki; “40.000” kişinin ölümü belleklerden “Ziwittııır” yoluyla silinecekmiş gibi...
“40 yıl önce cani, şimdi oldu mu yani ?” örneğiyle; neredeyse “Bir bilen adam”..
Bence; köşeye “eL-Ci-Di TiVi” bile az gelir, köşke yapıversinler “Ombursman”...
Velhasılı; “Şaka gibi” herşey..
“Şaka gibi...”
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran “AKREP GİBİSİN KARDEŞİM” |
|
Nâzım Hikmet’in ünlü şiirini bilirsiniz:
Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim /varmıyor ama —
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!
Yazan büyük bir ozan olduğu için buradaki temel bilgi yanlışına şimdiye dek kimse değinmeyi göze alamadı; oysa almak gerekiyor, eğer daha yaşanır bir dünya oluşturmak istiyorsak.
Buradaki eksiklik, 19. Yüzyıl’da henüz dirimbilimin (biyolojinin) de, bilgisayarın da, bilgiişlemin de bilinmeyişindendi; Marks’ı çok sayan bir insan olarak Nâzım da ister istemez sürdürdü bu yanlışı; şimdi ünlü köşe yazarları da, Küba gibi birkaç ender ülkenin dışında, yeryüzünde konuşan bütün okur-yazarlar da sürdürüyor; kimisi bidon kafalı diyor halka, kimisi kör, kimisi cahil.
Gelin şimdi hepimizin kullandığı şu bilgisayara bakarak akıl yürütelim; aldığınız zaman, beynini barındıran yuva, birtakım donanımların yerleştirildiği bir kasadır; ama hemen hiçbir işlevi yerine getiremez; getirebilmesi için, temel yazılımdan başlayarak belli izlencelerin yüklenmesi, yeni donanımların eklenmesi gerekir. CD/DVD okuyucu yerleştirilmediyse, onları okuyamaz; ayrı bir izlence yüklenmediyse, bu ikisini de kopyalayamaz.
Oysa dış görünüşü alabildiğine gösterişlidir.
İnsan da tıpatıp böyledir: bakınca insandır, insandan beklediğiniz bütün işleri başarabilir sanırsınız; başaramaz, bırakın başarmayı, akıl bile erdiremez.
En az 6 000 yıldır zorba ataerkil düzensizliğin altında ezdiğiniz, pestilini çıkardığınız bu insandan, beyninden nasıl beklersiniz bütün o düşlediklerinizi? Emekçi olması, köylü olması, işçi olması, kendini ‘devrimci’ diye nitelendirmesi yeter mi, yetebilir mi?
Yirminci Yüzyıl’ın en önemli düşünürlerinden Dr. Wilhelm Reich, “Faşizmin Kitle Ruhu Ahlayışı” adlı yapıtında, yukarıda sıraladığım adlandırmalardan hangisini taşırsa taşısın, yeryüzündeki bütün bireylerin aynı buyurgan ataerkil aile içersinde yetiştiğini; dolayısıyla isten emekçi ister kentli sömürücü olsunlar, aynı beyin yoğrulmasının sonucu olan aynı kafa yapısına sahip bulunduklarını vurgulamıştır.
Bu yüzden, Atatürk, daha savaşın yıkıntısı, yoksulluk olanca dehşetiyle ortada dururken, ilkin eğitime el atmış; öğretmenleri övmüş, devrimin bekçiliğine çağırmıştır; ama yazık ki, kendisinden ve genç yaşta ölüp giden kimi inançlı yoldaşından başka geri kalanların hepsi tutucu, karşıdevrimci oldukları için, ne toprak ne bilgi dağıtımını tamamlayamadan göçmüştür.
Bu önemli işi şimdiye dek tek bir ülke, tek bir kişi ve arkadaşları başarabilmiştir: Fidel Castro ve Küba; daha dağda getirdikleri toz üzerlerinde dururken, belki yıkanıp temizlenmeye bile vakit bulamadan, ülkedeki bütün okulları tatil etmiş herkese çağrıda bulunup gönüllü okuma-yazma öğretmeni olmaya çağırmış; bunun sonucunda, yalnızca bir yılda yüzlerce yıldır karanlığın en dibinde yaşatılmış bütün yurttaşlarını okur -yazar kılmıştır; ama bu yetmez, ondan sonra, 24 saat, 365 gün, halka hiç yalan söylememiş; Devlet Başkanı’nın bildiklerini 11 milyon Kübalıyla paylaşmıştır.
Başa dönersek, Nâzım Usta’nın başka bir şiirinde söylediği gibi, “bir sabah ansızın ellerini toprağa basıp doğrulama(z)” insanlar, ömür boyu doğru bilgi alamamışlarsa; o zaman dönüp onlara, sırf emekçi oldukları için (aslında, Devlet Başkanı da içinde, yeryüzündeki herkes, anamalcı ülkelerdeki bir avuç azınlık gibi sömürücü-sülük değilse, EMEKÇİ’dir), “kabahatin çoğu senin be kardeşim” diyemezsiniz; derseniz, dünyamız gömüldüğü bataktan sonsuza dek çıkamaz!
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Hey Gidi Günler Hey!
Geçen hafta sonu Türvak’taydım. Vakıf “Türkiye’nin ilk ve tek sinema müzesi” olarak 2001 yılında Türker İnanoğlu tarafından "Türker İnanoğlu Vakfı" adıyla kurulmuştur. Kısaca “Türvak” olarak anılır. Yeni Çarşı Cad. No:24 Galatasaray Meydanı Beyoğlu’ lu adresinde bulunan vakıf; sanat merkezi olmasının yanında, eğitim yuvası, her türlü hayır hizmetleri ve maddi yardımda bulunulan bir hayır kuruluşu, ayrıca balmumu müzesidir de.
Çok amaçlı kurulmuş olan bu vakıfta, müze olarak kullanılan kısımlar olmakla beraber, sinemacılık alanıyla ilgili sanat dallarının gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla, sinemacılık eğitimi veren kurslar da vardır. Bunun dışında mesleğe emek vermiş sinemacılara sağlık, para ve benzeri hizmetler de sağlanmaktadır.
Haftanın belli saatlerinde kurs verilen bu kuruluşta; sinema, televizyon yayıncılığı ve internet televizyonculuğu eğitimi, güçlü bir kadroyla verilmektedir.
Bu şekilde, geleceğin televizyon, sinema yönetmenlerinin yetişmesine de katkıda bulunmaktadır, Türvak.
Bu eğitim çalışımların yapılmasında, Türker İnanoğlu’nun sinema kariyeri boyunca biriktirdiği Erler Film Stüdyoları ve yapım setlerinin katkıları da büyüktü kuşkusuz.
Bölüm bölüm tefriş edilen bu müzede, her kat ayrı bir amaçla döşenmişti. Bunlardan benim dikkati çekenler; Halit Refiğ Salonu, Muhsin Ertuğrul Salonu ve İsmail Dümbüllü Salonu oldu. Bir de eski film afişleri, kitaplar, dergiler....
Halit Refiğ Salonunda; sinema da kullanılmış olan, kurgu-eşleme, kömürle çalışan film projeksiyon, tele-sine cihazları, miksaj masaları, dublaj mikrofonları, duvarlarda ise nostaljik film kareleri sergileniyordu.
Muhsin Ertuğrul’da ise; ona ait balmumu heykeli, şapkaları, kravatları ve eşlerinin resimleri…
Burada saatlerce dolaşıp, onların eskimeyen ruhlarını içime çektim. Eskimeyen aslında sadece orada ki miksaj masaları, dublaj mikrofonları değildi. Bunların hala yaşattığı, unutulmayan eski Türk Filmleriydi de. Al Yazmalım, Susuz Yaz, Köprü…
Merdivenlerden inerken, sinemaya gönül vermiş sanatçıların resimlerini gördüm. Çerçevelenmiş bu resimlerden, tanıdıklarım vardı, tanıyamadıklarım da. Kimisiyse çoktan ölüp gitmişti...
Sağ en üste köşede duran, Zeki Müren fotoğrafı vardı mesela, Kırık Plak ile Beklenen Şarkı’yı hatırladım onu görünce. Sonra Zuhal Olcay’ın kısa saçlı bir resmi vardı en altta. O kadar genç, o kadar güzeldi ki. Gizli Yüz, aklıma geldi bir anda. Her alanda olduğu gibi sinemada da başarılı bir oyuncu Zuhal Olcay.
Zeki Alasya’nın portesi vardı başka bir yerde. Şimdi ki haline hiç benzemeyen. Onu tanımakta epey zorlandım...
Maziye doğru bir yol alıp; “hey gidi günler hey!” demek isteyenler! Ediz Hun, Filiz Akın, Türkan Şoray vb. daha birçokları sizi bekliyor, Türvak’ta...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı PADİŞAHIZ BİZ |
|
Şarkıcının, “Bu devirde kimse şah değil, padişah değil” dediğine bakmayın siz. Devir cumhuriyet devri ama hepimiz padişahız. Sorumsuzluğumuzun tahtına kurulmuşuz, paranın, çıkarcılığın büyüsüne tutulmuşuz, tahtımızı yitirmemek için dostlarımızı bir çırpıda harcayıveriyoruz hiç acımadan, utanıp sıkılmadan. Bunun padişahlıkla ne ilgisi var, gözümüzü açmak, altta kalmamak zorundayız mı diyorsunuz? Gelin şu fıkrayı dinleyin de nasıl bir padişah olduğumuzu görün.
İncili Çavuş orda burada, “Benim eşeğim padişahtan daha akıllı” diyormuş. Bu söz padişahın kulağına gitmiş. Öfkeyle, “Çağırın şu densizi de bildirelim haddini!” diye bağırmış.
Yaka paça padişahın huzuruna getirmişler bizimkini. Padişah onu azarlamış, “Dediğini kanıtlayamazsan uçurturum kelleni. Hadi konuş bakalım” demiş.
Çavuş boynunu bükmüş, “Tamam efendim, demiş. Hiddetlenmeyin de beni iyi dinleyin. Benim eşek geçenlerde taşlık yoldan giderken çukura düştü. Bir daha onu aynı yoldan geçiremedim. Ne yaparsam yapayım oradan geçmemekte direndi. Oysa siz babanızın gittiği eğri yollardan gitmekte inat ediyorsunuz. Babanızın başına gelenleri gördüğünüz halde bir türlü yolunuzu değiştirmiyorsunuz. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin. Bu durumda benim eşek mi akıllı yoksa siz mi?..”
Padişah sakalını karıştırmış, “Vallahi haklısın, demiş. Ama bunu sakın kimsenin yanında söyleme bir daha, yoksa yakarım çıranı!”
İşte biz de bu padişah gibiyiz. Aydın kişilerin uyarılarına, önerilerine aldırmıyoruz, o kadar çukura düştüğümüz halde bir türlü akıllanmıyoruz. Bizi çukura düşüren politikacıları gene başımıza geçiriyoruz. Söyleyin bakalım, padişah değiliz de neyiz biz?
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
HOLLYWOOD’A GÖRE ABRAHAM LİNCOLN VAMPİR AVCISI
Hollywood yapımı "Abraham Lincoln Vampire Hunter" filmi, ABD’nin 16. Başkanını iyi bir vampir avcısı olarak gösteriyor. Küçüklüğünde annesinin bir vampir tarafından öldürüldüğü iddia edilen ABD tarihinin en etkin başkanı Lincoln, o yaşta vampirlerle mücadele edeceğine söz verir ve hayatını bu mücadeleye verir. Onun bu mücadelesi başkanlığında da devam eder ve koca ABD’nin seçkin başkanı, devletin tüm imkanlarını vampirlerle mücadele için kullanır. Vampirlere karşı kuzey-güney savaşını kazanarak ABD’yi bölünmekten kurtarır.
Abraham Lincoln’un vampir avcısı olarak gösterildiği bu film, aslında daha önce yayınlanmış ve bestseller olmuş Seth Grahame-Smith'in aynı adlı eserinden uyarlanma. Seth Grahame-Smith ülkemizde henüz örnekleri görülmeyen “karma roman” diye isimlendirilen bestseller olan türün dünyada öncüsü. Smith, İngiliz edebiyatının ünlü ve etkili eserlerinden Jane Austen’in 'Pride and Prejudice' (aşk ve gurur) eserini orijinaline hiç dokunmadan yaptığı eklemelerle ‘Pride and Prejudice and Zombies’ (aşk gurur ve zombiler) adıya yayınlamış ve kısa sürede bestseller olmuştu. Smith, patlama yapan bu türü Abraham Lincoln’la devam ettirmiş ve ABD 16. başkanı Abraham Lincoln’un hayatını esas alarak "Abraham Lincoln Vampire Hunter" adıyla piyasaya sürmüş. Bestseller olan bu kitap Smith’in senaryosuyla sinemaya aktarılmış.
Vampir, Zombi, Dracula vb Batı dünyasının adeta karabasanı.. Doğu kültüründe pek görülmeyen vampir olgusu sadece Batı kültürünün eseridir denebilir. Vampirin gerçekliğini tartışmanın ilerisinde Batı dünyası vampirlerin varlığını bilimsel olarak açıklamaya çalışıyor. Yani hırıstiyan batılıların bu inanç, ruhlarına işlemiş. Vampirleri hayal etmeden duramıyorlar.
Bu bakış açısıyla, ABD’yi sömüren vampir ordusuna karşı saygın ve onurlu başkan Abraham Lincoln, başarılı ve uzun bir mücadale vererek ABD’yi kurtarır şeklinde filmde anlatılır.
“Abraham Lincoln vampire hunter”, hem bir roman hemde beyaz perdeye aktarılmış bir sinema eseri olarak başkan Lincoln’lu övmekte midir, yoksa yermekte midir?
Batılıların hayata, olaylara bakışı bize göre farklılıklar arzedebiliyor. Bilemiyoruz ABD’liler bu filmle Abraham Lincoln’ü aşağılayıp içten içe gülüyorlar mı; yoksa geçmiş başkanlarının hayali vampir avcılığıyla övünerek onu daha mı yüceltiyorlar?
Batılıların empati dedikleri şeyi yapacak olursak; Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u vampirlerle savaşarak fethettiğinin anlatıldığı bir filme bizim halkımız ne tepki verir? Muhtemelen bunu dünya tarihine mal olmuş Fatih’e, hakaret olarak kabul edeceklerdir. Yada Mustafa Kemal ve son Osmanlı subaylarının ‘kurtuluş mücadalesini’ vampirlerle yaptıklarını anlatan bir romanı düşünmek bile bize ağır gelir. Bu, Atatürk ve diğer devlet büyüklerimize bir hakarettir.
Gelin görün ki ABD halkı bunu kaldırıyor. Seçkin başkanlarından Lincoln’u vampir avcısı olarak sinema perdesine yansıtmak onu aşağılamak değil aksine yüceltmek oluyor. Ve hem kitabı hem sineması bestseller oluyor.
Lincoln, köleliği kaldırdığında görüş ayrılığına düştüğü güneyli eyaletler Birleşik Devletler’den ayrılarak yeni bir oluşuma gitmişlerdi. Bu bölünmeyi kabullenmeyen Lincoln, kararlı tutumuyla ‘kuzey-güney savaşına’ gitti ve bu savaşı her şeye rağmen başarıyla sürdürüp kazandı. Köleliği kaldırarak özgürlük ve demokrasiyi bayraklaştırıp yaygınlaştırmaya çalışan, halkın en tabanından ve haksızlıklarla mücadele ederek başkanlığa gelen Lincoln’u ABD’nin menfeatleri zedelenen elitleri, aslında hiç sevmediler. Onun haklı ve makul görüşleri halk nezdinde geniş yankı yapıp kabul görürken bu kesim bu şartlarda açıktan bir şey yapamadılar. Ancak Lincoln’un ikinci defa başkanlıkla yükselişini bir tiyatroda suikastla sonlandırdılar.
Kennedy’ye kadar bu kesimin menfaatlarına fazla dokunan olmadı. Kennedy’de Lincoln gibi ABD’yi ayrım noktasına getirmişken yine hain bir suikastla Birleşik Devletlerin salt iyiye ve doğruya gidişi durdurulmuştu. Gariptir ki Lincoln ile Kennedy arasında enteresan benzerlikler bulunmaktadır.
Sanki, bu kesimin torunları “Abraham Lincoln vampire hunter” ile o gün menfaatlarını kökten sonlandıracak bunun içinde hiç sevmedikleri Lincoln’dan içten içe öç almışlar gibi.
Aman ha vampir ve zombiler ne edebiyatımıza ne de sinemamıza girmesin! Bu aşamaya gelinirse artık tamamen Batılılar gibi düşünmeye başlar ve vampir ve zombi uydurmalarla kendi ecdadımıza kendimiz hakaret edip güleriz.
Kazak asıllı yönetmen Timur Bekmambetov, gerçekten görsellik ve gerçeklikleriyle harika bir film yapmış. İzlemenizi tavsiye ederim. Film zaten kendini izlettiriyor.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Foucault'nun Episteme Görüşü Üzerine II |
|
Rönesans epistemesinden Klasik epistemeye geçişin en somut örneklerinden birini Foucault, Cervantes’in Don Quichotte’unda görür. Nitekim Don Quichotte, kaçık biri olmaktan çok, benzerliğin bütün işâretleri önünde “mola veren” bir kimsedir ve Rönesans epistemesinin negatif resmini sunar. Bu eserde yazı, dünyânın nesri olmaktan çıkar; benzerlikler ve işâretler de eski anlaşmalarını bozmuştur. Don Quichotte için benzerlikler, yanıltıcıdır ve hayâl ya da hezeyanlarla bir ve aynıdır. Şeyler, daha önce oldukları gibi değildir; kelimeler ise onları dolduracak içeriksiz benzerlikler olmadan mâcera alanında başıboş dolaşmaktadır. Bu eserin sayfaları arasında kelimeler uyumaktadır.
Benzerlik artık, bilginin biçimi olarak değil, daha çok hatâ kaynağı, karışıklıkların iyi aydınlatılmamış alanı ve incelenmediğinde mâruz kalınan tehlike olarak görülmektedir. Felsefe’de ise Descartes, Regulae’sinin ilk satırlarında yer verdiği, “İki şey arasında bâzı benzerlikler keşfedildiğinde, aslında bunların farklı oldukları noktalarda bile yalnızca biri için doğruluğu belirlenen şeyi her ikisine birden atfetmek, yaygın bir alışkanlıktır.” açıklamasıyla, benzerlik epistemesinin sonunu getirmiştir. Böylelikle Descartes, bir yandan benzerliği yadsımış, bir diğer yandan da karşılaştırma eylemini evrenselleştirmiş ve ona, saf biçimini vermiştir. (2001b:90)
Foucault, Klasik epistemenin bir başka ifâdesini de Francis Bacon’ın idoller öğretisinde görür. Bu öğreti, bir tür “yanlış anlama öğretisi”dir ve Bacon, Novum Organum’da benzerliği, yanlışlıkların kaynağına yerleştirir. Bu idollerden mağara ve tiyatro idolleri şeylerin, bizce kurgulanan teorilere benzediğine bizi inandırır. İnsan zihni, şeyler arasında gerçekte bulunduğundan daha fazla benzerlik olduğuna inanmaya eğilimlidir. Doğa, istisnâlar ve farklılıklarla doludur; zihin ise her yerde uyum, anlaşma ve benzerlik görür. Soy idolleri de aynı şekilde, zihnin kendi yarattığı bir kurguya dayanır ve örneğin, gök cisimlerinin hareketlerinin tam bir çember olduğuna dâir inanışın kaynağı burasıdır. (2001b:90)
Klasik epistemede zihin artık, şeyler arasında benzerlikler bulup bağlantılar kurma yoluyla onları birbirlerine yaklaştırmaya çalışmaz, birbirlerinden olabildiğince ayırmaya çalışır ve ayrımlar arasındaki farklılıklar çoğaldıkça, doğru bilgiye o kadar yaklaşıldığı düşünülür. Rönesans epistemesinde dünyânın bir parçası olarak görülen dil ve kelimeler, Klasik epistemede artık dünyânın bir parçası değil, yalnızca bir figürüdür ve onu temsil eder. Artık kelimelere, zamânın derinliklerinden gönderilen “tanrısal imzâ” gözüyle bakılmaz ve dil, varlıklar dünyâsından çekilerek şeffaflık, tarafsızlık kazanır. (2001b:96-7)
Foucault bu dönüşümü, başka bir bağlamda mathesis kavramıyla açıklar. Nitekim mathesis, “genel anlamda düzenin genel bilimi” olarak kabûl edilir; düzen ise bir “bilgi tabanı” oluşturur. Çözümlenebilirlilik ve ölçülebilirlik kavramları doğrultusunda tanımlanan mathesisle ilişkili belirli sayıda empirik alan kurulur; ancak, her birinin özel âleti, cebirsel yöntem değil, işâretler sitemidir. Bu bilgi alanlarını ise genel gramer, doğa târihi ve servet analizi oluşturur. Bu üç alan, çözümlemenin ve düzenin üç ayrı inceleme alanını meydana getirir.
Dahası, bugün insan bilimleri olarak bilinen bilgi sistematiklerine temel oluşturan bu üç deneyim alanının empirik temeli birer bilgi alanı hâline gelmesi, Klasik epistemenin bu özelliklerinden kaynaklanır. Dolayısıyla, dünyânın birbirlerine sayısız bağlarla ve benzerlik olanaklarıyla büyük bir bütün olarak bağlandığı Rönesans epistemesi, Klasik epistemenin çözülebilirlik, ölçülebilirlik ve düzen kavramları doğrultusunda farklı bâzı bilgi alanlarına dönüşmeye başlamıştır. Şeylerde benzerlikler yerine farklılıkları aramayı dikte eden bu bilgi, araştırma ve düşünme anlayışı, farklı bilgi alanlarının da doğmasını sağlamıştır.
Bu deneyim ya da bilgi alanları, Batı düşüncesinin tüm epistemesinin evrensel bir “düzen bilimi”yle sürdürdüğü ilişkilere dayalı olarak açığa çıkmıştır. Başka deyişle mathesis, basit doğaların düzene sokulması gerektiğinde devreye girer; ancak bilginin, matematikselleştirme olmadan mümkün olamayacağı ya da matematikselleştirmenin, bilginin vâroluş koşulu olduğu anlamına gelmez. Mathesisle olan ilişki daha çok, temel fonksiyonu olan bir “düzen bilimi” oluşturma şeklinde anlaşılmalıdır; genel gramer, doğa târihi ve servet analizi, mathesisin yöntemi olan cebiri kullanmaz, yöntem olarak işâretler sistemini benimsemişlerdir ve Batı düşüncesinde yeni bir episteme altında karşımıza çıkarlar. (2001b:97-9)
Rönesans epistemesinde işâret eden, işâret edilen ve konjonktür öğelerinden oluşan işâret sistemi, Klasik epistemede işâret eden ve işâret edilenin bağlantısı içinde değerlendirilir; işâretin işâret ettiği şeyi nasıl gösterdiği sorunu ise merkezi önemini yitirmeye başlar. İşâretlerin temsili, Port Royal’la birlikte, üç değişkene göre tanımlanmaya başlanmıştır; bağlantının kökeni, bağlantı tipi ve bağlantının kesinliği. Foucault’ya göre Klasik epistemeyle birlikte işâret, mekânını bilgide aramaya ve bilginin içinden işâret etmeye başlar. (2001b:98-9)
Dolayısıyla işâret, dünyâdan geri çekilir ve zihne yerleştirilir. Bilgi, uzun yargı dizilerinin kıvrılmalarıyla kendi kendisinden toplanan bilgiler hâline girer ve bağlantının tipine ilişkin değişkene gelindiğinde dört farklı benzerlik biçimiyle birleştirmek ya da yakınlaştırmak görevini üstlenen işâret, şeyleri ayırma ve dağıtmaya başlar. Bu yolla işâret, çözümlemeye, birleştirmeye ve düzenlemeye konulur. Doğal işâretler de böylelikle, insan tarafından oluşturulmuş yapay işâretler karşısındaki ayrıcalıklı konumunu kaybetmeye başlar ve uzlaşıma dayalı işâret sistemine yüksek değer atfedilir. (2001b:107-8)
Foucault’ya göre Klasik epistemede işâretler, keyfî bir dilin yaratılmasına hizmet etmeye başlamış ve şeylerin analizine, aynı zamanda da karmaşık yapılara doğru giden bileşimlerine kendi mekânında izin veren bir dili meydana getirmişlerdir. İşâretlerin Klasik epistemede geçirdiği en önemli değişim bu nedenle, işâret ve işâret edilen arasındaki ilişkide ortaya çıkmış; bu ilişki, aracısız olarak bilginin içinde aranmaya başlanmıştır. Bir fikrin bir diğeriyle doğrudan temsili şeklinde anlaşılan bu ilişkide işâretin içerik değeri, yalnızca temsil ettiği şeyden oluşmakla birlikte, ancak temsil tarafından ortaya çıkartılabilmiştir. (2001b:108-9)
Bu epistemik kırılmanın sonucunda ise daha önce bilgiye ulaşmada araç olarak görülen işâretler artık, temsille birlikte genişleyerek tüm temsil ve düşünce alanını kat etmeye başlamıştır. Üstelik, işâret etme durumunun tam bir teorisini yapma güçlüğü de ortaya çıkmış ve temsillerin birer işâret olarak birbirlerine bağlandığı bu sistemde, işâretten önce ve ona dışsal bir anlam olanaklı görülmemiştir. Klasik epistemede, işâretler ve içerikler arasında herhangi bir aracı unsur yoktur; işâret etmek somutlaştırılmak istendiğinde ise zihne başvurulması kaçınılmazdır. (2001b:117-9)
İmdi, on sekizinci yüzyılın sonlarından itibâren Batı düşüncesinde, yeni bir epistemik kırılma ortaya çıkmış ve Modern episteme meydana gelmiştir. Bu epistemede bilginin genel imkânı artık, özdeşlikler ve farklılıkların, niceliksel düzenlerin, evrensel bir karakterize edişin örgütlenmesinde değil, bütünün bir işlevini yerine getiren unsurlar arasındaki iç ilişkilerden oluşturulan bir uzayın alanıdır. Bu ilişkilerin, süreksiz olduğu kabûl edilir ve bilgilerin kendilerine özgü mekânları olduğu düşünülür ki, bu nedenle aralarındaki örgütlenmede, bir süreksizlik ve kopukluk görülmeye başlanır ve işârete yüklenen anlam bütünüyle değişir.
Uzayın örgütleyici ilkeleri olarak ortaya, kıyas ve ardışıklık çıkar ve bir örgütten diğerine olan bağ, bir veya birçok unsurun özdeşliğinde aranmaz. Klasik epistemede, şeyleri ayıran ve birleştiren niceliksel olmayan özdeşlikler ve farklılıklar, dâimî bir mekân hâlinde paylaştırılmakta ve egemen bir biçimde hüküm süren bir düzen arayışı görülmekteydi. Bilgi alanları, bir büyük evrensel ve hükmedici tablo tarafından, özdeşlikler ve farklılıklara dayalı sınıflandırmayla dâimî bir mekân içine yerleştirilmişti. Modern epistemede ise bu düzenin yerine târih geçmiş ve on dokuzuncu yüzyıldan itibâren târih, ayrı örgütleri zamansal bir kıyas dizisi içinde birbirlerine yaklaştıran bir diziyi sergilemeye başlamıştır. (2001b:308-9)
Nitekim ekonomiye, biyolojiye ve filolojiye yasalarını dayatacak olan da yine târihtir. Düzenin ardışık özdeşlikler ve farklılıklar yolunu açmasında olduğu gibi, târih de karşılaştırmalı örgütlere yer açar. Klasik epistemede düzen, şeylerin görünür uyumunu, birbirlerine uyarlanmalarını, onların düzenliliğini içinde barındırmaktaydı; Modern epistemede ise târih, ampirik olanın doğum yerini, oluşturulmuş bütün kronolojilerin ötesinde; kendine özgü vâroluşu aldığı şeyi tanımlar. Dolayısıyla, târihin bilgi alanlarıyla ilişkisi, şimdiye kadar düşünüldüğünden bütünüyle farklı ve derin bir ilişki hâline gelir. (2001b:309-10)
Foucault’ya göre Port Royal mantığı, Klasik epistemeden Modern epistemeye geçişte târihsel bir öneme sâhiptir. Bu mantık anlayışı, matematikteki model kavramını diğer bilme alanlarına aktarmış ve ideal bir dil yaratma düşüncesini ortaya koymuştur. Buna göre dildeki tüm gramatikal ve sentaktik oluşum, zihnin incelikleriyle harmanlanarak Klasik epistemeye ulaşmayı amaçlamıştır; fakat bu çaba, aynı zamanda da Modern epistemeye geçişi hazırlamıştır. Bu geçişte bir diğer önemli isimse Adam Smith’tir ve Smith, “ekonomik aklın söylemi”ni ortaya koymaya çalışmıştır.
Modern epistemeyi betimlemek, Klasik epistemeyi betimlemekten daha zordur ve betimleme yapmak yerine onu ayrıştırmak, daha olası görünmektedir. İçinde olduğumuz bir episteme düzlemini bir öncekinden veya bir sonrakinden ayırt etme imkânımız saklıdır ve bu ayrımların değişik alanlardaki yansımalarını tespit etme şansımız vardır. Dahası, Modern epistemedeki bu araştırma, aynı zamanda da insan bilimlerinin incelenmesini ifâde eder ve bu bilimlerde neyin bilinebileceğine dâir tartışmalar, Modern epistemeye ilişkin bu ayrıştırmalardan tam olarak bağımsız değildir.
Bu bağlamda Foucault, farklı bilgi tiplerini sıralamak yerine, bu bilgilerin oluştuğu epistemik koşulları göstermeyi tercih eder ve insan bilimlerindeki bilginin “târihsel a priori” olasılık koşullarının oluşum izlerini sürer. Bu noktada insan kavramını, Modern epistemenin bir özelliği olarak inceleyerek Rönesans epistemesi ve Klasik epistemeden farklı olarak insanın ilk defâ Modern epistemenin konusu hâline geldiğini düşünür. Bu nedenle insan bilimleri, Modern çağa özgüdür ve bu bilimler, önceki çağların epistemeleriyle bakıldığında hiçbir şey ifâde etmeyecektir. (2001b:320-5)
Foucault’ya göre insanın epistemik olarak bilimin öznesi ve nesnesi olması, Klasik epistemede saklı kalan insanın açığa çıkmasıyla mümkün olmuştur. Modernliğin asıl filozofu ise Descartes değil, Kant’tır. Descartes’ta Cogito, özneden bağımsız bir düşünce tarzı olarak belirir ve bireyin ruhundan kopuk bir gerçeklik olarak düşünce, ruhta sâdece temsil olarak vârolur; yâni Cogito, Ben’e göre dışsaldır. Kant’ta ise düşünme, özne açısından kurgulanır ve Kant’la birlikte özne, düşündüğü nesnelere dâhil olmaya başlar. Varlık ve temsil arasında güçlü bir ikilik yarattığı için Kant, Modern epistemenin doğuşunda özel bir konuma yerleşmiştir.
Kant felsefesi, “Düşünüyorum; o hâlde, nesneler var olurlar!” şeklinde özetlenebilir. Kant, temsil metafiziği şeklindeki bir kavrayışı yeniden üretmiş ve Klasik epistemedeki dilbilgisinin dört eksenini; fiil teorisi, eklemleşme, adlandırma ve türemeyi, Modern episteme içinde farklı bir şekle sokmuş ve bu epistemenin dört temel özelliğinin temellerini atmıştır. Bunlar sonluluk analitiği, ampirik olan ve transendental olan, Cogito ve düşünülemeyen, kökenin geri çekilişi ve onun geri dönüşüdür. Klasik epistemedeki temsilin Modern epistemedeki çözülümü, berâberinde farklı bir süreci de başlatmış ve özneden bağımsız Cogito’nun öznenin tasarrufuna bağlı kalması sonucu, düşünce içinde sayılmayan alanlar, düşünceye dâhil olmuştur. (2001b:440-5)
Başka deyişle Cogito, düşünce-dışı olana nesnellik kazandırmıştır. Bu nedenle, Modern epistemede insan artık kendisini, kendisine dışsal bir bütünlük içinde incelemeye başlamış ve bu incelemesi içinde, nesnel bir gerçeklik oluşturmuştur. Modern epistemede, Cogito’nun özne-nesne ikiliği parçalanmış ve insan, kendisi hakkındaki bilgi için bir nesne ve aynı zamanda da kendisine nesnel olarak bakabilen bir özne hâline gelmiştir. İnsan kendi kökenini, belirli bir târihselliğe ve toplumsallığa sâhip birey kavramında aramaktan vazgeçmiş ve kendisini belirleyen insan olma durumu üzerine dikkatini yoğunlaştırmıştır. (2001b:445-7)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SAĞIRLAR ÜLKESİ
Göğün göğsünden indi vakti şafak.
Ağarmadan saçlarım, gün ışıdı.
Belaya, koşar adım; ufak, ufak.
Beni gözlerindeki kin taşıdı.
Sebep-sonuç ilişkisi bizim ki.
Böyle sandın, böyle bildin aklınca.
Gözünde öyle değersizmişim ki;
Zalimleştin, aşkımı anlayınca.
İstiklal harbi yüreğinde zahir,
Savaşta “Aşk” ve “Riya” cepheleri…
Kalbinin attığı yerdir baş şehir.
Aklımdan sildim attım şüpheleri.
Kılcal damarlarıma kadar hakim
Gözlerinden kalbime akan efsun
Dolaşsın, dursun içimde nitekim
Her ne pahasında olursa olsun.
Benim için siler misin afaktan
Gökyüzünü kirleten geceleri?
Buralardan al götür beni kaptan.
Boğalım denizde tüm hayalleri.
Geçmişe dair anıları yaktım
Fotoğraflarınla ısınıyorum.
Sağırlar ülkesinde çığlık attım.
Biri duyar mı diye bekliyorum.
Mesut İlkay YANIK
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|