|
|
|
Editör'den : Kafa dinliyorum, gözlerim kapalı!.. |
Bir haftadır memleket gündeminden uzak kafamı dinliyorum. Olup biteni öğrenip konsantre olabilmeme daha birkaç gün var. Haftaya rahatsız olduğumuz konuları yazmaya kaldığımız yerden devam ederiz umuyorum. Zorunlu olarak kısa kesiyor ve sizleri birbirinden okunası Kahve Molası yazarlarıyla başbaşa bırakıyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KALBUR SAMAN İÇİNDE -4 |
|
Taş duvarlı sokaklar, yaşlı ve yorgun evler soğuk yıldız rüzgârından gizlenmek için Ada’nın güney kıyısına yapılmıştır. Kuzeyinde sadece bodur çalılar ve geven dikenlikleri vardır. Gündoğrusundan ve batıdan esintilere açıktır. Lodosa gelince… O zaten başına buyruktur. Estiği zaman kuytu, barınak dinlemez. Ne varsa önüne katıp götürür. Bu nedenle buralarda yaşanmış bütün büyük yangınların, batan gemilerin sorumlusu olarak görülür. Sinop Kalesi’nin duvarları ile siperlenmiş eski garajın önüne Diogenes Heykeli dikilmeden bir yıl kadar önceydi. Şubat ayı ortalarında yine o bilindik lodos kapıları zorlamış, bacaları sallamıştı.
O gün lodos iyice güçlenmeden önce Üzeyir Kaptan ve Oğlu’nun denize açıldıklarını görenler vardı. Baba ve oğlu Gazi Kayası açıklarındaki kalkan ağlarını toplayıp lüfer için tifani ağlarını suya salmışlar. Gelincik altında kuytuya çekilip ağların bir kısmını temizlemişler. Vatos ve köpek balıklarını denize bırakmışlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde yeniden denize çıkmayı istedikleri için de teknenin kamarası içine girip yatmışlar. Kayık sallanmış, oynamış ama aldırmamışlar. Her günü Karadeniz’de geçen insanlar için bu öylesine sıradan bir şeydir. Baba oğul uykuya dalınca lodos kuvvetlenmiş, kıyıda bağlı kayıkların bile bir kaçını telef etmiş. Uyku baldan tatlı, yorgun bedenler uyanamamışlar. Lodosun alabora ettiği teknenin kamarasında sıkışıp kalmışlar. Normal bir günde kilometrelerce, saatlerce yüzebilecek kadar usta denizciler ertesi gün suya yatmış teknenin kamarası içinde ölü bulundular. Sevenleri çoktu. Çok yandılar, çok yakardılar. Fayda etmedi. Sevenlerinin ayakları geri geri gitse de baba ve oğlu Çukurbağ mezarlığında yan yana toprağa verdiler.
Bu olaydan bir yıl önce de Akliman açıklarında kereste yüklü bir Rus gemisi de batmıştı. Sinop limanına sığınmak için çabalayan gemi ada burnunu dönemeden suya gömülmüştü. Neyse ki ölen olmamıştı. Sahil güvenlik botu bütün personeli sağ salim kıyıya almayı başarabilmişti. Korku içindeki gemi personelinin soğuk bir akşamüzeri sırılsıklam giysiler içindeki korku dolu gözlerini televizyondan görmüştük. Bütün kargosu denizin dibine gömülen gemi için çalışmalar yürütülmüş ama çok derinde olduğu için kendi haline bırakılmıştı. İncedayı Mahallesi sahilinde oturanlar bu gemi ile yakından ilgileniyorlarmış. Duyunca ben de şaşırmıştım. Batarken açıldığı sanılan ambar kapaklarından zaman zaman kereste demetleri karaya vuruyormuş. Sırf bu ganimete sahip olmak için dalgalı havalarda erkenden kalkıp sahili turlayanlar varmış. Elbette ganimetten nasiplenenler de.
Sürekli batık gemilerden ve ölümlerden söz edip lodosu günah keçisi yapmak haksızlık olur. Hepimiz biliriz ki lodosun peşi yağmurdur. Soba zehirlenmelerine neden olsa bile kış ortasında ılık bahar günleri yaşatır. Parklar ve sahiller cıvıl cıvıl oluverir. Sıcağın ve yazın insanı özgür kılan bir yanı vardır. Kimseyi dert etmeden, hesapsız, kaygısız oluveririz. Şortunu ayağına geçiren, tişörtünü ve terliklerini giyen insanların statü ve rolleri ortadan kalkıverir. İkinci Karakum Plajına yazın birkaç haftalığına tatil için bir avukat geliyormuş. Aslen buralı olup büyük kentlerin birinde yaşayan altmışını devirmiş biri… Denize gireyim, yüzeyim falan gibi bir derdi yokmuş. Kara volkanik kumlar ağrılarına iyi geldiğinden o sadece kendini kuma gömdürüyormuş. Onu kapıda gören çocuklar küreği hemen kapar, plajda hazır ve nazır onu beklerlermiş. Çünkü kendini gömen delikanlıya yüklüce bir bahşiş verirmiş. Kumdan çıktıktan sonra ona gölgede bir de köpüklü Türk Kahvesi ikram ederlermiş. Müessesenin ikramı… Koskoca Avukat kendini kuma gömdürüyor ya bizimkilere ilginç gelmiş. Hem de kürekle, mevta gibi. Yaz başka bir güzellik. İnsanı çocuksu, uçarı ediveriyor.
Balıkçı Danyal ile laflarken öğrendim. Bütün denizciler, bütün balıkçılar denizkızı görürlermiş. Gördüklerine kendileri de inanmasalar bile bu gerçekmiş. Ağustosun sonlarına doğru uzun aysız gecelerde uzatma ağıyla balığa çıkılır. Uzatma ağı ile avlanmak sadece palamut için kullanılır. Ağın bir tarafı mantar yata öteki yakasında ise kurşun yerine demir halkalar vardır. Ağı çapasız olarak kayıktan denize salar ve beklemeye başlarsın. Uzatma ağı ötekilerden farklı olarak akıntıyla birlikte kayıkla beraber süzülüp gider. Ağ denize bırakıldıktan birkaç saat sonra toplanır, gözden geçirilip yeniden denize bırakılır. Balık olmasa bile denizanaları ile yüklü ağları çekmek çok yorucudur. Ağlar denize uzatılıp akıntıya bırakılanca bir iki saat bekleneceği için uyku kaçınılmazdır. Bazen balık sürü halinde ağa girer ve kayık yerinden sallanır. Uyku sersemliği ile ağlara sarılan gemiciler yoğurt gibi bembeyaz yakamoza kesmiş bir manzaraya gözlerini açarlar. İşte o yakamozun aydınlattığı denizde balıklar görünürmüş. Denizkızları ve ejderhalar bile. Ama deli deyip alay edeceklerini bildikleri için kimse arkadaşlarına gördüklerini söylemezmiş.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 7 |
|
Varna’dan sonra gideceğimiz şehir Şumen. Üç bin yıldır var olan bu şehrin adı Şumnu olarak da söyleniyor. Bulgaristan’ın en eski ve tanınmış yerlerinden biri. Çünkü bu şehirde ve kendisine bağlı çevre kasabalarda Bulgar ve başka tarihlere ait pek çok anıt ve kalıntı var. Bir dağın eteklerine kurulan bu şehrin en önemli özelliği, dağın tepesine yapılmış anıt. Bu anıt 30 kilometre uzaktan bile görülüyor. Bulgar devletinin kuruluşunun 1300 yıllık kutlamalarında 1981 yılında inşa edilmiş. Anıta çıkan 1300 basamak var. İsteyenler dağın arkasından araçla da çıkabiliyor. Anıtta devasal insan heykelleri var. Bu kişiler Bulgar devletinin kurucularını ve önemli kişilerini temsil ediyor.
Anıta gittiğimde insan şeklindeki taş yığınlarının çok büyük olduğunu gördüm. Figürler güzel ancak bir yunan heykeltıraşçısının estetik anlayışından yoksun. Göreceğiniz sadece taş taş üstüne dikilerek yapılmış insana benzeyen büyük heykeller. Donuk bakışlarıyla, yıllardır anlatmak istediklerini anlatıyorlar gelenlere. Şehrin yüksek noktasında olmaları ise ilginç. Uzaklardan gelen düşmanı haber verecek bekçi misali duruyorlar. Şehri de tepeden seyrediyorlar. Ziyaretçileri her ülkeden insanlar. Ama Bulgar ziyaretçiler de çok, çünkü bu şehir onların tarihinin başlangıç noktası. Bu topraklarda Bulgar Hanı Asparuh, kılıcını yere saplamış ve: “Burası Bulgaristan olacak” demiş, bunu da heykeliyle çok iyi ifade ediyor. Hava ne kadar sıcak olursa olsun, hissedilen soğuğun, bu taş anıtın rüzgarı olduğunu söylediler bana. Başımı üşüten rüzgarla titreyerek, dağın tepesinden tüm şehri seyrettim. Şumen, çok güzel ve yeşil bir şehir…
Şumnu kalesini görme fırsatım oldu. Şehrin tarihi kadar eski kaleyi, ilk başta Traklar, sonra Romalılar, Bizanslılar, Bulgarlar ve Osmanlılar bile kullanmış. Günümüze kadar pek kalmamış olsa da açık hava müzesi olarak ziyaret edilebiliniyor. Yılan çıyandan korkarak yerde belirgin olan kale duvarlarının üzerinden atlayarak yürüdüm.
Osmanlı devleti 14.yy’da Bulgar topraklarına sahip olmuş ve yaklaşık beş yüz yıl hüküm sürmüş. Şumnu, Osmanlının önemli askeri üssü olmuş. Türklerin çok fazla yerleşmiş olması da bunu kanıtlar. Ayrıca balkanların en büyük ikinci camisi buradadır. Tombul Cami, 1741 yılında şerif Halil paşa tarafından yaptırılmış. Cami tamamlandıktan sonra mimar olan kişi, Halil Paşa tarafından öldürülmüş, sebebi de aynı camiyi başka yerde yapmasın diye. Tombul cami günümüzde ibadete açık. Osmanlıya ait bir çok eser olmasına rağmen günümüze kadar gelememiş. Birkaç tarihi eve sahip çıkılmış. Şehirde Türkler dışında farklı etnik olarak Yahudiler ve Ermeniler de yaşamış.
Türklerin hala çoğunlukta yaşadığı bu şehirde adım başı kendi insanımıza rastlayabiliriz. Özellikle devlet binalarının bulunduğu alanlarda eski Türkçe dilleriyle konuşan insan kalabalıkları var. Bunun nedeni sık sık değişen, süresi biten, yenilenen pasaport ve vatandaşlık işlemleridir. Türkiye’de yaşayan Bulgar vatandaşı Türkler, devlet daireleri önünde bunun için uzun kuyruklar oluştururlar. Ne kadar ilginçtir ki bir zamanlar geri dönmemek üzere gittikleri bu topraklardan daha sonra vatandaşlık hakkı için geri dönmüşler. Kimisi topraklarını geri almak için, kimisi hukuk savaşları için, kimsisi akrabalarını geri almak için, kimisi de bir zamanlar burada yaşadığını kanıtlamak için devlet dairelerinde uğraşıp dururlar. Günümüzde bu devlet dairelerine en önemli ziyaret amacı ise, AB üyeliğinde olan pasaport işlemleri… Bulgaristan’da doğduğum için ben de bu hakka sahibim. Avrupa ülkelerine çok kolay seyahat edebileceğimi bilmek güzel, tabii kısa zamanda bu hakkım bitmezse?
Devlet binalarının tam karşısında Şumen’in en büyük oteli var. Osmanlılardan kalma ve 1700 yıllarının ortalarında yapılmış, saat kulesi de hala dimdik ayakta. Hemen önünde başlayan ve araçlara kapalı olan şehir meydanı tarihi evlerle süslü. Güzel işlemeli duvarlara sahip binaların altında çeşitli mağazalar var. Açık meydan, bu mağazaların devamında bir caddeye dönüşüyor. Araçlara kapalı caddede, insanlar rahatça mağazalara bakıp alışveriş yapabiliyor. Caddenin bir tarafında mağazalar diğer tarafında yüksek ağaçların olduğu park var. Bu parklarda çok güzel kafeteryalar, dinlenmek isteyen insanlara hizmet ediyor. Cadde boyunca asırlık ıhlamur ağaçları, sıcak günlerde insanlara şemsiye oluyor. Ihlamur çiçeklerinin açtığı zamanlarda caddenin en başından en sonuna doğru yürüdüğümde ıhlamur kokusunda mest olurum. O tatlı koku beni sarmalar, ruhuma işler, bana en güzel doğa şiirlerini yazdırır.
Caddede tanınmış marka dükkanları olduğu gibi, her çeşit mağazayı bulmak mümkün. Zücaciyeden tutun, kuyumcuya, kitapçı, telefoncu, spor mağazası, ayakkabıcı, eczane vs. açık alanda bir alışveriş merkezi gibi. Alışveriş merkezlerinden iyi yönü, boğucu ışıklardan rahatsız olmadan temiz havada gezilmesi. Bana göre huzur verici. Acıktığımızda önüne birkaç masa konulmuş ala katre de denilebilen hızlı pişen pizza dükkanına uğruyoruz. Buradaki pizzalar sadece orta boy ve çok lezzetli. Saatlerce rahat oturabilinen restoran ve kafelerde de çeşitli yiyecekler bulunuyor. Lezzetli pastalar ve dondurmalar geçirilen zamanı daha da keyifli hale getiriyor. Etrafa mis gibi yayılan Bulgar kahvemi yudumlarken önümden geçen insanları seyrediyorum. Genci ve yaşlısı şık giyimli… Herkes temiz, düzenli, bakımlı. Yaşlılar, ellerinde çantaları ile bizim eski Beyoğlu hanımları gibi bakınarak yürüyorlar. Gençler, kendilerine yakışan kıyafetlerle şıkır şıkır yürüyorlar. Kızlar yapılmış saçlar, uzaktan fark edilen makyajlarıyla kendilerince güzellikte yarışıyorlar. Küpelerine hayranlıkla bakıyorum, dev küpeler takmak onları rahatsız etmiyor herhalde? Bebek arabalarıyla yürüyen genç anneler de çok. Onların kıyafetleri ve yapıları da beni şaşırtıyor. Mini etekleri, yüksek topuklu ayakkabıları, dar bluzları, renkli tırnak ve makyajları ile anneden çok gece eğlenmeye gidecek gibi havaları var. Doğum yapmış olmalarına rağmen karınları dümdüz, çok zayıflar. Artık ben de şaşkınlıktan bir mazeret bulamıyorum, balkan ve kuzey havasındandır diye düşünüyorum? Biz sıcak ülkenin insanları ise yağlı ballı oluveriyoruz doğum yapınca. Kıskançlıktan da değil bu düşüncelerim, sadece onlar gibi hep genç görünmek istediğimden düşünüyorum bunları. Zayıflık iyidir, insanı daima genç gösterir. Bana göre Bulgarlar ne kadar soğuk ruhlu olsalar da kendilerine değer veren insan yapısındalar. Yaşamlarını önemserler, bireycidirler. Bugünü güzel yaşamak isterler. Giydikleriyle, yaptıklarıyla, düşündükleriyle… Devlet politikalarıyla ezilmiş olsalar da bir şekilde hayata tutunmuş yaşıyorlar. Evet, fakirlik çok, ama bu durum onları sosyalleşmekten de geri koymuyor. Çünkü, her sokakta ve her köşede bulunan kafelerde bu insanlar arkadaşlarıyla her gün buluşup sohbet ediyor. Bir şey yemeden, sadece içtikleri en ucuz kahve ile eğlenip mutlu olduklarını düşünüyorum. Bilmem yanılıyor muyum?
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Gezgin Kahveci : Cüneyt Göksu Küba’nın Yeni Göç Yasası. |
|
14 Ocak 2013’de Küba’nın yeni göç yasası devreye girdi. Bu yasa, Küba Komünist Partisi’nin son yapılan kongresinin ertesinde alınan kararların günlük hayata geçirilmesinde ki düzenlemelerden sadece biri. Raul Castro, 2008’de iktidara geldiğinden beri, girişimciliği özendiren, mülkiyet kullanımını düzenleyen, tarım, belediyecilik, teknoloji kullanımı vb konuları kapsayan 300 ekonomik reform yapıldı. Küba Komünist Parti’sinin gazetesi Granma’ya göre yeni kurallar, göçmenlik ve seyahat işlerini daha “düzenli, güvenli ve kanunlar içinde” yapılabilir hale getirecek.
Yıllar boyu Küba vatandaşlarının yurtdışına çıkmalarından çok, çıkamamaları konusunda tartışmalar yapılageldi, yazılar yazıldı. Bunların bir kısmı politik manipülasyonlar bir kısmı da gerçekler üzerine kurgulanarak gerçekleşti.
Toplumcu Küba, geçmişten beri devlet yetkililerine, bilim insanlarına ve sporculara belirli koşullarda seyahat önceliği sağlıyordu. Buradaki en temel gerekçe devrimi korumak adına beyin göçünü engelleyebilmek, devletin bu insanları yetiştirmek için, bütün vatandaşların ortak paylaştığı kaynaklardan yaptığı harcamaları korumaktı; kısacası kamu yararı ve güvenlik gözetiliyordu, yıllarca zor şartlarda oluşturulan kalifiye insan kaynağı da korunmalıydı. Bu gerekçeler kendi içinde tutarlı olmakla birlikte, temel insan haklarından birisi olan seyahat özgürlüğüne engel de getirmekteydi ve eleştiri alıyordu. ABD, yani “özgürlükler ülkesi” ise Küba’ya uyguladığı “resmi” seyahat yasakları ile güzel bir oksimoron örneği oluşturuyor. ABD vatandaşlarının, yıllardır “resmi” olarak Küba’ya gitmeleri yasak. Kanada ve Meksika üzerinden adaya giren ABD vatandaşları, pasaportlarına damga vurdurmadan, sınırdan aldıkları vize ile giriş yapabiliyorlar adaya yıllardır.
Yeni Göç Yasasının en temel yenilikleri
- Bütün Küba vatandaşlarının dünyanın herhangi bir yerine seyahat etmelerinin önü açıldı ve bu konudaki bürokratik işlemler azaltıldı ve kolaylaştı.
- Bütün Küba vatandaşları herhangi bir ülkenin vatandaşlığına Küba'daki haklarını kaybetmeden geçebilecekler.
- Yeni yasa ile 24 ay boyunca yurt dışında kalabilme olanağı sağlanıyor.
- Adayı yasa dışı terk etmiş kişiler de 90 gün adada kalabilecek, başka bir ülkede ikamet etme izni verilen Kübalılar da 180 gün hiçbir işleme gerek olmadan adada kalabilecek.
Kısaca yurt dışına çıkış kolaylaşıyor Küba Vatandaşları için. Yeni yasa, karşıdevrimcileri ve ABD Dış İşleri Bakanlığını hayal kırıklığına uğratmış durumda. Hiç beklemedikleri bir yerden gol yediler!... Topu taça atıp, “Küba’nın başka çaresi yoktu” demeye getiriyorlar. Küba’nın muhalif blog yazarı Yoani Sanchez’de bu yeni yasadan yararlanıp pasaportunu aldı ve internet sitesine fotoğraflarını koydu bile!
Yabancı basın Küba’daki bütün değişimler gibi bu yeni yasayı da “transition-geçiş” olarak tanımlıyor. Küba’nın attığı her adımı, toplumculuktan, sermayeye geçişin bir basamağı gibi nitelendirmeyi çok seviyorlar. Ama aslında olan, 1961’de ki devrimi “durmaksızın devam ettirmek”.
Evet Küba değişiyor. 1961’deki dünya koşulları yok ve mevcut ekonomik, üretim ve yaşam koşullarına göre kurallar yeniden gözden geçiriliyor ama toplumculuktan asla taviz vermeden, sulandırılmadan yapılmaya çalışılıyor. Küba’nın şöyle bir huyu vardır. Halkın konuşarak, tartışarak hemfikir olarak hayata geçirdiği ama bir şekilde, işlemesinde aksaklık görülen kuralları, toplumsal olgunluk göstererek, zaman içinde geri çekebiliyor. Yanlış bir kararda ısrar etmiyor, doğrularından da vazgeçmiyor.
Küba değişirken, ABD’nin Küba politikası, hala soğuk savaş yıllarından kalan köhnemiş ve acımasız ikiyüzlülüğü korumakta. Küba hala Suriye, Kuzey Kore, İran ve Sudan’la birlikte “terörist” ülke sınıfında sayılıyor. Küba’dan ABD’ye gidenlere kalma ve çalışma izni veren, kaçmayı özendiren ABD yasaları halen yürürlükte. ABD’de, 50 yıllık ablukanın yanında olanlar da, karşı olanlar da, Obama yönetiminin, ABD vatandaşlarının Küba’ya “resmi” olarak seyahat edebilmeleri için, Küba’nın bu yeni göç yasasına karşılık olarak bazı iyileştirmeler ve düzenlemeler yapacağı görüşünde. Bunun özellikle ilk adımının kültür ve sanat konusunda değiş/tokuş programlarını daha fazla desteklemekten geçebileceği söyleniyor. 2009’da yönetime gelen Obama, inanç ve eğitim içerikli turları özendirici düzenlemeler yapmıştı.
Ablukanın artık tarihi geçmiş, gerçekçilikten uzak, anlamsız bir politika olduğunu yüksek sesle söyleyen bir çok politikacı var ama bunların kafasında neler olduğunu düşündükçe aklıma yıllar önce adayı ziyaret eden bir senatörün sözleri gelir. Demişti ki, “Bu ablukayı hemen kaldırmazsak, Küba’ya kapitalizmi nasıl getirebiliriz ki”
Öyleki, ABD’de ablukanın devamlılığını izleyen, “hakkıyla” yapılması için çalışan en az on farklı devlet kurumu var. Bunların emrinde yüz milyonlarca dolar ve binlerce adam/saat’lik iş gücü bulunuyor.
Küba’nın bu yeni yasasını şöyle okumak lazım. Bütün ülkelerde olduğu gibi Küba vatandaşları da, daha özgürce ve kolayca, imkanları dahilinde başka diyarlara gidebilecekler. Isterlerse orada yaşayabilecekler, çalışabilecekler ama istediklerinde geri de dönebilecekler, Küba’daki ailelerine para gönderecekler. Küba’lı “expat”ları, yani yurt dışında geçici veya sürekli olarak yaşayan çalışan ve ülkelerine para gönderenleri, daha fazla görebiliriz. Bu koşulların ülke ekonomisine olumlu etki yapacağı da şüphesiz. Abluka’nın Küba ekonomisine verdiği zarar yıkıcı ama bunun sürmesinin ABD ekonomisine de 1.5-3.5 Milyar ABD doları zararı var.
Bu yasanın Küba’nın, ABD’ye ve karşıdevrimcilere karşı elini daha da güçlendireceği ortada.
Küba yanı başındaki güce nanik yapmaya devam ediyor!
Cüneyt Göksu Cuneyt.Goksu@Gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran BALKAN SAVAŞLARI |
|
İş Bankası Kültür Yayınları,Emre Yalçın ile Pınar Güven’in yürüttükleri dizide, Lev Troçki’nin bu ilginç kitabını yayınlamış: Balkan Savaşları. 654 sayfalık kitabı İngilizce’den Tansel Güney çevirmiş; görsel tasarın Birol Bayram’ın; düzeltiyi Alev Özgüner üstlenmiş; kitaba, Ahmet Salcan’ın biriktirdiği The Illustrated London News’lardan resimler eklenmiş.
Troçki, 190’teki Devrim girişiminden sonra Sibirya’ya sürülmüş, oradan Viyana’ya kaçmıştır; 1909’da Osmanlı Devleti’ni ve Balkan ülkelerini izlemeye başlamış; 1912’de patlak veren savaş sırasında, hemen her cepheyi dolaşarak, karşıt görüşlü Kievskaya Misl gazetesine yazılar göndermiştir.
Bu yazılar, sıradan bir savaş habercisinin yazıları değildir, hepsinde elle tutulur yazınsal tatlar vardır; ancak ele aldığı ülkelerin toplumsal durumlarıyla, dünyanın genel gidişiyle ilgili değerlendirmelere de yer verir elbet. Örneğin, 14 Ekim 1912 tarihli yazısında, “emperyalist devletlerin ve Balkan siyasetçilerini izledikleri siyasetin ‘Bir Avrupa Savaşı’ndan başka anlam taşımayacak, Avrupa çapında bir güç denemesine’ yol açabileceği uyarısında bulunmuştur.”
Kitapta, gittiği yerlerdeki gözlemleri, yaptığı konuşmalar, dinlediği öyküler de yer alıyor; kitabı alıp hepsini okumayı size bırakıp içlerinden birini buraya almakla yetineyim.
“Atları görmek üzere ahırların yanındaki otlağa gidiyoruz. Kozlenko atları tutkulu bir ilgiyle inceliyor: Gerçek bir at dostu o.
‘Bu Perşeron atları dün ordudan geri geldi, durumları fena değil, iyi beslenmişler. Ama nedense kuyruklarını kesmiş, canavarlar… Bu da atları epey utangaç yapmış.’
Skopets, atlarına yüksek bir fiyat istiyor, aynı zamanda bize bir tresura kiralamayı öneriyor. Çay içip meseleyi konuşmak üzere sayfiye evine gidiyoruz. İki küçük kardeşi de yanımızda oturuyor. Yaşlarını kestirmek güç – on sekizle otuz arasında olmalılar. Derken bir ‘amca’ geliyor, utangaç bir ihtiyar, belli ki çok daha yoksul. Sofrada köylüler hizmet ediyor; solgun benizli, bedenleri yıpranmış kadınları kapı dışında duruyor, yüzlerini göstermiyorlar. Konuşma, çay davetlerindeki gibi, havadan sudan söz ederek, kibarca sürüyor.
‘Vanya, hey Vanya’, diye bağırıyor büyük ağabey Kozlenko’ya,’gel bizimle çay iç!’
‘İçesim yok, sağ ol.’
‘Olsun, gene de gel.’
‘ Canım istemiyor. Bu sabah Köstence’de içtim, dün de içmiştim. Artık içesim yok.’
‘Şu bizim Vanya ağırlığınca altın eder’, diyor ‘amca’ gerçekten inanarak.’Onun gibi çalışan zor bulunur. Atlarınızdan biri ölünce, ağladı. Niye ağlıyorsun, diye sordum – at senin değil ki. Olsun, gene de üzülüyorum, dedi. Eve yalnız gelirken, hep rahvan sürer atını. Atlara onun kadar iyi bakan başka birini bulamazsınız. Komşularımızdan biri, yanında çalışmak üzere bir Çingene tuttu; hâlleri korkunç, sürekli kavga ediyorlar, karakolluk bir olay çıkacak diye korkuyor şimdi.’
‘Gurbet ellerinde yaşıyorsunuz, içiniz daralmıyor mu, sıkılmıyor musunuz?’ diye soruyorum çiftçilere.
‘Sıkıntıya alıştık, beyefendi. Başımıza geleni çekeceğiz, elimizden başka ne gelir? Canın sıkılırsa, çaresi yok, katlanacaksın. Param olsaydı, kışın, belki can sıkıntısından kurtulmak için ülke dışına giderdim. Ama paran yoksa, öyle fazla sıkılamayız.’
‘İyi ama, meleksiz de sayılmazsınız: Hepinizin, bir köşeye ayırdığınız birkaç bininiz vardır…’
‘Peki ama doktor, söylesene, kim verir bize o kadar parayı? Meseleye bir de bu açıdan bakalım’, diyor çiftçilerden biri, sesinde belirgin bir tedirginlik. Sonra soruma karşılık vererek konuşmasını sürdürüyor: ‘Kışın siyaset de konuşuruz. Köyde Moldavalılar var, Rumlar, Türkler, Bulgarlar var – haa, bir de Ermeni vardı, geçen bahar öldü. Bir araya gelip şöyle diyoruz: Her birimiz bir büyükelçiyiz; Türk, Rum, Rus, Ermeni büyükelçileri. Hadi artık siyaset konuşalım. İşte böyle zaman geçiriyoruz.’
‘ Peki Rusya’da durum nasıl, beyefendi?’ diye soruyor ‘amca’.
‘Ben Rusya’dan ayrılalı çok oldu…’
‘ Demek siz de bizim gibi uzun süredir gurbettesiniz…Kimilerimiz Sibirya’dan geldi- orada sürgündeydiler.’
‘ Evet, sizinkilerin çoğunu Sibirya’da gördüm.’
Gördüğünüz gibi, daha çok Balkanlar’dan İnsan Manzaraları’na benziyor Troçki’nin anlatımı: sıcak, içten.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı TARAF... TAR! |
|
Ben bitarafım, yan tutmuyorum demek havanda su dövmektir. İlle de bir tarafa yönelmek, tuttuğu tarafı desteklemek gerek. “Taraf olmayan bertaraf olur” diye boşuna söylememiş Atamız. Herkes tarafını belli etmeli, sen hangi taraftansın diye sordukları zaman korkmadan, çekinmeden söylemelidir. Taraf tutan kendi tarafından olan kişilerle dayanışmaya girer, güç kazanır, yalnız kalmaktan, mutsuzluktan kurtulur...
Taraf olalım derken iyice düşünmeli, ölçüp tartmalı; körü körüne taraftar olmaktan kaçınmalıyız. Yoksa fanatikleşir, karşı taraftan olan kişilere düşman kesiliriz. Bir spor kulübünün taraftarı olup karşı takımı tutanları dövmeye, öldürmeye kalkanlar Dimyata pirince giderlerken evdeki bulgurdan olurlar, durduk yerde başlarını belaya sokarlar. Aynı şeyi parti tutanlara, bir mezhebin, ideolojinin yandaşı olanlara da söyleyebiliriz. Kimileri tuttukları takıma ya da partiye, iyice incelemeden, başkalarının etkisi altında kalarak öyle bağlanırlar ki kraldan çok kralcı kesilirler. Bu çok tehlikelidir...
Süleyman peygamber padişah olduğu zaman herkes kendisine hediye götürmeye başlar. Karıncanın biri de, bir çekirgenin kopmuş bacağını ağzına almış, saraya doğru gitmeye koyulmuş. Nereye gittiğini sormuşlar.”Süleyman peygambere hediye götürüyorum” demiş. Bıyık altından gülmüşler; “Devlet adamları çok büyük hediyeler götürüyorlar. Senin çekirgenin bacağına mı kaldı bu iş?” diye alay etmişler.
“Öyle demeyin” diye konuşmuş karınca, “Kim hediye getirdi diye listeye yazacaklarmış. Benim adım da orada yer alsın ki ondan tarafa olduğum anlaşılsın.”
İbrahim peygamber ateşe atılacağı zaman bir karınca ağzıyla su taşıyormuş.
“Bu kadar az bir suyla o koca ateş söner mi?” diye sormuşlar.
“Sönmeyeceğini ben de biliyorum” demiş karınca içini çekerek, “Ben hangi taraftan olduğumu belli ediyorum. Ateşi söndürenlerin tarafında olduğum bilinsin istiyorum.”
İşte bütün mesele bu; Ateş yakanların tarafında mısınız, söndürenleri tarafında mı?”
Safını iyi seçeceksin ve de safları sıkıştıracaksın. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, dersen ya da iki cami arasında beynamaz olursan hapı yutarsın!
Yılan deyince aklıma geldi.
Yılanın bir de ateşi devamlı üflüyormuş.
“Sen ne yapıyorsun böyle?” demişler.
“İbrahim’i yakacak ateş büyüsün, diye üflüyorum” demiş.
“Böyle yaparsan eline ne geçecek sanki?”
“Tarafımı belli edeceğim.”
Tarafın Türkçe karşılığı “yan”dır. İktidardaki partiye körü körüne bağlı ve ona toz kondurmayan medyaya yandaş medya adı veriliyor.
Bir türküde şöyle deniliyor:
“Arabaya taş koydum
Ben bu yola baş koydum
Seni gelecek diye
Sol yanımı boş koydum.
Yazımı bir fıkrayla bitiriyorum:
Temel Reis’e, “Issız bir yolda bir domuzla karşılaşsan ne yaparsın?” diye sormuşlar.
“Çeker tabancamı vururum” demiş Temel.
Tabancan yoksa?”
“Bıçağımı çeker, kendimi savunurum.”
“Bıçağın da yoksa?”
“Yerde taş alır, domuza atarım.”
“Yerde taş yoksa?”
“Bir ağaca çıkar, saklanırım.”
“Ağaç da yoksa ne yaparsın?”
Temel Reis kızmış, karşısındaki adama; “Bana bak, demiş. Sen benden yana mısın, yoksa domuzdan yana mı?”
Kimden yana olmamız gerektiğini bilelim, ona göre davranalım. Tarafsızım, ben karışmam, ne olursa olsun, beni ilgilendirmez dersek domuzlara cesaret vermiş oluruz.
İyiden doğrudan güzelden yana olalım
Kötüyle eğriyle çirkinle savaşalım.
Ancak böyle gerçek bir insan olabiliriz.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
BATILILAŞMAYA İLK AYAK KOYAN LEVENT
Bilimsel devrimi gerçekleştirip o günden bugüne dünyayı peşinden koşturan Modern Batı karşısında konuşlanmamızda tarihimizin en önemli etkin ve belirleyici olayıydı Lale Devri. On ikiyıl gibi kısa sürede bir çok imar faaliyetlerinin buna parelel eğitim ve bilimsel çalışmaların gerçekleştirildiği bu dönem ilk Batılılaşma sürecimizdi. Batılılaşma olarak açıkça adı konulmayan bu dönem Avrupa'dan getirilen lalerden dolayı lale devri diye anılmıştır. Yirmisekiz Çelebi Mehmet elçi olarak Batıyı incelemek, diğer anlamda örnek almak amacıyla Avrupa'ya gönderilmişti. Bir yıl boyunca Avrupa'yı gezen Çelebi Mehmet, tüm bunları "sefaretname" adıyla raporlaştırıp III.Ahmet'e sunmuştu. Çelebi Mehmet'in sefaretnamesinde anlatılanlar doğu hayalciliğimiz ve sanat anlayışımızda eklenerek mimari yapı olarak İstanbul'da uygulanmaya başlayacaktı.
Nevşehirli İbrahim Paşa'nın öncülüğünde adı Batılılaşma olmayan ilk Avrupalılaşma hareketlerine girmişti Devlet-i Osmani. Yüzlerce yıldır edindiği büyüklük, üstünlük, güç ve kudret ve özellikle din-i mübin-i islamı bayraklaştıran devletin bu anlayıştaki halk tabanlı asıl gücü, gavurun üstünlüğünü kabullenme olarak okuduğu bu hareketleri kesinlikle benimseyip kabullenmedi. Batı bilimsel çalışmalarından uzak, din ilimlerini bile kuru tekrarla sürdüren ilmiye sınıfı da bu olanları kabullenmiyor ve içine sindiremiyordu.
Anadoludan gelme çıplak bir insan olarak Damat İbrahim Paşa'nın bu etkin faaliyetleri çok yakın çevresinde -onu acımasızca yok etme amaçlı- siyasi rekabete neden olmuştu. Padişahla çok iyi uyum sağlayan İbrahim Paşa, doğal olarak rakiplerinin hedefi haline gelecekti. Sadrazam ve Padişah uyum ve elbirliğiyle İstanbul'da Batı etkili harika bir imar faaliyetini başlatacak; şehri batılı anlamında görüntüye kavuşturacaktı. Matbaanın kurulması ve mimari yapılarla birlikte kütüphanelerin açılması, fabrikaların kurulmasıyla ilk defa Batılılaşma adına dört başı mamur faaliyetlere girmiştik. Savaşın yerine barışın tercih edilmesi, mutlu, mesut ve huzurlu bir toplum hedefi, doğal olarak masum eğlence ve eğlence mekanlarını da beraberinde getirmişti. Halka açık parklar, bahçeler kurulmuş; yalılarda sazlı sözlü eğlenceler yaygınlaşmıştı. Bir yandanda eğitim faaliyetleri kurulan kütüphanelerle teşvik ediliyordu. İlk tercüme faaliyetleri matbaanın kurulmasıyla bu dönemde yapılmıştı.
Bilimsel devrimi gerçekleştiren Avrupa karşısında başka alternatifimiz olmayan Batılılaşma adına çok iyi bir başlangıç yapılmıştı. Avrupa'da o zaman bilimsel tekamülünün henüz başındaydı. Onları yakalama şansımız çok fazlaydı.
Kendini yenileyememiş ilmiye sınıfının mutaassıp Avrupa yaklaşımı ile birazda Batı'nın dolaylı yoldan etkisiyle bir daha "batılılaşma" olarak polemiği ortadan kalkmayacak "ilk batılılaşma" faaliyetimize öne çıkarılan bir Osmanlı Leventi maalesef ayak koyacaktı.
Uzun süre leventlik ve yeniçerilik yapan Patrona'ya bu ismi, arkadaşları lakap olarak vermişlerdi. Kaptan-ı Derya’nın üç yardımcısından biri olan Patrona adıyla bir ilgisi yoktu. 1720'de Vidin’de bir ayaklanmaya önderlik eden Patrona, İstanbul’a geldikten sonra pek çok yeniçeri gibi esnaflık, tellaklık yapmaya başladı. Son durumda sokak sokak dolaşarak yüksük, iğne ve iplik satıp, akşamları ise kazandığı parayı Galata meyhanelerinde harcayarak hayatını sürdürüyordu. Bu sırada bir cinayet işlemişti, Galata Voyvodası tarafından tutuklanmasına rağmen Kaptan-ı derya Mustafa Paşa’nın araya girmesiyle bağışlanmıştı.
Böyle birinin baştan itibaren bir isyanı detaylı planlayıp uygulaması biraz zor görünüyor. İsyanı başlatmak için doğru bir isimdi. Üstelik Vidin'den bu konuda tecrübeside vardı. Gerçek olan, Patrona lakaplı bu eski Osmanlı Leventi, çevresine topladığı bir grup şakşakçısısıyla koca bir imparatorluğu sarsacak bir isyanı başlatacaktı.
Devletin İran'la sorunu vardı. Padişahın İran seferine çıkması zorunlu ve halk tarafından bekleniyordu. Padişah maiyetiyle birlikte Üsküdar'a geçmiş ve ordu hazır olmakla birlikte iki aydır beklenen sefer gerçekleştirilmemişti. Barış yanlısı olan devlet yönetimi İran'la sorunu diplomasi yoluyla çözmeyi hedefliyordu. Muhtemelen İran'a elçiler gönderilmişti. Ancak isyanın derin gücü, fırsatı iyi değerlendirecek ve Tebriz'in İran tarafından alındığı haberi İstanbul'da yayılacaktı.
Patrona Halil bir avuç elebaşısıyla isyanı başlatmıştı. Asayişi sağlaması gereken Yeniçeri Ağası Hasan Paşa, bu isyana önce müdahale eder gibi görünmekle birlikte isyan biraz büyüyünce tabir caizse korkmuş ve kaçmıştı. Cesaretli davransa, gerekli tedbirler önceden alınmış olsa, isyanın büyüme imkanı olmayacaktı ve başlamadan sona erdirilecekti.
Belirttiğimiz üzere isyan, iki baldırı çıplakın işi olmayıp devletin bir damarının baştan beri planlı olarak uyguladıkları bir hareketti. Burada ilmiye sınıfı çok etkin rol oynamıştı. Ve bizce kesinlikle bir dış etken faktör ve yönlendirmesi de mevcuttu.
Batılılaşmaya hayır deniyordu ama devletin içine düştüğü duruma alternatif bir çözümleri de yoktu. Miadını doldurmış doğu eğitim sistemi ve bilim anlayışıyla kafiri yakalamak ve üstün gelmek artık çok zordu.
Batılılaşma, devletin önünde tek alternatifti. Adı Batılılaşma olmayan sonrakilere göre çok masum bu harekete, dini hassasiyetli derin kamuoyu o gün hazır değildi ve küçük bir kıvılcım bu hareketi sona erdirmeye yetmişti.
Padişah III. Ahmet'in, hareket büyüyünce Üsküdar'dan gecikmeli olarak saraya dönmesi isyanı sonlandırmayacaktı. İsyan amacına ulaşmıştı. İsyancılar, başkan Patrona Halil, yardımcıları Muslu Beşe ve Emir Ali ve kolbaşı, kurmaylar olarak Ali Usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Kutucu Halil, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile birlikte 37 kişinin kellelerini istediler. Saray, Sadrazam İbrahim Paşa ve damatları Mustafa Paşa ile Mehmed Paşa'nın cesetlerini isyancılara gönderdikleri halde isyancıların istekleri sonuçlanmıyordu. Sultan III. Ahmet'in tahttan indirilmesini istediler. Sultan, kendi ve ailesinin can güvenliği karşılığında tahttan inecek ve yerine I. Mahmut getirilecekti.
Sonunda devlet duruma hakim olmuş görünmekle birlikte Patrona Halil, devletin en tepesinde biri edasında, her şeye müdahil oluyor; yandaşlarını resmi görevlere getiriyordu. Patrona Halil, İstanbul Kadısı olarak Müderris İbrahim'i, Yeniçeri Ağası olarak eski yoldaşı Nişli Kel Mehmed'i ve Sekbanbaşı olarak Urlu Murteza'yi atamıştı. Patrona'ya ayaklanmadan önce borç vermiş ve ayaklanma sırasında kredi sağlamış olan Yanaki adlı bir Rum kasap Buğdan Voyvodalığı'na kâğıt üzerinde atanmıştı. Patrona, Padişah'ın 10 bin altın maaşla nerede isterse vali olması teklifini reddetmişti.
Batılı yaklaşımla kurulan dörtbaşı mamur meşhur "sadabatı" da isyancılar yakmak istediler. Sultan I. Mahmut buna razı olmamakla birlikte yıkılmalarının önüne de geçemedi. İsyanı düzenleyenlerce uzun bir süreçte Batılılaşmaya karşı alttan alta doldurulan isyancı elebaşıları ve onlara katılan halk hareketiyle bir anda köşkler, cennet bahçesi gibi yerler yıkılıp yağmalanmış ve tam anlamıyla harabeye döndürülmüştü. Bu hengamede olan devrin meşhur şairi Nedim'e olmuştu. Damdan dama atlarken düşüp öldüğü söylenen bu meşhur şair o günden sonra kaybolmuştu. Ona, "Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî-misl-ü behâdır - Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır" dizelerini söyleten Lale Devri imar faaliyetleriyle daha da güzelleşen İstanbul olmalıydı.
Devlette taşlar yerine oturmuş, isyan şoku artık atlatılmıştı. Bir türlü defedilemeyen Patrona ve ekibinin artık ortadan kaldırılması zorunluydu. Akıllı bir planla saraya getirilen Patrona ve adamları teker teker ortadan kaldırılarak bu korkunç isyana son nokta konulacaktı.
Bir Osmanlı Leventi, koca imparatorluğun birden gevşeyip o gün "kafirleşme" olarak görülen Avrupa yakınlaşmasına dur diyordu. Bu, Batılılaşma anlamında değişimin öyle tepeden kolaycacık olmayacağınn da ifadesiydi.
Devlet-i Aliye, "batılılaşmadan" hiçbir zaman vazgeçmeyecekti. Ama bunu, yüzyıllarca kul olarak gördüğü dini hassasiyetleri çok yüksek halkını ve Batılı düşünmeyen devlet adamı ile aydınını ikna etmeden de yapamayacaktı. Cumhuriyete kadar bunun çok güç olduğu aşikar olmuştu.
Asıl sorun, "batılılaşmanın" ölçü, ne dereceliği ve yordam ve yöntemindeydi. Bugün hala "batılılaşma" yolundayız ve hala bir çözüm açık net ve yerli yerinde ortaya konulmuş değil.
Lale Devriyle başlayan "batılılaşma" sorunumuz çözülmedikçe ülke sorunlarımızda bitmeyecektir.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Sen, hep böyle günâhsız kal Kader! |
|
I.
Dinlediklerim bu, mısrâlarım mı benim,
mahzûn bir serçenin titremesiyle?
Ya da dağıttığım bu,
iç sıkıntılarım mı
şimdi benden büsbütün uzak
ve büsbütün yabancı?
İçimde tutamadığım
yorgunluklarım mı bu;
biraz sarı, biraz yeşil,
belki biraz da mor;
ama hiçbir zaman,
burada olamamış bir şimdi?
Yoksa, gözlerini karşılamanın
endişesi mi bu;
nicelerini unutturan,
nicelerini kendisinden geçiren,
insanı utandıran,
kendi sarhoşluğunda
içini ürperten?
Hani, fırtına öncesi bir his;
beklersin,
bekledikçe küfredersin ya;
öyle küfrediyor,
sulara karşı,
sabâha karşı.
Ve küçük bir iz bırakıyor:
Karanlığa dâvet bu;
günâhkâr yalnızlıkların çağrısı!
Yok yok,
karanlığa söyleyemem ben türkülerimi.
Yol verir sarmaşıklar gecelerime
ve gözlerime akar göz bebeklerim;
beni bana geri getirir:
Karışamam düşlerime.
Hani, koyu karanlık bir sis,
boğar ya güneşi;
bıçakla kessen fayda etmez,
öylesine bağırıp çağırmak
gelir ya içinden.
Tutan yok,
kaldır at mızraklarını!
Uzak
ve çok uzak geleceklerin birinde belki,
bir nâmerdin ciğerini deler geçer.
El bu ya,
bükülmez öyle kolay;
diş gıcırdar, yol döşenir, kum savrulur
ve çok uzaktan,
bir ıslık sesi duyulur:
Gün Doğdu, diye haber getirir.
II.
Hayat,
boğazımı yakan acı bir tütün gibi,
tekrar ediyor kendini.
Ve her dokunuşumda
avuçlarımda birikiyor,
yitik bir ömrün geride bıraktığı
kayıp sevinçler.
Zaman,
bize yazıyor suskunluğumuzu,
yollanıp namlunun ucundan
bize sekiyor.
Ve hava gittikçe ağırlaşıyor.
Fikrimin ucunda, ince bir sızı;
belki büsbütün kaybolmuşluğum,
belki de büsbütün titreme bu
dile getiremediklerim bir türlü.
Yara değil ki,
göğsünden söküp atasın;
karşı koyamaz,
hep kendine yorarsın bu acı gerçekleri.
Ölüm
ne iyi, ne de kötüdür;
bilinmez olandır ancak,
şâirler döşeğinde anlamını bulur.
Bir yiğidin ağıdına dönüştü mü bir de
ölesi gelir insanın!
III.
Cehennem kapıları bu yorgun düşen;
toprak, yine başladı nöbetlerine.
Ağır hasta gibi öksürüyor geceleri,
zamansız ölenlerin sesleri
kaplıyor geceyi.
Ve eli kanlı kâtiller,
öldürdüklerinin renklerini çalıyor şimdi.
Bağrımızda açan çiçekti her biri,
toprağa karışıp süs oldular
birbirleri ardınca şimdi.
Altın çelenkler sunarım göğe;
bahşettiği bu,
sürgün yemiş bir masal;
döner baba ocağına.
Yiğitlik bu, her dem sazımdan dökülen.
Öylesine bir ölüm değil bizimkisi.
Yiğitlik bu, hâfızalarımıza derinden kazınan.
Hangi sunaklar, görmüş bu göreceği;
yolların izi bile benzemez.
Gökte ay ışığı,
yerde kandillenir yâseminler
ve üstümüze işler,
kurşun gibi ağır bir bahar sarhoşluğu.
Şâir’im, insanın içini deli eder.
IV.
Toprak Ana,
Toprak Ana,
kendine gel artık:
Doğum da sende,
ölüm de
ama, elinin ayârı yok.
Ne kadar övünsen azdır,
bu yiğit canlar için;
lâkin, ne kadar utansan,
yine az gelir bu ayıbına.
Dengeni böyle kurmuşsun sen;
bırakmazsın iyiler kalsın,
kötülere yer olmasın!
Toprak Ana,
Toprak Ana,
kendine gel artık:
İnsan, yok ederek yaşayamaz;
andan kalan küçük bir an,
demir gibi işler içine;
bunca zaferler nereye gider!
V.
Sen, hep böyle günâhsız kal Kader!
Nice yollar bilensin,
nice atlar mahmuzlansın,
nice gölgeler çekilsin yataklarından,
nice sular içinde biriksin.
Yollarımız düğümlensin inan,
varamazsak sonsuz saadetimize.
Tarlasına ektiğimiz tohumlar,
büyümedi henüz; zamânımız var.
Ayrık otlarını temizleyemedik yolumuzdan,
bir dolunun ardına saklanıp
başımıza üşüşürler.
Tepeleme kum biner,
çakıl biner, ot biner.
Sen, hep böyle günâhsız kal Kader!
Kaç yol böyle mahzûn olurum geceleri.
Bir tek geleceği vaad edebilir sazım,
geçmişin yorgun izlerinden yok bir sözüm.
Hangi duvar dibinde unuttum sevinçlerimi;
bu karıncalar, niçin bize dargın?
Yiğitliği acılarında bilenmiş
demir bileklerin demir yumrukları,
niçin öğütür nicelerinden kalma
bu yarım şafak neşesini?
Sen, hep böyle günâhsız kal Kader!
Hükmün buysa,
adın buysa,
aslın buysa,
inan olsun,
biz kaderimize râzıyız!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Yüreğimde Olduğun Kadar…
Hayata hep bir adım geç kaldım.
Bazen pes ettim,savaşı bıraktım.
Kayboldum yalnızlığımda bazen ve sana baktım.
Sen bir rüyaydın sadece,geç olmadan uyandım.
Kapandı kapılar birbiri ardına,
Sokuldu gece yine koynuma,
Bir şarkının sözleri geldi sonra aklıma.
‘’Bana bir öpücük ver,bu son veda’’
Gerçekten gelecek veda günü bir zaman sonra,
Ve anlayacağım ki;
Onca acı,onca hüzün boşa.
Çünkü sen yoktun dünümde,
Bugün varsın ama muhtemelen olmayacaksın yarınımda.
Şimdi sormak gerek;sen nerden çıktın karşıma?
Mutlusun biliyorum ve umursamazsın.
Şimdi sevdiğimi söylesem,inanmazsın.
Açıp bir kitap okursun yada müzik dinlersin belki,
Eğlenirsin her zaman olduğu gibi.
Hayatın intikamını kendinden alırsın,
Gülersin,ağlarsın,susarsın…
Ve seversin…
Bilirim ki gözlerinin parıltısı başkasından ötürü,
İçten gelen nadir gülümsemelerin de…
Böylesi bir yolun yoktur dönüşü,
Çünkü iki aşk sığmaz hiçbir kalbe.
Senden önce ve senden sonra benim hayatım.
Ve sen benim miladım.
Olmasaydın ne olurdu diye düşünürüm bazen,
Sanırım olmasaydın da yaşardım…
Şu sıralar aklım karışık ve dengem bozuk,
Seninse kalbin taş ve bakışların donuk.
Olmayacak sanırım bu hikayenin sonu.
Varsın olmasın…
İçimdeki çocuk hayallerinle oynar oyununu.
Güle güle son kez sana,
Seni hep seveceğim inan bana.
Uzaklara gittiğin kadar,
Ve yüreğimde olduğun kadar yakınsın bana..
Gazi Çalışkan
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|