|
|
|
Editör'den : Mucizeden de öte!.. |
İrili ufaklı hepimizin samimiyet testinden geçtiği günleri yaşıyoruz. Dün dediklerimizi bugün yalayıp yuttuğumuz, ak dediklerimize kara diyebildiğimiz, bizi acıtmadığı sürece "Oh olsun", bir yerlerimiz acımaya başlayınca da "Off amannn" diye oflayıp pufladığımız günler bu günler.
Kolay değil dün bayıla bayıla başa getirip sultan ettiklerimize şimdi eleştirel bakmak, anlıyorum. Anlamayı bir türlü beceremediğim, 180 derece dönüşlerle yol almaya çalışan zavallıların kafalarından geçenler. Din, iman, Allah, kitap diyerek başa geçip sonra çıktığı kabuğu beğenmeyenleri anlamak gerçekten zor. Tayyip Bey'i bir kenara koymak lazım. Zira ondaki gelgitlerin hep bir açıklaması var Allaha şükürler olsun. Onun beyninde hiçbirşey çelişki değil, dün öyle söylemesinin de bugün böyle dönmesinin de bir haklı(!?) nedeni mutlaka var. Örneğin dün savcısı olduğu davanın bugün avukatı hatta üzülüp ağlayanı bile olabiliyor. Açıklama da basit, yargılama uzarsa adalet dağıtmak güçleşirmiş. Birader adam içerde ölüyor sen hangi adaletten bahsediyorsun.
Adalet demişken, Bülent adlı, cümle alemin hemşehrisi, ağlamış suratlı bir başbakan yardımcısının, "Kulun istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Allahım verdikçe veriyor." diye alkış tutup Danıştay'a başkan yaptıkları adam çıkıp yargıyı eleştiriyor. Burası Türkiye burada herşey beklenir. Adam ne diyor? "Polis savcı olmuş, bilirkişi hakim olmuş, mübaşir de yazı işleri müdürü olmuş." Yağdı yağmur çaktı şimşek, sende mi şair oldun be Karakullukçu? Makamın şikayet makamı değil, çözüm makamı, farkında mısın? Yetkin yok, emir kulusun biliyoruz ama yanlış gördüklerini düzeltmesi için ricacı olmanı önleyecek ne var Allahaşkına?
"Türk milliyetçiliğini ayaklar altına aldık." Bu cümle senin başına iyi dert olacak be Tayyip Bey. Kafatası milliyetçiliği ile ümmetçiliğe karşı oluşmuş milliyetçilik ve/veya ulusalcılığı hatta Atatürk milliyetçiliğini birbirine karıştırdın ya helal olsun sana. Seni ehven-i şer görüp kerhen destekleyenlerin kafasında artık bir soru işareti olmayı başardın. Bu, ben gibi düşünüp sana biat etmemişlerin işine gelir gelmesine de, memlekette açılmış yaraları kanatır mı işte orayı iyi incelemk lazım. Gerçek bir vatansever, her ne koşulda olursa olsun, memleketin zora düşmesine "Oh olsun" demez, diyemez. Müsebbiblerini afişe etmek ister, hepsi o kadar.
Sözü getirmek istediğin yer faşizm ise, daniskası senin yönetiminde. Adalete, hakkın aranıp bulunacağına dair şüpheler oluşmuşsa toplumda, al sana faşizmin dikâlâsı. Şu an Türkiye'de yaşananlar, bir zamanların faşistlere rahmet okutacak hale geldi. O zamanlar onları tanıyorduk, ne istediklerini, nasıl istediklerini biliyor, neler yapabileceklerini kestirebiliyorduk. Bizden değildiler ama kendilerince merttiler. Şimdikiler bir başka tür. Ne zaman vuracakları, neyle vuracakları, ne istedikleri, ne planladıkları, neleri göze aldıkları, hep meçhul. Meclis'te yasadışı dinlemeleri soruşturmak için "Böcek Komisyonu" kuruluyor. Komisyon üyeleri önce kendilerinin dinlenmemesini önlemek için Meclis çatısı altında bin türlü güvenlik önlemi alıyor. Yasadışı dinlemelerle yıllardır içerde sürünenlerin hakkını koruyacak mekanizma kendi hakkını korumaktan aciz. Bunun adı da demokratik hak mücadelesi, demokrasi, vesaireymiş. Haydi canım sende, bunun adı faşizm, despotluk, diktatörlük, artık ne derseniz deyin işte.
Adalet duygusu, hukuka güven, insan için çok önemli kavramlar. Ama ondan da önemlisi insanın karnının doyması. Karnı aç olana hak, hukuk, adalet anlatmak güç. Sessiz kalan bu insanları satın almak ise çok kolay maalesef. Bakın işte, enflasyonu 2 rakamlı sayıların altına düşürdüğüyle övünen iktidarın son numarası ekmekle oynamak. Daha 6 ay önce artırdığı fiyatla, 300 gramlık ekmeği 75 kuruşa satarken, yeni zamla 250 gramlık ekmek 1 lira oldu. Kaba bir hesapla 1 yıllık ekmek fiyatı artışı %60. Halkın en büyük yemek kaleminin kilosu 4 lira artık. Günde 1 kilo, yani 4 adet sandviç ekmek yiyen bir ailenin aylık ekmek masrafı 120 lira. 2 kilo yese 240 lira. Aylık geliri 1200 lira olan aileleri düşünüp, çarpıp bölün bakalım ne çıkacak? Bu memlekette birilerinin yaşaması mucize ama onların oylarıyla iktidar olanların hala semirmesi mucizeden de öte. İnsan sayıldığımız günlerin özlemiyle kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KALBUR SAMAN İÇİNDE -6 |
|
Akşamın karanlığı koyulaşırken yeniden yola çıktık. İnekleri teslim ettiğimiz adam bizi köyün aşağısına kadar yolcu etti. Ormanın zifiri karanlığına girdiğimizde ilk defa korktum. Belki de köyde konuşulanlardan etkilenmiştim. Birkaç hafta önce ormancının biri canını zor kurtarmış. Tabancasıyla ateş etmesine rağmen ayı bana mısın dememiş. Ormancıyı önüne kattığı gibi yoruluncaya kadar kovalamış. “Bütün şarjörü üzerine boşalttım. Gözünü bile kırpmadı. Kana susamış besbelli,” diyormuş. Bence söylediklerinde biraz yalan payı da var. Çünkü ayılar çok hızlı koşarlar ve kaçarak elinden kurtulmak neredeyse imkânsızdır. Babamla İdris Dayıyı bir adım geriden takip ederek karanlıkta yürümeye çalışıyordum. Nereye gittiğimize dair hiçbir fikrim yoktu. Biz ormanı yarılamışken ağaçların üzerinden tabak gibi bir ay yükseldi. Yaprakları, dalları delip geçemiyordu ama artık eskisi kadar karanlık da değildi.
Babam ve İdris dayı bunu yıllardır yapıyorlarmış. O güne kadar başkalarının hayvanlarını çaldıklarından hiç haberim olmamıştı. Zaman zaman Ayancık taraflarındaki sahile yakın köylerden çaldıkları inekleri dağlara sürüyorlarmış. Babam işe gidiyorum deyip çıkar birkaç gün eve gelmezdi. Arada sırada çalıştığı yerden ona toplu bir gelirdi. Kim verirdi, neden verirdi? Hiç öğrenememiştim. İdris Dayı ve babam zaten ağır abi takılırlardı. Bir şey sorarsan söylerler, sormazsan hayatta muhabbette kendileri başlamazlardı. Beni yanlarına aldıklarına göre işi öğrenmemi istiyorlardı. İncirpınarı köyünden toparladığımız inekleri Sadullah Amca götürüp Taşköprü pazarında satacaktı. Sonra parayı üleşeceklerdi. Çalınan hayvanlarını Taşköprü’de aramak kimsenin aklının ucuna bile gelmez. Parayı nasıl paylaştıklarını bilmiyorum ama babama toplu para veren adam oydu. Kaç yıldır bu işi yapıyorlardı? Neden o köylüler hırsızlığa aracılık ediyorlardı? Bilmiyorum. Çalıntı hayvanları gizlemek için o köyden daha uygun bir yer olmayacağına kalıbı basarım.
Bütün gece ara ara dinlenerek sabaha kadar yürüdük. Günün ilk ışıklarında Bektaşağa köyüne vardık. Köyde babamın tanıdığı bir adamın evine misafir olduk. Kimse bir şey sormadı. Kahvaltı hazırladılar, yatak serdiler. İkindiye doğru uyandığımda babamı ve İdris Dayı’yı ev sahibi ile laflarken buldum. “Hadi evlat, elini yüzünü yıka. Akşam karanlığına kalmadan evimize varalım,” dediler. Kuyudan su çekip yüzümü yıkadım. Evin hanımı apar topar elime tereyağlı ekmek dilimleri tutuşturdu. Mertoğlu, Osmaniye üzerine vurmadan Erfelek Çayını takip ederek Akliman’a indik. Eve geldiğimizde annem hiçbir şey sormadı. Sadece yemek hazırlama telaşıyla mutfağa koştu. İşte o zaman benim jeton düştü. Benim dışımda herkes bu işin bir parçasıydı. Bir daha babamla ve İdris Dayı ile inek çalmaya hiç gitmedim. Zaten onlar da gel demediler.
Bu olay bundan tam otuz sene önce oldu. Babam elden ayaktan düşünceye kadar bu işi yürüttü. Ne jandarmaya ne de köylülere bir kez bile yakalanmadı. Akrabalarımız ve komşularımız arasında da babamın ne iş yaptığını bilen tek kişi bile olmadı. “Bizim babalarımız, dedelerimiz de hırsızmış” demişti yaşlı adam. “Onun için bu kuş uçmaz kervan geçmez yere konaklamışlar. Ar etsek kaç yazar? Karnımız bununla doyar yıllardır. Alışmışız, başka iş bilmeyiz.
Kahveci Seyhan “Hay ben senin yalanı … yim,” demese belki daha da uzatacaktı. Anlattığı öykü elbette doğru değildi. Benzinli Cemal sadece anlatılanları akıl defterine iyi kaydetmişti. Kendisi buralı olsa belki babası da olurdu. Anlattıklarının içinde geçen köyler ve isimler hakkında hiçbir fikri yoktu. Zaten hepsi palavraydı.
Kahvede birasına oyun oynarken içimizden birisi söyledi. Akliman’a götürecekmiş bizi. Akliman’da ne işimiz varsa? Roman vatandaşlar orada bir bar açmışlardı. En azından manzarası güzeldir. Uzun kumsallara ve denize bakmıyorsa sat anasını gitsin. Hiçbir işe yaramaz. Söylenenlere göre de fıstık gibi mekânmış. Hem sazlı hem sözlü… Biz alışık değiliz ki böyle yerlere. Topyeri’ne çıkıp biralarımızı içsek ondan iyi. Olacak ile öleceğin önüne geçilmezmiş. Çıkıp kahveden gittik. Sercan eve yalan söyledi üstelik. Telefonda eşine “Arkadaşlarla çinekop’a gidiyorum. Geç gelirim ben,” demiş. Ne güzel oturup masamıza biralarımızı içiyorduk. Şükrü’yü bira kesmemiş, rakıya başlamıştı hatta. İkinci biralarımız bitmek üzereydi. Tabanca patlayınca uykudan uyandık sanki. “Ne oluyor lan!” dedi biri. Karşısında oturan arkadaşı sandalyeden yere yıkıldı. Sonra tabanca iki el daha patladı. Ortalık ana baba gününe döndü. Ne zaman kendimizi dışarı attık? Ne zaman arabaya atlayıp meyhaneden tüydük. Farkına bile varamadım. Meğerse önceden kalma hesapları olanlar varmış. O gece biletini kesmişler içlerinden birinin. Bereket şahit yazmadılar bizi. Kaçtık ya bulamadılar. Mahkemeden korkuyoruz tamam ama evden daha da çok korkuyoruz. Ne işiniz vardı orda deseler. Çinakopa gittik desek kim inanır?
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Avustralya Seyr-ül Seferi - 1 |
|
Bir yandan uçak yolculuğuna çıkmanın tırsıklığı diğer yandan uzuuun uçuşlarda sigarasız geçecek saatler. Kısacası; “Ben gidemem o kadar uzaklara..!” deyip durdum günlerce.
Sevgili Oğlum; doktora yapacak yer olarak Avustralya’yı seçmiş, ilgili okul tarafından da kabul edilmiş ve geçtiğimiz yılın Eylül ayı ortalarında 3 yıllık maraton için havaalanından tarafımızca ağlaya-zırlaya uğurlanmıştı. Yılbaşı tatili vesilesiyle belki gelir diye boş yere hayal etmişim, “Gelemem” dedi. Skype üzerinden epey rahat görüşüp durduk ama yine de hasret ve yakından görme vakti gelmişti. “PeTeTe” başlıklı yazımda da söz ettiğim gibi; “e-sigara” zamazingosu da ucu ucuna gelmiş, kısaca caz yapacağım hiçbir konu kalmamıştı. Google Efendi’ye; “İstanbul nerede, Melbourne nerede..?” yazdım...
Ee, haliyle kalakaldım..(a) “Acaba kısa ( 4-5 saat ) uçuşlarla nasıl olur ?” dedim, (b) uçak bileti fiyatlarını görünce de küçük dilimi yedim. Gidiş-Dönüş farkından yararlanmak hesabıyla en fazla 3’e böldüm..(c) Tesadüf bu ya, her bir nokta arasında saat farkı da 3 çıktı. Bir günde 9 saatlik bir fark yaşamak yerine 3-5 gün içinde 3’er clock, göreceğiz bakalım yaşanacak mı yine de Jet-Lag... ( Not : Sevgili Edi’; 9 saat ilerideyim senden, ucu ucuna yazı yetiştirme gibi bir durum bekleme artık benden ..! )
Sonuçta uçuşlarımızı; 7,5 saat, 4,5 saat ve 7,5 saat olarak 3 taksite bağladık.
İlk durağımız; resmi adıyla “Maldiv Cumhuriyeti”, kısa adıyla “Maldivler”.. Bizim gibi “ellibeşlikler” yerine genellikle “civcivler” tarafından tercih edilen hani şu meşhuuur adalar.. Turkish Airlines yeni yeni başlamış buraya uçuşlara. Halkın %100’ü müslüman. Toplam olarak; 1.900 ada ve fakat sadece 300’e yakın adada yerleşim olduğunu ve bunlardan da 90’a yakın adanın “Resort ( otel ) ada” şeklinde kullanıldığını söylediler. İşte; broşürlerde, fotoğraflarda ve/veya filmlerde görülen o bungalov tipi denize uzanmış kulübeler ve lüks tesisler yerli halkın giremediği sadece bu adalarda ve haliyle fiyatlar da epeyce havalarda. Üstten ve uzaklardan; bakınca ada gibi zannettiğiniz şeyler birçok adadan oluşmuş “Adalar Grubu” olarak karşınıza çıkıyor. Ve bunların etrafında da doğal olarak oluşmuş bir koruma çemberi var. Mercan oluşumları nedeniyle kum bembeyaz ve deniz cam gibi parlak. Rakım ( deniz seviyesinden yükseklik ) 2,4 metre. Şaka gibi..!
Bu nedenle ilginç gelen bir haberi sizinle paylaşayım :
“Küresel iklim değişiklikleri yüzünden 100 yıl içinde sular altında kalacağı düşünülen Maldiv insanlarına, Avustralya’ya sığınma hakkı verilmiş ( 15.Kasım.2005 )"
Yani; 100 yıl içinde Maldivler’e gittiniz, gittiniz.. Benden söylemesi...
Maldivler’in başkenti Malé (A), konakladığımız adanın adı Hulhumalé (B), lakin yukarıda bahsettiğim “Resort” tipi adalarda çalıyor sadece “Dale, dale don dale..!”. Örneğin; son resmin en üstündeki ada böyle bir ada ve ismi de “Club Faru”. Male ile Hulhumalé arasında ise Uluslararası Havaalanı’nın olduğu bir ada var, ismi Hulhulé. Karayolu ile bir bağlantıya sahip Hulhulé ile Hulhumalé. Diğer adalara ya “Ferry” ile gideceksiniz ya da mini uçaklarla. Herşey denize girme tutkusu ile başladı. Nedense; “Swimming” aklımıza gelmedi de “Beach” geldi. Adamlar da plajı gösterdiler sağolsunlar. Şahane plaj ve fakat denizde yüzen bir insan bile yok. Başkent Malé’de yüzülecek yer bulamayınca resimde sol alt köşedeki Villingili Adası’na gittik büyük umutlarla..
Yorumsuz, manzara bu.. Tam atacağım kendimi sulara, ağaçların arasında bir tabela :
“Bikini ile denize girmek yasaktır..!”
Ee, çıkardım tabi bikinimi, giydiğim gibi haşemayı, görsünler şimdi şamatayı...
Devam edecek...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 9 |
|
Güneş batar dağların arasından ve kızıllık yükselir gökyüzünde. Ressamın portresidir karşımda gördüğüm resim. Dağların arasında kalan yemyeşil saklı bir köy… Öyle yeşil kokulu, öyle huzur getiren… Bu köy bana ait olmasa da benimmiş gibi hissettiren… Doğanın sessizliği, berrak dağ suyunun aktığı çeşmeleriyle, kara toprağının bereketiyle hayran olduğum. Bu köyün adı “Kilisecik” . Şumen şehrinin Novi Pazar kasabasına bağlı bir Türk köyü. Yaşayanlar sadece Türkler ve Romenler. Eski yıllarda Bulgarlar da yaşarmış. Fakat göçlerle yalnız kalan yaşlılar, çocuklarının yanına büyük şehirlere gitmişler. 1989 Türk göçüyle de köy tamamıyla boşalmış. Yaklaşık yüz haneli nüfusunu çoğunlukla yaşlılar oluşturuyor. Gençleri, sadece hafta sonları ya da yaz tatillerine denk gelen zamanlarda görebiliyoruz. Geçim kaynağı toprak. Mısır, kavun, karpuz, salatalık, lahana, patates, ayçiçeği gördüğüm tarla bitkilerinden. Domatesler zaten bahçelerinde yetişiyor. Köylüler ürettiklerinden kazandıkları bir avuç para ile geçinmeye çalışıyor. İhtiyaçlarına gelince, sebze ve meyveyi bahçelerinden; et ve süt ürünlerini de hayvanlarından sağlıyorlar.
Bulgaristan’ın bir tarafı deniz olsa da iklimi karasaldır. Yazları sıcak, kışları çok soğuk olur. Yükseltisi de fazla olduğundan yaz aylarında bile gece ve gündüz sıcaklık farkı fazladır. Bu ülkenin her mevsim havasını gördüm ben. Kışta çok üşüdüğümü, yazda nefes alamayacak kadar sıcak olduğunu biliyorum. En güzeli de ara mevsimlerin uzun süreli olması… Yaz günleri ülkemizde basık olan gece havası, Bulgaristan’da çok farklı hissedilir. Çok ilginçtir ki daha sınırı geçer geçmez bu hava değişimini hissetmek mümkün. Türkiye’den askılı bluzla giden biri, sınırı geçince Bulgaristan toprağına ayak basar basmaz iliklerine kadar donar, kat kat giyinmek zorunda kalabilir. Çok soğuk ve çok kurak olması bu ülke insanını daima yiyecek stoku yapmaya alıştırmış. Hatta kışlık yiyecek stoku yapmak, bir gelenek haline gelmiş. Bulgaristan’da her yiyeceğin konservesi yapılır. Her meyvenin kompostosu, mevsimine göre hazırlanır. Sebzeler de cam kavanozlarda konserve edilir. Kurutma işlemi de yapılır; kayısı, mısır, üzüm, dut, sarımsak vs. tarhanalar hazırlanır. Dağ bitkileri toplanarak karışık bitki çayları harmanlanır. Et ürünleri bile kavanozlarda konserve halinde muhafaza edilir. Turşudan ise hiç bahsetmeyeyim; karpuz turşusu bile yapılır.
Köylerde ısınma amaçlı odun yakılır. Kömür kullanılmaz, zaten yoktur da. Kuzinelerde yakılan odunlarla ısınan evlerin sıcaklığı bambaşkadır. Kış günleri hangi odada kuzine varsa o odada ev halkı toplanır. Birlikte yemek yerler, sohbet ederler; artık televizyon da seyrediyorlar. Bu kuzinelerin üzerinde mutlaka tıslayan bir çaydanlık vardır. Ya sıcak su için ya da ıhlamur çayı için…
Köyde yaşayan insanlar hep bir iş yapar, belleri işten doğrulmaz, elleri topraktan arınmaz. Yüzleri, ciltleri güneşten ve soğuktan çatlamıştır. Yaz günleri karınca gibi çalışırlar, kış günleri de biraz olsun dinlenirler. Hayvanları olanlar kış günleri de çalışmaya devam ederler. Kapalı kalan hayvanların bakımı, yemeği, suyu derken soğuklara alışır bedenler. Bunları yapanlar genelde köyün yaşlılarıdır. Kilisecik köyünde de aynı bahsettiğim gibidir hayat. Kadın veya erkek fark etmez, herkes yaz kış çalışır durur. Kazanacakları ufacık para için vücutları harap olur, ama hiç de şikayet etmezler. Çünkü bu hayatın bir parçası olmuşlardır, vazgeçmezler.
Dağların arasında kaybolan bu köyün tepe noktasında küçücük bir merkez var. İhtiyaç olunabilecek her şeyin satıldığı bakkalın terasına birkaç masa yerleştirilmiş. Bu teras bütün köye tepeden bakarken, gün batımının en iyi seyredildiği nokta olmasından benim en sevdiğim mekan… Bu köye gittiğimde mutlaka bu terasta oturup, sıcak kahve eşliğinde gün batımına bakarım. Gökyüzüne yayılan kızıllığın içinde güneşin dağların arasında nasıl kaybolduğunu seyrederken, doğanın en huzurlu sessizliğini hissediyorum. Yaşamımın en tatlı dakikaları… Kendimi en iyi ve mutlu hissettiğim zaman… Ben doğaya hayranlıkla bakarken etrafımda hareket eden köylü insanların hislerime ortak olmadıklarını bilmek bazen tuhaf geliyor. Çünkü onlar her gün gördükleri bu manzaraya alışmış, batan güne sırtlarını dönmüşler köy dedikodularından bahsediyorlar. Ben ise bu görüntüye her defasında büyük özlemle bakıyorum. Anın tadını çıkarıyorum.
Her yerde olduğu gibi köy dedikoduları bu küçücük köyde bile var. Her yıl hep aynı hikayeleri dinliyoruz. Kim kimin toprağına ortak olmuş, kim ne kadar ürün çıkarmış, kardeşler ve akrabalar arasındaki toprak anlaşmazlıkları vs. Herkesin bir hikayesi var.
Köydeki kültürel gelenekler devam ediyor. Yıllar önce burada bulunduğumda, bayrama denk gelmiştim. Tıpkı çocukluğumdaki gibi küçük çocuklar en güzel renkli elbiselerini giymişler, her kapıyı çalarak şeker topluyorlardı. Yanımda götürdüğüm şekerlerden ben de torbalarına atmıştım. Çocukların mutlulukları, farklı orda; masum, maddiyattan uzak… Geçen yıl giydikleri bayramlıklarıyla bile yetinen mutlu yüzler görmek beni duygulandırmıştı. Onlar gerçekten masumdular, çünkü çağımızın tüm kötülüklerinden uzaktılar. Bilgisayarların savaşlı oyunlarından uzak, gereksiz cep telefonlarının zararlarından uzak olan bu çocuklar doğanın çocuklarıydı. Onlar bayram şekerlerine sevinen, bisikletleriyle köyün rüzgarını yakalamaya çalışan çocuklardı. Derelerin içinde yıkanan, ağaçların meyveli dallarına tırmanabilen, toprakla oynayan çocuklardı. Onları ben çok sevmiştim.
Bayramlar çocuklar için şekerli olurken, büyükler için yemekli ve misafirli olur. Aslında artık misafirlerin sayısı da azaldı. Büyük şehirlere göç etmiş gençlerin, tatil olmayan Bulgarların hafta içlerinde izin alma gibi bir şansları yok. Bu nedenle yaşlılar bayramları artık kendilerince kutluyor.
Düğünler yok derece az. Evlenen yok, olsa da sade bir nikahla evlenen gençler ailelerine bile duyurmadan şehirlerde kendince yaşamaya devam ediyorlar. Oysaki eskiden köy düğünleri inanılmaz şatafatlı olurdu. Kırk gün kırk gece değildi, sadece üç gün sürerdi ama düğün zamanı bütün köy halkı eğlenir, yemekler yer, dans ederdi. Bu düğünlerin en önemli dansı halaydır. Ülkenin önemli müzik aletleri, gayda, gırnata, davul ve akordeon… Balkan müziklerinin özü bu müzik aletlerindedir. Türk düğünlerindeki müzik, Türk ve Romen çalgıcılarının Türk dili ile uyarladığı şarkılardandır. “Ramo ramo”, “damat oyunu” gibi oyunlar hep balkan Türklerine aittir. Köçek havasından çok, düğünlerde halaylar çekilir. Halay çekenler iç içe halkaları müzikle büyütür dururlar. Halay çeşitleri de vardır, bazıları şarkının sonuna gelirken hızlanır ve insanlar kan ter içinde coşarlar halayda. Bunlar hep eski düğünlerdi. Son yıllarda köyde bulunduğum zamanlarda hiç düğüne rastlamadım. Fakat adetler, düğün yapanlar için hala uygulanıyor. Bir adeti çok sevdim. Öyle bizdeki gibi şaşalı şehirli-çöpe atıldığından oldukça gereksiz bir tüketim olarak gördüğüm- davetiyeler basılmaz orda. Düğüne davet eden seçilmiş bir kişidir. Bu kişi köyde en fakir ailelerden seçilir. İhtiyacı olan kişi, evleri bir sepet ya da torba ile dolaşır. Daveti söylerken kapıyı açan aile gönlünden ne koparsa sepetin içine koyar. Bu birkaç soğan, un, yumurta, elma, vs, para bile olabilir. Amaç, fakir köylüye yardım etmektir. Köyün bu adetini öğrendiğimde çok mutlu oldum. Hem eğlenceli hem de faydalı bir davetiye, bu köyde tamamen bedava. Bu düşünceyi sağlayan Balkan Türkleri, acıma duygusu bir yana kardeşlik duygularıyla birbirine kenetlenmiş, yabancılara ait olan topraklarda böyle yaşıyorlar. Küçücük imkanlarıyla yaşayabildikleri kadar mutlu…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Pergelin Divit Ucu : Sarahatun Demir Şu Pazarlar |
|
Ustalıksız bir haylazlıkla anlıyorum sesini
Sesinden vazgeçmeye mecburiyeti kabulleneli
..
Sonra çiçekler seriyorum toprağının üzerine
Her gün daha da ezbere aldığım bu sensizlikle
..
İyi günlere de uyanıyorum ben
Güzel izler de bırakıyorum
Çocuklarla zaman geçiriyor
Masallara da hürmet gösteriyorum
..
Yılgınlık kardeşim oluyor bazı
İçimde bütün ırklara yetecek neşeyi de barındırıyorum
..
Yaşar Kemal kadar seviyorum türküleri
Yön duygumu türkülere sorduğum geceler, aydınlık doğuyor söz dipleri
..
Yaşıyorum anlayacağın
Kızarak kızdırarak
Sevilerek cayarak
İnsan kadar yer kaplıyorum çok zaman
Küçülüp, özlemine sığınıp, sana gelmeyi çok istediğim şu pazarları hesaba katmayacak olursak.
Sarahatun Demir sarahatun@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran ANADOLU’DA AYDINLANMA ATEŞİNİ YAKANLAR |
|
Sevgili Erdal Atıcı’yı 2004 yılında, Ortacalı Yıllar adlı kitabıyla tanımıştım; şimdi Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı’nda çalışıyor; bu vakfın yayınları arasında o da bir söyleşi dizisine girişmiş: Anadolu’da Aydınlanma Ateşini Yakanlar; dizinin 2. ve 3. ciltlerini göndermiş.
Kitaplarda Köy Enstitüleri’nin yetiştirdiği bir dizi değerli insanlar söyleşmiş; ben aralarından, yakından tanıdığım Emin Özdemir’i seçtim:
“ Atıcı – Bize çocukluğunuzu, ailenizi, köyünüzü, köydeki okulunuzu ve öğretmenlerinizi anlatır mısınız?
Özdemir – Çocukluğum,Eğin’in bugünkü adıyla Kemaliye’nin bir köyünde geçti. Yokluğun, yoksulluğun kara yellerinin kavurduğu bir köyde. Toprağımız azdı; mendil kadar küçük, birkaç evleklik iki üç tarla. Bütün köy için böyleydi bu. Ekip biçerek geçinemiyorduk. Bu yüzden babalarımız, ağabeylerimiz gurbete çıkarlardı. O yıllarda gurbet. İstanbul demekti. Çocukluğumda en sık duyduğum sözcüklerden biriydi gurbet. Babam, İstanbul’da bir kuruluşta getir-götür işlerinde çalışıyordu. Çok seyrek geliyordu.Bir iki hafta kalır, sonra dönerdi. Anam da, köyün öteki gelinleri, kadınları da özlemlerini acılarını ve çekilerini bizim oraların nice incelemelere, değerlendirmelere konu olmuş türkülerine, manilerine dökerlerdi. Bunlar, bir bakıma çocukluk yıllarıma da ayna tutar. Çünkü ben onların içine doğdum, onlarla büyüdüm. Acı, ayrılık, özlem kokan bu ortak yaratılardan bir iki küçük örnek vereyim:
Çıktım dam loğlamaya
O yâri yollamaya
O yâr gediği aştı
Başladım ağlamaya
Gel ağam, gel ağam, olma muhannet
Gurbeti icat edenler görmesin cennet
Ahrette de İstanbul yok kaçasın
Yalan gerçek defterini açasın
Galata köprüsü sanıp sıratı
Başın döne cehenneme uçasın.
İplik eğirmişim kime dokutam,
Ağam, deliysen üstüne okutam.
Bir okka yağ almadan gittin gurbete
Eller yemek pişirir öldüm kokundan…
Dokusuna çekilerin, acılı yaşantıların, düşlerin sindiği şiir yüklü türkülerdi bunlar, Diyebilirim ki dilsel duyarlığımın ( eğer biraz varsa ) hamuru bu türkülerle, manilerle karılmıştır. Okumayı söktüğüm, yazmayı öğrendiğim günlerden sonra da kocaları gurbette kadınların mektuplarını yazardım; o mektupların sonuna gurbete çıkanlara geride kalanların hallerini anlatmak için andığım bu türkülerden, manilerden parçalar yazdırırlardı.
Az topraklı, çok çocuklu bir aileydik. İkinci Dünya Savayı öncesinin kara yelleri köylere değin uzanmıştı. Yokluk, yoksulluk at koşturuyordu köylerde. Arpa, darı ekmeğini bile zor bulduğumuz günlerdi. Böyle bir ortamda başladım ilkokula. Hilmi Güçlü’nün hazırladığı Abc vardı. O zaman bile renkliydi resimleri. O resimlerdeki çocuklara bakar, bunların bize hiç benzemediğini görürdüm. Biz, kara kuru, yanık kavruktuk. Onlarsa güleç, bakımlı. Sanırdım ki onlar başka bir dünyanın çocukları.(…)
Evcek İstanbul’a göçmüş uzak bir akrabamız vardı. Bir Pazar günü onlara gitmiştik. Benimle yaşıt bir oğulları vardı; ortaokula gidiyormuş. Kitaplarını gösterdi bana, okulunu, öğretmenlerini anlattı, nasıl irmemdim ona anlatamam. Çocukluk işte, durumumuzu hiç düşünmeden hana dönünce babama, ‘Ben de ortaokula gitmek istiyorum. Gönderir misin baba?’ dedim. Babamın yüzü ekşidi, başını iki yana sallayıp:’Elbette isterim, istemez olur muyum; ama bak han köşesinde yatıp kalkıyoruz, sırf ananlara para yollayabilmek için. Sonra, burada okumak, köydekine benzemez. Her şey para ister’ dedi. Çaresizliğini yansıtan, acılı bir tınısı vardı sesinin.
Sorduğuma pişman olmuştum. O gün okuma isteğim içimde düğümlenip kalmıştı.”
Bu çarpıcı söyleşinin gerisinde, Yıldızeli Köy Enstitüsü’ne gidişini ve sonrasını anlatıyor aynı tatlı dille.
Yaşa Erdalcım! Gerçek bir şölen hazırlamışsın okurlara.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Sosyometrik Bir Konu
Sultanahmet Meydanı’ndayım; yeşille mavinin iç içe olduğu, bin türlü kültürün harmanladığı meydanda.
Burası, kalabalıklılığı ve gizemli büyüsüyle her zaman etkilemiştir beni. Birçok yazara esin kaynağı olmuştur bu meydan.
Ayasofya’nın devasal yalnızlığı ile Sultanahmet’in kalabalıklılığı birbirini tamamlayan bir yapbozun ayrılmaz parçaları gibidir.
Bu tür kalabalık yerlerde, yalnız başına bir bankta oturup, insanların yüzlerini incelemek en büyük zevklerimden biridir.
Elinde bir bardak sıcak çayın da varsa, izle izleyebildiğin kadar. Koşuşturmayı, yaz sıcağını ya da çocukların kar heyecanını…
Her mevsimde güzel olur böyle meydanlar. Bir tarafta Osmanlı macunu satan delikanlı, bir tarafta pembe pamuk şekeri satan orta yaşlı şekerci, başka bir yerde, yere serdiği şalları satmaya çalışan yaşlı bir teyze. Hepsi de ekmek parası kazanmanın peşinde…
Böyle yerlerde, daha fazla fark edebiliyorsunuz, insanlar arasındaki farkı ve gelir dengesizliğini. Özellikle çocuklar, bunun en iyi örneği.
Kimi ailesinin elinden tutmuş, en şık kıyafetleri, yeni yıkanmış saçlarıyla pırıl pırıl. Kimininse saçları hiç tarak görmemiş, kış ortasında ayağında terlik, mendil satmanın peşinde.
En çok içimi burkan da bu çocuklar oluyor. Yarım gün okulda, yarım gün de sokakta çalışan çocuklar. Hatta, belki hiç okullu bile olmayan çocuklar.
Daha küçük yaşta bir çocuğu, hiç korku duymadan sokağa nasıl bırakabiliyorlar anlayamıyorum! İşin en garip tarafı da, bu çocukların nasıl bir aile yapısına sahip olduğu? Çoğu parçalanmış ve kalabalık ailelerden gelen maddi durumu zayıf çocuklar.
Bu yönüyle, inceden inceye araştırılması gereken sosyometrik bir konu bence.
İstanbul’un en büyük sorunlarından biride göç. Her yıl sınırsız sayıda insana kucak açmak zorunda kalıyor şehir. Bunun sonucunda da gelir dağılımı arasındaki uçurum, açıldıkça açılıyor. Bundan en çok etkilenen bireylerin başında da çocuklar geliyor tabii ki. Onlar bu dengeyi yakalayabilmek için sokaklarda çalışmak zorunda kalıyor ve bu çalışmaları sıcakta, karda, kışta hep devam ediyor.
Geçen yıl yaz tatilinde bir çocuk görmüştüm Eminönü’nde, dokuz yaşlarında, başında hotr şapkası, sırtında buz dolu çanta ile su satmaya çalışıyordu. Bizim güneş kremleri ile dışarıya çıktığımız, kızardım, yandım dediğimiz günleri, o sıcak altında dolaşarak geçiriyordu. Tek amacı ise su satıp para kazanmaktı.
Bu tür olaylarla karşılaştığım zaman; ne kadar rahat içinde yaşadığımızı ve ne kadar da müsrif olduğumuzu düşünüyorum. Başımızı sokacak bir evimiz ve devamlı bir işimiz var, istediğimiz her şeyi alabiliyoruz, gelecekle ilgili planlar yapıp, on yıl sonra olmak istediğimiz hedefin planını şimdiden uyguluyoruz.
Ama o insanlar, günü kurtarmanın derdine düşmüş, başını sokacak bir ev bulmanın telaşı içinde, sabahtan akşama kadar koşturup duruyorlar. Bırak gelecek planı yapmayı, akşama ne yiyecekleri belli bile değil…
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Emre Şenbabaoğlu |
ÖZGÜNLÜKTEN YABANCILAŞMAYA DOĞRU: ARABESK
Kültürel ve toplumsal bir olgu olarak “arabesk” çok boyutlu bir kavramdır. Biz bu yazımızda arabesk olgusunu, arabesk müzik düzleminde inceleyeceğiz. Bu bağlamda, arabesk müziğin ne olduğunu ve nasıl doğduğunu toplumsal-kültürel açıdan ele alacağız. İlk olarak, arabesk kelimesinin ne anlama geldiğine bir bakalım. Fransızcası “arabesque” olan arabesk kelimesinin sözlükte birden çok anlamı bulunmaktadır. Bunlardan birincisine göre arabesk, “Avrupalıların Araplardan aldıkları, daha çok geometrik şekillerden meydana gelmekle beraber dal, yaprak ve Bizans palmetlerinin de yer aldığı, çoğunlukla Arap mimarisinde, bir dereceye kadar da İslam memleketlerinde ve özellikle Mısır’dan İspanya’ya kadar olan binalarda uygulanmış olan süsleme şekli”dir. İkinci bir tanıma göre arabesk, “Girift, iç içe girmiş çizgilerden meydana gelen şekil” anlamına gelmektedir. İlk iki tanımdan da anlaşılacağı gibi arabesk mimarlık sanatındaki özgün bir biçimdir. Üçüncü bir tanıma göre arabesk, “Arap mimari üslubuna benzetilmeye çalışılarak iç içe geçen nağmelerle son derece süslü şekilde, çoğunlukla piyano için bestelenmiş musiki eseri”dir. Son olarak arabesk, “Arap musikisinde kullanılan orkestra icra anlayışının Türk musikisine uygulanmasından doğan ve 20-25 yıldır özellikle halk kesimi tarafından dinlenen söz ağırlıklı bir hafif müzik türü”dür. Türkiye’de ise arabesk yukarıdaki tanımlardan çok farklı anlamlara gelmektedir. Batı’da özgün bir müzik biçimi olan arabesk bizim toplumumuzda, bütünlükten uzak, bir yığma ve karmaşıklık olarak anlamlandırılmıştır. Örneğin, 1799’da Friedrich Schlegel arabesk kavramını şiire aktarmıştır. Aynı şekilde Diderot, Sterm, Jean Paul Sartre gibi yazarlar da arabesk kavramını temsil etmektedirler. Schumann’ın ‘Carnaval’ında da arabesk izler bulmak mümkündür.
Türkiye’de arabesk denildiğinde yine iç içe geçmiş olma anlaşılmaktadır, fakat kavrama sonradan olumsuz bir anlam yüklenmiştir. Çağdaşlaşma süreci içinde Doğu’nun geleneksel yaşam biçimi ile Batı’ya özgü modern yaşam biçimi karşı karşıya gelmiş ve bundan doğan uyumsuzluğa arabesk adı yakıştırılmıştır. Kısacası arabesk, Batı’da olumlu bir anlamda kullanılırken, Türkiye toplumunda daha çok yozlaşmışlık, bozulmuşluk anlamında kullanılmaktadır.
Arabeskin hangi anlamlara geldiğini açıkladıktan sonra, arabeski müzik düzleminde inceleyelim. Bu noktada, arabeski neden müzik düzleminde ele aldığımız sorulabilir. Hemen açıklayalım. Sidney Finkelstein, ‘Müzik Neyi Anlatır’ adlı kitabında müziğin insanların birbirleriyle, doğayla, dış nesnelerle etkileşimlerinden doğan coşkularının etkinlik kazanarak dışsal bir biçim almalarının en elverişli yolu olduğunu ve müzik yapıtlarının özlerinde toplumsal imgeleri, tipik insan edimlerini ve ilişkilerini içerdiğini belirtmektedir. Bu da müzik sistemi ile toplum sistemi arasında bir paralelliğin söz konusu olduğunu gösterir. Yani her toplumsal sistem içinde, o toplumsal sisteme özgü bir müzik anlayışı vardır. Kültürün toplumsal sistemdeki egemen sınıfın kültürü olduğunu kabul edersek, müziğin işlevi de her toplumsal sistemdeki egemen sınıfa bağlı olarak farklılaşacaktır. Örneğin müzik tarihine tarihsel materyalist bir açıdan baktığımızda ilkel komünal toplumda müzik bir tapınma aracıdır. Köleci toplumda müzik ahlaklı, erdemli bir insan olmak için vazgeçilmez bir araçtır. Ortaçağ’da ise duygu dinin egemenliği altına girdiği için ‘müzik ahlakı’ diye bir kavram ortaya çıkmıştır. “Müzik ruhun gıdasıdır.” Cümlesi bize adeta Ortaçağ’ın resmini çizer. Ruhu insanlara Tanrı verdiğine göre, müziğin işlevi de bu ruhu beslemekten başka bir şey olmayacaktır. Başka bir deyişle, Ortaçağ’da müzik toplumsal sistemin kendine özgü yapısından dolayı dini yayma ve yüceltme rolü üstlenmiştir. Dünyanın birçok bölgesinde ortaya çıkan milli demokratik devrimlerle kapitalist topluma doğru atılan adımlar, bireyin derebeyinin hâkimiyetinden çıkarak özgürleşmesini sağlamış ve özgürleşen birey de kendi müzik eserlerini ortaya koyabilmiştir. Müzik kapitalist toplumda da farklı bir işlev üstlenmiştir. Bu açıdan, Türkiye’de ortaya çıkan arabesk müzik de ancak kapitalist toplumdaki üretim ilişkileri temelinde açıklanabilir. Örneğin, ABD’de caz müziğinin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da rock müziğinin gelişimi tamamen toplumsal sistem içindeki hareketlenmelere bağlı bir süreç izlemiştir. Yani bu müziklerin gelişiminde halkın talepleri belirleyici olmuştur. Benzer bir şekilde tango da Arjantin’in yoksul semtlerinde ve genelevlerde yaşayan insanların ürünüdür. O halde Türkiye’de arabesk müziğin ortaya çıkışında da toplumsal ve ekonomik nedenler büyük rol oynamıştır.
Arabesk olgusu ile müzik arasındaki ilişkiyi belirttikten sonra arabesk müziğin ne anlama geldiğine bakalım. Orhan Gencebay’a göre arabesk, “Türk sanat müziği, Türk halk müziği ve bunlara ek olarak da batı tekniğinin her türlü olanaklarına, özgür sunumun eklenmesinden oluşan bir müziktir.” Timur Selçuk’a göre arabesk müzik tekdüze bir müzikken, Engin Gönültaşa’a göre ise minibüs müziğidir. Tüm bu tanımlamaların en güzel sentezini ise akademisyen Nazife Güngör yapmıştır: “Arabesk müzik, içinden çıktığı toplumsal ve kültürel çevreye göre biçimlenmiş, tutarlı bir kuramsal dayanaktan yoksun, ezgi yönünden Arap müziğinden, çalgı yönünden de batı müziğinden esintiler taşıyan, önceleri taşradan başlamakla birlikte zamanla toplumun tüm kesimlerinden gelen yaygın bir dinleyici kitleye sahip toplumumuza özgü bir türdür.”
Peki belli bir kuramsal temeli olmayan, ezgi ve çalgı yönünden farklı toplumlardan beslenen arabesk müzik nasıl doğdu? Arabeskin kentleşme ile ortaya çıktığında dair bir tez vardır. Bu doğru değildir ve çok hatalı bir tespittir. Arabesk müziğin kaynağı Sadettin Kaynaklara dek gitmektedir ve kırdan kente göç olayı sadece Gencebay ile başlayan söz konusu müziğin dinleyici tabanının oluşmasına katkıda bulunmuştur. Yani arabesk müziğe dair bir temel gecekondulaşma ve kırdan kente göç öncesinde de bulunmaktaydı. Gecekondulaşma ve göç sadece var olan müziği kitleselleştirmiştir. Arabesk müziğin ortaya çıkışını açıklayabilmek için Osmanlı İmparatorluğu’ndaki geleneksel toplum yapısının kırılmaya ve batılılaşma çabalarının artmaya başladığı 17.yy.’a kadar gitmek gerekmektedir. Rönesans ve Reform’dan çıkarak hızla sanayi toplumuna doğru evrilen Batı dünyası gerçekleştirmiş olduğu burjuva demokratik devrimlerle kapitalist topluma merhaba derken, içinde bulunduğu durumu algılayamayan Osmanlı aydınlanmacıları çareyi Batıyı taklit etmekte bulmuştur. Bu Batılılaşma ve çağdaşlaşma çabaları Osmanlı toplumunu büyük bir kargaşaya sürüklemiş ve bu da doğal olarak müziğe yansımıştır. Klasik Türk müziği, Batılı müzik formlarının saraya girmesiyle gerileme dönemine girmiştir. Mızıka-yı Hümayun’un kurularak başına Donizetti Paşa olarak da bilinen İtalyan orkestra şefi Giuesseppe Donizetti’nin getirilmesi bu döneme rastlar. Ancak Donizetti’nin ölümünden sonra Batılı ölçütlere uygun müzik eğitimi ihmal edilmiştir. Batılılaşma çabalarından dolayı saray çevresinin ve aydın bürokrat kesimin Türk müziği dinlemeyi bir kenara bırakması, Türk müziğinin ünlü bestecilerini saray dışında arayışlara itmiştir. Dede Efendi ile başlayan saraydan ayrılma geleneği, klasik Türk müziği geleneğinin de yavaş yavaş sona ermesine ve halk kesimlerinin beğeni düzeylerine yönelik yeni form arayışlarının başlamasına yol açmıştır. Türk müziğinde Dede Efendi ile başlayan değişim Hacı Arif Bey, Şevki Beyi ile devam etmiş ve Sadettin Kaynak’a kadar uzanmıştır. Görüldüğü gibi arabesk müziğin ortaya çıkışı çok eskilere dayanmaktadır ve kentleşme ile ortaya çıkan bir olgu olmayıp kökleri çok daha eskilere dayanmaktadır.
Kemalist Devrim’den sonraki süreçte ise Batılılaşma resmi bir ideoloji haline getirilmiştir. Her devrimci hareket gibi Kemalistler de geçmişi reddetmişler ve kendilerini bu düzlemde meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Ulus-devlet inşasında bu tür meşrulaştırmaları normal görsek bile o dönemde yapılan çeşitli hatalar arabesk müziğin önünü açmıştır. 1 Kasım 1934’te TBMM’nin açılış konuşmasında, “Bugün bize dinletilmeye yeltenilen musiki yüz ağartıcı olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz.” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözlerine dayanarak dönemin radyolarında Türk müziği iki yıl boyunca yasaklanmıştır. Kendisine hitap eden müziği dinleyemeyen halk bu durumda antenlerini Arap radyolarına çevirmiştir. Toplumun muhafazakar yapısı da Arap müziğinin benimsenmesinde etkili olmuştur. Tüm bunlara bir de Arap sinemasının etkisi eklenince arabesk müziğin gelişmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Mısır yapımı filmler 1930’larda Anadolu’nun en küçük kasabalarında bile etkili olmaya başlamıştır. 1930 ve 1950 yılları arasında yaklaşık 100-150 Mısır filmi izlenmiştir. Mısır filmlerinin halk arasında beğenildiğini gören Cumhuriyet elitleri Türkçeyi korumak amacıyla Arapça şarkı sözlerini yasaklamıştır. Buna da bir çare bulunmuş ve şarkılar Türkçe sözlerle yeniden yorumlanmıştır. Tüm bunlar arabesk müziğin oluşumuna kültürel olarak zemin hazırlamıştır. Sadettin Kaynak, Hafız Burhaneddin, Zeki Müren gibi sanatçılar Türkçe sözler giydirilmiş Arap müziği ile piyasada kendilerine yer bulmuşlardır. Muhsin Ertuğrul’un ve Muharrem Gürses’in filmleri de bu süreci hızlandırmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devrimci hamlelere rağmen, bir o kadar da yanlış yapılmıştır. Yapılan yanlışlar sonucu Türk sanat müziği ve Türk halk müziği yozlaşma sürecine girmiştir. Türk sanat müziğinde Sadettin Kaynak öyle bir dönüm noktası olmuştur ki ondan sonra gelecek olan Gencebay ve Tayfur’un önünü açmıştır. Zeki Müren, Münir Nurettin Selçuk, Müzeyyen Senar ve Hamiyet Yüceses de Kaynak’ın bu çizgisini devam ettirmiş ve yeni arayışlar içerisinde girmişlerdir. Türk halk müziği alanında da Türkiye birçok fırsatı elinden kaçırmıştır. 1934’te Türkiye’ye gelen Macar besteci Bela Bartok ve 1935-1937 yılları arasında Türkiye’yi dört kez ziyaret eden Poal Hindemith’in raporları basit nedenlerden dolayı dikkate alınmayınca Türkiye bu alanda çok önemli bir fırsatı değerlendirememiştir. Çok partili yaşama geçilmesiyle birlikte kırsal kesimden kente göç artınca gecekondulaşma olgusu ortaya çıkmıştır. Kırsal kültürde yetişen insanlar kente gelince ne kentli olabilmiş ne de köylü kalabilmişlerdir. Böyle bir ikilemde kalan birçok insan hem kendisine hem de topluma yabancılaşmıştır. Ortaya çıkan kimlik bunalımını Orhan Gencebay “bir teselli ver”, “sevenler mesut olmaz”, “başa gelen çekilir”, “hatasız kul olmaz” diyerek çok iyi değerlendirmiştir. Yurtdışındaki gurbetçilerin dert ortağı ise Ferdi Tayfur olmuştur. İbrahim Tatlıses, Küçük Emrah ve Ceylan yurtdışı turnelerinde çok fazla ilgi görmüştür. 1980 sonrası dönemde ise arabesk müzikte yeni isimler ortaya çıkmıştır. Darbe sonrası apolitikliğe, durgunluğa karşı isyankar bir içerikle ortaya çıkan ve “Ne yönde talep varsa ben de onu söylerim.” diyen Ahmet Kaya “sol arabesk” boşluğunu fazlasıyla doldurmuştur. Hep acıyı, kederi, üzüntüyü dile getiren arabesk müziğe taverna da eklenince eğlence yaşamındaki ihtiyaç da giderilmiştir. Cengiz Kurtoğlu, Arif Susam, Atilla Kaya gibi isimler taverna müziğinin parlayan yıldızları olmuştur.
Görüldüğü gibi arabesk müziği yaratan toplumsal ve kültürel koşullardır ve bunun arkasında da üretim ilişkileri büyük bir rol oynamaktadır. 1960’larda yükselişe geçen ve bu yıllarda kısmen ilerici bir içerik taşıyan arabesk müzik, 1970’lerle birlikte düzeni meşrulaştırıcı bir işlev üstlenmiştir. 1980 sonrasında pop, taverna ve protest ile sentezlenen arabesk müzik, piyasadaki etkisini daha da arttırmıştır. Arabesk müziğin bu açıdan ezilen sınıflara hitap ettiği de söylenemez. Bu müziği icra edenlerin halkın sorunlarıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Zülfü Livaneli bir yazısında arabeskin blues ve rebetika gibi köklü bir müzik olmadığını, içtenlikten uzak olduğunu, bu müziği icra edenlerin halktan ne kadar kopuk olduklarını çok güzel özetlemektedir: “Bizdeki arabeski, içinde taşıdığı isyan tonu yüzünden rebetikaya benzetmek isteyenler çıktı. Ama arabeskin rebetikadan da bluesdan da çok önemli bir farkı vardı: İçtenlik eksiği! Arabeskte içtenlik yoktu! Arabesk akımını, Anadolu‘dan büyük kente göç etmiş ve orada para kazanmış kişiler kurdu. Yandım, bittim, kül oldum feryatları gerçek değildi. Harcadın beni kader yakınmaları sahteydi. Bütün bu sözleri söylerken, berberde saçlarına fön çektirip spreyle sertleştiriyor, tırnaklarına manikür yaptırıyor, Mercedes arabalarına binip programa gelirken kollarındaki altın Rolex saatlere bakıyorlardı. Hatta bunlardan birisi, gazetede yayınlanan tam sayfa plak reklamında yırtık pırtık giysiler içindeydi, ayakları çıplaktı. Ama kolundaki Rolex‘i çıkarmayı unutmuştu. Bu yüzden de arabesk hiçbir zaman köklü, gerçek bir müzik olamadı.” Sonuç olarak, arabesk müzik emek-sermaye çelişkisini perdeleyen bir tür olarak varlığını hala devam ettirmektedir. Sistem arabeske ihtiyaç duymaktadır ve arabesk toplumsal yapıda köklü değişimler olmadığı sürece varlığını devam ettirecektir.
Emre Şenbabaoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Dost İlinde Çalan Kanlı Sazım |
|
Dost ilinde çalan kanlı sazım
Bu ellerde Şâh’a hasret kaldım
Şâh aşkıyla dolu dîvâne gönlüm
Hakk’a sığınana kul n’etsin
Burda suyumuz baldan tatlıdır
Azığımız Cennet-i Âlâ’dandır
Biliriz ki, Hakk bizden yanadır
Yezid’in köpekleri bize n’etsin
Akıp gider önümüzde uzun ince bir yol
Düşünde gördüğün rüyâyı hayra yor
Hakk aşkı için sözümüzü doğruya yor
Kulak ver Nesîmî’ye, aşkı Hüseyin’e sor
İkrar verdiğim yaşta buldum kendimi
Dar’a durduğum Cem’de gördüm doğruyu
İkrarımdan gayrı al nem varsa hepsini
Hakk’ın sözü ikrarımızda gizlidir
Hakk aşkıdır sazımızdan dökülen
Semah dursun içimizdeki ateşi gören
Bir sor hele ay yüzlü Muhammed’e
Hızır Paşa Muhammed’i n’etsin
Hakk’a ulaştı feryâdı âhımız
Hakk yolunda geçti ömrü hayâtımız
Ali Şâh’tır bizim Pâdişâh’ımız
Hızır Paşa Ali’yi n’etsin
Gözüm yaşı, yıkar taş duvarları
Garip gönlüm, arzular Pîr Sultân’ı
Ali Şâh’tır imamlar başı
Hızır Paşa imamı n’etsin
Yolumuz Hakk’ın yoludur, sözümüz Hakk’ın sözü
Sevdâmız Muhammed’e, sevdâmız Ali’ye
Yezid’in söndüremediği ateşimiz adâlete
Hızır Paşa adâleti n’etsin
Sözümüz dolanır belimize; işte, budur Hakk’tan
Bize kılıç sallayanı da severiz candan
Sevgidir seksen bin âyetten artakalan
Hızır Paşa sevgiyi n’etsin
Kerbelâ’da düşen şehitlere âşık bu gönül
Mertlik hırkasını giysen ne fayda
Pîr’i olmayan gönle aşkı niyâz ederim
Hızır Paşa aşkı n’etsin
Senin gücün Pâdişâh’tan, bizimkisi Hakk’tan
Ârifler dükkânında buldum derdime derman
Açtım ellerimi Hakk’a, çevirdim yüzümü Nur’a
Hızır Paşa hikmeti n’etsin
Kul olduğun kapıya git, seyrân eyle
Yezid’in köpeklerine dem tut, tamah eyle
Nesîmî’ye kıyan ellere bak, ihsan eyle
Hızır Paşa hakîkati n’etsin
Ey bu sazımızı titreten mızrap
İkrarımızın aşkına Cem’imizi mübârek kıl
Ali’den, Hüseyin’den, Nesîmî’den öğütler ver
Hızır Paşa öğüdü n’etsin
Şâh’a selâm, Pîr’e selâm, Erenler’e selâm
Ozan da biziz, semah duran da biziz
Biz Anadolu’yuz, şânımız burdan gelir
Hızır Paşa şânı n’etsin
Gel Hüseyin’im gel, nur yüzlüm gel
Kur terâziyi, çek kılıcı, sor hesâbı
Âhir zaman yakındır bağlama dilleri
Hızır Paşa terâziyi n’etsin
Hakk Dîvânı’nda âşıklar oturur
İrfân defterimizi tutar, vecdle okur
İcmâl-i Hakk’tır ikrarımız savrulur
Hızır Paşa ikrarı n’etsin
Şâh’ın sevdâsı yürekte biter
Kara günlerdir bunlar elbet geçer
Devir döner, çark döner, turnalar döner
Hızır Paşa, dönmeyip de n’etsin
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Deli Değilim Ben
Ne zaman seni anlatmaya kalksam
Ağlayan bir çocuğu susturur gibi kesiyorlar sözlerimi
“O gitti” diyorlar senin için
Her an yanımdasın, görmüyorlar
El eleyiz hep, bizi tanımayan cadde, bizi bilmeyen sokak kalmadı
Bize dokunamıyorlar
Kulağına yüzlerce şarkı, onlarca güzel söz fısıldıyorum
Sevgimizin ne kadar eşsiz olduğundan bahsediyorum
“Seni seviyorum” diyorum
Bana, “Kendi kendine konuşuyor” diyorlar
Bizi duyamıyorlar
İnsanlar korkunç!
Onlar yürümeyi öğrendiklerinde gitmeyi de öğreniyor
Neden herkes bir yerlere gidiyor?
Ve neden ayrılık bir çare oluyor?
Anlamıyorum, bana deli diyorlar
Ve birbirlerini henüz yarı yoldayken terk ediyorlar
Onlar birbirlerini sevemiyorlar
Deli falan değilim ben
İnanmıyorlar
“Seni unuttu” diyorlar
Bir başkasına “Sevgilim” diyormuşsun
Yani öyle diyorlar
Ayrılığımızdan bahsediyorlar
Varsın söylensinler, “Siz ayrıldınız” desinler
Seni gitti zannetsinler
Umurumda değil
Beni deli zannetsinler...
Bazı geceler ağlıyorum ama sebebini bilmiyorum
Sonra, başını omzumda hissediyorum, teninin sıcağına dokunabiliyorum
Gülümsüyorum
Eğer bir gün gidersen
Seni unutamamaktan korkuyorum
Belki hazır değilim ama rüyamda senin olduğun bir uykuda ölmek istiyorum
Cenk Askeroğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|