|
|
|
Editör'den : Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun!.. |
Başlığa bakıp ta aldanmayın. Lafın gelişi kullandım. Yoksa kadınların gününü kutlamak ne haddimize. Emek yoğun çalışıp didinen kadınların sırtından bir gün daha geçinmek için yoğunlaştırılmış bir pazarlama kurnazlığı haline getirilen bu gün ve benzerlerine külliyen karşıyım. Son bir ayda şiddete maruz kalıp hayatını kaybeden, geleceği kararan kadınlara gün bahşetmek ne haddimize, biz ancak özür dileyip başımızı öne eğebiliriz.
Anneler günü, kadınlar günü derken, hiç olmazsa yılda birkaç gün dayaktan, eziyetten uzak kalabiliyorlarsa ne mutlu onlara. Ben lafı fazla uzatmadan bugün sosyal medyada paylaştığım mesajımı burada da yineleyip huzurlarınızdan ayrılayım diyorum. Yoğun bir iş döneminden geçiyorum artık beni mazur görün.
Tüm kadınların, kendini kadın gibi hissedenlerin, “Yok arkadaş ben erkeğim ama kadın benim baş tacım.” diyenlerin, şiddetin her türlüsüne karşı, sevginin dostluğun her zerresine meftun olanların DÜNYA KADINLAR GÜNÜ kutlu olsun.
Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KALBUR SAMAN İÇİNDE -8 (Son) |
|
“Beni iyi tanırsın. Anlatılanlara inanma sen,”dedi. “Fakir fukaranın malına göz dikecek adam değilim ben. Üç buçuk ton üzüm aldık. Burası doğru. Bunun birine borcu varmış. Sıkılmış, bunalmış diye yardım ettik. Hasatta anlaşmak üzere borcunu ödedik. Eylül gelince yan çizmeye başladı. Üzümü traktöre yükleyip kendi eliyle toptancının deposuna boşalttı. Sonra da gidip bizi jandarmaya şikâyet etmiş. Ne olduğunu bile anlayamadan kendimizi karakolda bulduk. Oyun bununki, düpedüz madrabazlık. Sabıkamız varmış ya, devlet baba zaten bizi suçlu bulurmuş. Birileri akıl vermiştir belki. İçerden çıkınca bunu aradım. Elime geçirsem öfkemden geberteceğim. Sordum soruşturdum ama nerde? Pılını pırtısını toplayıp gitmiş diyorlar. Sekiz ay yattım onun yüzünden. Arada laga lugayla paralar da kaynayıp gitti. Bizde de hata var. Ortada senet yok sepet yok. Şahitler ise hepsi bozacı ile şıracı.”
Su akar yolunu bulur derler. Sedat da kendine böyle bir yol tuttu. Köyden ayağını tamamen çekince izini de kaybettik. Nerededir, ne yer, ne içer, kiminle gezer bilemez olduk. Birisi çıkıp Yunanistan üzerinden İngiltere geçmiş diye bir söylenti yaymış. Herkes de inanmış. Yalan makinesi çalışmaya başlayınca öyle kolay kolay durmaz. Şehirde bir tüccarı soymuş bunlar. Üç kişiymişler. Adamı kaldırıp bağ damlarına kapatmışlar. Günlerce eziyet edip zorla senet imzalatmışlar. Adamın milyonlarca lira değerinde demir, kum, çimento depoları varmış. Hepsine el koymuşlar. Yurt dışına kaçınca sözüm ona bizim Sedat Londra’da bar açmış. Hem de en işlek caddesinde. Masal bunlar ama gel gör ki inananı gırla…
İki sene önce bir akşamüzeri Dericiler’in Sinan görmüş bunu. Akhisar’da Tütün Otel’de karşılaşmışlar. Kemikdere’li Mahmut ile Sinan’ı yanına alıp dışarı götürmüş. Yemiş içmişler, eski günlerin mevzularını açmışlar. “Tam üç mekân gezdik sabahın dördüne kadar,” dedi. “Tek kuruş hesap ödetmedi bize. Kendisi de ödemedi desek yeridir. Garsonlara beşer, onar bahşiş atıp çıkıp gitti. Acayip hürmet ediyorlardı ona. Dansöz kadın bizim masaya özel oynadı resmen. Şarkıcı kadın da şarkıları sanki buna söyledi. Aynı eski filmlerdeki gibi. Meyveler, içkiler, çerezler geldi hep öteki masalardan. Birkaç kez elimi cebime atacak oldum. Azarladı, bozdu beni. Akıllı ol, ağır ol biraz, benim olduğum yerde sizin paranız geçmez,” dedi. Yurtdışından hiç bahsetmedi. Çekindik, soramadık zaten.” İşin acayipliği bu adamın Akhisar’da ne işi var? Onu anlayamadım.
Cafer Amca ölünce cenazeye geldi. Benim ondan bile umudum yoktu ama duyup geldi işte. Gün akşama erip telaş bitince ancak bir araya gelebildik.
- Nasıl gidiyor, dedim. Büyük adam olmuşsun, kutlarım.
- İyi geç bakalım dalganı.
- Dericilerin Sinan anlattı. Acayip muhit yapmışsın kendine.
Başını kaşıdı ve gözlerini karanlığa dikti. Yüzü tamamen ifadesizdi. Söylediklerime canı
sıkılmıştı.
- Sen bile bu kadar acımasız oluyorsan başkaları ne yapmaz?, dedi.
- Konuşmayayım istersen.
- Konuşma demedim, beni yargılama…
- Sen gerçekten mafya mı oldun şimdi? İnsanları haraca mı kesiyorsun. Mekânları basıp dağıtıyor musun? İnsanları asıp kesiyor musun?
- Kimseyi asıp kesmiyorum. Hatta tehdit bile etmiyorum. Husumetlileri bir araya getirip komisyonumu alıyorum.
- Yıllardır neden yoksun ortalarda?
- İçerdeydim. Yıllarca yattım. Yaptığım yanlışların bedelini ödedim. İki yıldır kimseyle dalaşmıyorum. Başka merak ettiğin bir şey var mı?
- Çocuklarını, eşini görecek misin?
- Onların da tadını kaçırmak istemiyorum. Nazife’ye kocalık, çocuklarıma babalık yapmadım. Kapılarına gitmeye yüzüm yok ki. Onlar iyiler değil mi?
- İdare ediyorlar. Gel bize gidelim. Birkaç lokma bir şey yiyelim. Sonra ne istesen öyle yap.
Hiç itiraz etmedi. O akşam neredeyse hiç konuşmadan yemek yedik. Çay içtik. Yatak yorgan serildi. Ama geceye kalmadı. Ne kadar ısrar ettiysem de dinletemedim. Eve gitmem lazım diyerek çıkıp gitti. Onu bir daha hiç görmedim. Aklımda hep o son gördüğümde üzerinde bulunan boğazlı kazak, deri ceket ve siyah parlak ayakkabıları ile kadife pantolonlu bir fotoğraf gibi kaldı. Yorgun, bıkkın ve yaşamaktan bezmiş bir hali vardı. Balıkesir’de bir otelde ölü bulunmuş. Yanında bir kadın varmış. Sabah uyandığında bakmış yanında yatan adam nefes almıyor. Polisi aramış. Düşmanları zehirledi dediler. Uyuşturucudan gitmiştir dediler. Onlarca başka şeyler de söylediler. Polis tutanaklarına kalp krizi sonucu ölüm yazılmış. Cenazesi köye getirildi. Ağlayacak kimsesi bile kalmamıştı. Bir yaşlı anası vardı. Bir de gün yüzü göstermediği karısı… Çocukları babalarını neredeyse hiç hatırlamıyorlardı.
Bursa Mart 2013
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 11 |
|
Preslav kasabasında Bulgarlar ve Türkler iç içe yaşıyor. Bu kasabada Bulgar Türk dostluklarının güzel örneklerini gördüm. Sorunlarını, mutluluklarını paylaşan insanlar tüm hayat kısıtlamalarına rağmen birlikte mutlu yaşıyorlar. Bahçeli evlerinin çardaklarında her akşam müzik eşliğinde yemekler yeniliyor. Yemeğin yanında içkiler de sofralarda. Muhabbet daracıcık hayatlarında hep aynı olsa da konuşulacaklar hiç bitmiyor.
Eskiden fazla olan kasabanın nüfusu gitgide azalıyor. Yaşlılar ölüyor, gençler yabancı ülkelere göç ediyor, hatta orta yaş nüfusu bile göçte. Bulgar Türk dostluğu yalnızlıklarıyla daha da pekişmiş. Ancak Türk düşmanlığı besleyen Bulgarlardan bu kasabada yaşayanlar da var. Çok kısa zaman önce duyduğum haber beni ürkütmüştü. Yaşlı bir Türk, kasabada ölü bulunmuştu, hem de başı koparılmış halde. Bunu yapanlar kesinlikle Türk düşmanlığı besleyen Bulgarlar veya örgüt içindekilerdi. Örgütten bahsettiğim her ülkede olduğu gibi ülke insanını birbirine düşman eden, huzuru bozan propagandacılardan oluşan bir avuç topluluk. Bu topluluk para karşılığında her kötülüğü yapacak kadar “aç”lar ordusu. Ülkedeki Türk düşmanlığını açıkça ifade eden bir siyasi parti var, adı Ataka. Türkleri ülkelerinde istemeyen bu insanlar, bizi bir kaşıkta boğacak kadar düşmanlıkla sarhoşlar. Son yıllarda Bulgar meclisine giren Türk siyasilerimize hiç dost değiller. Bu kişilerin ataları hep Osmanlıya karşı kin besleyenlerdir. Yaklaşık beş yüz yıl sürmüş Osmanlı hakimiyetinin altında yaşamaları, topraklarının ele geçirilmesi bu düşmanlığa neden olduğu gibi en büyük sebep de Balkanların Türkleşmesi amacıyla Osmanlının uyguladığı iskan politikasıdır. Konya’dan, Karadeniz’den, Ege bölgelerinden, aslında her yerden atalarımız, bu topraklara gelerek yerleşmiştir. Benim anne tarafım Karadeniz bölgesi, babamın ataları da Konya’dan gelmiştir. Balkan topraklarının kaybedilmesinde ve mübadele zamanlarında Türkiye’ye göçler olmasına rağmen, bu topraklarda yaşayan Türk aileleri hep var olmuştur. Atalarının mezarlarını bırakamayacak kadar vefalı olmaları, hayatlarını yeniden kurmanın zorluklarından korkmaları bu topraklardan vazgeçmemelerine neden olmuştur. Ama bu durum belki de az Türk için geçerlidir. Burada yaşayan Türklerin asıl hissettiği vatan özlemidir. Çünkü Osmanlı devleti balkanları kaybettiğinde çok fazla acı çekmişlerdir. Bulgarlar intikamlarını Türklerden her fırsatta almak istemişler hatta almışlardır. Katliamlar, zulümler, ırkçılığın baskıları, uyguladıkları asimilasyon politikaları ile Türklerin çektiği acılar, insanımızın daha fazla vatan özlemiyle yanmasına neden olmuştur. Aralıklı yıllarla yaşanan göçlerle bu özlemlerini gidermiş olsalar da birbirinden kopan kan bağları, başka özlemleri doğurmuştur. Göçlerle vatana sığınanlar geride bıraktıkları akrabalarını, sevdiklerini, evlerini çocukluk ve hayatlarına dair anılarına hep hasret kalmışlardır. Bu hasreti çekenlerden biri de benim. En son yaşanan 1989’da küçük bir çocuktum. Çocuk ruhumdaki düşüncelerim karmakarışıktı. Bir hafta süren konvoy şeklindeki yolculuğumuz nereyeydi? Ne kadar kalıp ne kadar zaman sonra evimize dönecektik? Okuluma evime bir daha geri dönebilecek miydim? Kuzenlerim nerelerdeydi? Oyuncaklarımı, masal kitaplarımı evde bırakmıştım. İçinde altın bulunan gümüşi taşımız da vitrinin üstünde kalmıştı. Biz yokken evimize kim bakacaktı? Okulumdaki arkadaşlarım ben okula gitmeyince Türk olduğumu anlayacaklardı. Annem neden arabanın içine bu kadar yiyecek doldurmuştu? İşte bütün bunlar çocuk sorularımdan sadece birkaçıydı. Cevapları zor olan, hatta cevapsız kalan sorularımdı. Bütün cevapları, Türkiye’ye gittiğimde yaşamaya başladığımız hayatın içinde almıştım. Aslında kendim cevaplamıştım. Çocukluğumu doğduğum ülkede bıraktığımı anladığımda ise ağlamıştım. Acı özlemim, yüreğimde daima olacaktı.
Bulgaristan’da asimilasyon politikası yüzünden kimliklerimizi toplumda saklıyorduk. Türk olduğumuzu açıkça söylemesek de Bulgarlar bizi anlayabiliyordu. Dışlanıyorduk bazen ama yine de hayata bir şekilde devam ediyorduk, çünkü çoğunluk olarak kabul ediliyorduk. Vatan özlemi ile Türkiye’ye geldiğimizde ise büyük bir şok yaşadık. Çünkü, bize kapılarını açan vatanımız içindeki insanlardan bazıları bizi istemiyordu. Biz muhacirleri istemeyenleri ben ikiye ayırıyorum. Birinci grup bizi tanımayanlar. Bu kişiler bizim Bulgar olduğumuzu, ülkeye gelerek kalabalık yarattığımızı ve devletin yardımları ile kendilerinin hakkını aldığımızı düşünenlerdi. Bu grup çok ama çok yanılıyordu. Biz Osmanlı Türküydük, Müslüman’dık, zorunlu göç etmiştik. Devlet, bize sadece yol göstermişti. Bize tahsis etmiş olduğu devlet lojmanlarını nerdeyse iki daire parasına satın alabilmiştik. Öyle ki sadece altmış metrekarede büyük ebeveyninle birkaç aile bir arada oturmak zorunda kalmıştı. Hala bu evlerin çoğuna devlet tapu vermedi. Bu gerçeklere rağmen devletin bu evleri göçmenlere bedava vermiş olduğunu düşünenler var. İkinci grup ise göçmenleri katiyen istemeyen kişilerdi. Kadın erkek fark etmeden işgücünü elimize almıştık. Yeterince kalabalık olan şehirlere yerleştiğimizde zaten var olan işsizliği daha da arttırmıştık. Devlet kadroları da kapılarını bize açmıştı. Özel sektör, muhacirlere daha düşük ücretlerle çalıştırma planlarına giderek kendi işçilerini işten çıkarmıştı. Bu ikinci gruba az da olsa bizi istememelerine hak veriyorum. Bütün bu açıklamaları bir yana bırakırsak bana asıl acı veren kendi Türk insanımızın bizi tanımıyor olmasıdır. Aslında bizi tanımamaları kendi tarihlerini bilmemelerinden kaynaklanıyor. Günümüzde biraz bilinçlenen toplumun içinde bile hala “Siz Bulgar Türkü müsünüz?” diye soranlar var. Bu kişilerden bazıları maalesef ki okumuş, mürekkep yalamış insanlar, ancak tarihten bihaberler. Bana bunu sorduklarında gülüyorum. “Bulgar türkü” diye bir şey yoktur. Bilmiyorsan sor, benim kim olduğumu, hangi ırka mensup olduğumu sana anlatırım. Kimbilir belki de ben senden daha fazla Türküm?
Göçmenler, daima arada kalan insanlardır. Sadece Bulgaristan’dan gelenleri bahsetmiyorum. Almanya, Macaristan, Rusya, Tataristan, Özbekistan ve dünyanın neresinden gelirse gelsin, o kişi daima arada kalandır. Ne bulundukları ülkede istenirler ne de gittikleri ülkede? Biz göçmenler her yerde muhacir damgasını taşırız. Özümüz her ne kadar Osmanlı topraklarına ait olsa da yaşamımız ve doğduğumuz farklı ülkenin üzerimize yıktığı yabancı ezilmişliği taşımaya mahkumuz. Göçmenlik budur işte.
Preslav kasabasında Türklerin iş faaliyetleri bellidir. Öğretmen, aşçı, şoför, hemşire, mağazacı… Büyük sanayi merkezi olan kasabanın şimdi faaliyette olan fabrikası yok. Fabrika camları taşlanmış, makineler çalılık tutmuş, terk edilmiş büyük yatırımlar ağlıyor. Bu fabrikalar 1989 yılına kadar durmadan çalışıyordu. Fabrika işçilerinin çoğu Türklerdi. Ancak yaşanan son göçle fabrikada çalışacak işçi kalmadı ve makineler üretimi durdurmak zorunda kaldı. İşgücü birden yok olmuştu. Üretimin durması, ülke rejiminin değişikliği ve daha birçok nedenle birlikte ekonomi çöktü. Türkleri istemeyen Bulgarlar anladılar ki bu ülkeyi kalkındıran, çalıştıran asıl güç Türklerin gücüymüş. Ama bunu anladıklarında olan olmuştu. Başlarına gelen bu felaketi başka açıdan düşünenler de var. Bulgaristan yolculuklarımda hala görüştüğümüz iyi bir Bulgar ailesinden yetmiş beş yaşlarında olan Bayan Sonka, evinin üzümlü çardağında oturduğumuzda bize hep şunu söyler:
“Keşke şu göç olmasaydı, sizin gidişinizle hayatımız tepetaklak oldu. İşsizlik, yoksulluk, hırsızlık, mutsuzluk arttı. Devlet bize dini yasakladığında sesimizi çıkarmadık, bazılarımız gizlice ibadet etmeye devam etti, fakat çoğumuz tanrıyı unuttu. İbadet etmedik, iman etmedik. Asıl bizi karanlık günlere götüren, tanrıyı unutmuş olmamızdı. Dua etmediğimiz için tanrı bizi cezalandırdı. En iyi durumda olanlarımız en kötü hallere düştü. Üzerimize savaş düşmüş gibi parasız kaldık, ekmeksiz kaldık. Bizi ayakta tutan sizin imanınızmış, dualarınızmış. Siz gittikten sonra tanrı bizi yalnız bıraktı. Bizim onu unuttuğumuz gibi tanrı da bizi unuttu.”
Bayan Sonka’nın söyledikleri aslında bir bakıma doğruydu. Biz gittikten sonra ardımızdan ekonominin çökmesi ile perişan olmuşlardı. Devlet rejimi değişip dine serbestlik tanındığında, Bulgarların hepsi inançlarına sıkı sıkıya sarıldı. Şimdi hepsinin boynunda haç var.
Bulgarlarda din yaygın olmasa da kutladıkları birçok bayram var. Nine Mart adındaki bayramları beyaz ve kırmızının birleştiği renkli bir bayramdır. Herkesin yakasında kırmızı beyaz “marteniçka” adını verdikleri kurdelelerle bir marttan belirli bir güne kadar takarlar. Tuttukları dileklerle de ilk çiçek açan ağaca asarlar. Yeni yılları coşkuyla kutlarlar, dinsel olarak değil sadece yepyeni bir yıla başladıkları için. Bereket günü “surva godina” adı verdikleri bayramlarında, çocuklar ellerinde süsledikleri ağaç dalları ile köy ya da kasabaları dolaşır sepet veya torbalarına bir şeyler toplarlar. Paskalya, harf günleri(Kiril ve Metodi), özgürlük günleri-Osmanlıdan Kurtuluş-vs. daha birçok kutlama günleri var.
Senede bir yıl panayır adını verdikleri şenlik yapılırdı. 1980 li yıllarda benim hatırladığım, öyle Türkiye’deki gibi sabit lunaparklar yoktu. Bahar mevsimi başlayıp bütün yaz dönemi boyunca şehir köy kasaba gezen gezici lunaparklar vardı. Yılda sadece bir defa panayır zamanı kasabamıza gelen lunaparkı sabırla beklerdik. Geldiğinde ise kalbimiz hızlı atarak kapısından girdiğimizde hangi oyuncağa bineceğimize karar veremezdik. Gözlerimizi kamaştıran ışıltılı arabalara, atlı karıncaya, dönme dolaba, zincir salıncağa, dondurma için yanlarına çağıran palyaçolara ağzımız açık bakardık. Ben zincir salıncaktan çok korktuğumu hatırlıyorum. Dönme dolaba ailemle binerdim ama onda bile korkardım, çünkü yükseklik beni ürkütürdü.
Preslav kasabasında en sevdiğim yerlerden biri, “Omurtagov Most” adında bir restoran. Türkçe söyleyecek olursak “Omurtag köprüsü”. Fakat kendisi ile alakasız bir isimle ünlü “Ribka” yani “balıkçık”. Kasabanın çıkışında, ormanlık alanda bulunuyor. Manzarası huzur veriyor. Genel olarak ahşap restore edilmiş, canlı çiçeklerle dekore edilmiş. Masalar, sandalyeler ahşap. Üst katında iki üç adet otel odası var. Önünden geçen yolun karşısındaki yeşil alana da güzel dekorasyon ile masalar konulmuş. Gelenler isterlerse restoran yerinde isterlerse kır bahçesinde yemek yiyebiliyor. İki erkek kardeşin işlettiği restoran oldukça işlek. Farklı şehirlerden bile gelenler var. 2000li yılların başında bu restoran ülkenin en ünlü şarkıcılarını her Cuma ağırlıyordu. Parası olanlar restoranı doldurup taşırıyordu, meraklı kasaba halkı ise restoranın önünde ünlüyü görebilmek için kalabalık yaratıyordu. Sadece iki defa bu eğlenceye katılabildim. İki ünlüyü yakından dinlemek hoştu. Fakat artık bu etkinlikler yapılmıyor. Tahminimce bu restorana gelen o zamanın yeni ünlüleri, artık eski olduklarından paranın üzerine konmuşlar, küçük organizasyonlara teşrif etmiyorlar. Onları televizyondan ihtişamlı kliplerinde görebiliyorum. Ribka restoranında canlı müzik her akşam var, fakat eskisi kadar kalabalık değil. Bu restoranda gündüz vakti, manzarası, mekanı, lezzetli yemekleri ile bana mutluluk veriyor. Bulgaristan’a her gelişimde sadece kahve bile içecek olsam mutlaka buraya uğrarım.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran SAHNE TOZU |
|
İletişim ağındaki yüz defteri eski dostlarımdan birine daha kavuşturdu beni: Esen Özman; Esen, tiyatrocu dostlarım Özcan-Kemâl Bekir çiftinin kızları; burada Notre Dame de Sion lisesini bitirmiş; M.S.Üniversitesi’nin Konservatuarı’nda tiyatro okumuş; Paris’e gitmiş, III. Kesimdeki Yeni Sorbonne Üniversitesi’nde mastır teziyle öğrenimini tamamlamış; Paris Devlet Konservatuarı’nda üç yıl stajı var. Daniel Mesguich’in sanat yönetmenliğini yaptığı Gérard-Philipe Tiyatrosu’unda yardımcılık görevini üstlenmiş. Yunanlı yönetmen Andreas Vutsinas’ın stüdyosuna devam etmiş. Yurda döndükten sonra, bir süre İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda, M.S.Ü. Devlet Konservatuarı’nda, Marmara Üniversitesi’nde eğitmen olarak çalışmış. Paris’te, Amphithéatre-Richelieu’de, JérômeHankins’in yönettiği, Georges Feydeau’nun Ayakbağı oyununda Viviane’ı canlandırmış; Ewa Pokas’ın yazdığı, Laurent Levy’nin yönettiği tek kişilik Sıcaklık’ta sahneye çıkmış. Bir süre İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda çalıştıktan sonra, kendi isteğiyle Antalya Devlet Tiyatrosu’na geçmiş; şimdi orada oyunlar sahneye koyuyor ya da birilerini canlandırıyor.
Sahne Tozu onun tiyatro denemelerini, eleştirilerini, söyleşilerini, çevirilerini bir araya getiren, özenle birini hamur kâğıda basılmış kitabı; kitabı Metis-Boyut yayınevi Tiyatro Kültür dizisinde basmış,
Yine aynı yayınevinin çıkardı oyun çevirileri de var: José Sanchis Sinistera’nın Leningrad Kuşatması; Roland Topor’un MasanınAltında’sı; Denise Chalem’in Yarın Ola Hayr’ola’sı; yine Denise Chalem’den, Annem Denizi İlk Kez Ellisinde Gördü.
Babasıyla yaptığı, 1997 yılında İnsancıl dergisinin 79. sayısında Mayıs’ta basılmış söyleşide bakın neler diyor:
“Kemâl Bekir – Enis Fosforoğlu Tiyatrosu’nda sahneye koyduğun Ateşli Sabır’ın tanıtım kitapçığında bir yazın var. Neruda’yı küçük yaşlarında okuduğunu aradan geçen zaman içinde ozana yaklaşımını tiyatro, edebiyat, sanat, duyarlılıklar, insan ve arayışları çerçevesinde anlatıyorsun. Bakışını ortaya koyan, doğal olarak seyirciyi aynı yaklaşıma çağıran bir yazı. Sonunda da vurucu bir cümle var:’Yeni dünya düzeni hepimizi vahşileştirdi.’ Son sorum bu olacak. Bu konuda neler söylemek istersin?
Esen- 20.Yüzyıl’ın ikinci bir Ortaçağ olduğu düşüncesini taşıyanlardanım. Bir tek otorite tarafından yönetildiğimiz bir barbarlık sürecinden geçiyoruz. Çokseslilik süsü vererek küreselleşme ağına düşürdü bizi birileri. Dünyanın üzerinde aynı giyinen, aynı yiyen, aynı içen, aynı hastalanan, aynı düşünen sürücükler hâlinde yaşıyoruz. Hele hele düşünce… ya bilgisayara kilitli ya da hapse. Ateşli Sabır’a dönecek olursak; aydına, aydınlığa duyarlı bir postacının uygarlaşma süreci söz konusu oyunda. Skarmeta bu denli doğru etkileşimli, olumlu bir kişiyi doruk noktasına taşımış. Sonunda, Neruda ile Şili’nin ölümlerini yan yana getirerek umutsuz bir kurgulama yapmış. Ben Skarmeta’nın oyun süresince ülkesinin tüm baskı ve karanlığa rağmen kurduğu fanteziyi olumluyorum. Sonrasında katılmak istemiyorum Skarmeta’ya. Onun umut oyununu sürdürmek istemiyorum. Eğitimsizliğin dünya politikası hâline getirilmesine rağmen bizim ‘Postacı’ gibi sağduyulu insanlarımızın var olduğuna inanmak istiyorum. Yeni Dünya Düzeni diyalektik bir mantığın sonucu ise eğer, sahnelediğim Ateşli Sabır’ın sonu da hâliyle değişiyor.Eğitimsizliğimize rağmen, yalnız sağduyumuzla da olsa, ancak ateşli bir sabırla kurabiliriz başka bir dünya düzenini.”
Esen’in gözlemlerine katılmamak olanaksız elbet; ama ben de küçük eklemeler yapayım: tamam, küresel yozlaşma hemen her şeyi yok etti, tek bir kalıba soktu; ama insanda sabrın yanında direnç, kalıpları, zincirleri kırma itilimi de var; hele sıra dışı bireylerde; örneğin bugün yıldızların arasına dönen Hugo Chavez’de; çok şükür hâlâ aramızda duran Fidel Castro’da; onlar, yalancı talancı anamalcılığın bütün kuşatmasına, baskısına karşın, yeni bir dünyayı, bugüne dek biriken doğru, somut bilgileri edinerek, hem tasarladılar, hem yarattılar.
Tiyatro, yaşam sevdalısı Esen Özman’a dönersek, andığım kitaplarını edinin; Sahne Tozu’unda çok çarpıcı yazılar, söyleşiler bulur, boğazınıza sarılan sıkıntılardan bir an için de olsa kurtulursunuz.
Antalya’da yaşayanlarsa hemen koşsunlar sahneye koyduğu ya da oynadığı oyunlara.
Esenciğim, şu olumsuz, umutsuz dünyada kendini böyle sakladığın için sonsuz teşekkürler canım.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı İNSANLIK NEREDE? |
|
Bir türküde, “İndim dereye, taş bulamadım / Gönlüme göre eş bulamadım” deniliyor.
Eş yerine iş, aş da diyebiliriz. Taşların bağlandığı, köpeklerin salıverildiği bu devirde
Zalime atmak için taş da yok. Lokantalarda, çarşı ve pazarda sağlıklı yiyecek bulmak o kadar zor ki... Yani eş bulmakla bitmiyor iş. İyilik, güzellik azaldı ama çevre kirliliği, gürültü, anarşi, terör bol miktarda var. Yaşamak pahalı, ölmek ucuz. Üstelik kötülüğe, çirkinliğe alıştık, göz yumarak, aldırmayarak daha da çoğalmaları için var gücümüzle çalıştık...
“Bu viran ülke ve bu yoksul insan kütlesi için ne yaptın? (...) Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin. (...) O, kara toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte her yanın kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.” diyen Yakup Kadri ne kadar da haklı. Kendimi bir “Yaban” gibi hissediyorum ve sözde okur-yazar ama kitap okumayan, mektup bile yazmayan kişilerin kirli sokaklarında bir yabancı gibi dolaşıyorum.
Magandalar birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar, yedikleri yiyeceklerin artıklarını yerlere fırlatıyorlar, itişip kakışarak gelip geçenleri rahatsız ediyorlar ama kimse ses çıkar(a)mıyor, üstelik aman başım belaya girmesin, bana bulaşmasınlar da ne yaparlarsa yapsınlar, diye oradan hızla uzaklaşıyor herkes. İsmet İnönü’nün, “Namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmalıdırlar” sözü geliyor aklıma. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, dersek yüz bulur, astar ister böyleleri. Susma, sustukça sıra sana gelecek. Bu tür kişiler çoğalacak, rahat, huzur elden gidecek” diyorum ama kimse oralı olmuyor.
Aklıma bir Bektaşi fıkrası geliyor: Kibar bir gence bir arkadaşı eşek demiş. Şimdiye dek böyle bir hakarete uğramayan genç bunu hazmedememiş, düşüp bayılmış, bir türlü ayıltamamışlar. O sırada oradan geçmekte olan bir Bektaşi durumu öğrenmiş, gencin kulağına eğilip bir şeyler söylemiş. Geç bir süre sonra ayılmış, gülerek çekip gitmiş. Oradakiler bunu nasıl yaptığını sormuşlar. Bektaşi gülerek, “Çok kolay, demiş. Genç daha önce kendisine eşek denilmediği için, bu söz çok ağırına gitmiş ama ben kulağına kırk kere eşek deyince alıştı, hiç yadırgamadı.”
Azalan insancıllığa, çoğalan hayvanlığa bakıyorum da, fıkradaki genç gibi olmak üzereyiz diye düşünüyorum ve Nabi’nin bir beytini değiştirerek şöyle diyorum:
Bende tepki yok, onda insanlıktan zerre
İki yoktan ne çıkar, düşünelim bir kere.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Ayrıkotu : Banu Özgüç SAMİMİ OLMAYA ÇALIŞAN BİR YAZI |
|
Herkese merhaba,
Uzunca bir süre yoktum. Dönmek istiyorum beni kabul eder misiniz?
Ayrı olduğumuz dönemde çokça şey yaşadım. Hepiniz gibi…
Doldum sanırım, birden kendimi bu boş word sayfası karşısında buldum.
Hayat gibi akıp gitse cümleler, gitmiyor ki!
Ama hayır bir giriş, gelişme sonuç olmalı. Ben yazamıyorum işte öyle. İlla konuştuğum gibi dökülüyor parmaklarımdan kelimeler. Bu iyi bir şey mi? Bilemiyorum
Bir keresinde çok konuşan insanların aslında kendileri ile ilgili en az bilgi veren insanlar olduğunu duymuştum. Ben de acaba konuların etrafında mı dolaşıyorum. Laf kalabalığına getirip kendim hakkında az mı bilgi veriyorum?
Oysa samimiyetime güvenirdim, herkese de samimiyetle ilgili bilgiçlik taslardım. Kendimden şüphe ediyorum artık. Delik deşiğim…
Samimiyet, içten bir gülüş ve her şeyi aklından geçtiği gibi süzmeden söylemek demek mi? Cümleye dökünce bu çocukluk gibi geldi bana. Öyle ya otuz beş yaşında kadınım, bacağım kadar olmak üzere olan bir oğlum var. Oğlumu taklit ediyor olmanın bir alemi yok demi ama?
E samimiyet ne öyleyse? Sayın beni okuyup anlamaya çalışan insan. Şuan gerçekten serbest çağırışım yapıyorum. Bana hep sessiz insanlar uzak gelir. Kendilerini sakladıklarını düşünürüm. Oysa belki gerçekten içi kurmuş söyleyecek bir şeyi kalmamıştır. Samimidir kısaca sessizliği. Ya da size son derece samimi gelen bir müşteri temsilcisi o güler yüzü ve içten gülüşüyle o kadar çok antreman yapmıştır ki aslında samimiyet maskesi takmıştır. Al sana samimiyetten soğumak için bir sebep.
İşte ben de bazen kendimi böyle hissediyorum. Samimiyet maskemle gerçeğimi kendimden gizliyorum. Kalabalık cümleler ve şen kahkahalarla içimin ne kadar kuruduğunu gizlemeye çalışıyorum.
Samimiyet dediğin nedir sayın okuyucu?
Benim kafam çok karışık gerçekten.
Kafamın içinden kavramlar uçuşuyor, çarpışıyor ama bir türlü oturmuyor. Oturmayacak da sanırım….
Saygılar…
Banu Özgüç
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Bir Hayat Dersi
Geçen yıl üniversitedeki dersime geç kalmış ne yapacağımı bilmez bir halde, utana sıkıla sınıfın kapısını çalmıştım. İşte o an, karşımda duran insan beni çok şaşırtmıştı. Bu yıllar önce TV ekranlarında kendisini gördüğüm, eski bakanlardan biriydi. “Acaba yanlış sınıfa mı?” geldim diyerek, kendime en önde oturacak bir yer bulup, amfinin koltuğuna usulca büzüşmüş, sonra da soluksuz bir şekilde, dersi izlemeye devam etmiştim.
Hoca, bir taraftan ders anlatıyor, bir taraftan da öğrencilere beyin fırtınası uygulayarak, anlık cevaplar istiyordu. Öğrencilerse derse hazırlıksız gelmenin telaşı içinde, birbirinden alakasız cevaplar veriyorlardı. Aslında burada verilen cevaplar, sadece bu sınıfın durumunu değil, Türkiye’nin genel durumunu da gösteriyordu.
Tv ve Internet kabusu, arasında kalmış olan gençler, dört bir koldan gereksiz bilgilerin saldırısına uğruyor, beyinlerinin tamamını twitlerle, facebooklarla dolduruyorlardı. Aslında bu sadece bizim değil, bütün dünyanın kabusuydu da. Bırakın gençleri, koca koca adamlar bile günlerini paparazzi reklamları ve içi boş gündemlerle geçiriyor, sonra da ben bir şey paylaştım diyerek övünüyorlardı.
Oysa ki paylaştıkları şeylerin içeriğinde, ne sosyal bir boyut, ne de toplumsal bir sorunun çözümü barınıyordu. Sadece laf olsun, torba dolsun diye yazılmış olan, laf salatasından başka bir şey değildi.
Paylaştığı resimlerse, eskilerin deyimiyle; “edep yahu!” denilecek cinstendi.
Bir de bunu “like”layanlar vardı ki o da ayrı bir mesela. Bakıyorum, aynı saniyede beğeniyor, bir dakika sonra yorum yazıyor, beş dakika sonra paylaşıyor.
İnsanın; “senin hiç işin, uğraşın yok mu?” diyesi geliyor.
Tabii ki sosyalleşeceğiz, paylaşacağız, medya üzerinden tepkilerimizi göstereceğiz. Fakat bu kadarı da biraz fazla olmuyor mu?
Hoca, o gün dersin sonuna doğru kendisinden, kitaplarından, web sayfasından ve de eğitim için yaptığı seminerlerden bahsetmişti.
Onu, dersin sonuna kadar, can kulağıyla dinleyip; “Ne kadar da dolu bir adam!” demiştim.
Sadece mühendislikle, siyasetle uğraşmamış, onun haricindeki zamanını da iyi kullanarak, kendini çok iyi yetiştirmişti. En önemlisi de bu birikimlerini bir tarafa bırakıp; “aman yeter, benden bu kadar yaşlandım, emekli olup evde yatayım, arkadaşlarımla pişpirik oynayayım” dememiş, kalkmış akşamın bir saatinde, ders anlatmak için üniversitenin yolunu tutmuştu. Ve en önemlisi de, kendisine uykulu gözlerle bakan bu kalabalığa, büyük bir sabırla ders anlatmaktaydı.
İnsanı ayakta tutan, dinç kılan en önemli şeylerden biri spor, öbürü de insanlarla olan paylaşımdı. Özellikle eski bilgilerini anlatan insanların hafızası çok daha kuvvetli oluyordu. Çünkü tarihler ve olaylar tekrar edile edile unutulmuyor, hafızadaki yerini koruyordu.
Bir de bunun tersi vardı tabii; “yaşlandım, ay kolum, ay sırtım ağrıyor!” diyen tipler. Onlarsa insanlara nasıl faydalı olacağını bilmeden, kıyı köşe bir yerde yaşlanıp gidiyorlardı.
İnsanın yaşlılık günlerinde topluma faydalı olabilmesi için, yan mesleklerinin ve uğraşlarının muhakkak olması gerekiyor. Bu herhangi bir hobi, yazarlık, şairlik olabileceği gibi koleksiyonculuk ve eğitmenlikte olabilir.
Kendinizi bir köşeye çekip, “ah! vah!” demektense, sizi mutlu edecek güzel uğraşlar edinip, topluma faydalı olmak, hem sizi mutlu edecektir, hem de topluma yeni bir şeyler katacaktır.
O günkü ders çok güzel ve verimli geçmişti. Eski bakan, milletvekili, mühendis, yazar, eğitimci ve üç torun sahibi dede, bize kendini ne kadar da iyi yetiştirdiğini göstermişti. Yaptığı konuşma ile de iyi bir eğitimci nasıl olurmuş çok güzel canlandırmıştı.
Belki de hayatım boyunca, bir daha hiç karşılaşmayacağım bu adam, bana kitaplardan öğrenemeyeceğim bir çok şeyi, çok kısa bir zamanda ve en kalıcı şekilde öğretmiş oldu.
Onu ve o günkü dersi, yaşadığım sürece hiçbir zaman unutmayacağım...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
PARTİ İÇİ DEMOKRASİ SALATALIK TURŞUSU MUDUR?
Efendiiim, aradan da bir hayli zaman geçti ama, bu konudan bahsetmek için kısmet bugüneymiş nedelim....,
Dün gece güzel İzmir’imin yerel kanallarından birinde İzmir milletvekili Mustafa MOROĞLU bu konuda her zamanki malum “meşru müdafaa” mazeretlerini bir bir sıralamaya başlamasaydı yine de bu yazı yazılmayabilirdi tabii....
Her ne ise, konumuza epeyce bir zaman önce İzmir’de “Herkes İçin Demokrasi Derneği” tarafından bir panel düzenlendi diyerek başlayalım.
Konu “Medya ve Demokrasi”
Çağrıyı alınca ilk önce kendi kendime “haydaaa ya...” dedim, ne alaka?
Yan yana gelmesine günümüz Türkiye’sinde imkan ve ihtimal olmayan iki kelime medya ve de hemi de “demokrasi”. Hem de malum “ileri demokrasi” değil ha! Harbiden demokrasi..... Yani şu bildiğimiz diyemeyeceğim, ama bilmemiz gereken demokrasi...
Yallah tazyik deyip yola koyulduk.
“Arena” denen manyak bi yerde düzenlemişler bu paneli. Neden böööle bişi yaptılar anlaşılması çok zor. Acaba şu mu denmek istenmiş?
Bu yağmurlu havada cehennemin bir ucunda panel yapıyok, ne işiniz var kardeşim ya oturun paşa paşa evinizde...
Eee, olur güzel abim de sen o zaman neden bi zahmet bu paneli yapıyon ki?
Hayır bir de zahmet edip Gazeteciler Federasyonu Başkanı, Çağdaş Gazeteciler (ya sahi çağdaş gazeteci mi kaldı lan bu ülkede?) Derneği Başkanı ve de CHP’nin neden sorumlu olduğu bir türlü anlaşılamamış bir Genel Başkan Yardımcısı lütfedip konuşmacı olarak gelmişler.
E, onlarda gelmeseydi bari bu yağmurlu havada.... Hani yani Konak Belediyesi’nin bu kadar çok olanağı varken, paranız çok da ille de bir yerlere para kazandırmak mı muradınız bilmiyorum ki? Eğer öyle ise çok demokratik bir derneksiniz vallahi.....
Tabii Konak Belediyesi ile panel yapmak istemez, bu CHP’nin sorumsuz Genel Şaşkın Yardımcısı. Çünkü bu partinin Konak İlçe Örgütü “Parti içi demokrasi” ile yatıp gene onunla kalkıyor......
Eee, sevilmez haliyle böyle adamlar. Ne de olsa her şey Dersim’li Kılıç amcanın iki dudağı arasında olmalı, değil mi? Partililere şunu söylüyor bu panelist amcam:
“Yav kardeşim adaylardan size ne? Bırakın onu Genel Merkez düşünsün! Siz kim aday olursa olsun çalışın hele bi yol güzel güzel.....”
İyi de amcacığım ben açıkca deklare etmişim ki, filanca ile falanca aday olursa sandığa gidip oy dahi vermem diye, şimdi sen bana hele partinin tabanındaki tabansız Memo sen mezarı kazmaya başla, kimin öleceğini ben sana sona sölicem mi diyosun yani?
Yemezler be iki gözüm, yemezler!
Atilla Sertel usta sazı eline aldığında konuyu parti içi demokrasiye getirip ön seçim talebini dillendirdiğinde, canım amcacığımın yüzünün rengi değişiverdi. Salondan yükselen alkışlar ki, o ana kadar duyulan en şiddetli alkış sağanağı idi bu....beni de gaza getirdi.
Öyle bir bravo çekmişim ki, önümdeki “demokrasi” paneline gelmiş olmalarına rağmen “demokrasi” düşmanı olan, Binnaz’ın kopyası partili teyzoşlar dönüp kötü kötü suratıma baktılar......
Kürsüdeki amcamın suratı ise bir iyice ekşidi.....
Sıra ona gelince, aldı sazı eline başladı türkü söylemeye......
Efendim öncelikle konumuz medya ve demokrasi olduğuna göre, bu paneli parti içi konular bağlamında ele almak saçmalık olurmuş, soonacıma siyasi partiler yasası değişmeden bu ne demokrasisiymiş, bu yasa konusunda çok mücadele etmişler ama iktidar yola gelmemiş falan da filan.......
Yahu duyanda siyasi partiler yasasında “üyeler ile ön seçim yapılamaz” diye bir madde olduğunu sanacak iyi mi? Hani tabandaki CHP’li üyeler salak ya....
Hayır, biz aslında tabii ki salak değiliz de, meğersem çok niteliksiz kişilermişiz ve bu üye ve delege yapısı ile önseçim yapamazlarmış.
Ulan hakarete bakar mısın be! Hakaret eden kim? Bu partinin Genel Şaşkın Yardımcısı
Genel Şaşkın’ı kreditör olan Parti de Yardımcısından ne beklenir ki?
Adama demezler mi; “Efendi, kaç zamandır tepedesin, bu kadar zamanda bu partinin üye ve delege yapısını düzeltemedi isen, orada ne işin var? İstifa et, çek git!!!!
Hayır kendi seçtikleri kavunlar sanki kelek çıkmıyormuş gibi horozlanıyorlar bir de, sen önce dön de Aygün Hüseyin’e, Toprak Erdoğan’a, Tunay Faik’e bir bak, sizin seçtikleriniz bunlar! İçlerinde bir tane örgüt içinde mücadele ederek bileğinin hakkıyla seçim kazanmış adam var mı? Yok......
Sanki her kongre takviminden önce; “Aidatını ödemeyen üyeler de oy kullanır abiiii” genelgesini benim babam yolluyor!
O zaman üyeler nitelikli oluyor da, iş yerel ve genel seçime gelince mi birden bire niteliksiz oluveriyoruz?
Sizin belediyelerinizin bir bölümünün nitelikleri yerlerde sürünüyor benim canım kardeşlerim! Karşıyaka ile Bayraklı’ya bir baksanız diyorum, ha ne dersiniz?
Demek ki neymiş arkadaşlar, “parti içi demokrasi” hıyar turşusu gibi değilmiş, siz siz olun kuru ve pilavın yanında yemeye kalkmayın.....Yoksa midenize oturur......
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Bidâyetnâme |
|
Vîrân oldu gönül bağım
Yarama yoktur ilâcım
Zâile düştüm kaldım
Deryâ-yı dermâna geldim
Sabır ile zikr edenin
Şâh aşkıyla dem tutanın
Küllerinden doğanların
Dar’ına durmağa geldim
Nefsine gâlip olanın
Özü Hakk’ta ceht edenin
Tem-i lûtfuyla dolanın
İzzet-i dergâhına geldim
Yusuf gibi kuyuda kaldım
Yâkup gibi ağladım durdum
Musâ gibi yollara düştüm
Kibriyâ’nın ismine geldim
Hakîkat nedir bilenin
Şüpheye ikrar çekenin
Aşk ile semah edenin
Yüzüne yüz sürmeğe geldim
Hüseyin’in sırrına varam
Ali’nin Kırk’ına duram
Muhammed’e yoldaş olam
O Nur’u âbâda geldim
Sırrı kâinâtın habîbi
Ali’yi nâzır eyledi
Ehl-i Beyt’i vâris bildi
Emrullahı almağa geldim
Şehidullahtan geleni
Münâfık zâhirî eyler
Gâfil olmayan gâzîye
Selâm durmağa geldim
Pîrim Hünkâr Hacı Bektaş’a
Câfer Sâdık, Musâ Kâzım’a
İmam Hasan, Hüseyin’e
Asker olmağa geldim
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
Sen Gittin
Gittin
Gözlerime bile değmeyi fazla görüp gittin
Bana kocaman bir sensizlik bıraktın
Ben senle önemliydim, senle güzel
Yürüyüşümde, konuşmamda bile kendime güvenim vardı
Senle sevmiştim kendimi
-Anladım ki sadece kendini sevmek olmuş şimdilerde sevgiler
Çok eskilerde kalmışım-
Ağlamak senle güzeldi, her sildiğim gözyaşımda iyimserlik vardı senleyken
Senleyken caddeler, semtler büyüktü ama tüm yolculuklar kısacık sürerdi
Her şey senle güzeldi
Gittin, yoksun
Ufacık bi hayat bıraktın bana, anlamsız
Küçücük caddelerde bitmeyen yolculuklar bıraktın
Keşkeler bıraktın bana bir yaşam dolusu
Keşke hep benim kalsaydın, sadece benim
Keşke hep yanımda olsaydın
-Neden başkalarının sıcaklığına bıraktın kendini?-
Benden sonraların olmasaydı
Başka gözlere yüz sürmeseydin de keşke hakkım olabilseydi kalbine dokunmaya
Yüreğimi gezdirmeye, yüreğinin üstünde
Ama sen gittin, yoksun
Öyle şiirlerdeki gibi saçma gece üç-beş nöbetleri de değil
Ömürlük nöbetler bıraktın bana
Attığım her adımda, aldığım her nefeste lanetler bıraktın
Evimin sokağında kaybolmalar bıraktın
Senden sonraları bıraktın bana
Senden sonra hiçbir şeyi sevemedim
Sana dair bir hayat vardı içimde, aldın
Boş, anlamsız yarınlar bıraktın, yarım kalmışlığımın yanına
Sonra sen gittin, anlamlar kattın hayatına
Güzel sözler kattın, başka kalplerin sıcaklığını kattın
Çoktan sana ilgi duyan gözlere, ilgi duydu gözlerin
‘Keşke’ anlamı olsaydı gülüşlerinin, her şeye gülmeden önce
Anlamı olsaydı bakışlarının herkese değmeden önce
Keşke anlamı olsaydı söylediklerinin yalanlardan önce
Ve sen gittin
Bozuk kalp ritimleri bıraktın bana
Sinir anları, imkânsız hayaller bıraktın
Sensizlikler bıraktın
Kendimle yaptığım kavgalar bıraktın
Küfürler, ağır sözler bıraktın kişiliğime ait olan
Şarkılar bıraktın bana, hıçkırıklarımın böldüğü uykular bıraktın
Sen yokken dost edindim onları, bana hep seni anlattılar
Bazen beni suçladılar, haklıydılar
Dedim ya eskilerde kalmışım
Zamanım başka benim
Çoktan, senden geçmişim…
Cenk Askeroğlu
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|