|
|
|
Editör'den : Sen o vakit neredeydin Tarihdaşım?!.. |
Başbakan hasta olunca gündem dürten mesajlar öksüz kaldı. Hoş ona da gerek kalmadı zaten. Meydanı bıraktığı açılım şahinleri İmralı fetvasıyla serbest kalan vatandaşların telaşına düşünce ortalık bayram yerine döndü. Yahu bir tek ben miyim gördüklerinden utanan? Bir iki tane cesur gazete ve gazeteci dışında bir Allahın kulu da çıkıp desin ki, "Hoops ayıp oluyor beyler." Ara ki bulasın. Barış adına herşey mübah?!?!? Eyvallah, iyi de bu mübahın da bir sınırı yok mu? "Ne ka köfte o kaa ekmek" mi olacak bunun bedeli? Sen 8 kişi saldın, bak ben bir paket açıklayacağım 80 kişi serbest kalacak KCK'da. Pazarlık bu mu? Yok ben bu onur ve şeref meselesini hiçbir zaman anlayamayacağım. Kavun geldim kelek gideceğim. Bu arada Tayyip Bey'e şifa dileyelim, ne olur ne olmaz.
Tayyip Bey evinde dinlenirken, kurmayları çarşı pazar dolaşıp yedikleri nanenin faydalarını anlatmaya soyunmuşlar. Biraz evvel hariciye nazırı Davutoğlu, Dicle Üniversitesi'nde öğrencilere konuşuyordu. Hakkını teslim etmek gerek, iyi hatip, her eve lazım. Boş ta konuşmuyor başı gibi üstelik. Amma velakin, tarih, kültür ve coğrafya bilgileriyle süslü konuşmasının tamamı yeni duruma kulp bulma seansına benziyordu. Bir "İç Restorasyon"dan bahsediyor örneğin. Yani son beş altı yıldır yaşadıklarımız bir restorasyon(!?) çalışmasıymış. Buna bir itiraf diyebilir miyiz? Osmanlı'ya sahip çıkılan, padişah yetkileriyle donanmış başkanlık sistemini yetmiş milyona yutturmaya çalışan bu dönemi, Cumhuriyetin diktatörlüğe, krallığa ve dahi faşizme devşirilmesi olarak anlayabilir miyiz acaba? Umarım yanılıyorumdur. Konuşmasının devamı daha da ilginç, millet, devlet olmanın artık ulusalcılıktan beslenmediğini, beslenmemesi gerektiğini, eğer bütünleşmek için illa birşey aranacaksa da "TARİHDAŞ"lığı öneriyor. Komedi Dans Üçlüsü öğrenciler önünde serenat yapıyor sanki. Ne demek yahu tarihdaşlık? Hangi tarih? Nereye kadar tarih? Hangi bölümü? Adem'le Havva'ya kadar gidecek miyiz? Kurtuluş Savaşı tarihe giriyor mu? Ya da seksenlerde kurulan terör örgütü tarihten sayılacak mı? Ben hangisini baz alacağım? Kurtuluş savaşının birlikteliğini mi yoksa otuz bin cana malolan düşmanlığı mı? Neresinden baksan safsata. En iyi konuşanları bu, diğerlerini siz düşünün artık.
Gazetede küçük bir haber olarak gördüm Emel Korutürk'ün vefatını. 6.Cumhurbaşkanı merhum Fahri Korutürk'ün zarif eşi, Çankaya'ya tam anlamıyla yakışan bir hanımefendiydi. Gençler pek hatırlamazlar herhalde ama ben yaştakilerin gönlünde ayrı bir yeri vardır, tıpkı bir önceki hanımefendi gibi. Allah gani gani rahmet eylesin. Dün, bugün gözlerim mevcut Çankaya Gül'ünden veya onun onbeşlik gelini Ünzile'den pardon Hayrünnisa Hanım'dan bir taziye mesajı aradı durdu, nafile. Bir şekilde selefi sayılacak bir sayın hanımefendiye, modacısına gösterdiği saygıyı göstermedi först bayan. Takipteyiz, kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan YAZ GELDİ KİRAZ KALDI–1 |
|
İnsan yazacaklarını da bilemez. Yaşayacaklarını da… Yaşama deli gibi aşık olduğunuz bir günün sabahında düşüp ölebilirsiniz de. Öykümüz böyle bir sabahta başlıyor. İlkyazın taze, serin ve henüz aydınlanmamış bir sabahında düşmüştük yola. Okulun birinci sınıfının sonlarına doğruydu. Yeniden üniversite sınavına girip suyun akacağı yatağı değiştirip değiştirmeyeceğini görmek istedim. O ilçede bir garaj bile yoktu o tarihlerde. Şehir lokantasının önünden otobüsler kalkıyordu. Ne bir çocuk ağlaması ne bir kadın sesi vardı kaldırımlarda. Sadece kumrular ötüyordu. Sadece kumrular kesme taş döşenmiş meydanda. İnsanlar isteksizce sanki mecburmuşçasına otobüse bindiler. Ne bir şey soran oldu, ne de birbiriyle konuşan… Günler önce bir araya gelip yolculuğu planlamış gibiydik. Büyük kentlerin işçi servislerine, okul servislerine benziyorduk.
Kasabadan çıktıktan az sonra güneş doğdu. Otobüsümüz iniş ve düzlüklerde uçuyor, az yokuşa vurunca yol homurdanmaya başlıyordu. Toprak yolda arkamızdan kocaman bir toz bulutu koşturuyor ama otobüse yetişemiyordu. Yanımdaki koltukta kızıl saçlı, yanaklarında tek tük çilleriyle ilk kız arkadaşım oturuyordu. Okulun başından beri birlikte gezip tozuyorduk. Ödevlerimizi birlikte yapıyor, kitaplarımızı ders notlarımızı, okul kantinindeki aylak zamanları paylaşıyorduk. Birbirimize verilmiş bir sözümüz yoktu. Henüz bizi anlatan bir şarkımız da olmamıştı. Kitaplardaki sevgi sözleri, şiirler, filmlerdeki pembe panjurlu ev ile bahçede oynayan çocuklar güzel görünse bile gerçeğimize oldukça uzaktı. Okulun bitmesine çok zaman vardı. Şimdiden cıvıtırsak zaten zor olan derslerin ve okulun altında ezilip kalabilirdik. Ben hem onu kaybetmekten çok korkuyordum. Hem de sınıfta kalmaktan. Bütün kaygılarımıza, dedikodulara rağmen yapışık ikizler gibiydik. Birbirimizden uzak kalamıyorduk. Okulda namımız iki acemi aşık olarak çoktan alıp yürümüştü. Söylemesek, konuşmasak, dokunup ilişmesek bile başımızda çoktandır sevda yüklü bir bulutla geziyorduk. Söylesek sanki hissettiklerimizi büyü bozulacaktı. Konuşmuyorduk, tanımlamıyorduk, sorgulamadık ve isim koymadık. İkimizde halimizden memnunduk. Yarın Manisa’da üniversite sınavına girmeyi planlamıştık. (İki aşamalı olarak uygulanan ilk sınav 1981)
Öğleye doğru iyice ısınan otobüsün içi iyice çekilmez olmuştu. Tam da yeter artık dediğimiz zamanda otobüs garaja girdi. . Öğle üzeri Manisa’ya vardık. Sınavla ilgili her şeyi günler öncesinden planlamıştık. Akşama kadar arkadaşıma şehri gezdirecektim. Paramızın yettiği kadarıyla güzel bir yemek yiyecektik. Akşam olunca o Zehra’ların evinde misafir olacak. Ben de ablama gidecektim. Ertesi sabah erkenden kalkıp onu sınava gireceği okula götürecektim. Ben de sınava gireceğim okula gidecektim. Sınavdan sonra belirlediğim bir yerde buluşup otobüs garajına dönecektik.
Demirci henüz yazdan çok uzaktı ama Manisa baharı bitirmek üzereydi. Sokaklarda badem çağlası satılıyordu, Manavlar çilek doluydu ve Mayıs kirazları gelmişti. Kasabanın sıkıcı ve kasvetli havasından sonra burası bambaşka bir dünya gibi görünüyordu. Sokaklar cıvıl cıvıl yaşam dolu, dondurmacıların önünde öbek öbek çocuklar vardı. Her şeyin ötesi, sevdiğim yanımda, keyfim gıcırdı. Ne yana baksam çiçek, parklar renk cümbüşü… Aşık olmak için bundan daha güzel bir mevsim olamazdı. Camileri ve müzeleri değil ama bütün parklarını, ana caddelerini gezdik. Yorulunca Fatih Parkı aşağısındaki Ziya Çay bahçesine oturduk. Bayram yerine düşmüş çocuklar gibiydik. Hiç konuşmadık. Öylece şaşkın şakın etrafımızı izliyorduk. Oturalı ne kadar zaman olmuştu bilmiyorum. İkişer çay içtiğimizi anımsıyorum.
Kız arkadaşım;
- Beni köyüne götür. Ailenle tanışmak istiyorum,” dedi.
Ailem hakkında çok şey biliyordu. Daha önce köye gitmeyi de planlamamıştık. Ama şimdi zamanı değildi.
- Köye gidemeyiz ki, dedim.
- Benden utanıyor musun ? Niye köye gitmiyoruz?, diye sordu. .
- Senden neden utanayım. Hırsız değilsin, katil değilsin. Sadece zamanı olmadığını düşünüyorum değil. Üstelik okula dönmeliyiz, biliyorsun.
- Zamanı ne zaman gelecek?
- Bilmiyorum. Seni ailemle tanıştırmak için çok erken. Öyle değil mi? Seninle ileriye dönük
hiçbir şey planlamadık. Okulumuzun bitmesine çok olduğundan belki... Fazla yakınlaşmaktan, işin çığırından çıkmasından korktum ben. Sen de hep bir mesafe olsun istedin zaten. Haksız mıyım?
- Ne alakası var bunların. Ailenle tanışmak istiyorum sadece.
- Benim ailem kız arkadaş bilmez. Ben büyüklerime ve çevreme bunu anlatamam. Anlatsam
da anlamak istemeyecekler. Biz ne söylersek söyleyelim onlar diledikleri gibi anlayacaklar. Bize nişanlı yada evlenmek üzere olan iki insan gibi bakacaklar.
- Nasıl anlarsa anlasınlar. Bize ne insanların nasıl baktıklarından?
- Her ikimiz için de oldubitti yaşanmasın. Gel isteme bunu.
- Ne biçim erkesin. Ben çekinmiyorum dedikodudan. Sen niye korkuyorsun.
Sonbahar Düşleri - 2003
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Avustralya Seyr-ül Seferi - 3 |
|
Biz eski kuşaklarca “malum” olsa da günümüz teknoloji çocukları; sadece “e-“ kısmını anlamış gerisindeki bölüm için “eee..?” demişlerdir muhtemelen. Üstelik; bu “muamma” karşısında “muadil” kelimeyi de bulamamışlardır. Sonuçta bu çocuklar; “muamele” kelimesi ile hiç tanışmadıklarından ötürü “muaf” tutulacaklardır elbette. Her neyse; ne Ferda’yı daha fazla çatlatayım ne de “Seyr-ül sefer” yazısı için “muaccel” duruma düşmeyeyim. Malezya; ekonomisi ve nüfusuyla gelişen ama bu devasa büyüklükteki bina ve alışveriş merkezleri ile bana pek sevimli gelmedi doğrusu. Velhasılı; Avustralya uçuşu için havaalanına zor attım kendimi desem yalan olmaz. Havaalanı ile birlikte 7,5 saatlik bir uçuş daha gözümde büyümeye başlamıştı. “Gate” beni bekleye dursun, “De get gaz odasına Ahmet” diye attım kendimi ve fakat Kuala Lumpur havaalanındaki gaz odası beni bile boğmadı desem yalan olmaz. Havalandırmasız ufacık bir kafes, bir nefes, iki nefes, pes doğrusu diyorum, pes..!
Şansımıza uçuşlar hep gece idi ama flightofobi’m değişmemişti. Herkes film vs. izlerken ben gözlerimi “Flight info” ekranından ayıramamıştım. Uçuş bilgilerinin gösterildiği bu ekranda benim için en heyecan verici sahne; hiç kuşkusuz “Ekvator Çizgisi” geçişi olmuştu. Ekranda uçak; “Kuzey” yarı küreden, “Güney” yarı küreye ( pasaport kontrol, vize işlemleri olmaksızın ) dosdoğru geçivermişti. “Kuzey-Güney” çekişmeleri dünya üzerinde pek çok ülkede yaşanmış iken; “Ekvator Çizgisi” geçişi “AB” ülkeleri arasındaki geçişten bile daha rahat gerçekleşmişti. Uçak; güney yarım küreye, ben de uykuya bodozlama dalıvermiştim. Ne kanguru saymışım ne de koala, uyuyuvermiştim. Sabah gözümü açtığımda ekranda 1 saatlik bir süre kaldığını gördüm Melbourne’e. Belki de dünyanın bir ucunun burnunda Tazmanya ve Güney Kutbu’na “mel mel” bakarak varlığını sürdüren bu şehrin ismi bana baştan beri “Melburnu” gibi gelmişti. Hatta; Avustralya’lı “Braveheart” Mel Gibson’da Melburnu doğumludur demiştim içimden...
İnişe geçtiğimizde pencereden dümdüüüz bir arazi görünüyordu. Oğlumuza kavuşmanın heyecanı da artık zirve yapmıştı. Uçakta dağıtılan bir kağıtta yer alan sorulardan 1 tanesi sizi 2 kuyruktan birine gönderecekmiş.
Soru : “Yanınızda yiyecek var mı ? Yaş mı kuru mu ?”
Cevap : “Var. Zeytin.. Kuru... Vakumlu...”
Gösterdikleri kuyruğa tüm bagajlarımızla birlikte dizildik. Ufacık bir köpecik; her iki tarafımızdan bizi yokladı, “Fresh” birşey var mı diye kokladı...
Çok şükür biz de hasretle oğlumuzu koklamıştık... Havaalanına bizi karşılamaya gelmişti. Maldivler ve Malezya’daki bavul trafiğimizin aksine; arkadaşının arabasıyla 1 saat uzaklıktaki kiralık evine kolayca gelmiştik. Şehirden uzaklaştıkça evlerin en fazla “2 kat” yüksekliğinde ve tümünün bahçeli oluşunu hayranlıkla izlemiştim. Oğlumuzun yaşadığı “Clayton” denen banliyöye geldiğimizde bile caddeler alabildiğine geniş idi. Onun evi de 2 katlı, 3 odalı, bahçe içinde ve okuluna bisikletle 10 dakika mesafede imiş. Ertesi gün bize Melburnu’na gitmenin en kolay yolunun tren olduğunu ve “Myki” dedikleri bilet yerine geçen kartın da kullanımını ( nasıl para yüklenir, vs. ) bir çırpıda öğretmişti.
Eh madem ki; elimize geçmişti artık bu “Myki”, öyleyse “Bizi kim tutar ki ..?”
Şarkılı söylersek; “Mayki’ler elimizdeee, fotoğraf makinası belimizdeee...”
Aldık bir metro haritası, işaretledik evin yerini.. Geri dönüşte de binilecek treni...
Merkezdeki tren istasyonlarından birinin adı “Flinders Street”. Güzel binası ve önündeki meydan ile sanırım en çok sevdiğim istasyon olmuştu. Hemen hemen herkesin fotoğraf çektirdiği bu köpeciklerin yanında yerimi almıştım. Arkamdaki bina sinema salonlarının olduğu yer imiş. Bu meydanın adı “Federation Square”. Üstteki metro haritasının orta yerinde işaretlediğimiz bölüm “City Loop”.Bu bölümde; “Flinders Street” ile birlikte “Southern Cross”, “Melbourne Central”, “Flagstaff” ve “Parliament” istasyonları yer almış. Kısaca; “City Loop” içinde paşa gönlünüz nerede isterse orada inebilirsiniz.
Fotoğrafların en alt bölümünde şehir merkezinden geçen “Yarra” nehri ve alt köşesinde de “Melbourne Criket Ground” yer almaktadır. Caddeleri tertemiz, özellikle deniz ürünleri hem ucuz hem de semiz, “Aussie” ( Ozzy ) kızları ise sanki birer Artemis...
Gördüğümüz ilk mağazadan içeri daldığımızda duyduğumuz ilk kelime :
“Hellooy..!”
Devam edecek...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Doğduğum Topraklar - 12 (Son) |
|
Bulgaristan gezilerimde birkaç defa gittiğim Plovdiv şehrini, ülkenin en önemli yerlerinden biri olarak gördüm. Konumu, tarihi, mimari yapısı bakımından çok etkileyici bir yer. Bir başka adı “Filibe” dir. Makedonya kralı Filip’in bu şehri ele geçirmesiyle Filipopolis adını almıştır. Osmanlı zamanında “Filibe” adı ile söylenmiş ve önemli Rumeli şehri olmuş. Konya, İzmir tarafından gelen Türkler’in izlerine bazı yapılarda rastlanıyor. Şehrin tepesinde Osmanlı mahallesi var. Bulgaristan’ın ikinci büyük şehri olan Plovdiv’de Türkler hala yaşıyor. Diğer tarihi evler de Bulgarlara ait. Yokuşlu taş yolların birleştiği dar sokakların arasında bu evler güzelliklerini hala koruyor. Şehrin meydanından bu eski sokaklara yürüdüğümde açık havada müze kente şahit oluyorum. Öyle keyifli, öyle eski kokulu…
Taşların ayaklarımı yorduğu sokakta gözüm kafeteryaya dönüşmüş bir evin tabelasına takılıyor. Adı: “Taksim”. Gıcırtılı kapısını açıp içeriye girdiğimde küçük masalarda oturmuş kahve içen müşterilerin bakışlarına aldırmadan etrafıma bakıyorum. Tavan oymalı, pencereler işlemeli, belki de yüzyıllık dolapların içinde yüzyıllık eşyalar sergilenmiş. Burada gördüğüm her şey satılık. Antikacıların beğeneceği çok şey var. Elimde olsa buradaki eşyalar bir yana, “Taksim” adlı bu evi-kafeteryayı- satın alacağım. Çok fazla hayal kurmadan kendimi sokağa atıyorum. Karşıma çıkan yaşlı ve folklor giyimli adam tekerlekli müzik kutusunun kolunu eliyle çeviriyor. Etrafa yayılan sevimli müzik hoşuma gidiyor, müzik kutusuna yaklaşıyorum. Yaşlı adam fotoğraf çekmeme izin vermiyor. Paralı olduğunu söyleyince içten bu adama kızıyorum. Ama oradan ayrılınca da bu defa kendime kızıyorum. İşsiz bir adamın tek kazancı bu tarihi müzik kutusu… Bu tarihi sokaklar onunla neşeleniyor. Resmi paralı olsa ne olur sanki? Kendimi ayıplayınca, dönüşte ona birkaç leva vermeyi planlıyorum. Ama düşündüğüm gibi olmuyor, dönüşte ortalıkta olmayınca bir dahaki ziyaretimde borcumu ödemeye söz veriyorum.
Mahallelerin bittiği nokta şehrin en yüksek tepesi… Burada eski bir ev restore edilerek kafeterya haline getirilmiş. Kahvemi içerken şehri seyretmek çok güzel. Ama en güzeli de ayaklarımın altında bir de roma kalıntılarının olması. Roma dönemine ait anfitiyatro, heykelleri ile hala ayakta. Bazı dönemler burada konserler verildiğini öğreniyorum.
Plovdiv şehrinin en sevdiğim yeri meydana bağlı çok büyük bir parkının olması. Bu büyük parkı küçük bir orman gibi görüyorum. Yaşlı asırlık ağaçlar, ağaçlar arasında konulmuş banklar, kuşlar ve insanlar için tasarlanmış su fıskiyeleri, meydan ortasında suni göl gibi duran büyük havuz, tarihlerini anlatan güzel heykeller vs. ile kendimi masal ormanında gibi hissediyorum. Her mevsimi yaşayan ülkenin bu şehrinde de ilkbahar ve sonbahar zamanını düşünmek büyük bir hayal gücü gerektirir. Orman gibi hissettiğim parkta yürümek huzur verici. Burada bir banka oturup, kalemi defteri elime alacağım ve yazacağım, saatlerce, günlerce, haftalarca, mevsimden mevsime… Neyi mi? Aşık olduğum doğayı, hayatı ve uzun zamandır sohbet özlemi ile yanıma oturan insanların hikayelerini… Bu da sadece bir hayal, benim memleketimde o kadar hayat varken?
Şehrin meydanına yakın bir yerde yol çalışması yapılırken kalıntılara rastlanmış. Roma dönemine ait bir şehrin kalıntıları gün yüzüne çıkarılınca, yeni binaların arasında yüzyıllar öncesine ait yapılar görüntü tezadı ortaya çıkarıyor. Plovdiv şehrinin her yeri kazılsa her taşın altından tarih fışkıracağına inanıyorum. Bence Filibe’nin altında milyonlarca zenginlikleriyle büyük bir tarih yatıyor. Maalesef ki devletin böyle bir çalışma için ekonomik gücü yok. Plovdiv, şimdiye kadar keşfedilmiş olanla ziyaretçilerini bekliyor.
Bulgaristan, küçük yeşil bir ülke… Ben bu ülkede doğdum. Havası, suyu, kara toprağı ben nereye gidersem gideyim hep aynı. Her yıl ziyaret ettiğim köyleri, şehirleri, her yıl yüreğimde büyük özlemle geziyorum. Bu özlem hiç bitmeyecek, çünkü çocukluğumla birlikte yarım kalan hayatım var buralarda. Atalarımın mezarları, evlerinin duvarlarında parmak izleri, kara toprakta alın terleri, köylerinde özlem dolu müzikleri beni bağlar buraya. Büyük dağlarının ormanlarından geçerken hüzün yüzüme çöker, çünkü acı çeken Türk insanımızın kanlı geçmişi buralarda gizlidir. Ormanın sessizliğinde çocuk şehitlerin, ağlayan anaların, naaş-ı kayıp ruhların sesleri vardır. Türklüğün mücadelesini yaşamış insanımızın geçmişini unutmak bizim için mümkün değildir. Biz göçmen Türkleri, şehit ataların torunları bastığımız toprağın değerini iyi biliriz. Kardeşlik bize daimdir. Öz olmak ise önemlidir. Vatan bunun için değerlidir. Vatanımın değerini bilmeyen kişi tarihini, şehitlerini yok sayandır. Bu topraklar uğruna ne acılar çekildiğini bilmeyen cahildir. Atatürk’ü sevmeyen ise haindir. Çünkü o olmasaydı şimdi yaşadığımız topraklarda azınlık olarak yaşayacaktık. Adımız Ayşe değil Anjela olacaktı, Mehmet değil Maykıl olacaktı. Azınlığın ne demek olduğunu bilen biz göçmen Türkleri, bu nedenle Atatürkçüyüz. Atatürk’ün izinde “Ne mutlu Türküm” diyenleriz.
Son
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı YABANCI DİL- YALANCI DİL |
|
Bir duvar yazısında “Kolay iş bulmak istiyorsanız, yabancı dil öğreneceğinize yalancı dil öğrenin” deniliyor. Okullarda öğretilen(?) yabancı dile bakıyorum da bu öğretim öğrencilere ne kadar yabancı ve ne kadar yalancı diye düşünüyorum. Laf salatasını bırakalım da yabancı dil öğretimiyle ilgili birkaç gülünç olayla, fıkrayla baş başa bırakayım sizleri.
SEN KALK FİLİZ!
İngilizce öğretmeni anlattığı dersi kimsenin dinlemediğini, dinler görünenlerin de anlamadığını görünce kızdı, “Niye dinlemiyorsunuz?” diye sordu. Öğrenciler, “Dinliyoruz hocam” dediler. Öğretmen, “Şimdi anlarım ben kimin dinleyip dinlemediğini” diye mırıldanarak birden “Stendap piliz!” diye bağırdı. Kimse kıpırdamadı, birbirinin yüzüne baktılar. Bir kız ayağa kalktı, “Buyurun hocam” dedi.
Öğretmen, “Aferin! Stendap pilizin lütfen ayağa kalkın demek olduğunu bir tek sen anlamışsın koskoca sınıfta” deyip kıza on verdi ve diğer öğrencileri azarladı.
Teneffüste arkadaşları Filiz adlı kızın başına toplandılar, öğretmenin ne demek istediğini nasıl anladığını sordular. Filiz gülerek, “Aslında ben de anlamadım ama bozuntuya vermedim. Sen kalk Filiz, dediğini sandım da ondan ayağa kalktım” diye konuştu.
ÇIKIN
Öğrenciler İngilizce dersine geç kalmışlardı. İçeri girerlerken öğretmen “çıkın” dedi. Çocuklar şaşırarak dışarı çıkmaya hazırlandılar. Öğretmen nereye gittiklerini sordu.
“Çıkın dediniz ya hocam!”
Öğretmen güldü:
“Ben size çıkın demedim, çikın yani tavuk dedim. Sakın size tavuk dediğimi sanmayın ha! İşlediğimiz konuda bu sözcük geçiyordu” diye konuştu.
(Yukarıdaki fıkralar gerçektir ve bana öğrenciler tarafından anlatılmıştır.)
KAHVERENGİ KULAK!
Bu fıkraları anlattığım Ebru adlı bir komşumuz da şunları dile getirdi:
İngilizce kompozisyon yazarken friend(arkadaş) yerine fried(kızarmak) sözcüğünü kullandım ve sonsuza kadar arkadaş olarak kalacağız demek isterken sonsuza kadar kızarmış olarak kalacağız demiş oldum. Gözlerim kahverengidir diyeceğim yerde de, kulağım kahverengidir dedim. Çünkü iki sözcük de e ile başlamaktaydı...
BEN ÇANTAYIM
Öğrenciliğimde bir tatil kentine gitmiştim. Çantamı dışarıda bırakıp bir mağazaya alışveriş yapmaya girdim. Tam bu sırada oraya iki turist geldi. Çantamı satılık sanıp ellerine aldılar. Mağaza sahibine bu çantanın kaç para olduğu sordular. Telaşla yanlarına koştum, çantanın benim olduğunu anlatmaya çalıştım ama turistler gülmeye başladılar. Mağaza sahibine, “Niye gülüyor bunlar böyle?” diye baktım.
Adam, “Nasıl gülmesinler,” diye bir kahkaha attı.
“Çanta benim diyeceğin yerde, ben çantayım, dedin!”
(Bu olay sırasında lise son sınıf öğrencisiydim. Anlayın artık yabancı dil öğretiminin durumunu. Mağaza sahibi ilkokul mezunuydu ama çok pratik yaptığı için yabancı dili benden daha iyi biliyordu...)
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
TÜRKÇEMİZ
İnsanın iki yurdu vardır, biri üzerinde doğduğu topraklar diğeri o topraklarda konuşulan dildir. Benim ana dilim Fransızcadır ve bir yazar olarak ilk görevim, onun hudutlarında nöbet tutmaktır. Albert Camus
Bir şiir çınarı, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın çocuk sevgisi ile ilgili şiirlerini okuyorum. Şairin, ne kadar Türkçe’ye hakim olduğunu görüp şaşırıyorum. Çocukça düşünüp, olgun gibi yazabilmenin mümkün olduğunu da görüyorum satırlarında.
Toplumsal sorunları barındıran şiirlerinde kullandığı kelimeler cımbızla seçilmişçesine elit ve kuvvetli. Doğru kelimeleri tam yerine oturtmuş.
Bu tür seçkin sanatçıların eserlerini okuyunca kendi kendime çok hayıflanıyorum. Bunca zamanı, ne kadar boş şeyleri okuyarak harcamışım diye düşünüyorum. Zaten az olan zamanımı neden daha seçkin eserleri okuyarak harcamamışım diye üzülüyorum.
Kaliteli eserlerin isimlerini çıkarsam, her gün bunlardan birini bitirsem, bütün ömrüm yetmez okumaya. Bir de bu zamanı, lüzumsuz işlerle ve lüzumsuz kitaplarla harcadığınızı düşünün! Listedeki kitapların yarısını okumaya bile zaman kalmıyor. Bırakın bitirmeyi!
Oysa eski yüzyıllarda okumak, yazmak çok önemli bir şeymiş; şimdi ki gibi sadece okullarda olan, şiir günlerinde yaşanan, bir uğraş değilmiş. Divanlarda, toplantılarda, sanattan bahsedilir, şiirler okunurmuş.
Osmanlı tarihine bakılınca, bir çok yazar, şair padişah bulunduğuna tanık olunmaktadır. Mesela Fatih’in eserlerini Avni mahlasıyla, Kanuni’ninse 'Muhibbî' mahlasıyla yazdığı görülmüştür. Hatta Kanuni’nin “Divan-ı Muhibbî” adında bir de divanı vardır.
Yani o dönemde edebiyat sadece boş gezenin işi değil, devletin bütün kademesindeki insanların uğraşıymış.
Şimdi okullara bakıldı zaman, çocukların okumaktan çok, her şeye zaman ayırdığını görüyoruz. Okumak, yazmak o kadar önemli değil, bırak önemli olmayı, çok gereksiz bir uğraş. Çocukların kulaklarında kulaklık, bir taraftan müzik dinliyor, bir taraftansa mesaj yazıyorlar. Bütün hayatlarını sürekli boş şeylerle geçiriyorlar.
Kompozisyon yazmaktan habersiz, Türkçenin Sırları’ndan bir haber çocuklar…
Dilekçe yazmayı, mektup atmayı bilmeyen bu çocukların konuşmaları, o kadar sıradanlaştı ki, çocuklar atalarının konuştukları cümleleri bile anlayamaz oldular. Dedeleriyle konuşurken; “bu ne demek?” diye soruyorlar artık.
Türkçe’den, Türkçe’ye çeviri yapacak hale geldik.
Tabii ki bu kadar az kelime bilen çocukların düşünceleri de iyice darlaştı, sığlaştı.
Bu kadar sıradanlık yetmiyormuş gibi Türkçe’miz yetmiyormuş gibi bir de yeni kelimeler ekledik dağarcığımıza. Hem de ne çok kelimeler. Bunları kim mi kullanıyor; Köylüsü, kentlisi, okuyanı, okumayanı, hepsi.
En çok da beni etkileyen ne biliyor musunuz? Eğitimli insanların, bu yanlışı yapması.
Esnafı, çalışanı sürekli yabancı kelimeler kullanmakta, bunu yaparken de iyi bir şey yapıyormuş gibi övünmekte. Cafe, resturant, stop, show, vb. kelimeler. Bunlardan o kadar çok ki anlatmakla bitmez...
Zavallı Türkçe’miz, varlık içinde yokluk çekiyor! O kadar zengin kelimelerinin arasında, ithal bir şeyler bula bula onu fakirleştirdik.
Ya radyolar, onlara ne demeli, onların gafları da anlatmakla bitmez. Naber? diye başlayan cümleler, arda yapılan abuk sabuk saçma muhabbetler…
Oysa, güzel programlar yok mu? Bizi değiştiren, ufkunuzu açan, yenileyen, mutlu eden. “Evet, var!” Ama neden, bunları değil de, mutsuzlukları, sorunları izliyoruz?
Bence insanlarımızın gülmeye ihtiyacı var, ağlamaya, bağrışmaya değil.
Neden insanlar özel hayatlarıyla gündeme gelirler sadece. Niçin insanlar bu kadar merak ederler başkalarının özel hayatını? Adı üstünde o özeldir.
Bu tür programları gördükçe Dağlarca’nın Türkçe’ye bakışını daha çok destekliyor; "Türkçem, benim ses bayrağım" diyen, şiirine daha sıkı sarılıyorum.
Fransız yazar Albert Camus, iki yurdu olduğunu söylüyor, birisi doğduğu toprak, diğeri kullandığı dilmiş. Ve diline sahip çıkmayı her şeyden önce tutuyor yazar. “Ben onun hudutlarında nöbetteyim” diyor. Bundan daha güzel bir anlatım olur mu dil için. Ne kadar açık ve net bir tümce.
Bir de Özdemir Asaf’a kulak verelim: “Bütün renkler aynı hızla kirletiliyordu, birinciliği beyaza verdiler,” diyen sese. Büyük şair, Türkçe’ye beyazı layık görmüş renklerden, çünkü o saf, temiz, yeni doğmuş bir bebek gibi fakat bir o kadar da narin, kırılmaya müsait, dikkat etmek gerek, üstüne titremek gerek.
Artık dilimizin katledilmesine, kayıtsız kalmayalım diyorum, biraz daha duyarlı olalım. Hepimiz akıllıyız, aklı olmayanın dili olmaz, bunu unutmayalım!
Dilimiz kirlenirse kişiliğimizde bozulur, dilimiz beyazdır. En saf ve en temiz, bir o kadarda kirlenmeye müsait bir renk.
Dilimize sahip çıkalım, onu yabancı kelimelerden ve yanlış kullanımlardan koruyalım.
O bizim kalbimiz, zihnimiz ve de korumamız gereken en önemli hazinemizdir.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
BİBER GAZI
SAYIN BÜROKRATLARIMIZIN “BİBER GAZI” HAKKINDAKİ BİTARAF AÇIKLAMALARI ÜZERİNE, YANDAŞ YALAKA’DAN ENGİN VE DERİN YORUMLAR
Bugünkü “zorunlu” konumuz “Biber Gazı”.
Bazı terörist eğilimli münafık muhalifler tarafından ölümcül bir silah olduğu iddia edilen biber gazının aslında son derece doğal ve zararsız olduğu “bilimsel” olarak açıklanmış bulunuyor efendim. Tabii ki buradaki “bilimsellik” iddiasının “TüBİTAK, aaaa tavşana bak!” bilimselliği olduğu hemen anlaşılmıştır sanırsam.
Zamanında ben size söylememiş miydim, malum zevatın “biber gazının zararlı olduğunu öne sürmek yerine bisiklet sürmenin sağlığa daha yararlı olacağı” anlayışında olduğunu....(bkz. önceki yazılarım....)
Özetle bu pek kıymetli bürokratlarımıza göre; “Biber gazı, son derece zararsız,
anarşist topluluklara engel olmaktan başka bir fonksiyonu bulunmayan, bir “savunma aracı”, hafiften göz yaşartan cici bir şeydir.”
Netekim, inanıyorum ki bu kanaatini açıklayan sevgili bürokratımız, yıllar önce radyasyonsuz olduğunu ispatlamak için çay içen bakanımızı örnek alarak, kendisine bir miktar biber gazı sıktırmak suretiyle, bu durumu herkese ispatlayacaktır.
Aslında daha önce de açıklıkla belirttiğim gibi, bütün sorun “hakkımı ver Hakkı”
diyen nümayişci toplulukların “İleri Demokrasi”yi hala kavrayamamalarından kaynaklanmaktadır.
Son olarak adı anıldığında, popoma kocaman bir çivi batmış gibi beni yukarılara zıplatan, tüylerimin diken diken olmasına neden olan bir sözüm meclisten dışarı “Üniversite”de ortaya çıktı bu zırtapozlar......
Kardeşim yaaa, gazlıyorsun, gazlıyorsun doymuyo bu veletler.....
Yedikçe gaz yemek istiyor canları vallahi!
Gazcı devletimizin her daim tekrarladığı gibi; “Eylem yerine, gidin piknik yapın kardeşim, yok mu başka işiniz allasen!”
Akıllı, uslu adam gibi okuyun şu okullarınızda. Analarınız, babalarınız ve de gözzel devletiniz sizi okuyup adam olun, akıllı uslu müvendizler, dokturlar filan olun..... Sesiniz soluğunuz çıkmadan, sallayın başınızı alın maaşınızı...... Birileri köşeyi dönerken siz uslu uslu önünüze bakın diye okutuyo.......
Oldu mu yani şimdi, şu sizin yaptığınız işe bak allasen! Oturun nümayiş yapın.....
Yok demokrasiymiş, YÖKmüş de, aslında yokmuş.... Size mi kaldı ulan, demokrasiyi konuşmak.....Bırakın, büyükleriniz Meclis’te konuşsun o güzelim “kaset demokrasisi”ni......
Yoksam daha çok söylersiniz, “sula beni, gazla beni, tuzla beni, bezle beni” şarkısını....
Şimdi, başımıza bir de önemli günleri kutlama modası çıkardılar, iyi mi? Ya, n’oluyo be kardeşim!
Tam da Kurban bayramının sonunda tutturmazlar mı ille de Cumhuriyet’in kuruluşunu kutlucaz diye. Tabii aslında niyetleri “kutlama” ayağına nümayiş yapmak!
Kutlama mı yapacan, topla önemli zevatı mehtaranı, artıkın ADD Başkanı mı olur, felanca Parti Başkanı mı, filanca Sendika Başkanı mı.....Topla 80-100 kişiyi, git 5 yıldızlı bi otelin balo salonuna ye, iç, tıkın birader..... Ya kutlama dediğin böööle yapılır, kardişim ya...
Bakın ne yaptı gözzel bir şehrimizde gamusal otoritemizin başı, şehrin en gözzel pastanesini ayarlayarak, tarihi mekanlarımızı asla girletmeden orada kutladı bu günü.....
Amaç gutlama ise siz de öyle yapın yaaa.....Öğrenin artıkın bu işleri.....
Yapmazsanız öyle, o zaman gelin bakalım böyle! Alın buyurun size “kutlama gazı”!!!
Tabii bunların içinde bizim malum biber gazıyla bir hayli tanışıklığı olanlar da var haliylen. Bunlar uyanık, limon filan tedarik edip böööle geliyolar nümayiş yapmaya......
Hayır bişi diiil, canım emniyetimizin gaz stoklarını harcatıyorlar habire.... Gaz kullanmanın da bir ekonomik maliyeti var arkadaşlar, yurt dışından geliyor sanırsam bu meret....
Bakın habire nümayiş yapıp durmayın, yoksam yediğiniz biber gazları sizlere yol, su, elektrik zammı olaraktan geri dönecek vallahi....
Hayır, bişi diil, gaz yiye yiye sonunda bağışıklık kazanacaklar bu nümayişçiler. Yani gaz sarfiyatı gaz çıkarmaktan başka bir halta yaramayacak!
Dolayısıyla bence güzide emniyetimiz bütün ar-ge faaliyetlerini ve de manisel kaynaklarını bu biber gazının geliştirilmesini, mümkün olduğunca çok değişik versiyonlarının üretilmesini sağlamaya ayırmalı.
Mesela şööle bişi olsa ne güzel olur değil mi? Biber gazı yiyenlerin gözleri yaşarmak yerine önce kıkır kıkır gülseler, sonra şiddetli kahkalar atmaya başlasalar, hatta içlerinde bir kısmı gülme krizine girerek hastanelik olsa! Nümayişlerde ortam ne güzel yumuşar.......
Hımmmm, yok ulan bu fikrimden vazcaydım, gülene copta vurulmaz ki, şimdi!
Bu arada güzide polislerime “gaz eğitimi” tam gaz devam ediyor, iyi mi? En son tatil yörelerindeki polis kardeşlerimiz de bu eğitimden nasiplendi. Ancak söz konusu olan tatil yöresi ve olası nümayişçiler de turistler olunca durum farklılaşıyor ister istemez.
Biber gazı sıksanız da nazik ve kibar olmanız isteniyor, artıkın nasıl olacaksa!
Mesela Bodrum’da bir komiser kardeşimiz uygulamalı olarak göstermiş, sık sık olduğu gibi otel rezervasyonları yok çıkan bir turist grubuna kibar ve nazik davranılarak nasıl biber gazı sıkılacağını, şöyle:
“Ah güzel kardeşim, ben sana kıyamam! Beyefendi böyle gereksiz davranışlara, protestolara hiç gerek yok, Ülkemizde en bi ileri demokrasi var haddizatında...... Hadi gelin vazgeçin bu nümayişsel yürümeden, yoksa üzülerek o nazik gövdenizi biber gazı ile muhatap olmak durumunda bırakacağım!”
Bazen de yanlışlık yapıyorlar, bu bizim emniyet mensuplarımız! Siz gidin yanlışlıkla “karpuz kesen cici çocuklara” biber gazı sıkın, olacak iş mi yani! Bak onların da tepesi attı, istifa ederek güzel Ülkemizin bir tanecik medyasını öksüz bıraktılar.... Şimdi kim istifade edecek onlardan göreceğiz bakalım!
Hattı zatında bu biber gazı etkisi konusunda uzman polisler yetiştirerek nümayişlerde görevlendirmeliyiz arkadaşlar. Bunlar nümayişçilere uzaktan şöööle bi baktıklarında hangisinin biber gazı dayanıklılığının sıfır noktasında olduğunu şipin işi anlayarak nümayişe katılmasına hemen engel olmalı.
Ne yani bizim bostancı Memet uzaktan bakarak hangi kavunun ham, hangisinin olgun olduğunu şıp diye nasıl anlıyorsa, gaz yiyen nümayişçilerden hangisinin “yallah bre!” diyerek, limona sarılıp ayakta kalacağını, hangisinin tahtalı köye doğru yola çıkacağını anlamak pekala da mümkün olmalıdır, diye düşünmekteyim!
- Hooop hemşerim, nereye böyle?
- Ne demek nereye ya, Miting’e geldik heralde. Yoksa başka bişi mi var bu meydanda.
- Onu anladık da sen giremezsin bu alana......
- Hoppaaala, elini kolunu sallayan giriyo da, ben neden giremiyom ya?
- Çünkü senin biber gazı dayanıklılık katsayının sıfır olduğunu tespit etmiş bulunuyom. Birazdan gaz sıkıcam bu hırbolara, sen de içlerinde olursan artık ambulans yerine direk cenaze arabası çağırmam gerekir. Eee, o da zahmetli iş. Şimdi bi de imam falan bulucan, olmaz yani. O yüzden miting bitene kadar göz altına alıyom seni. Alın bu herifi arkadaşlar ve de aman diyim biber gazından uzak tutun ha!
Nasıl okurcumlarım, iyi fikir değil mi? Böylece gaz kaynaklı ölümlerin de kesinlikle önüne geçeriz billa. Bu konu çok önemli! Neden? Çünküm bi de gazdan ölene nümayiş, hadiiii orada bi da biber gazı sık falan, iş uzamakta. Gereksiz protestolara mahal vermemeliyiz, değil mi ama?
Bu “biber gazı” işinin sonunda boku çıktı arkadaşlar ya.....Ama ben biliyordum bu işin sonunun buraya varacağını. Üstünüze afiyet biraccık müneccimlik de vardır bende...
Haberin güzelliğine bakar mısınız arkadaşlar?
Yeni yıl’a Taksim’de girmeye teşebbüs edecek manitasız bayyyanlara işportada küçücük tüpler de biber gazı satılıyor vallahi.... Sarkacak hoşlarına gitmeyen birileri çıkarsa anında al tüpü sıkıver herifin suratına!!!! Sonra geç karşısına gül, gül, gülmekten öl artık. Yalnız gülmeyi çok uzatmadan tabanları yağlayın ha! Belli mi olur, bazı zonta yiğitlerimizde bu gaz etkisiz kalabilir. O kızgınlıkla bir gözü morarmış ve kolu kırılmış olarak en yakın polis karakolunda soluğu almanızı istemem bakın...... Sonra ertesi günü, hayda....hadi bakalım bir yığın kadın derneği “Kadına şiddete hayır!” nümayişinde bu defa onlar biber gazı yemekle meşgul.......
Tam “dikkatli kullanın kardeşim şu biber gazı tüpünü ya.........” cümlesi ile bu yazıyı sonlandırmak üzere iken, harika bir “biber gazı” haberi daha gelmez mi? Gelir elbet....
Bir yerde birileri dört ayaklı ayılar üzerinde de bu gazın etkisini ölçmeye kalkmamış mı? Kalkmış salak.........
Ama “ayı” haliyle yememiş bu numarayı, “sen misin bana biber gazı sıkan iki ayaklı ayı” diyip bir girişmiş buna, bizim salak hastanede anca açmış gözünü.......
Siz siz olun sevgili okurcumlarım, bu biber gazı denen mereti nerede kullanacağınızı iyi bilin. Ölçün, tartın ondan sonra gaz sıkın.....N’olur, n’olmaz....Sıktığınız gazlar temiz bir dayak olarak size geri dönebilir valla.......
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
BARAJLAR TEKNOLOJİ ÜRÜNLERİ İÇİN MİYDİ?
Yaklaşık 300 yıldır yönümüzü Batı’ya dönmüş, referanslarımızı oradan alıp onlar gibi olma, onlara ulaşma yolunda gayretle ilerlediğimiz halde bugün hala bir arpa boyu misali mesafeler almış sayılmayız.
Bu açık sonuçta durumun bu halde olmasının yine Batı kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Batı teknoloji ürünlerini yığın yığın ülkemize taşımamıza; kafileler halinde binlerce öğrenciler göndermemize rağmen kendi teknolojimizin ‘t’sini bile ülkemizde kurup oluşturmayı maalesef başaramamışız. Bu yolda iyi başlangıçlarımız da sonuçsuz kalmış ya da bırakılmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşunda Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan uçak fabrikamız Atatürk sonrasında kapatılmıştır. Bu fabrikamız Avrupa’ya uçak satma aşamasındaydı. Devrim otomobillerinin serüvenini bugün herkes biliyor. Kendi sanayi ve teknolojimizi oluşturma adına benzer tüm girişim, başlangıç ve adımlar sonuçsuz kalmıştır. Bunun yerine devlet olarak sanayi ve teknoloji ürünlerini Batı’dan almayı tercih etmişiz. Devamında üretim fabrikası adına bazı montaj fabrikaları kurulmuştur. Sanayi ve teknolojimiz maalesef montajdan ileri gidememiştir.
Bunların yanında sanayi ve teknoloji ürünlerini çok istekli olarak Avrupa’dan ithal etmişiz. İhtiyaç duyuldukça ithal edilen iş makinalarıyla yollar ve binalar yapmışız. Biz farkında olmadan muhtemelen Avrupa’nın bilinçli uygulamasıyla sanayi ve teknolojimizi kurma yerine kolay olan ve zahmetsiz olan Batı’dan alma yolunu seçmişiz yada seçtirilmişiz.
Yerli sanayimiz adına fabrika kurmada duyarsız kalırken elektrik üretme amacıyla ülke ırmaklarına barajlar kurma yarışına girmişiz. Barajlar elbette ki Batılılara yüklü maliyetlerle yaptırılıyordu. Gece karanlığında gündüz aydınlığına kavuşan Anadolu köylümüzde elektrik, cennete kavuşma etkisini yaşatmıştı. Elektriği yapanların kesin cennetlik olduğu kanısına da varılmıştı. Gece karanlığının zahmet ve acizliğinden kurtulmak gerçekten güzeldi.
İş sadece geceleri aydınlatmakla kalmadı. Devamında elektrik sonrası her evin ihtiyacı olan elektrikli ev aletlerinin en ücra köylere kadar ulaşması doğal sonucu ortaya çıkacaktı. Buzdolapları, merdaneli çamaşır makinaları, ütüler, sonrasında televizyonlar.. Her baraj kuruluşu ücra köylere kadar giden elektrikle, Türkiye, bir ev aletleri teknoloji ürün pazarına dönüşüyordu.
Bunda ne vardı ki, sonuçta ülkenin yaşayacağı zorunlu bir sonuçtu? Elbette öyleydi. Ama tüketim için tüm altyapılar hazırlanırken ülke olarak kendi teknolojimizi üretme, eş zamanlı yürütülmemişti. Bu durum da, elbette soru işaretleri ortaya çıkıyor ve zihin düşünüyor
İki binlerden buyana Amerika’da barajların mutlu törenlerle yıkılışı, günümüzde artık barajların fayda ve zararını tartışmaya açtı. ABD’lilere göre barajlar, göletleriyle zannedildiği gibi faydalı olmuyordu. Nehirlerin doğal hallerinde akmaları onlardan daha fazla yararlanma açısından faydalıydı.
Patentine sahip olduğumuz hiçbir teknoloji ürününü üretemediğimiz, iki bin on üçlerde hala kedimize özgü sanayi ve teknolojimizi oluşturamadığımız günümüzde, buzdolabı, merdaneli çamaşır makinası, ütü ve televizyonların üzerine yüzlerce teknoloji harikası ürünler hayatımızın olmazsa olmazlarından oldu.
Bunlardan baştan sona üretemediğimiz gerçeği ortaya konulduğunda yukardaki açıklamalar sonucunda bu işte bir iş var diye düşünmemek için elbette hiç akletmemek gerekir.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Kaderim senden ibâret! |
|
I.
Dilim çözülür geceye,
içime bir karanlık işler.
Kendi kendisinden mustarip bir ses,
kelimelerimi bana batırır.
Geceye iner gözlerin,
boğazımı yakar
ve soluğumu keser.
Malta boyu heyecan,
sâhipsiz bir ıslık,
hep seni anlatır.
Karanlığın orta yerinde,
ölüm seslerine boyanmış rüzgâr.
İçimde dağlar kanar,
mevsim hep ayrılık.
Havada birkaç yâkut tânesi,
başımın üstünde demir bir tarak.
Sesin nefesini yırtarak
soluduğum sensizliğimdir.
II.
Bulutlar hızla geçiyor,
aklımda hep o şarkı.
Gözlerinde bir alev,
sana sarılma arzumu anlatır.
Ah kara gözlüm!
Kader dediğin,
sînemde bir yaradır, tekmil
yakar kavurur beni.
III.
Gecenin ellerine doğmuş,
şeytan yavrusu kan uykularında.
İçirmek için akrebe kendi kanını,
dört tarafını ateşle sardım.
Yelkovan artık özgür,
kâbus gibi çökmesin üzerine zaman.
Kaya suları gibi derin ve soğuk
ve bir orman gölgesi kadar boş.
Bir yol yarıp geleceği,
belâya atfen eteklerindeki dünyâ;
yıldızlı geceler gibi çoğalacak seslerimiz.
IV.
Aynada gümüş kemer,
bende muazzam bir keder.
Mutluluk, tek kişilik bir yalan.
Doldur doldur iç,
hayat suyudur bu;
aşk-ı mesel.
Ah kara gözlüm!
Seni sevmekle geçecek ömrüm.
Dilim kopsun billâhî,
sana yazmadığım gün.
V.
Sende bir muhabbet,
bende bir kahır;
sende bir ümit,
bende bir yürek yangını.
Seni düşünmek,
en büyük saadet;
ah kara gözlüm,
kaderim senden ibâret!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
ŞAİRANE
Dinamit asılı boynumda
Azılı bir suçlu gibiyim.
Ölüm uyuturum koynumda
Umduğundan güçlü gibiyim…
An olur vedayla yarışır
Vuslat için cansiperane
An gelir sevdayla barışır
İlerlerim cihangirane.
Evim, arabam, çocuklarım…
Dünyada kazançlı gibiyim.
Kâğıda düşen sözcüklerim
Kalacak inançlı gibiyim.
Kalbi kontrol etmek zorlaşır
İtaat etmez mağrurane.
Konu aşksa gözler körleşir
Yürek emreder amirane.
Beşikten, mezara giderken
Kâinata borçlu gibiyim.
Kalbim aşktan böyle hederken
Sevdaya oruçlu gibiyim.
Kır saçım sakala karışır
Arşa bakan yüzüm virane.
Bize bugün yazmak yaraşır
Şiir tadında şairane…
Mesut İlkay YANIK
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|