Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 11 Sayı: 1.953

 25 Ocak 2013 - Fincanın İçindekiler


  • KALBUR SAMAN İÇİNDE -2 ... Seyfullah Çalışkan
  • Biterse FİYAKA’mız, belki bir araya gelir iki YAKA’mız ... Ahmet Şeşen
  • Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 5 ... Nevriye Hamitoğlu
  • RTÜK ve Başkan, Davut Dursun. ... Ahmet Yilmaz Tuncer
  • EKMEĞİME DOKUNMA ... Müşerref Özdaş
  • AŞKIN ABECESİ ... Erhan Tığlı
  • ABUZİTTİN TEPKİLERE CEVAP VERİYOR. ... Abuzittin Tırlak
  • Foucault'nun Episteme Görüşü Üzerine III ... Alkım Saygın
  • KİTAPLARI KİM YAKTI? ... Bertan Onaran


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Ömer Çelik! No ingliş pliis.!..


    Seçime hazırlık olsa gerek, 4 bakanı değiştirdi Tayyip Bey. Pot üstüne pot kırmayı başaran Şahin gitti, yerine Devletin koca valisiyken önünde iliklediği ceketin yüzü suyu hürmetine, valilikten bakanlığa uzanan yolculuğa çıkan Güler geldi. Sabık sosyal demokrat Günay gitti yerine Çelik'lerden Ömer geldi. Arkadaşlarım bu Çelik'in birkaç ay önce Bükreş'te EPP kongresinde yaptığı ingilizce konuşmanın videosunu yollamışlar sağolsunlar. Türkçe okunuşlarıyla kaleme alındığını tahmin ettiğim bir metni, kafasını kaldırmadan, bir Rus köylüsünün inek sağarken ingilizce konuşmaya çabalamasını andıran ses tonuyla okumaya çalışan çiçeği burnunda bakanı çabalarından ötürü tebrik etmemek ayıp olur. Ona ayıp olur da, Kültür Bakanı olarak bu zatın yabancılara ingilizce hitap etmesi dinleyicilere daha çok ayıp olur. Tayyip Bey'in yaptığını yapsın, bilmediği toplara girmesin. Tutsun bir tercüman, o söylesin diğeri çevirsin. Olmamış, olmuyor, tam aksine komik oluyor. Ömer Çelik! No ingliş pliis.

    Sağlık Bakanı konusunda bir fikrim yok. Halefi neyse selefi de odur herhalde der geçerim. Ama bakın yeni Milli Eğitim Bakanı hakkında aynı şeyleri söylemeyeceğim. Bir kere kendisi Eskişehir'den abim olur. Ben girdiğimde o mezundu ama kolejin büyükleri hep abidir ve hep öyle kalırlar. Muhafazakar yaşamını liberal görüşleriyle dengelemeyi başarmış, kültürü ve bilgisiyle kabinenin ortalamasını yükselten biri olacağına inandığım Nabi Avcı'nın, gideni aratmayacağına inancım kuvvetlidir. Vatana millete hayırlı olsun.

    ...

    Pınar Selek davasına bir sıfat ararken garabet aklıma geldi. 3 beraatten sonra verilen müebbete garip denip geçilebilir mi acaba? Evet tam bir garabet ama yeterli değil. Argo kullanmak istemiyorum ama doğrusunu bulmakta da güçlük çekiyorum. Pis kokuyor. Hukukun içine doğranmış çürük soğanlardan yayılan koku, hukuksuzluğun saldığı korku kokusu ile birleşiyor, dayanılmaz bir hal alıyor. Sanıyorum dayanma gücümüzü sınıyorlar. Boynumuzu, ölmeye ramak kalana kadar sıkmaya, dayanma sınırımızı bulup zorlamaya adamışlar sanki kendilerini. Yıllardır süren davalarda yaşananları kanıksadık belki ama yeni davalarda karşılaşılan garipliklere hala hayretle bakabiliyoruz çok şükür. Lamı cimi yok, adalet duygusunun törpülene törpülene kağıt inceliğine geldiği, hukuka inançsızlığın doruğa çıktığı, yarından endişenin yüreklerimizi sardığı günlerdeyiz. Gölgemizden korkar, hakkımızı emanet edeceğimiz makamdan çekinir haldeyiz. Ve işin kötüsü, bundan rahatsız olan bir avuç vatandaşız. Sindirilmiş, uyutulmuş, aldatılmış bir nesil olarak kaygılıyız. Sıyrılır mıyız? Sıyrılırız, uyanırsak, uyanabilirsek kurtuluruz.

    ...

    Dün bir büyük adamın 20. ölüm yıldönümüydü. 20 yıl önce evinin önünde havaya uçurulan gerçek gazeteci Uğur Mumcu'nun anısı önünde saygıyla eğiliyorum. O gazeteci ise, bugün kendine gazeteci diyerek köşe başlarında ahkam kesenler nedir, merak ediyorum. Canı pahasına korunması gereken, 142 yıllık tarihi bir mirasa "Cana geleceğine mala gelsin." diyecek kadar küçülebilen malın gözü yağlı yiğitlere de gazeteci dendiği için utanıyorum. Babası öldüğünde 10 yaşında olan Özge Mumcu'nun yazısını okumadıysanız mutlaka okumalısınız. Kanın yerde kaldı be Mumcu, utanıyorum.

    ...

    İstanbul'a 35 yıl önce okumaya geldiğimde en önemli uğrak yerimdi Ortaköy. Beşiktaş'tan Ortaköy'e yaya olarak giderken deniz kenarında gıpta ile seyrettiğim birkaç okuldan biriydi Galatasaray Lisesi Orta Bölümü. Sırayla yanan boğaz okulları kervanına katıldığını öğrendiğim an yüreğim acıdı. Yıllardır üniversite olarak kullanılan, bir büyük camiaya ait bu binanın böylesine yok yere yanmasına inanmak zor geldi. Ufacık bir ihmalin sonucu olduğu aşikar ama bunu yapanlar bu memleketin kalburüstü bir grubu ile okumuş yazmış, öğretmen olmuş seçkin vatandaşları. Öğrendiğimiz kadarıyla, bir topçu için milyonlarca avroyu harcayabilen ve bundan gurur duyan camia, birkaç milyon liralık bir harcamayı bu tarihi binadan esirgemiş. Şimdi kampanya başlatmışlar 20 milyon hedefliyorlarmış. Yandı gitti bitti kül oldu, yeniden yapsan kaç yazar? Ahşap bir binada bir fişe sekiz aleti sokan öğretim görevlisi varken, sen ancak yaşananları şansla ifade edebilirsin. Koca rektörün yorumu "Şanssızlık". Asıl şanssızlık seni oraya koymak be paşam, seni oraya koymak. Kalın sağlıcakla kalabilirseniz.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      KALBUR SAMAN İÇİNDE -2

    Eteği ve tişörtü vücuduna yapışıyordu. Gördüğümüz bütün çizgiler, kıvrımlar giysisinin değil teninin desenleriydi. Abartılı hareketlerle masadan kalkıp yürüdüğünde bahçedeki bütün erkekler dönüp ona baktı. Bakılmayacak gibi de değildi hani… Kendi gözden kayboldu halde bir süre daha ayak sesleri bize gelmeyi sürdürdü. Kadınlar kaç çeşittir, nasıl sınıflanır aklım hiç almaz. Bu tür kadınların evlenip bulaşık, çamaşır, yemek ve temizlik gibi günlük uğraşlarla ömürlerini tüketmeyeceklerini bilirim. Basit bir gündelik hayat için uygun model değildirler. Her zaman bütün gözlerin üzerinde olmasını, gittikleri her yerde ilgi odağı olmayı isterler. Rüzgârına kapılanlar da asla iflah olmaz. İlla ki başınız derde girer. Hapishane ve mezarlık dışında fazla seçeneğiz yoktur. Artık payınıza hangisi düşmüşse ona gidersiniz. Sakın küçümsediğimi sanmayın. Çünkü bu durum tuz ve şeker, sirke ile bal, acı ve sevinç kadar birbirini var eden yaman bir zıtlıktır.

    Kadınlar ile ilgili felsefi derinlik Aydın’ı hiç ilgilendirmez. Onun her zaman elinde kocaman bir ekmek dilimi ile bir de soğanı vardır. Basit olmasının yanında bu fotoğraf gerçek olmayacak kadar hep sabittir. Sabah işe giderken gördüğüm figür öğleyin hatta akşamüzeri bile aynıdır. Bir insan nasıl olur da hep aynı ekmek ve aynı soğanla aynı bankın üzerinde oturur? En azından arada sırada ekmek bitmelidir veya soğan. Neden otobüs terminalinde? Gelen giden yolcular ve otobüsler onun için neden bu kadar caziptir. Ve o hiçbir yere gitmez. Kimseyle konuşmaz. Heykel gibi bir şey inanın. Bronz bir heykel gibi yaz kış hep aynı.

    Yalı kahvesinde güzel bir akşam oldu. Canım kalkıp gitmek istemedi. Yıldızların ilk ışıltılarına kadar kaldım. Birer ikişer oltacı tekneleri limana döndü. Teknelerin üzerlerinde alçalarak, yükselerek dönüp duran martılar boşa yoruldular. Tahtacı İlyas ve arkadaşları gelip küçük söğüt ağacının altıdaki masaya oturdular. Sohbetleri rahvan atlarla başladı. Ben kalkarken hala sürüyordu. İlyas’ın artık atları yoktu ama rahvan merakı sürüyordu. Birkaç yıl önce eski bir faytonu ve iki atı vardı. Yazın en kalabalık günlerinde Aşıklar Caddesi ile Karakum yolunda eski günleri hissetmek, yaşamak isteyenleri gezdirip ekmek parası kazanıyordu. Belediye mi yasakladı? Atları mı yaşlandı? Artık faytonunu piyasaya çıkarmıyor. Konuşanlardan biri Abalı sahilindeki yarışlardan söz ediyordu. Bir diğeri ise bu merakı yüzünden ta Mardine’e kadar gittiğini anlatıyordu. Sürekli eski güzel günleri, güzel anıları paylaşıp iç geçiriyorlardı. Şimdiki gençler boş işlerle uğraşıyorlardı. Hepsinin elinde birer cep telefonu, teyyare gibi gezip duruyorlardı. İçlerinde bir tanecik bile rahvan atların kıymetini bilen çıkmıyordu.

    Tarzan Kemal Yalı Kahvesinin bahçesine takılanlardan biri değildi. Küfesi sırtında ağaçların önünden geçip gitti. Artık hava karardığı için küfesindeki sloganı okuyamadım. Yazın güneşinde iyice kavrulmuş sırtı, boynu, kolları meşin gibi olmuştu. Tarzan Kemal kimine göre deli, kinime göre ise bu topraklarda Diogenesten sonra yaşayan en bilge adamdı. Bu kasabadaki her ağaç, her çiçek ve bütün sokak köpeklerinden o sorumluydu. Kimseden en ufak bir yardım almasa bile aldırmıyordu. Üstüne basılan küçük bir fidan veya çiçek yüzünden hiç çekinmeden kavga edebilirdi. Bunu kendine yaşam biçimi haline getirmişti. Otel yüz on yedi önünde sigara içen bir arkadaşına takıldı. “İki ayaklı fabrika bacası gibisin. Bırak şu mereti,” deyip karanlığın içinde kayboldu.

    Gazel Doktor çoğu öğretmen olan arkadaşlarıyla çınarın altındaki masadan kalktığında henüz Tarzan kemal çay bahçesinin önünden geçmemişti. Antakyalı doktor bu kasabaya geleli belki yirmi sene olmuştur. Bırakın geldiği zamanları onun bir yabancı olduğunu hatırlayan bile kalmamıştır. Gazel Doktor tam bir gönül adamıdır. Hiç üşenmeden hastalarına uzun uzun zaman ayırır. Onlara sağlık sorunları hakkında bilgiler verir. Tıbbi önerilerde bulunur. Hiçbir hastasını aceleye getirmez. İnsanlar onun bu alçak gönüllü, hatırşinas halini çok severler. Onun muayenesinden psikolojik olarak rahatlayıp çıkarlardı. Bütün doktorlar gibi elbette onun da bir kusuru vardır. Örneğin “Doktor turşu yediğim zaman midem yanıyor,” derseniz. “Turşu yeme o zaman. Mademki sana dokunuyor. Yemeyiver.” Şikâyetlerin hepsinde aynı şekilde yanıt verirdi. Öyleyse sende kolunu sallama, yan oturma, uzağa yürüme, balığa çıkma, bahçede çalışma, sıcak içme, tatlı yeme, boynunu tersine çevirme hatta ellerini kaburgana bastırma,” diye yanıt verirdi. Yazdı ilaçlar kadar sıcacık ilgisi nedeniyle bizim kasabalı, bizden biri, bizim oğlandı işte… Geçenlerde saçı çok dökülen bir genç buna gitmiş. Ne yapsın? Devlet hastanesinde başka bir doktora yönlendirmiş. “Olur böyle şeyler, sen daha gençsin. Dökülür de çıkar da” demeye kalmamış. Genç gazel amcasının boynuna sarılmış. Neden ama doktor amca? Neden hep böyle terslikler benim başıma geliyor,” deyip makaraları koyuverince. Doktor çaresiz, “Saç dökülmesi başka nereye gelebilir ki? Kafadan saç dökülür, böbrekten taş.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,299,299,299,299,299,299,299,299,29
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Biterse FİYAKA’mız, belki bir araya gelir iki YAKA’mız

    Kelimelerle oynamaya bayılırım. Bir zamanlar ufak bir oyun hazırlamıştım Kahve Molası dostları için. Bir harf değiştirerek; filanca kelimeden falanca kelimeye acaba kaç adımda gelebiliriz şeklinde. Bir araya geldik ve güzelce oynadık. Bugünlerde müzakerelerin kaç kere yapıldığının haddi hesabı yok. Ve fakat bir araya gelenler de yok. Herkes kendi kafasına göre takılıyor. Zaten; geçim derdinden halkın iki YAKA’sı bir türlü bir araya gelmiyor, Geceli gündüzlü geçen müzakerelerde de kimse kimseyle bir araya gelmiyor. Hatta; aynı YAKA’ya kayıtlı kişiler bile neredeyse bir araya gelmiyor. Velhasılı bu hafta kelimelerle oynamak istedim YAKA’dan yola çıkarak ve affınıza sığınarak...

    Adı; bir türlü iki ucunu bir araya getiremediğimiz YAKA olunca; işin zorluğunu da takdir edersiniz. YAKA’nın en çok kullanıldığı yerlerin ise; Avrupa-Asya olduğunu düşünüyorum. Köprü üstüne köprü, onlar da yetmedi alttan tüp geçit, derken boğazın iki YAKA’sı bir şekilde bir araya geliyor ve fakat iki YAKA’mız nedense bir araya gelmekten kaçınıyor. Müzakereler ise; YAKA deyince ilk akla gelen PAÇA ile YAKA-PAÇA şeklinde devam ediyor. Gerçi; KELLE ile de seviyeli birliktelikleri olmuştur bu PAÇA’nın ama YAKA-PAÇA eşleşmesinin bir adım önde olduğunu sanıyorum.

    Madem yaşamak için dünyaya geldi insan, öyleyse HAZ almalı, ömrünü KAZ geçirmeye BAZ almamalı. SAZa da gelmeli, CAZa da gelmeli ama GAZa gelmemeli. NAZa ise; hiç gelmemeli. Her iki ucu bir araya gelen beyaz yakalı ve tertemiz kolalı önlüklerle başlanan yolculukta; YAZ derler, ÇIZ derler ama arada da VIZ VIZ etme derler. AklıMIZ daha iyi çalışsın diye beslenme saatinde MUZlu süt içirirler. Biraz  büyümeye başlarsın;
    Oğlum bu ne HIZ veya şşşt KIZ nereye bakayım akşam akşam ?
    diye kimbilir kaç KEZ azar işitirsin.

    Ser verir GİZ vermezler. Erkeksen askere gidersin; GEZ derler, GÖZ derler, arpacık derler. Askerlik sonrası TEZ zamana kalmaz bir işin, belki bir eşin olur. Leşin bile çıksa akşama kadar, belki BIZdık’tan alınacak bir makas tadın TUZun olur. FAZla mesailer BUZ keser. Kısacası; BABA’nın BACA’sından ayrıldığımız gün iş BAŞA düşer. Yok SANA, yok BANA derken ömürler tükenir yıllara BAKA BAKA. Bunca ÇABA’nın üstüne bir de CABA’sı, tüketilen ömürlerde yürütülen onca ÇAPA’sı, insanda bırakmaz CAKA. Üstelik dikkat etmezsen FAÇA’nı bile alıverirler kazara eğer basarsan FAKA. KAZA olabilir elbette ama hayatın zemini hep sert, hep KAYA, bu bedel KAÇA olursa olsun maksat KASA dolsun diye geçmez sadece günler. Bazen günler KARA, bazen yapılan işler KABA. Önemli olan rahat KAFA, kötünün faturası ise tu KAKA olmuştur baştan savmak için...

    Motivasyon için arada üç-beş SAFA, bir-iki değişik SAHA, günleri SAYA SAYA, değerleri SATA SATA, ne ipe gelir ömürler ne SAPA. Bazen vites değişir kalkarsın ŞAHA, bazen oturursun ŞAPA, bu ŞAŞA bir de bakmışsın ki sadece tatsız bir ŞAKA... İnsan oturmamalı TAŞA, zaten ortada ne YASA var ne TASA, ömür gemisi hepten TAKA... Ne ona YAMA, ne buna padişahım çok YAŞA, sonra kalıverirsin YAYA. Erteledikçe bir başka bahara, YA DA önümüzdeki YAZA, ne YATA YATA ne YANA yakıla geçmez bu ömür her daim İFTİHAR’a. Şairin kaleminde değil mi zaten; mazi kalplerde her zaman YARA...

    Bir araya gelmenin yolları da var elbette...

    Herşeyden önce; doğru DÜZgün organize olursan BİZ, ayrı gayrı kalırsan SİZ oluyor. Biz olunca sesin gürBÜZ, SİZ olunca da haliyle sesin TİZ çıkıyor. Baharda belki YÜZ etmez iken; GÜZ geldiğinde kimbilir kaç bin YÜZ oluyorsun. Önemli olan yol haritasını iyi ÇİZ, aksi takdirde arpa boyundan az öte ancak bir DİZ boyu yol alırsın. Etrafa TOZ kondurma, oluşumları BOZma, bir gün öyle bir gün böyle YOZ’laşma ki; elinde bir KOZ olsun. Birileri zaten oyunu hep KOZsuz oynamışlardır ve sonuna kadar da öyle oynayacaklardır. Yaşam en nihayetinde zaten birkaç metre beyaz bir BEZ değil mi ? Öyleyse; nedir bu POZ ? Günler geçmez böyle MIZ MIZ. İki YAKA’n bir araya yine gelmez belki ama sen yine de beyaz ol, en fazla yüreğin CIZ olur ama insanlığın CIZ-BIZ olmaz.
    Yani;

    Biterse FİYAKA’mız, belki bir araya gelir iki YAKA’mız...

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,678,678,678,678,678,678,678,678,67
    9 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 5

    Burgaz şehrinin meşhur caddesinde yemek molası veriyoruz. Caddenin sağında ve solunda güzel restoranlardan birini seçmek oldukça zor. Bir tanesine giriyoruz ve tavuklu çorba sipariş ediyoruz. Yarım saat sonra gelen çorbalar büyük kaselerin içinde geliyor. Kokusu nefis, tadı da öyle ve çok sıcak. Bu ülkede içtiğim en iyi tavuk çorbalarından biri. On üzerinden on puan veriyorum. Nefis çorbadan sonra, yeşil ve mavinin birleştiği Burgaz şehrine veda edip yolumuza devam ediyoruz.

    Burgaz

    Sahil yollarından sonra dağ yollarına girdiğimizde, araba camlarını açıyorum. Yeşilin kokusunu almak inanılmaz. Daima özlediğim, hasret duyduğum koku… Yeşil tünellerin içinden geçtikten sonra yine bir sahil kasabasına giriyoruz. Yol iki tarafında turistik dükkanların olduğu bir caddenin ortasından geçiyor. Her yer rengarenk eşyalar, her yer turist dolu. Sahilden biraz uzak olan caddenin sağına sapıyoruz, şehrin merkezi karşılıyor bizi. Burası Obzor. Her ülkeden turistin bulunduğu, fiyatların uygun olduğu, çok canlı bir tatil yeri. Burada iki gece kalmayı planlıyoruz, tabii otel bulabilirsek. Daha önce ev olarak planlanan sahil kenarındaki binalar, pansiyon ve otellere çevrilmiş. Hepsi dolu, ancak bir tanesinde şansımıza oda buluyoruz, hem de deniz manzaralı. Karadeniz’in mavi dalgaları bize çok yakın olacak. Sahilde büyük bir lunapark, tenis voleybol kortları var. Geniş kumsalın üzerinde mayolarla bile yemek yenebilecek güzel bir restoran, turistlerle dolu. Obzor sahili, Bulgaristan’ın en iyi sahillerinden biridir. Geniş ve çok uzun plajlar insanlar ne kadar kalabalık olursa olsun ferah ve temiz. Karadeniz’in hırçın dalgalarından her ne kadar denize girmek zor olsa da tuzlu suyu cildi çok güzel bronzlaştırıyor. Acıkan çocuklara simit-fakat bu bildiğimiz gibi susamlı değil, sade ekmeği-halkaları, mısır, dondurma, bardakta taze meyveler satılıyor. Bunlar yetmezse güneşlenilen bölgeden sadece on-on beş adım uzaktaki restorandan yemek için bir şeyler alınabiliyor.

    Şehir merkezine giderken büyük bir parktan geçiliyor. Parkın bir tarafında araba yolu var ve bu yol kenarında küçük butik yiyecek dükkanları yan yana sıralanmış farklı lezzetler sunuyor insanlara. Ayaküstü atıştıracağınız yiyeceklere gelince, kocaman pizza dilimleri, değişik hamur işleri, tava büyüklüğünde pişiler ki bunlar pudra şekeri serpilerek yeniliyor, kızartılmış küçük balıklar, tatlı ve dondurmalar, değişik sosisli ekmekler… İnsan hepsinin tadına bakmak istiyor. Bu dükkanların karşısındaki yeşil parkta kocaman ağaçlar insanları dinlendiriyor. Uzun ağaçların gölgeleri altında oturmak için banklar yapılmış. Çocuklar salıncaklarda sallanırken büyükler de huzurlu bir ortamda serinliyor ve lezzetli yiyeceklerden yiyor. Merkeze giden sokaklarda yine pansiyon olarak kullanılan evler görülüyor. Hatta bazıları evlerinin bahçelerine havuz bile yaptırmış. Dekoratif süsleyenler de olduğu gibi sadece gül bahçesi şeklinde bırakanlar da var.

    Obzor şehrinin merkezi çok büyük alana sahip. Araç geçmiyor. Etrafı yine eski evlerle çevrili büyük meydanda saat kulesi, fıskiyeli büyük havuz, küçük antik tiyatro, çeşitli restoranlar var. Her akşam burada gösteriler yapılıyor, çocuklar ve büyükler eğleniyor. Animasyonlarda Rus bale ve dansları önemli rol oynuyor. Bulgaristan’ın ikinci dili eskiden Rusça idi. Bulgarca ile benzerliği olduğu düşünülen fakat iki dil arasında büyük farklar bulunan bu diller, sadece devletlerin aynı rejimlerinden dolayı benimsenmişti. Fakat, rejim değişikliğinden sonra bu dil önemini kaybetti ve İngilizce önem kazandı. Anaokulunda bize Rusça derslerini verdiklerini hatırlıyorum. Daha dört beş yaşında anadilini düzgün konuşamayan çocuklara yabancı dil öğrenimi başlatılıyordu. Hafızamda kalan iki Rus şarkısını, unutmamak için bazen mırıldanırım. Keşke daha fazla öğrenmiş olup, bu dili hatırlasaydım.

    Obzor

    Gündüz deniz kenarında güneşlenen insanlar, akşam olunca en güzel kıyafetlerini giyinip sokaklara çıkıyorlar. Herkes düğün havasında, çok şık. Yemekler canlı müzik eşliğinde içkili restoranlarda yeniliyor. Restoranlar genellikle ahşap dekorasyonlu, eski zaman stilinde Bulgaristan’a özgü eşyalarla süslü. Müzik de bu ortama uygun olarak Bulgar folklor müziği… Bazı Avrupai restoranlarda dev ekranlarda yabancı ve Bulgar pop müzikleri de var. Ancak turistler geldikleri ülkenin havasını daha fazla hissetmek için folklor müzikli restoranları tercih ediyor. Hatta ilerleyen saatlerde isteyenler dans ediyor, halay çekiyor. Daha önce de bahsettiğim gibi yemek menüsü zengin. Kitap gibi sayfaları çevirirken seçilen yemeğin özelliklerini sormak gerek. Bana göre herkes için değişik tatlar bulunabilir. Sadece sebze yiyenler için de salatalar güzeldir ve pişmiş sebze tabakları.

    İnsanın içini kıpırdatan renkli Rus dansları gösterilerinin, nefis yemeklerin, temiz havayla dolu meydanların canlı müziği insanı eğlendiriyor. İki gece kalacak da olsam da bana yetiyor.
    Zaten, dağ ve denizin birleştiği kokuyu almak benim uzun süreli ilacım olacak.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,139,139,139,139,139,139,139,139,13
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Şair Kahveci : Ahmet Yılmaz Tuncer


    RTÜK ve Başkan, Davut Dursun.

    ELEŞTİRİ

    Radyo ve Televizyon Kuruluş ve Yayınları Hakkın Kanun;
    Kanun No: 3984
    Kanun Tarihi:13.4.1994
    R.G. Tarih ve Sayısı:20.4.1994/21911

    Bu kanun ne der;
    Madde 1 –
    Bu kanunun amacı, radyo ve televizyon yayınlarının düzenlenmesine ve Radyo ve Televizyon Üst kulunun kuruluş, görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin esas ve usulleri belirlemektedir.

    Aynı Kanunun İkinci Bölüm başlığı altında, Yayın İlkeleri olarak geçen;
    Madde - 4’ nün h) bendine göre;

    Türkçenin özellikleri ve kuralları bozulmadan konuşma dili olarak kıllanılmasını; milli birlik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak çağdaş kültür, eğitim ve bilim dili halinde gelişmesinin sağlanması.

    Bu kanunun, J9) Bendi birde ne der; Madde 4’ nün j) bendine göre;

    Yayıncılığın haksız bir amaç ve çıkara alet edilmemesi ve haksız rekabete yol açmaması, ilân ve reklam niteliğindeki yayınları bu niteliklerinin şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklanması, bir basın organın özel çabalarla yarattığı ürünün kendi ürünüymüş gibi sunulmaması, ajanslardan veya başka bir medya kaynağından alınan haberlerin kaynağının belirtilmesini özen gösterilmesi.

    Madde 19 –
    Bütün reklamlar adil ve dürüst olacak, yanıltıcı ve tüketicinin çakarlarına zarar verecek nitelikte olmayacak.

    Gelin şimdi sondan başlayarak bunları bir bir irdeleyelim.

    RTÜK yukarıda sayılan kuruluşu ile kanunu hiçe sayarak, görmezden gelerek görev yapmaktadır.

    Mesela basında sıklıkla yer bulan sahte ballarla etkin bir mücadele yapmamaktadır. Gecenin bir vaktinde bazı kanallarda karşımıza çıkıp hatta işin dozunu arttırarak sahtekârlık yapmaktadırlar. Nedir bu? Efendim yanlış duymadınız şimdi açıklıyorum nidaları eşliğinde bir kilo değil, tam 6 kilo bal, yanında 20 lira değerinde polen olmak üzere, sadece 100 lira.
    Durun, bununla da kalmadı, kargo parası ve KDV ‘de bizden.

    Evet, bu satırları okudunuz, sanıyorum tüyleriniz diken diken oldu. Bunu kim denetleyecek, RTÜK, görevin yapılıp yapılmadığını kim denetleyecek, RTÜK Başkanı, Davut Dursun. Bu yapılıyor mu? Hayır. Çünkü RTÜK başkaları tarafından da denetlenmiyor da ondan.
    TRT dışında dikkat edilmeyen bir başka reklamlar konusu da şudur. Türkiye’de tek. Türkiye’nin en iyisi. Bundan iyisi yok ve benzeri sloganlarla TRT’ye giremeyenler diğer kanallarda yerlerini reklam kuşaklarında çok kolay bulabilmektedirler.
    Bunu kim denetleyecek; RTÜK, görevin yapılıp yapılmadığını kim denetleyecek, RTÜK Başkanı, Davut Dursun.

    Hatta bazıları toplum sağlığını bire bir ilgilendirdiği için, öylesine hassas konulardır k; siz bunları basından önce tespit edip önleyeceksiniz. Hatta bu haberi siz basından değil basın sizden öğrenecektir.
    Bunu kim yapacaktır; RTÜK, görevin yapılıp yapılmadığını kim denetleyecek, RTÜK Başkanı, Davut Dursun.

    Bu konulardaki tüm duyarlılıkları için, kurum olarak TRT’yi, kutluyorum.

    Bunu kim denetleyecek RTÜK, görevin yapılıp yapılmadığını kim denetleyecek, RTÜK Başkanı, Davut Dursun.

    Gelelim, 3984 sayılı kanunun, ilgili maddelerinin, Türkçe için söylediklerine;
    Dilimizin korunması ve dilimizin içine yabancı sözcüklerin karışmamasını, yayın ilkesi olarak kim benimsetecek, bunu kim uygulatacak elbette, RTÜK. RTÜK sayesinde dilimize,
    “ Okey “ kelimesi öyle bir girdi ki; TDK Kurumu, bu kelimeyi artık, Türkçe sözlük içine almalıdır.
    Çünkü RTÜK üyelerinin içinde bulunan TDK Kurumu yetkilileri, buna ses çıkarmamaktadırlar. Radyo Televizyon İzleme Dairesindeki çalışanlar bu kelimede ne var bizde aramızda bunu kullanıyoruz bir sakınca yok derlerse elbette görev yapılmaz.

    Bu konulardaki tüm duyarlılıkları için, kurum olarak TRT’yi, kutluyorum.

    Bunu kim denetleyecek; RTÜK, görevin yapılıp yapılmadığını kim denetleyecek, RTÜK Başkanı, Davut Dursun.
    İşte görevini eksik yapan bir kurum ve onun başındaki Başkan, Davut Dursun.

    Ahmet Yılmaz Tuncer


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Müşerref Özdaş

     Kahveci : Müşerref Özdaş


      EKMEĞİME DOKUNMA

    Sofralarımızın vazgeçilmez nimeti, yere düştüğünde ayakaltından alınıp yükseğe konulan, eski tadını kokusunu arayıp da bulamadığımız, bulduğumuz kadarına razı olduğumuz ekmekle uğraşılıyor son günlerde. Beyaz ekmekteki kepek oranı %65’e çıkarılırken, tuz oranının da azaltılması R.T.Erdoğan’ın talimatıyla Ekmek Tebliği yürürlüğe girmiş bulunuyor. Gerekçeye bakıldığında yanlış bir şey yok. Evet, kepek içerdiği lif nedeniyle sindirim sistemini daha iyi çalıştırır belki, daha tok da tutabilir. Bunlar olumlu tarafları elbette ama serbestçe satılan birçok ürün dururken neden bu defa ekmeğe kafayı taktılar tek zararlı buymuş gibi?

    Alkol, tütün rahatlıkla satılmasına izin verip, üzerinden vergi alarak kazanç sağlayan devlet bu iki ürünü neden görmezlikten geliyor? Kime ne ben beyaz ekmeği seviyorsam.

    Sağlık harcamalarını kısılmaya çalışılıyorsa eğer alkol ve sigaraya el atılsın mesela
    Silah ruhsatı alma yaşı 21 iken, içki satışında yaş sınırının 24 ‘e yükseltilmesi ile olmuyor bu iş.

    Marketler desen, sağlığa zararlı besinler bakımından saatli bomba gibi. Hazır çorba mı ararsınız, asitli içecek mi, patates cipsleri mi... Ne ararsan var.

    Bu kadar sağlığa zararlı ürün dururken peynirimize, zeytinimize katık yaptığımız ekmeğin hedef tahtasına konulmasının arkasında ne var, kimin cüzdanının daha da şişmesi ile ilgili diye düşünmeden edemiyor insan.

    Bir vakitler belki bazılarınız hatırlar, yeşil mercimeğe takmışlardı kafayı. Mercimekçi adı verilen Prof. Dr. Ayşe Baysal her gün çıkıp yeşil mercimeğin faydalarını anlatıyor tarifler veriyordu. Sonra ortalardan kayboldu.

    Gazeteci Güngör Uras’ın bir araştırmasından çıkan şöyle bir sonuç çıkmış arşivlerden öğrendiğime göre:

    “Mercimek stoklarımız eridi ama artık şimdi kırmızı mercimeği Kanada, Hindistan ve Amerika’dan ithal ediyoruz. İthalatçı,Türkiye’deki çiftçinin dikim zamanı fiyatı indirip, Türk üreticisinin ekimini, dikimini engelliyor. İçeride mal yetişmeyince de fiyatlara bindiriyor. Bir de Mersin Serbest Bölgesi’nden mal çıkışı gevşediğinde gümrüksüz ithal malı pirinç ve bakliyat fiyatları aşağıya inip, yerli üretimi vuruyor.”

    2012 yılına ait bir haberde de şu ilginç bilgilere rastladım:

    “ABD Tarım Bakanlığı'nın Dış Tarım ve Ekonomik Araştırmalar servislerinin raporuna göre, 2012/2013 dönemi dünya buğday üretimi 41,3 milyon ton, Türkiye üretiminin ise 3,3 milyon ton düşmesinin beklendiği bildirildi.
    …...................
    Okan Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü Başkanı ve bir firmanın hububat ürünleri enstitüsü direktörü Prof. Dr. Hikmet Boyacıoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Dış Tarım Servisi'nin ''Dünya buğday üretim, Tüketim ve Stokları'', Ekonomik Araştırmalar Servisi'nin ''Buğday Görünümü'' raporlarına göre, Temmuz 2012/Haziran 2013 dönemi dünya buğday üretiminin, geçen sezona oranla, 41,3 milyonluk düşüşle 655 milyon ton seviyelerine gerileyeceğini söyledi.”
    ….........

    Ocak 2013, TV’deki haberlerde ekmeğin kepek oranının artırılıp tuz oranının azaltılacağı belirtiliyor.
    Bir de deniliyor ki, “ bir süre gözleyeceğiz, tüketici buna alışırsa tamamen beyaz ekmeği kaldıracağız... “
    Üzerimizde, sofralarımızda denemeler yapılıyor yani.

    Buyurun buradan yakın.

    Ekmeği koydum kısa bir süre kenara, etrafıma şöyle bir baktım yeniden. Hemen hemen her köşede gördüğümüz hamburgercilere, iştahla yediğimiz( neden acaba?) hamburgerlere ne demeli?
    Bir de mangal olayı var, zararlıları saymaya devam edersem say say bitmeyecek. Mangalın dumanında da, közlere düşüp cızırdayan yağında da, etinde de kanserojen maddeler var(mış). Sucuk, salam, sosis desen onlar ayrı hikaye. Nitratıymış, MSG’siymiş... Uzar gider.

    Haydi pikniğe gitmek, mangal yakmak da yasaklansın.
    Bundan böyle zinhaaarrrr pikniğe gidilmeye, karda sucuk ekmek keyfi yapılmaya, yoksa çok fena olur çookkk, uf olursunuz uf...

    Yeniden ekmeğe döneceğim. Sen üretmezsen ben kendim yaparım beyaz ekmeğimi. Akıl vermiş olmayayım ama kızartma da zararlı, balık aldığımda da nasıl yiyeceğimi sen belirle istersen. Yüce devletüüüümm...
    Ya yiyeceğim ben o ekmeği ya yiyeceğim, balığımı da illaki kızartacağım...

    Ekmekle, tuzla oyalanıyoruz, bu arada tren yolcularını almış götürüyor.
    Neyse sevgili okuyucularım, ben sizleri uyandırmış olmayayım, haydi uykunuza devam edin siz.

    İyi uykular...

    Müşerref Özdaş


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,009,009,009,009,009,009,009,009,00
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      AŞKIN ABECESİ

    AŞ: Aşk kişinin kendini aşması, sevgiyle dolup taşmasıdır
    Sevgiliyle yenen yemek kuru ekmek bal börek gibidir
    Ama aşksız kişilerin aşı bal börek olsa bile yavan gelir.
    Aşk aşure ya da türlü tadında güle oynaya yenilen bir gönül aşıdır
    İçindeki dost kahkahası, düşmanın gözyaşıdır...
    şAŞKın: Aşk kayıtsız şartsız egemen olmak ister gönüllere.
    Dinlemez yasa, ferman. Asla kul köle değildir kimseye.
    Şaşkın! Hiç takılır mı aşka kın?
    AŞKın: Sakın deme işim başımdan aşkın; çalınırsa kapın. Zamansız geldin ya da benden geçti artık diye düşünme, hemen al içeriye. Yoksa ne yaparsan yap, istediğin kadar çağır bağır, bir daha gelmez geriye. Aşkın yoktur yaşı başı. Onu baş üstünde taşı.
    aŞIK: Aşık sevgilisine güzel görünmek için şık gezer. Zaten aşk da şık bir olaydır. Bencillere kendinden başkasını sevmek zor gelir ama özverili kişilere onun denizine dalmak, yakamozlu giysilere bürünmek çok kolaydır.
    AŞIk: Aşk bir aşıdır. Bu aşı yediveren gülüne dönüştürür gönlümüzü, mutluluğumuzu sevgiliyle bölüştürür.
    kAŞIK: Aşkın cennetinde herkes elindeki kaşığı karşısındaki sevgilisine uzatır, onu doyurur. İlgi ve sevgisini gül ile yoğurur, güzellikler doğurur, aşkın yüceliğini dünyaya duyurur.

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,338,338,338,338,338,338,338,33
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    ABUZİTTİN TEPKİLERE CEVAP VERİYOR.

    Efendim, kimilerine göre geçen hafta biraz fazla esip gürledik ya, hemen “Ulan bu hıyarı da Silivri’ye tıkmak lazım.” türünden geri bildirimler almaya başladık.

    Meğerse, ben bayağı bir “milliyetçiymişim”, bu “aşırı şoven” tavır ile Kürt sorununun çözümüne katkı yapılamazmış falan da filan.......

    Hani sanki, yeryüzünde Ortadoğu diye bir bölge, Amerika diye bir ülke falan yok, sadece garibim bizim Ülkemizde basitçe bir iç sorun yaşamaktayız. Hani ıccık sempati, accık da empati ile hemen de çözülüvericek bir Kürt sorunumuz var da sırf biz caz cuz yaptığımız için bir türlü çözülemiyor.

    Siz de uygun görürseniz şayet, olayı kavratmak için bu arkadaşlara şöyle bir uygulama yaptıralım diyorum:
    Yaz evladım akşama kadar...... tam 1500 kere “Büyük Ortadoğu Projesi”
    Yarınki ödevin ise 3000 kere “Amerikan Emperyalizmi” yazmak olsun.
    Bir sonraki gün “NATO’ya hayır!” yaz, sonra “patriotlarınla birlikte defol” ile devam et,
    arkasından “Türkiye, Suriye kardeştir, Amerika kalleştir!” yaz.
    Haaa, yoruldun mu evlat, tamam tamam, odun kafana girmiştir artık bazı şeyler herhalde, bu kadar ev ödevi yeter sana!
    Neyse dostlar, asıl kimliğime rücu ederek bana yöneltilen eleştirilere bayağı bir zaman önce yazdığım bir şiirle yanıt vermek istiyorum izninizle. Hani malum arada şairlik de taslıyoruz ya. Eh, o kadarına da katlanacaksınız artık! Ne yapalım.

    ÖFKENİN ŞİİRİ
    Ne zaman esip gürlese birileri,
    Aklıma bir şiir üşüşür,
    Kendimi şair yerine de koymak istemem amma,
    Elimde değil,
    Sabrım tükenir, öfkem kan kızıla boyanır,
    Bardakmış, dolu tarafmış umurlarım, umutlarım
    Önce biter, sonra yeniden ayaklanır

    Ne zaman bol keseden höykürse somun pehlivanları
    “İnsan” derim, “kardeş” derim, “arkadaş” derim,
    Derim de, ölümü görmeyi istemez kör olasıca gözlerim,
    Ha Gazze olmuş, ha İskenderun, ha Diyarbekir
    Ölü bir çocuk ne zaman baksa gözlerime,
    Silahın kabzasını tutan elin, ne dini kalır öfkemde, ne inancı

    Vatan, millet, hak, hukuk, guguk, muguk
    “Burası Türkiye abicim” diyor birileri köy kahvesinde,
    Ölüme bu kadar duyarsızlar, gözleri kör, kulakları sağır olmuş
    Zat-ı şahanelerinin yazık ki, ne yazık
    Kimsenin umurunda değil gencecik ölüler
    Ekranda timsah gözyaşları akıtılır, yazılırken bu satırlar
    Kalplerde umursamaz ikircikli duygular,
    Akılda akşamki dana rostonun et kalitesi var!

    Ne yaşı, ne yaşanmış yılları, gelecekteki umutları, arzuları
    Hepsi birer birer gömülürken yerin altına,
    Elimde değil, bırakırım dilimdeki türküleri...
    Sadece “insan” derim, “kardeş” derim, “arkadaş” derim
    Hangi zalim, hangi sıfatlara sığdırabilir ki kendini,
    Ne adına, kim adına, niçini, nasılı olabilir mi cinayetlerin

    Nerede bir zulüm görsem, orada bir mazlum, bir de zalim görür gözlerim,
    Her ikisi de ha Müslüman olmuş, ha Yahudi, ha Kürt, ha Türk, ha Ermeni
    Ne fark eder ki!
    İhsan BABAK Haziran 2010


    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    8,758,758,758,758,758,758,758,758,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Foucault'nun Episteme Görüşü Üzerine III

    Foucault’nun bu görüşlerini fizik bilimi üzerinden sınayacak olduğumuzda karşımıza çıkan tablo bizce, bu görüşlerin reddiyle sonuçlanmaktadır. Nitekim, gerek Aristoteles fiziği, gerekse de Newton fiziği, insan zihninin dışdünyâyı anlayabilecek yeteneğe/yeterliliğe sâhip olduğuna ve dışdünyâdaki gerçekliğin bilinebileceğine inanır ve bunu, realist episteme olarak tanımlamak mümkündür. Bu yönüyle, Aristoteles fiziğinden Newton fiziğine geçişte, realist epistemede herhangi bir kırılma olmamıştır. Oysa, Heisenberg fiziğinde realist epistemeye, sınırlı bir geçerlilik alanı tanınmış ve bu alan, dışdünyâ olarak kavradığımız olgular dünyâsıyla sınırlı kalmış; atom-altı düzlemde ise realist episteme değil, belirsizlik epistemesi savunulmuştur.

    Dolayısıyla, realist episteme ve belirsizlik epistemesi arasındaki ilişkide, Foucault’nun savunduğu türden bir epistemik kırılma yaşanmamış; blok hâlinde çöken bir epistemenin yerine, blok hâlinde yükselen bir başka episteme gelmemiş; belirsizlik epistemesi, realist epistemeyi sınırlandırmakla yetinmiştir. İkinci olarak Aristoteles fiziği, varlığa ve harekete ilişkin incelemesinde nitelikler üzerinde durur; Newton fiziği ise niceliklere önem verir; nitelikleri de nicelikler üzerinden tanımlamaya çalışır. Aristoteles fiziğinin bu incelemesinde yer alan epistemeyi nitelik epistemesi, Newton fiziğinde yer alan epistemeyi de nicelik epistemesi olarak tespit ettiğimizde, bu bağlamda da Foucault’nun savunduğu türden bir epistemik kırılma yaşanmamıştır.

    Çünkü nicelik epistemesi, nitelik epistemesini bütünüyle bir tarafa atmamış, onu dönüştürerek kendi içinde barındırmıştır. Nicelik epistemesi, nitelik epistemesini de kapsayan daha geniş bir epistemedir ve tüm evrenin ortak bir epistemede bilinebileceği ilkesini gözetir. Dolayısıyla, her iki epistemeyi, bilinebilirlik epistemesi şeklinde daha genel bir episteme içinde dile getirmek de mümkündür. Buna karşılık Heisenberg fiziği, atom-altı düzlemde bilinemezlik epistemesini savunur ki, bu epistemenin ortaya çıkışı da bilinebilirlik epistemesini bütünüyle ortadan kaldırmamış, yalnızca kapsamını sınırlandırmaya yönelmiştir.

    Üçüncü olarak, Foucault’nun episteme görüşünde bir episteme, belirli bir çağda incelemelerini sürdüren tüm bilgin, araştırmacı ve düşünürleri, aynı biçimde etkisi altına alır ve aynı epistemenin hâkim olduğu bir dönemde, bu epistemeye ilişkin olarak farklı değerlendirmeler yapılamaz. Oysa, ışık konusunda Newton’un zihnini yöneten epistemenin, Huygens’in zihnini yöneten epistemeyle aynı olmadığı veya doğa tasarımı ve evren konusunda Planck’ın zihnini yöneten epistemenin, Heisenberg’in zihnini yöneten epistemeyle aynı olmadığı ya da Einstein’ın zihnini yöneten epistemenin atom-altı düzlem hakkında hem Planck’ın, hem de Heisenberg’in zihnini yöneten epistemelerle aynı olmadığı açıktır.

    Örneğin Planck, atom-altı düzlemde geçerli olduğunu düşündüğü birtakım ilişkileri, doğanın büyük bir kısmına da taşımış ve buradan bir kaos teorisine varmıştır. Heisenberg ise belirsizlik epistemesine sınırlı bir geçerlilik tanımış ve bunu, atom-altı düzlemle sınırlamıştı. Einstein ise belirsizlik epistemesini ne doğada, ne de atom-altı düzlemde kabûle yanaşmayarak Aristoteles ve Newton’un zihnini yöneten realist epistemeden çok da farklı olmayan bir epistemeyle düşünmüştü. Hâliyle bu tespitlerimiz, bu bağlamda da Foucault’nun episteme ve epistemik kırılma görüşlerinin modern fizikte yaşanan bu gelişmeler bağlamında pek de isâbetli olmadığını göstermektedir.

    Dördüncü olarak, gerek Aristoteles fiziği, gerekse de Newton fiziği, varlık ve bilgi arasındaki ilişkide uygunluk epistemesinden hareket etmişler ve varlığa ilişkin bir bilginin, varlığa geri götürülebilmesi durumunda doğruluk değerinin doğru; geri götürülememesi durumunda ise yanlış olacağını savunmuştur. Yâni uygunluk epistemesinde, iki doğruluk değeri kabûl edilmiş ve tüm bilgiler için bu epistemenin geçerli olduğuna inanılmıştır. Heisenberg fiziğinde ise uygunluk epistemesi, atom-altı düzlemde geçersiz kabûl edilmiş ve bunun yerine, olasılık epistemesi getirilmiş; diğer varlık düzlemlerinde ise uygunluk epistemesi reddedilmemiştir.

    Heisenberg, olasılık epistemesine uygun bir biçimde, doğru (1) ve yanlış (0) değerleri arasında belirsiz (1/2) değerini de mantık alanına dâhil etmiş ve farklı bir mantık dizgesi kurmuştur. Dolayısıyla, uygunluk epistemesinden olasılık epistemesine geçişte de tam bir kırılma yoktur ve blok hâlinde çöken bir epistemenin yerine, blok hâlinde yükselen bir episteme ortaya çıkmamıştır. Ayrıca, olasılık epistemesi de yirminci yüzyıl fizikçilerinin zihinlerini aynı biçimde şekillendirmemiş; Einstein’da da gördüğümüz gibi, olasılık epistemesini uygunluk epistemesine geri götürme çabaları da aynı dönemde ortaya çıkmıştır.

    Beşinci olarak, gerek Aristoteles fiziğinde, gerekse de Newton fiziğinde, gözlemci ve gözlemlenen olgu arasında, kesin bir çizgi vardır ki bu çizgi, mutlak olarak korunur ve bu durum, ele alınan bir olgunun özneden bağımsız olarak incelenebilmesine olanak tanır. Bunu ifâde etmek için nesnellik epistemesi şeklinde bir tanım kullandığımızda, bu epistemenin de gerek Aristoteles fiziğinde, gerekse de Newton fiziğinde aynı biçimde kabûl edilmiş olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Bu bakımdan, Aristoteles fiziğinden Newton fiziğine geçişte, nesnellik epistemesinde de Foucault’nun görüşlerindeki gibi bir kırılma olmamıştır.

    Oysa, Heisenberg fiziğinde atom-altı düzlem için gözlemci ve gözlemlenen olgu arasında, kesin bir ayrım yoktur ve gözlemci, bu düzlemde gözlemlediği her olguya, dolayımsız olarak müdahâle eder. Bir elektronun yerini tespit etmek istediğinde, elektromikroskobun ışığından etkilenecek olan elektronun yeri değişecek ve hızı için de aynı şey geçerli olacaktır ki, bunu da öznellik epistemesi şeklinde ifâde etmek mümkündür. Fakat, nesnellik epistemesinden öznellik epistemesine geçişte de Foucault’nun savunduğu şekilde blok hâlinde bir çöküş yaşanmamıştır ve öznellik epistemesi, nesnellik epistemesini ortadan kaldırmak yerine, onu sınırlandırmakla yetinmiştir.

    Altıncı olarak, Aristoteles fiziğinde Ay-altı ve Ay-üstü evrene ilişkin farklı birtakım ilke ve yasalar tespit edilerek bu iki evrende hareketin niteliklerinin farklı olduğu savunulmuştur. Bu yönüyle, Aristoteles için fizikte, belirli türden bir ayrım epistemesi esas alınmış ve her bir varlık düzleminin kendine özgü ilke ve yasaları, bu episteme temelinde dile getirilmiştir. Newton fiziği ise bu tür bir epistemeden değil, benzerlik epistemesinden hareket ederek Ay-altı ve Ay-üstü arasındaki ayrımı ortadan kaldırmış; düşen bir elma ve gezegenlerin yörüngedeki dönüşünü, aynı ilke ve yasalarla açıklamaya çalışmıştır.

    Ancak, ayrım epistemesi ve benzerlik epistemesi arasında bu tür bâriz bir fark olsa da bu epistemik kırılma da Foucault’nun savunduğunun aksine, “bir anda” olmamış; Kopernik’ten Newton’a gelinceye kadar aşama aşama ve bâzen geri dönüşler de olmak üzere, uzun bir dönemde şekillenmiştir. Heisenberg fiziği ise benzerlik epistemesine tekrar bir sınırlandırma getirmiş ve bu epistemeye, yalnızca olgular dünyâsında geçerlilik tanımıştır. Atom-altı düzleminin kendine özgü yapısı, bu düzlem ve olgular dünyâsı arasında bir ayrım yapmayı gerektirmiş ve Heisenberg, Aristoteles fiziğindeki ayrım epistemesini farklı bir bağlamda, benzerlik epistemesini sınırlandırarak yeniden inşâ etmiştir.

    Yedinci olarak, modern fizikte Kopernik’le başlayan gelişmeler dikkatle incelendiğinde, her dönem için Bruno, Planck ve Einstein gibi kendi dönemlerinin yaygın anlayışlarına karşı çıkan ayrıksı isimlerin varlığı, rahatlıkla tespit edilebilir ve bu da Foucault’nun episteme görüşünü sorun hâline getirir. Nitekim modern fizik, Kopernik sonrası dönemde, Bruno çizgisinde ilerlememiş; ancak Bruno’nun görüşleri, Felsefe’de özellikle Spinoza, Schelling ve Hegel’in sistemlerinde etkisini hissettirmiş ve farklı bilgi alanlarıyla harmanlanarak farklı birtakım düşünsel yapıların inşâ edilmesine katkı sağlamıştır.

    Aynı şekilde, Einstein’ın Heisenberg fiziğine yönelttiği eleştiriler de 2005 yılından itibâren sürdürülmekte olan yeni birtakım çalışmalarla, daha da dikkat çekici hâle gelmiştir. Bu târihte îcât edilen bir parçacık hızlandırıcı, bir elektronun aynı anda hem konumunu, hem de hızını tespit etmeye imkân tanımış ve bu da atom-altı düzlemde Heisenberg fiziğinin temel argümanlarını ya da epistemelerini yeniden gözden geçirmeyi gerektirmiştir. Bu tür bir incelemeyi yapabilmek için de şüphesiz ki, eskiyle sürekli bir hesaplaşma ve eskiyi sürekli olarak yeniden inşâ etme çabası gerekecektir.

    İmdi, episteme konusunda bütüncül bir bakışa sâhip olmak ve bir epistemik kırılma yaşanması durumunda yeni episteme bağlamında eski epistemeyi bütünüyle yanlış saymak, bu tür bir incelemede yol aldırıcı görünmemektedir. Einstein’ın Heisenberg fiziğine yönelttiği eleştirilerdeki haklılık payı, ancak 2005 yılından sonraki deneylerle empirik olarak anlaşılabilmiş ve bu görüşlerin geliştirilebilmesi için fizik alanında, yeniden Newtoncu epistemeler arayışı başlamıştır. Hâliyle, bu çalışmamızın başında yer verdiğimiz üzere Foucault’nun episteme görüşü bağlamında Merquior’un Canguilhem’den aktardığı ve kendisinin de katıldığını belirttiği eleştirilerde haklılık payları sâbittir.

    Nitekim, bizce de Foucault, episteme konusunda abartılı bir genelleme yapma yoluna gitmiş ve bilim târihinde; özellikle de modern fizikte yaşanan bâzı gelişmeleri görmezden gelerek epistemik kırılmalar konusunda pek de isâbetli olmayan birtakım değerlendirmelerde bulunmuştur. Fizikte epistemeler, yekpâre sütunlar hâlinde değildir ve epistemik kırılmalarda şeyler “birdenbire”, daha önce kavranıldığı, tanımlandığı, ifâde edildiği, nitelendirildiği, sınıflandırıldığı ve bilindiği şekillerden bütünüyle farklı biçimlerde ele alınmaz. Bu bağlamda Kopernik, pek çok konuda Aristoteles-Batlamyus çizgisiyle ortak görüşlere sâhiptir.

    Kopernik’e göre de Dünyâ küre şeklindedir, gezegenlerin yörüngeleri çemberseldir, evren duran yıldızlar göğü tarafından sınırlandırılmıştır ve hattâ, gezegenlerin uzay boşluğunda sâbit kalmasını sağlayan 36 tâne görünmez küre vardır. Bu bakımdan denilebilir ki, modern fizikte yaşanan gelişmeleri ana hatlarıyla incelediğimizde, belirli bir dönemde tüm fizikçilerin zihinlerini aynı biçimde yöneten tek bir epistemenin olmadığını, epistemik kırılmaların bir anda ve kendiliğinden açığa çıkmadığını, bu kırılmalar içinde yeni epistemenin eski epistemeyi bütünüyle yanlış kabûl etmek yerine onu değiştirip dönüştürdüğünü söylemek mümkündür.

    KAYNAKÇA

    Aristoteles, (1990). Oluş ve Bozuluş Üzerine, İstanbul: Ara Yayıncılık.
    Aristoteles, (1997). Gökyüzü Üzerine, Ankara: Dost Kitapevi.
    Aristoteles, (2001). Fizik, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
    BOZKURT, Nejat, (2003). Bilimler Târihi ve Felsefesi, İstanbul: Morpa Kültür Yayınları.
    FOUCAULT, Michel, (2001a). Ders Özetleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
    FOUCAULT, Michel, (2001b). Kelimeler ve Şeyler, Ankara: İmge Yayınevi.
    FOUCAULT, Michel, (2003). İktidârın Gözü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
    FOUCAULT, Michel, (2004). Felsefe Sahnesi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
    FOUCAULT, Michel, (2005). Özne ve İktidâr, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
    GOTT, J. Richard, (2006). Einstein Evreninde Zaman Yolculuğu, Ankara: Arkadaş Yayınları.
    GÖKBERK, Macit, (1999). Felsefe Târihi, İstanbul: Remzi Kitapevi.
    HEISENBERG, Werner, (2000). Fizik ve Felsefe, İstanbul: Belge Yayıncılık.
    HEISENBERG, Werner, (2003). Einstein’la Yüzleşmek, İstanbul: Gelenek Yayıncılık.
    HENRY, John, (2009). Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, İstanbul: Küre Yayınları.
    KARAOĞLU, Bekir, (2008). Kuantum Mekaniğine Giriş, Ankara: Seçkin Yayıncılık.
    KUHN, Thomas S., (2000). Bilimsel Devrimlerin Yapısı, İstanbul: Alan Yayıncılık.
    MERQUIOR, José Guilherme, (1986). Foucault, İstanbul: Afa Yayınları.
    SENCER, Muammer, (1998). Bilim Târihinde Dönüm Noktaları, İstanbul: Say Yayınları.


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,389,389,389,389,389,389,389,389,38
    8 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      KİTAPLARI KİM YAKTI?

    Yanıtı başından vereyim: Galatasaray Üniversitesi’nin kitaplarını. Galatasaray Lisesi’ni bitirenler yaktı: Atatürkçü geçinen, düzmece ilericiler yaktı.

    Tutucular, gericiler, bütün barbarlıklarıyla, tutarlıdırlar: öbür dünya masalları anlatıp bu dünyayı talan ederler, sizin hukukunuz, sizin adaletiniz deyip hukuka da, adalete de hiç aldırmazlar; peki ya ilerici olduğunu, Atatürk ilke ve devrimlerine canları pahasına bağlı olduklarını öne sürenler ne yapar?  Öteden beri ve bugün yaptıklarını: lâf ebeliğiyle ömür geçirirler.

    Galatasaray Lisesi’ni bitirmiş olan, çeşitli meslekler edinmiş, seçkinlerin çocukları oldukları için, toplumun belli başlı köşelerini tutmuş; banka, fabrika sahibi olmuş bulunanlar, bilmem kaç yıllık Feriye Sarayı’nın o yarı ahşap haliyle kullanılamayacağını; her an yanabileceğini bilmez mi, bilmek zorunda değil midir? Gümüşsuyu’ndaki bankasını özenle onarttırıp depreme dayanaklı hâle getiren hamal çocuğu gibi, onların da, ille de bu sarayı istiyorlarsa, iyice bir elden geçirtip onarttırmaları, hem depreme, hem yangına dayanıklı duruma getirtmeleri gerekmez miydi? Her zaman yaptıkları gibi, iğneyi kendilerine batıracak yerde, çuvaldızı yangın söndürücülere batırdılar: güya gelmişler, bakmışlar duman kesildi, yangın söndürüldü diye tutanak tutup gitmek üzereymişler ki, çatı tutuşmuş!!!???

    İlber Ortaylı ile Erdoğan Teziç yıllarca biriktirdikleri, kimisi artık hiç bulunamayacak değerli, ender kitaplarını bu üniversiteye bağışlamışlarmış; onlar da çatır çatır yandı, kül oldu. Bre insaf! Bu kadar değerli hazineler, her an kül olabilecek ahşap yapılarda mı saklanır? Altınlarınızı, gümüşlerinizi çelik kasalarda saklıyorsunuz; peki bu bilgi hazinelerinin hiç mi değeri yok sizin için: Demek ki yokmuş! Her zamanki gibi, lâf züppeliği yapmışsınız; iyi de, içki masalarında, toplantılarda giriştiğiniz züppelik gösterileri bu kadar pahalıya patlamıyor güzelim halklara.

    Galatasaray Lisesi’ni bitirenler arasında mimar yok mu? Zaten sizin kökünüzü kazımak isteyenlerin denetimindeki belediye görevlileri elbette o yapıya bugünkü hâliyle oturulamaz raporu vermezler; peki sizin mimarlarınız neden gidip bir ön keşif yapmaz, neden üniversiteyi kurup açmaya girişenlere alınması gereken önlemleri bildirmez?

    Sevgili Yılmaz Dikbaş, son kitabının adını boşuna Atatürkçüler Yenildi koymadı; o bilmiyor mu 10 Kasım 1938’den beri, gerçek Atatürkçülerin bir kez bile işbaşına gelemediklerini; dahası, sevgili Mustafa Kemâl yaşarken de, devlet erkine gerektiği gibi, tam anlamıyla  el koyamadıklarını, istedikleri köklü dönüşümleri, ağaların elinden toprakları alıp yüzlerce yıldır ezilip sömürülen insanlara dağıtamadıklarını; tam 6 Yüzyıl karanlıkta bırakılmış güzelim insanların Köy Enstitüleri’nde okutulup aydınlatılamadıklarını? Hepsini bilir kuşkusuz; ama umutsuz bir çığlıkla, Azerlerine ölü toprağı serpilmişleri sarsmak, uyandırmak üzere bile bile öyle koymuştur kitabının adını.

    Aslında, korkarım boşuna dil döküyoruz; çünkü hastalık salt bize özgü, yerel değil, küresel; dizgesel: anamalcılık denen veba yok edilmeden kimseye bunun dışında bir umut yok; sözlü ve yazılı iletişim araçları bugün şu allı pullu ülkelerde, ABD’de, AB ülkelerinde olup bitenlerin, çekilen acıların ayrıntılarını; sokaklarda yatanları; gençlerin ne kadarın, en pahalı parıltılı okulları bitirdikten sonra, işsizlikten kıvrandığını söylemiyor, yazmıyor; yalnız arasıra şurada burada ayaklanan, sokaklara fırlayan, kendi yarattığı artıdeğeri yok etmek üzere araları yakan, banka camlarını parçalayan insanları gösteriyor ya da yazıyorlar. Oysa bu da kandırmacanın parçası: yapılması gereken, yakıp yıkmak değil, şu vebalı sömürü düzensizliğinin yerine evrenin özüne uygun dayanışma-yardımlaşma düzenini geçirmek üzere kolları sıvamak; bütün sanal ayrıcalıkları çöpe atıp – evrenin özünde zaten var olan – eşitliğin sevincini yaşamaktır, Küba’daki gibi.

    Küba deyince, hemen kalkıp: iyi ama onlar da yoksul, şuları buları yok, diyor kimileri; iyi  de, o yokluklar sizin doymazlığınızın sonucu; kimilerinin elindeki, bin yılda yiyemeyeceği birikimi onlarla paylaşmaya razı olsanız, şimdikinden daha varsıl, daha olanaklı gözükecekler.

    Üstelik, sizin sandığınızın tersine, asıl varlıklı onlar: ne gelecek kaygıları var, ne iş-aş-eş bulma tasaları; sağlıkları bütünüyle güvence altında, hem de Fidel neden yararlanıyorsa, sokağı süpürene de aynısını sağlayarak; ana karnından başlayarak, bütün çocukların bakımını, eğitimini, mutluluğunu üstlenmiş durumdalar.

    Kısacası, Küba’yı yönetenler, yeryüzü Cennet’ine tanklarla değil, bilgiyle, sevgiyle gidileceğini çok iyi görüp eksiksiz uymuşlar.

    Başa dönersek, ilerici geçinenlerin bugünkü aymazlığıyla, daha çok okul ve kitap yanar yurdumuzda.

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,809,809,809,809,809,809,809,809,809,80
    5 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Dost Meclisi


    YORUMLARINIZI GALERiMiZDEKi iLGiLi BÖLÜME BIRAKABiLiRSiNiZ.
    Yorumlarınız için bekleriz.

    Fotograf : Mehmet Hamurkaroğlu

    Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir,
    dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.

    <#><#><#><#><#><#><#>

    Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır.
    Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır.
    Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir.
    Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-))
    Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.

    Yukarı


     


     Tadımlık Şiirler


    SEBİL VE GÜVERCİNLER

    Çözülen bir demetten indiler birer birer,
    Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.
    Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun,
    Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...

    Nihayetsiz çöllerin üstünden hep beraber
    Geçerken bulmadılar ne bir ot ne bir yosun,
    Ürkmeden su içsinler yavaşça, susun, susun!
    Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler...

    En son şarkılarını dağıtarak rüzgâra,
    Beyaz boyunlarını uzattılar taslara...
    Bir damla suya hasret gideceklermiş meğer.

    Şimdi bomboş sebilden selviler bir şey sorar,
    Hatırlatır uzayan dem çekişleri rüzgâr
    Mermer basamaklarda uçuşur beyaz tüyler.

    Ziya Osman SABA

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


     Damak tadınıza uygun kahveler






    http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
    Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.

    GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB
    http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE
    Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.

    VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB
    http://www.videolan.org/
    İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.

    7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB
    http://www.7-zip.org/
    Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.

    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Sev Kardeşim
    Şenay Yüzbaşıoğlu









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20130125.asp
    ISSN: 1303-8923
    25 Ocak 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com