|
|
|
Editör'den : Demokrat akillere son arzuları soruldu!.. |
Şu sıralar akil adam toplayan akıllı adamlar başımıza ilk musallat olduğunda, biz aklı ermezlerin bir kısmı gizli gündemden falan dem vurmuş ama, aklımız ermediğinden olsa gerek, pek rağbet görmemişti. Seçimler, referandum, hep onları haklı çıkardı. Ne dedilerse oldu, ne isteseler yerine geldi. Aklı farklı çalışır dediğimiz sözde demokratlar bile meftun meftun baktılar bir zaman sonra. "Yetmez ama evet" diyen tatlı su demokratları tokadı yedikçe doymadılar, "Vur daha da vur" diye el etek öpmeye başladılar. Tayyip'le kahvaltı etmek, karşısına çıkmak, elini sıkmak hacca gitmekle eşdeğer tutuldu. Semirdikçe semirdiler, ayranları kabardıkça güçlendiler. Onlar güçlendikçe koyunlar teker teker uçurumdan salmaya başladı kendilerini. Uçurumun dibinde kendilerini ne beklediğini bile sorgulamadan "Ya Allah" deyip atladılar, hala atlıyorlar.
Yetmişli yılların sonunda Humeyni ile başlayan İran Devrimini örnek alıp Bizim Humeyni!miz kim diye sorar olmuştuk birbirimize. Cevabı da vardı. FT tipi yapılanmanın lideri Hoca Feto'yu Humeyni sandık ama galiba yanıldık. Onun geri dönmek gibi bir niyeti yok, olsaydı çoktan dönerdi. O ruhani misyonunu ABD semalarında uçarak tamamlıyor. Türkiye'ye ulaştırdığı üfürüğün etkisi buradaki koyunları ağıla sokmaya yetiyor zaten, neden rahatını bozsun da gelsin. Dışarıda aranan aslında bizi hiç bırakmamış. Hep yanımızda imiş. Şimdilerde Tayyip olarak ete kemiğe bürünen bu Devletlu, günü geldiğinde en buharlısından ruhani de olur metak buyurmayın.
Dün dediğini bugün unutan, dün kara dediğine bugün ak, ak dediğine kırmızı diyen ulu padişah, etrafındaki ulemanın yalakalığından sıkılmış olmalı ki yeni denizlere yelken açtı. İmralı kıyısına demirlediği kayığı su alınca aponun güvenli kollarına terketti kendini. E apo bu, kaçırır mı? O da en süt dökmüşünden imana gelip, yeni Osmanlı'dan, Allahtan Kitaptan söz etmeye, barışı İslama bağlamayı başardı hamdolsun. Öyle ki, yellenirken çıkardığı Damat Ferit'in nasihat heyetlerini Tayyip'e kabul ettirdi gitti. Akil adam dediği yalaka topluluğuna okuduğu hutbeyi beğenenler birer ikişer mikrofon karşısına geçip, ağızlarından akan suyu yalamayı sürdürdüler.
Herşeyi geçtim. Ne yapacak bu nasihat taburları? Bölgelerinde seminerler mi düzenleyecekler? Televizyonlara çıkıp akıl mı verecekler? Bizimkiler şehit de onların ki hurma ağacı mı, tabi ki onlar da onların şehidi mi diyecekler? Doksan yıldır Türk dedik te elimize ne geçti, 2 büst 3 nutuk 7 heykel mi diyecekler? Bundan böyle Türk demeyeceğiz, yerine elbet birşey uyduracağız mı diyecekler? Meczup suratsız hilal kaplan cebinden parayı çıkarıp "Ahanda ay yıldız, başkasına gerek yok." mu diyecek? Lale Mansur konuşma güçlüğünü kahvelerde yağız Anadolu delikanlılarına baka baka mı tedavi edecek? Orhan Gencebay "Ben sizin babanızım, bana inanın." mı diyecek? Hülya Koçyiğit "Anayım ben anayım" diyerek kurbağa toplamalarına yardım mı edecek? O ana da biz iskele babasıyız değil mi? Ne yapacaklar yahu? Bileniniz varsa söylesin biz de ikna olalım.
Bakın görürsünüz, zaten koyun olan %50 ye gidip hükümetin ve başının nimetlerini anlatmaya gayret edecek sonra bize dönüp "Ayy valla tüm halkımız öyle bir teveccüh gösterdiler ki, bu bize değil haşmetli padişahımızadır çok iyi bilmekteyiz. " diye yalanıp duracaklar.
Ey tatlı su demokratları, Tayyip yalakaları ve bilumum asıl bölücüler, din, iman diye çıkılan yolda son duraktasınız. 2023 vizyonunda size yer yok. Az sonra düdük çalacak maç bitecek ve hepiniz o tramvaydan ineceksiniz. Ha bakın bu benim zırvalamam değil, haşa. Bu Tayyip'in ilk palazlandığı yeri işgal eden meczubun sözleri. AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu aynen şöyle demişti: “Çok şükür Ak Parti sayesinde Türk olmaktan kurtulduk” Ve aynı .... devam ediyor; "10 yıllık iktidar dönemimizde şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak. Onun için işimiz çok daha zor.” Daha ne desin be adam, ne desin? Uyanın Ey Gafiller.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan YAZ GELDİ KİRAZ KALDI–4 |
|
Gerçekler çoğu zaman sevimsizdir ve insanın canını yakar. Keşke hiçbir şey bilmeseydim. Bilmeseydim, öğrenmeseydim. Uzuca bir suskunluğun ardından Turhan Bana sordu;
- Canan’la senin aradaki ilişki nedir?
- Üzgünüm bunun çok sayıda cevabı var. İçlerinden en güzellerini mi seçsem, doğrularını
mı? Bilmiyorum. Sana yalan söyleyebilsem çok mutlu olursun inan. Ama arkadaşlık dürüst olmayı gerektirir değil mi? Senden haberim yoktu ve ben Canan’ı seviyordum. Ama hiç sevgi sözcükleri söylemedim. İşi duygusala dökmedim. Henüz çok erken diye düşünüyordum. Birbirimize verilmiş bir sözümüz de yok. Okulun başından beri gün boyu birlikteyiz. Elini bile tutmadım. Seni sevdiğini bilmiyordum. O benim sevgilimdi, Kendimi de onun sevgilisi gibi görüyordum. Değilmişim. değilmişim. Bunu öğrenmek için bu günü beklemem gerekiyormuş. Gerçek ayan beyan ortada olduğuna göre boşuna lakırdı etmenin bir anlamı yok. Artık ben olmayacağım. Varın siz sevgili olun. Ben de yoluma gideyim. Eğer gölge edeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Çekileceğim. Belki arkadaş kalırız gibi saçmalıklarla zamanımı tüketemem. Çünkü ben o kadar hoşgörülü ve erdemli değilim. Per karşılaştığımda gıcık olurum, ifrit olurum. Canımı sıkar bu benim.
Söylediklerim bir yana canan benim içimde epey zamandan beri sevgilimdi. Beni sadece beni sevdiğini sanıyordum. Kendimi aldatılmış hissettim. Olan biteni göremeyecek kadar salak hissettim. Bir sürü düş biriktirmiştim. Hepsi parmaklarımın arasından dökülüp Manisa’nın gece karanlığında kayboluverdiler. Yer yarıldı içine düştüm. Zaman yitip gitti, mekânlar hiç görmediğim acemisi olduğum bir kente dönüşüverdi. Bir kuş gibi yüreğim kafesinden uçuverdi. Acıdı, burkuldu, yandı, kavruldu.
Turhan sözlerimi hiç kesmeden dinledi. Düşünceli gözlerle etrafa baktı. Bir soruya yanıt arıyor gibiydi. Söylediklerinden bir şey anlamıyordum.
“Bilmiyordum, üzgünüm, yanlışlar doğrular” gibi birbiriyle bağlantısı olmayan şeyler mırıldandı. Konuşulacak pek bir şey kalmamıştı. Mazeretler uydurmadım.
-Ben gitmeliyim, iyi geceler,deyip oradan ayrıldım. Bütün öfkemi, kırık dökük düşlerimi alıp ayrıldım. Yıkılmıştım. Ablama gittiğimde güleç yüzlü olmalıydım. Neşeli olmalıydım. her zamanki, alışkın olduğu kardeşi olmalıydım. İstasyondaki çeşmede elimi yüzümü yıkadım. Bir türkü düşsün dilime istedim. Kendimi zorladım. Başaramadım. Yarın bütün kırgınlığıma rağmen Canan’ı sınava gireceği okula götürmeye, Manisa’dan birlikte dönmeye karar verdim. Sonumuz kasabaya döndükten sonra olmalıydı. Başladığı sokaklarda, yollarda olmalıydı.
O gece hiç uyuyamadım. Sabaha kadar bırakmadı beynim, yüreğim beni. Kaybettiklerimin acısı, kanmışlığım, saflığım kederi bırakmadı beni. Nasıl kendi yarattığım bir hayalin tutsağı oldum? Yazıklar olsun bana. Yuh olsun. Kumar bile oynamadan kaybettim her şeyimi. Yazıklar olsun bana. Yuh olsun.
Yataktan çıktığımda gözlerim acıyordu. Midemde bir yanma, başımda bir ağrı sabaha kadar beni hiç terk etmemişti. Kendime gelmek, biraz canlanmak için duş aldım. Kahvaltı edecek halim yoktu. Ablam sabahın köründe kalkıp kahvaltı hazırlamıştı. Emeğini boşa çıkarmamak için bir şeyler yemeye çalıştım. Bütün ısrarına rağmen başaramadım. İki bardak çay içtim sadece. Daha saat sekiz bile olmadan yollara düştüm. Biraz yürümek, sabahı içime çekmek, düşünmek istiyordum. Alaybey’den Ulupark’a kadar yürüdüm. Çok bekleyecektim. Erken gelmiştim.
Manisa bu sabah erken uyanmıştı. Sokaklarda gençler vardı. Kimisi sınava gireceği okulu arıyor, kimisi erken gelmiş olmaktan dolayı zaman doldurmaya çalışıyordu. Telaş ve heyecandan eser yoktu. Sınava olan ilgimi dün akşam yitirmiştim. Asıl sorun bu sabahtan başlayarak Canan’a nasıl davranacağımdı. Sınav başlayıncaya kadar hiçbir faklılık görmemeliydi. Dün filmin koptuğu yerden eklenmesini sağlamalıydım. Yada kopmasına izin vermemeliydim. Saat dokuzu bir kaç dakika gece Canan’la Zehra geldiler. Zehra’ya teşekkür edip ayrıldık. Çünkü sınav bitince geri dönüş yolculuğu başlayacaktı. Zehra’yı yeniden görebilme şansımız yoktu.
Canan’ı Şehitler Ortaokuluna bıraktım. Kendim Manisa Lisesi’ne gittim. Sınavdan sonrası için bir program yaptık. Dönüş için garajda buluşacaktık. Hiç umursamadığım için sınav inadına çok iyi geçti. Belki benim kurtuluşum olacaktı. İçimde gelecekle ilgili yeni bir umut doğdu. Belirsiz bir geleceği gösteren sıska, cılız bir umut... Tutunacak bir dal aradığım için bu sıska umuttan bir gelecek düşlemeliydim. Şimdilik ele, avuca gelmiyordu. Hele biraz daha geçsin bakalım…
Sonbahar Düşleri - 2003
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Avustralya Seyr-ül Seferi - 4 |
|
Ne demişler; “Gezi yazıları olunca KONU, mutlaka gelecektir SONU”. Ee, insanoğlu ömrünün sonuna kadar gezip tozacak değil ya ? Haydi devletin Bütçe Açığı’nı kapatacak vergisi var, insanoğlunun bütçe açığını kapatacak sergisi mi var ? Avustralya günlerimiz birer ikişer tükenmeye, dönüş yolunun uzunluğu da tekrar gündeme gelmeye başlayınca, afakanlar da beynimi delmeye ve sinirlerimi germeye başlamıştı. Bir de dünyanın batıdan doğuya dönmesi. Malezya-Avustralya arası 7 sa. 55 dk. iken, Avustralya-Malezya arası ise; 8 sa. 35 dk. Bu ekstra 40 dk. nereden çıktı yahu ? Dönüş yolunda fazladan bir Ankara-İstanbul uçuşu. Hatta; bir o kadar da İstanbul-Maldivler-İstanbul uçuş farkı var. “İndirin beni Ankara’da” diyesi gelmiyor değil insanın...
Fotoğrafta görünen yer “Mordialloc”. Oğlumuzun evine 1 saat uzaklıkta bir deniz kenarı. Tıpkı önceki yazımda bahsettiğim “Mornington” gibi. Sanki daha bir uçsuz bucaksız sahil görünümünde. Ayağımızın tozuyla buraya getirmişti oğlumuz. “Panoramik” dedikleri teknoloji bende olmadığından fotoğrafları birleştirerek yapmaya çalıştım ama benimkisine desek desek “CopyPasteomik” diyebiliriz.
Melburnu’nda çok beğendiğim yerlerden birisi de “National Gallery” oldu. Hele içindeki “Hayalet Bandosu” çok güzel bir tasarım, bu fotoğraflardan birinin içinde ben de varım.
Galerinin içinde ayrıca “Asya Tarihi” ve “Avrupa Tarihi” olmak üzere 2 salon var. Hani şu meşhur geyiklerden birisidir; “Dünyanın En Kısa Kitapları” diye. Örneğin; “İngiliz Mutfağı”, “Arap Ülkelerinde Demokrasi ve Laiklik” ve “Ortadoğu’da Barış” gibi.
Neredeyse; bu 2 kıta arasındaki “Tarih” farkı da böyle bir şey. “Asya Tarihi” bölümü bitmek bilmez iken; ”Avrupa Tarihi” bölümünde çıkış kapısına gelmiş oluyorsunuz...
Üstteki mekanların bulunduğu yerin adı “St. Kilda”. Sol alt resimdeki tramwayın üzerinde yazdığı gibi. Melburnu’nun içindeki deniz kenarı bir semt. Hareketli ve eğlenceli bir yer. Şehir Merkezi’nden tramway yardımıyla 45 dk. süren bir yolculukla erişebiliyorsunuz. Fotoğraf çektirerek “Vatman” olmak istedim ama eski tip “Tramway” ehliyetinin sağ alt fotoğrafta kullanılan yeni tip “Tram” için geçerli olmadığını söylediler. “Aziz Kilda” denen yerde; gündüzleri; sol ve sağ üst köşelerdeki fotoğraflarda olduğu şemsiye altına kurulan küçük, hediyelik eşya satan esnaflar var. Lunapark gibi hareketli yerler var, çeşitli barlar var, bazı barlarda canlı müzik olarak caz var.. Eh, bayıldım diyebilirim...
Hüzünle karışık duygularla oğlumuzdan ve Avustralya’dan ayrıldık. Kaybolmayalım diye de; gittiğimiz yollardan geri döndük. Önce; Malezya’da 1 gece konakladık. Bir değişiklik yoktu 22 gün önce gördüğümüz Kuala Lumpur’dan. “İkiz Kuleler” bile yerli yerinde. Güzel bir akşam yemeği sonrası canlı müzik dinlemek istedik ve bulduk bir yer. Ve fakat benzer müzikleri seslendirmelerine rağmen istek parçası olarak çaldıramadık bir türlü
The Art Company’den 1983 yapımı “Susanna” şarkısını..
Son durak Maldivler.. Yine aynı otele gitmek istedik ama yer bulamadık. Yine de yardımcı oldular ve yakın bir otele gönderdiler. Fotoğraflarımızı gösterdik, ilk gelişimizde çekilen fotoğrafları bilgisayarlarına transfer ettik, “Kanka” olduğumuz “Abdullah” ile sohbet ettik, “Türkiye’ye bekleriz” dedik. Yine akşam yemeğini “Airport Otel” dahilindeki Restaurant’da yedik, yine aynı garsonu seçtik. 25 gün içinde yüzlerce müşterisi olan bir yerin sempatik garsonuna; “Tanıdın mı ? Bir ay kadar önce de buradaydık..” diyerek henüz uçağımız kalkmadan, henüz pasaport kontrolunu geçmeden, Türk vatandaş tipine geçtik.. Sanki garson çocuk Türkçe öğrenmiş gibi; “Evet Abi ..!” demesini çok istedik...
Bitti.. Hepimize geçmiş olsun..!
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Psikolojik Analizler; Konuşmak ve Yazmak Adına… |
|
Yazıyorum, elimde kalemim,
bugün ne oldu düşüneyim?
deli bir minibüs şoförünün yolcuyla kavga edişini mi?
çocukların komik hikayelerini mi?
siyasetten bahsetsem, aman o da bana göre değil,
hayattan kesitler bu akşam konumuz,
konuşmak ve yazmak adına…
Ben çenem düşük olduğu için yazıyorum,
aslında bazen susmak istiyorum, hiç konuşmamak…
hiç kimseyle konuşmamak, yorum yapmamak,
ama bir türlü buna engel olamıyorum, konuşuyorum,
doğru bildiklerimi söylüyorum savunuyorum,
bazen kazanıyorum bunun için bazen de kaybediyorum.
ama kaybettiklerim hep benim iyiliğimden
karşı tarafın gerçekleri kabul etmemesinden,
doğru söyleyen dokuz köyden kovulurmuş misali...
Masam, güzel masam…
üzerinde mum, önümde kağıt kalemim,
mum ışığı sanki benden korkuyor, tir tir titriyor..
elektrik mi yok? var, ben açmıyorum.
yazıyorum, ama ne?
şu yolun gürültüsü de beni öldürecek yakın zamanda,
ne olsaydı da şimdi gece cırcır böceklerini dinleyebilseydim?
her ötüşünde birkaç kelime yazsam hayatla ilgili,
ve camdan baktığımda ayı görseydim karanlık semada,
ilham verirdi yazacaklarıma!
ağaç dallarına bir baykuş konup beni seyretse gece vakti?
ah şu geceleri! hep bana ait,
düşlerim, düşüncelerim, geçmişe yolculuklarım, geleceğe hayallerim…
bu ne verimli zaman böyle? şimdi bahar vakti…
başımda çoğalıyor duman gibi
sayfalarca kelimeler, paragraflar, birleşen cümleler,
yetmeyen kağıdın arkasına devam etmek,
arka sayfadaki yazıları çiğneyerek tek tek
ve karalamalar…
vazgeçtiğim kelimeleri çizerekten hafifçe,
çok bastırırsam diğer taraftaki yazılar da silinebilir,
nerden almışım bu kağıtları? saman kağıtları,
uzun zamandır duruyorlardı yatağın altında, yarısı tozlu, yarısı kıvrılmış,
ama olsun benim kelimelerim naz yapmaz, öyle ki ne mükemmel?
bazen yalan dünya çıkar karşıma,
örneğin katıldım bir öykü yarışmasına
vasat mıdır bilmem olmuş başkası birinci?
benimkisi seçilmemiş bile; çünkü anlayamamışlar cümlelerimi
ondan darılmadım bana plaket vermeyişlerine
beni anlamak zordur, iyi yazarlar sadece okuyabilir beni
ne de mütevaziyim kendi halime?
korksa da mum ışığı benden, yırtılsa da saman kağıtlarım
ben vazgeçmem yazmaktan, hep yazdım
var oldukça yazacağım da…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SİSTEMİ SORGULAMAK
Geçen gün Bordo Siyah yayınlarından çıkan "Öç öyküleri" adlı kitabı okuyordum. 210 sayfa olan kitapta, o kadar güzel ve anlamlı öyküler vardı ki; bunların içinde benim en çok sevdiğim ve beğendim, yaşlı aslanın intikamını aldığı öykü oldu.
Öyküde, sirkte çalışan bir adamın yaptığı acımasızlıklar anlatılıyordu. Hayvanların da canı olduğunu unutan bu adamın yaptıkları anlatmakla bitmezdi. Fakat ilahi adalet denen şey! Bir gün tecelli etti ve başına enfiye saçıldığı bir zaman ki, bu tören öncesine, aslan ile oyun oynayacağı zamana denk geliyordu. Tam gösterisini yapmak için kafasını aslanın ağzının içine soktuğu an, o zırhlı dişler pat diye kapanmıştı ve ardından gelen, basit bir tıkırtı.
Aslında zavallı aslanın sahibini öldürmek gibi bir suçu hiç yoktu. Yapmak istediği tek şey enfiyeye karşı hapşırmaktı.
Kitapta daha bunun gibi pek çok ibret alınacak öyküler vardı...
Beni etkileyen bu aslan, öykünün bitiminde, çok düşündürdü ve eski çocukluğuma sirkli, televizyon programlarına, Sermet Erkin'li okul gösterine aldı götürdü. Ne büyük sihirbazdı onlar! Şapkanın içinden tavşan çıkaranlar mı dersiniz, peçeteden kuş yapıp uçuranlar mı? Kırmızı mendilini sallayıp sopa yapanlar mı? Çocuk aklımızla ne çok severdik onları, baktıkça aa!! diyerek bu mucizenin varlığına inanırdık.
Şimdi ki çocuklara bakıyorum da, ne kadar oyundan ve hayal gücünden yoksunlar. Tek yaptıkları düşünmeden, bir şeylere "evet" demek. Kulaklarında mp3 ne çalarda çalsın, karıştırıp karıştırıp her şeye "evet" diyorlar. Şarkı sözlerini dinlemek yok, anlamak yok, sorgulamak yok. Sadece zavallı bir kukla gibi başlarını sallıyorlar.
Gerçeği bulma gibi bir kaygılarıysa hiç yok!
Kendi öz kültürünü tanımadan, masallarından, efsanelerinden, tarihinden habersiz yaşıyorlar.
Bu sadece çocuklar için değil, toplumun bütün kesimleri için de böyle. En ciddi haber kanallarında bile magazinsel bir şeyler muhakkak var. Okumak istemesen bile güzel yapılmış reklam bantları ile flaş flaş yazan haber altlarıyla, zorla gözümüze sokmaya çalışıyorlar.
Kadınların akıllarıyla, bir yere gelemedikleri durumlarda, bedenleriyle bir yere gelme çabası. Özel hayatın alenen yaşanması ve bununla beslenen medya canavarı.
Sanatın, edebiyatın her alanına yerleşmiş durumda bu ucuzluk ve banallik. Her şeyin para için yapılır hale gelmesi, medyanın reyting kaygısıyla, satılmış yazarların eline düşmesi. Zekânın yetmediği yerde, cinselliğinin ön planda tutulması. Popülizmin işine gelen sanatçıyı, edebiyatçıyı överek göklere çıkarması, işine gelmeyeni batırması. Kapitalizmin ağlarını reklamlarla örerek, sürekli bir şeyleri zorla aldırmaya çalışması.
Benim en çok canımı sıkan ise edebiyata da bu popülizm virüsünün bulaşması. Öyle ki insanlar artık satış rakamlarına göre kendilerine kitap seçer oldu; ne yazarı tanıyor, ne eserini, sırf satış rakamlarına bakarak, yani medyanın reklam politikalarından etkilenerek okuyacağı kitapları seçiyor artık insanlar...
Postmodernizmin, insanların kafalarını deforme etmesi sayesinde, ucuz edebiyat, satılmış edebiyat ulaşması gereken hedefe çoktan ulaştı.
Medyanın yaptığı bu deformasyon sayesinde, faydasız sanatlar ile gereksiz bilgiler de türedikçe türedi. Dergicilik, edebi yayıncılık, kaliteli eğitim ortadan kalktı. Bunun sonucunda da; böyle hayatı sorgulamayan, hayal gücü olmayan, gerçeği bulamayan nesiller yetişti.
Yaşadığımız toplumdaki; duygusuz, sanatsız ve kültürsüz bireyler de bu doyumsuz canavar ile yozlaşmış sistemin ürünüdür.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ABUZİTTİN, “NASIL İLETİŞİM KURUYORUZ?” SORUSUNDAN YOLA ÇIKARAK, NEREYE VARDI?
Ula kızanlar haçan “iletişim” deyünce sadece çen çen çene çalmak anlaşılmamalı da! Bu işin “beden dili” denilen kısmı da var! “Hooop len, ellerini kollarını sallama öööle, bi çakarım oturursun kıç üstü” mesela! “Bakışlar” devreye girebülür. “Efemüsün lan!”
Bakın ses tonu ve duruşu da iyi ayarlamak gerekir. Yani uzun lafın kısası çene çalmadan da iletişim kurarız. Sözsüz mesajlarımız da tıpkı sözlü mesajlar gibi iki yönlü gider, gelirler.
Araştırmalara göre yüzdeki seksen adale, yedi binden fazla yüz ifadesini yaratabilmekteymiş.
Birisinin mutlu, üzüntülü ya da korkmuş olup olmadığını yüzüne bakarak anlayabilirmişiz. Sözsüz iletişim hakkındaki en güç konulardan biriymiş bu yüz ifadeleri.
Çünküm, erken yaşlardan itibaren, yüzümüzün bizi ele verebileceği öğretildiğinden birçok zat-ı muhterem, özellikle “yönetici” sınıfından olanlar, içinde bulundukları duygusal duruma aldırmaksızın yüzlerini dondurarak kalıp maskeler kullanırlarmış.....
SİZ MESAJSINIZ!
Herkes ne halt ederse etsin kendi kendisinin mesajıdır. Farkındaysanız, birisiyle iletişimde bulunduğumuz zaman, mesajı oluşturan, sadece dilimizden dökülen laflar değildir.
Bakışlarınızla, güleç ya da somurtkan yüzünüzle, sallayıp durduğunuz elleriniz ve kollarınızla, ses tonunuzun şiddeti ve yoğunluğuyla, cümlelerinizdeki kararlılığınız, espri anlayışınız ve benzeri pek çok şeyle karşınızdaki kişiye “ulaaa, bu nasıl bir ademdir da!” dedirtecek işaretler gönderiyorsunuz.
Karşınızdaki zat sizden gelen bu sembollerle bombardımana uğruyor. Yani, iletişim sadece sözcüklerle değil, eş zamanlı olarak hem sembollerle ve hem de sözcüklerle kuruluyor!
İşte bu iletişim sırasında yaptığımız her şey, neyi temsil ettiğimiz ve mesajımızın ne olduğu, karşımızdaki kişilerin bizimle ilgili olarak nasıl bir yargıda bulunacaklarını belirliyor!
Bu şeylerin toplamı, bütün olarak “siz”i ortaya koyuyor ve karşınızdakilerin sizin hakkınızdaki duygularını ve size karşı tepkilerini biçimlendiriyor.
PEKİ BU NE DEMEK!
“Siz mesajsınız!” anlayışı, insanın kendisinin, yürüyen ve konuşan bir mesaj olduğunu kavramadıkça, pek çok önemli şeyi kaçırabileceği sonucuna varıyor.
Şunu bir iyi anlayalım istiyorum: Sizin ilettiğiniz diğer mesajlarınızla uyum halinde olmadıkça, ağzınızdan çıkan kelimeler kendi başlarına çok da anlamlı değildir.
İstediğiniz kadar; “Ulaa Esat geliyorum haaa!” deyiniz. Karşı taraf bıyık altından gülerek
“Arkana almadan Coni’nin ayısını, gördün mü rüyanda teyzenin dayısını, ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın!” diyecektir mesela!
Pekiii, bir şeyleri elde etmek isteyen ve mutlaka bu hedefine ulaşmayı arzulayan bir zat-ı muhterem için bu anlattıklarımızın anlamı nedir?
İşte zurnanın zırt dediği yer tam da burasıdır! Çünkü bu sorunun cevabı doğrudan doğruya sizin şu ana kadar edinmiş olduğunuz “değerlerinizle” ilgilidir!
Yani, yukarıdaki soruya farklı “paradigmalar”, farklı farklı cevaplar vereceklerdir.
Olmaz olası “Amerikan tipi” kişisel gelişimcilere göre bunun anlamı şudur:
Sizin bütün kişiliğinizle verdiğiniz mesaj, hangi mesleği seçmiş olursanız olun, onlara göre “başarı” denen şeyi yakalayıp, yakalayamayacağınızı, yaptığınız iş her ne ise kariyer basamaklarında yükselip yükselemeyeceğinizi, özetle iş yaşamı cangılında kazanan mı yoksa kaybeden mi olacağınızı, zorunlu olarak rekabet ettiklerinizin paçalarından yapışarak onları aşağıya çekip çekemeyeceğinizi, size bahşedilen “görevlerin” üstesinden gelip gelemeyeceğinizi belirleyecektir.
Özetle denmektedir ki, “ya süper bir yıldız!” ya da kocamış bir ihtiyar olarak sadece evine nihayet bir şey alabilen “sıradan bir emekli” olacaksın! İşte ödülün o denli yüksek!
Bu paradigmaya göre; sizin için, “kendinizin” mesaj olduğunuzu ve mesajın, yaşamda istediğinizi elde edip etmeyeceğinizi belirlediğini kabul etmenin hayat memat meselesi olduğu iddia edilmektedir.
Her şey “Kazanan biri misiniz?” sorusuna “evet” cevabı verebilmek içindir.
Yani efeeem, örneğin “Bu düdük makarnasından Müdür filan olamaz kardeşim! Baksana, demokratik görünümlü zalim totaliter bir kafa yapısı yok bi kere bu herifte, yarın at şu bölümden sekiz on kişiyi işten dediğimizde önce kendi istifa eder bu hıyarın!”
PEKİ SİZ AÇ GÖZLÜ BİR YAMYAM MISINIZ?
Ancak bu olmaz olası “kişisel gelişimcilerin” Hıdır’ları kişisel geliştirmeye çalışırken, bilinçli olarak gözden kaçırdıkları çok önemli bir nokta var!
Bu nokta sizin “değerlerinizin” neler olduğu!
Sizin ”başarı” denilen şeye yaklaşımınızın ne olduğu ve de asıl önemli olan şeyin aslında sadece bu olduğu!
Sizin o güne kadar oluşmuş olan zihinsel şemalarınız, paradigmalarınız pekala; kendinize kariyer hedefleri koymayı, bir işte yükselmeyi öncelikleri arasında ilk sıraya yerleştirmeyen, parayı sadece bir değişim aracı olarak gören ve kendini parasal servet biriktirme hırsına kaptırmayan bir değerler sistemi içeriyor olabilir.
Dolayısıyla elbette belirleyici olan sizin değerler sisteminiz ve “başarı” konusundaki kavrayışınız, farkındalığınızdır.
O yüzden “bu dünyaya çıplak gelindiği gibi çıplak gidileceğinin” bilincine erebilmiş bir Adem ya da Havva olarak emekliliğinde sadece nihayet evine bir şeyler alabilen birisi olmak, ama örneğin bu arada da çalışma hayatı boyunca eş zamanlı olarak bir sivil toplum kuruluşunda toplumsal katma değer yaratmış ya da sanatsal uğraşlar içinde olmuş, örneğin bol bol güzel resimler yapmış bir insan olarak yaşamak sizin bilinçli seçiminiz olabilir.
Burada sorulması gereken çok temel bir soru bulunmaktadır. HANGİ BAŞARI?
Sizin kendi değerlerinize göre, kendi seçtiğiniz başarıya ulaşmanızdır önemli olan. Kalıp yargılara göre “başarı” sayılan şeyi yakalamanız değil!
Ben bana gönül rahatlığıyla “başardın oğlum” diyemiyorsam, eller ipi göğüsledin diye gazoz kapağından madalya taksalar n’olur, takmasalar n’olur!
Mesela senin için başarının asıl anlamı etrafında gördüğün içten mutluluk olabilir. Çok sevdiğin bir ailen, can dostların, sana gönülden bağlı olan, seni yenilmesi gereken bir rakip gibi görmeyen iş arkadaşların varsa, herhangi birinin yükselerek mevki, makam sahibi olduğunda duyduğu hazdan çok daha fazlasını, dostlarınla bomboş bir sahilde balık avlayıp, pişirip yiyerek yaşıyor olabilirsin!
Amerikan tipi çalışan haline getirilmiş bir birey değilsen, hiç kimse ile yarış içinde olman gerekmez. Toplumsal alanın bireysel alana öncelikli olduğunu düşünerek, “ya hep beraber, ya hiçbirimiz” felsefesine inanan bir insan olarak da kendi yaşam çizginde mutlu bir şekilde üreten, bir katma değer yaratan bir birey olarak yaşaman pekala mümkündür.
İşte bizler “68 Kuşağı” biraz böyleydik, “yarin yanağından gayrı” her şeyde hep beraber diyebildiğimiz için giderek büyük bir güce dönüşme yolunda ilerliyorduk. Ve onun içindir ki 1980 yılında üzerimizden bir silindir geçirerek ezdiler bizi!
Yapmasalardı kurulu düzeni tehdit eden bir güce dönüşme potansiyeli taşıyorduk çünkü!
Kerameti kendinden menkul “kişisel gelişim uzmanları”nın size “başarı” “başarı” diye yutturduklarının ne menem bir şey olduğunun farkına varmalısınız.
İş dünyası vahşi bir cangıl, siz de sürekli avlanmak zorunda olan bir avcı değilsiniz.
Kapitalizm ciddi bir kültürel/psikolojik yıkıma yol açtı ve kendimize yardım ya da kendimizi terbiye etme yetilerimizi yok etti!
Adı konmamış bir savaş var! Bizimle savaşıyorlar! Hepimizi “tam tüketici” yapmadan, doğal çevre dahil her şeyi tüketerek, “Başarı=daha çok tüketmek” metaforuna tapan toplumlar yaratmadan savaşı kazanamayacaklar! Bunu onlar da biliyor. Onlara göre yeryüzünde insanların bir tek tanrısı var: PARA!
Öyle bir toplum modeli yaratılmaya çalışılıyor ki, insanlar TV’de Afrika’daki bir açlık haberi ile herhangi bir tuvalet kağıdı reklamını aynı duygu durumu ile (duyarsızlıkla) izlemeye başladılar. Ancak şunu unutmayalım Afrika’da ki açlığı yokmuş gibi hissetmek, “Afrika Aç” gerçeğini değiştirmez.
Bir sistem yaratıldı ve bu sistem devamlılığını sağlamak için uslu çocuklar yetiştirmek zorunda.
Eğitim kurumlarıyla, dini felsefeleri ile yüksek çözünürlüklü ahlak öğretileriyle, güzel kıyafetleri ve konforlu koltuklarıyla bizlere sistemlerini anlattıkları bir kutu karşısında rahat rahat, ürettikleri sağlığa zararlı patates ya da mısır cipslerini yiyerek uykuya dalmamızı sağlıyorlar. Güzel bir masal her zaman uyutur!
Söyleyin bakalım; yapmacılıktan, bencillikten, kıskançlıktan ve kibirden yorgun düşmediniz mi? Üzüntüden, hüzünden, sinirden, stresten ve boşluk hissinden yeterince çekmediniz mi? Sizce bir şeyler yanlış değil mi?
Kendi var oluşunu anlamlandırabilen insanların dünyayı da anlamlandırabileceğini, kendi var oluşlarını ışıklandırabilenlerin dünyayı da ışıklandıracağını hatırda tutmalıyız...
Daha doğal, arkadaşça ve alçak gönüllü yaşamanın, sizi sınırlayan, kısırlaştıran ve kendinizi tanımanıza izin vermeyen şeylerin esaretiyle yaşamaktan daha önemli olduğunu düşünmüyor musunuz? Huzur ve bilginin, sadece sizin değil tüm insanların hakkı olduğunu fark etmelisiniz.
Her şeye rağmen, “Evet, ben mevki, makam, iktidar gücü ve çok para istiyorum!” diyebilirsiniz. Bu da sizin seçiminiz. Böyle ise “kişisel gelişim” tam da size göredir!
Buyrunuz, alınız ve tepe tepe kullanınız!
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Gündeme İlişkin Tespitler |
|
Suriye’nin kuzeyinde PKK unsurlarının denetimini arttırdığı bir dönemde Öcalan’ın sözde “geri çekilme” çağrısı, Türkiye’de silâhlı mücâdelenin yerine siyasî mücâdelenin konması; Suriye’nin kuzeyinde ise silâhlı mücâdeleye destek olunması arzusunu yansıtıyor. Sözde “çözüm süreci”, bölgede PKK’nın itibârını iyice arttırdı ve bölücülere cesâret verdi. Üstelik, Esad’ın da kendi idâresini sürdürme karşılığında Suriye’nin bölünmesi fikrine sıcak baktığı bilinmekte. Yâni, Irak’ın kuzeyinden sonra, şimdi Suriye’nin kuzeyi de PKK unsurlarının istilâsına sunulmuştur ve “Kuzey Suriye”nin işgâlinde PKK’nın en büyük yardımcısı RTE olmuştur.
Netanyahu’nun RTE’den özür dilemesi ise aslında, BOP bağlamında geliştirilen bir hamledir. ABD, İsrâil ve Türkiye bu yolla, Suriye ve İran’a karşı ortak bir cephe oluşturacak. Bunun anlamı, RTE yönetimindeki Türkiye’nin, Armagedon Savaşı’na hazırlanmasıdır. Suriye ve İran’ın bölgede önemli bir “tehdit” hâline geldiği bir dönemde ABD, iki yakın müttefîki arasında bir sorun olsun istemiyor. RTE’nin İsrâil’e yaklaşması, Ortadoğu halklarının safından uzaklaşması ve ABD’ye daha da etkin bir biçimde işbirlikçilik yapması demektir. Bugün bu özürü bir “zafer” olarak kutlayanlar, geçmişte mütâreke basınının yaptığını yapmakta; Türk milletinin çıkarlarını değil, emperyalizmin kazanımlarını savunmaktadır.
Seçim döneminde Obama’nın en ateşli savunucuları da yine bu besleme medyaydı. Obama’yı, “Müslümanların kurtarıcısı” olarak gördüler/gösterdiler. Fakat târihte, bir dış kuvvetin yardımıyla huzur, barış ve özgürlüğü tesis edebilmiş herhangi bir ülke yoktur. Obama, bozulan ABD-Ortadoğu ilişkilerini yeniden düzene sokmak için faaliyet gösteren Amerikan derin-devletinin bir projesidir. Ona amigoluk yapanlar, İslâm toplumlarının ABD tarafından daha güçlü bir biçimde esâret altına alınmasına aracılık etmektedir. ABD’de başkanlık seçimlerini kim kazanırsa kazansın, derin-devletin ve küresel kapitalizmin piyonu olmaktan kurtulamaz. RTE’nin başkanlık özlemleri için de aynı şey geçerlidir.
İdâm konusunu kafasındaki başkanlık sisteminde bir seçim vaadi olarak sunmaya çalışan RTE, Öcalan’ı ortadan kaldırıp Kürtlerin devlet başkanı olmaya çalışmıştır. Bunu yapmasının hukuken imkânsız olduğunu anladığında, sözde “çözüm süreci”ne ağırlık vermiş ve Öcalan’la sulh yolunu seçmiştir. Besleme medyada, açlık grevlerini sonlandırdığı için Öcalan’ın örgüt içinde itibârının arttığı şeklinde yazılar çıkmıştı. Öcalan’a yönelik bu sempatileri, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerine yönelik nefretin ve bastırılmış egolarının bir yansımasıdır. Açlık grevi yapanların “fedâkârlık”larını değil, MİT’ten aldığı tâlîmâtla bunları sonlandıran Öcalan’ı yüceltiler. Besleme medyanın aklı RTE’de, kalbi İmralı’dadır.
Türkiye Kürtlerini kendi yurtlarında “azınlık” olarak gören ve “azınlık hukuku”na tâbî kılmak isteyen RTE, Ortadoğu halklarının kurtuluşu için değil, BOP’un gerçekleşmesi için uğraşmaktadır. İsrâil, bölge halklarını esâret altına almak, yapamadığı durumlarda ise onları yok etmek için programlanmış bir savaş makinasıdır. Bölge halkları için asıl kurtuluş, tam bağımsızlıkla mümkündür. Besleme medya, BM’de Filistin karşıtı tutumu nedeniyle Obama’nın gerçek yüzünü anlamaktan hâlâ uzak bir konumdadır. İsrâil karşıtı politikaları “İslâm birliği” için zorunlu gören bu zevât, İsrâil’in emrindeki Obama yönetimine hayranlık içindedir. Bu zevâtın anlama kapasitesi, işte bu denli sığdır.
Besleme medya, “İsrâil’in meşrû savunma hakkı” konusunda Obama’nın sözlerini de duymazdan gelmektedir ve önemli olan, ABD’yi kimin yönettiği değil, hangi amaçla yönettiğidir. Suriye konusundaki savaş kışkırtıcı açıklamalarıyla RTE, bölgede yeni bir çatışma ortamının doğmasına neden olmuş ve İsrâil’in savaş yanlısı politikalarına katkı sağlamıştır. Obama da İsrâil’in yanındadır. Ülkemizde sürmekte olan terörle mücâdelenin başarısız olmasında payı olan ABD ve İsrâil, bölgede Türkiye’nin güçlenmesine izin vermeyecektir. Türkiye, bölgede gerçek bir model oluşturmak istiyorsa, bunu ancak Kemalist geçmişine sâhip çıkarak yapabilir. Millî ekonomi, millî kültür ve millî devlet ilkelerini kurumsallaştıramazsak, bu sorunlar aşılamaz.
Filistin toprakları üzerinde hak iddiâ eden İsrâil’e karşı RTE, Filistinlilerin haklarını savunuyor; fakat, Bizans’ın vârisleri olduğunu iddiâ eden Fener Rum Patrikhânesi’ne karşı Türk milletinin çıkarlarını savunmuyor ve Partikhâne’ye, Lozan hükümlerine de aykırı bir statü tanıyor. Türk milleti, binlerce yıllık devlet geleneğinin en ibretlik yönetimiyle karşı karşıyadır. Başkanlık sistemine geçmek için RTE, her türlü popülizme başvurmaktadır. Davos zirvesinde, İsrâil’e “Öldürmeyeceksin!” buyruğunu hatırlatmıştı; ancak, oylarını arttırmak için idâmı savunmaktan geri durmuyor. Popülizm, işte tam da budur; halkın desteğini almak için ölümlere karşı çıkanlar, günü geldiğinde halkın desteğini almak için bu kez öldürme eylemini savunurlar.
Teröristlerle kucaklaşan milletvekîllerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için elinden geleni yapan RTE, teröristbaşıyla müzâkere yapılmasını sağlayarak devletin itibârını zedeledi, örgütü muhatap alarak onlara siyasî meşrûiyet sağladı. PKK, Batı emperyalizmi ve Ortadoğu’daki hasım devletlerin Truva atıdır; AKP ve BDP arasındaki yarış ise bu atın eyerini ele geçirme yarışıdır. Atın gözleri bağlıdır, kırbaç ise dış güçlerin elindedir. AKP veya BDP’ye oy verenler, bu atı besleyenlerdir. Büyük Türk milleti, bu atı ve üzerindekileri etkisiz hâle getirebilecek güçtedir. Bu at, Fırat’ın doğusuna geçemeden er ya da geç boğulacaktır. Üzerinde oturanların âkıbetine ise târih karar verecektir.
Sözde “çözüm süreci” içinde örgütün en büyük kazanımlarından biri, 21 Mart’ı “PKK bayramı” olarak kutlamaya başlamalarıdır ve bunun tek sorumlusu, örgütü yeniden dirilten RTE’dir. Meclis konuşmasında Mehmet Âkif’in “Ebedîyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” dizesini dile getirmekten çekinmeyen RTE, Türk milliyetçiliğini Kürt faşizmiyle aynı kefeye koymuştur. Sözlerine her defâsında “aziz milletim” diye başlayan RTE, kendi milletinin Türk olduğunu söyleyememekte ve tüm İslâm âlemini, eski Osmanlı millet sistemindeki gibi tek bir millet olarak; kendisini de tüm Müslümanların tek lîderi olarak kabûl etmektedir. Sırtını ABD’ye dayayan RTE’nin, Türk milletinin çıkarlarını savunmak gibi bir derdi yoktur.
Böyle bir ortamda BDP’lilerin Karadeniz’de yapmaya çalıştıkları provokasyonlar karşısında meşrû direniş haklarını kullanan yurttaşlarımız, Türk milletinin hislerine tercüman olmuştur. Bu olayların yarattığı infiâlin etkisiyle PKK’nın siyasî temsilcileri, belediye başkanı aleyhine çirkin sözler sarf etmişlerdir. Kendi zekâ seviyesi ‘Kürdistan’ kelimesinin harfleri kadar bile olmayan bir zat, başkasının zekâ seviyesi hakkında yorum yapamaz. Bilmelidirler ki ‘Kürdistan’, Cehennem’de bir sokak ismidir ve Kürt faşizmi, büyük Türk milletinin demir yumruğunu er ya da geç tepelerinde bulacaktır.
98 yıl önce Çanakkale’de büyük Türk milleti, emperyalizme meydan okumuş ve tüm mazlum milletlere örnek olmuştur. Çanakkale’den alacağımız ders şudur ki, etnik gurur yoktur, millî gurur vardır. O gurur, büyük Türk milletinin bir üyesi olmaktır. Etnik kimlik de yoktur, millî bilinç vardır. O bilinç, birlikte yaşama irâdesidir. Bir ırkın hakkını savunmak ırkçılıktır. Dolayısıyla, “Kürt sorunu”ndan yakınmak, “Kürt faşizmi”ne hizmet etmektir. Türkiye’de “Kürt sorunu” yoktur, genel bir demokrasi sorunu vardır. Bu sorunun çözümü ise millî demokratik devrimdir. Türkiye Kürtleri, en az Ziyâ Gökâlp kadar Türk milliyetçisi olmalıdır. Türkçülüğün Esasları’nı bir Kürt yazmıştır, “Kürtçülüğün esasları” ise ABD ve İsrâil tarafından yazılmaktadır.
Kürt faşizminin Amerika’ya olan sempatisinin en önemli nedenlerinden biri, ABD’nin “kozmopolit” yapısından gelir; farklı etnik kökenden insanların “ortak bir yaşama kültürü” içinde nasıl yaşayabildiklerine örnek olarak ABD’yi gösterirler. Oysa, küresel kapitalist sistemin merkezi olan ABD’de farklı etnik unsurlar, kapitalizmin oluşturduğu değer yargıları sistemi içinde yaşamlarını sürdürür. Kapitalizmin özü ise emek hırsızlığıdır ve ABD hükümeti, dünyâ halklarını sömürerek kendi ülkesinde zenginlik artışını sağlama mantığıyla hareket eder. Kürt faşizmi, “Kürtlere özgürlük”(!) istemiyor; Türk milletini kendileri gibi emperyalizmin uşağı hâline getirmek istiyor. Küresel kapitalizmin hizmetindeki bir sistemde özgürlük, efendilere itaat özgürlüğüdür.
Açlık grevine tâlîmâtla katılan Kürt faşistleri, karınlarını özgürlük hayâlleriyle doyursalar bile, gerçek anlamda özgür değillerdir ve olamazlar da. AKP’nin 2023 hedefi, Kürtleri “Büyük Ortadoğu”da piyon olarak kullanmak, Alevîleri Sünnîleştirmek, ekonomiyi ve dış politikayı AB(D)’ye teslîm etmektir. Öyle ki, bir yandan İmralı’yla müzâkere yapılırken, bir yandan da Pâris’te öldürülen PKK’lılar için neredeyse yas ilân etme noktasına gelinmiştir. RTE’nin kafasındaki sistem, aslında başkanlık sistemi de değil, “siyâset-i sultâniye” sistemidir; yasama, yürütme ve yargı yetkilerini RTE, kendi elinde toplamayı amaçlamaktadır. Eski siyâset-i sultâniye sistemine son veren büyük Türk milleti, RTE’nin bu çabasıyla mücâdele edebilecek güçtedir.
Araplar da aynı dîne inanıyor; fakat hiçbir zaman, tek bir devlet çatısı altında örgütlenemediler. Aynı dinden olmak, farklı etnik unsurlar arasında ise birlik ve berâberliği hiç sağlayamaz. İnsanlar arasındaki en güçlü birlik, ortak çıkar bağlarını kurmaktan geçer; bunun yolu da ekonomi-politiktir. Kendisine “sol” diyen siyasî partiler de kimlikler üzerinden siyâset üretmekten veya bu siyâsetleri üretenlere destek olup onlara kredi açmaktan vazgeçmeli ve ekonomi-politik temelli çözüm önerileri geliştirmelidir. Türkiye’de “Kürt sorunu” yoktur, genel bir demokrasi sorunu vardır. Bu sorunu, ekonomi-politiğin kurallarına uygun bir biçimde, millî demokratik devrimle çözebiliriz.
Alt-yapıda büyük sermâye ve toprak ağalarının hegemonyasını kırdığımızda, üst-yapıda demokrasiyi de kurumsallaştırmış olacağız. Bundan farklı bir “çözüm”, Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılmasıyla sonuçlanır. Dahası, askerin siyâseten kutuplaşması, askere yönelik siyasî tutuklamalar, devletin parçalanma nedenleri arasındadır. Ne İskender, ne Cengiz Han, ne de Osmanlı, bunun önüne geçemedi. RTE, Ergenekon tertîbiyle üst kademeyi tasfiye ederek kendi adamlarını yerleştirdi; şimdi bütün kışlaları ele geçirmek istiyor; ama, Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasıyla aynı şeydir bu. Yâni Ergenekon tertîbi, RTE’nin “Mondros açılımı”dır. Şehit ailelerinin acılarını sömüren RTE’ye, Türk milletinin “one minute” deme vakti gelmiştir.
İmdi Aristoteles, krallığın bozuk şekline tiranlık, aristokrasinin bozuk şekline oligarşi, cumhuriyetin bozuk şekline ise demokrasi der. Bizim için, Kemalist Cumhuriyet’in bozuk şekli, RTE isimli bir tiranın, muhafazakâr-liberal oligarşiye dayalı cici demokrasisidir. Târih boyunca, çok sayıda diktatör gelip geçmiştir; ama, ülkelerini “güven” içinde yönetebilen bir diktatör aslâ gelmemiştir. Yeni füzeleri RTE, evinin balkonuna yerleştirsin! Belki bu yolla, ona buna sataşıp ABD’nin eteklerine yapışmaya; güvenlik endişesini tatmin etmek için düşmanlarını daha da kızıştırıp “dost”larından daha fazla yardım beklemeye ara verir!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
SÖZ! DIŞARI ÇIKMA SAATİ
Söz! dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Söz! dışarı çıkma saati. İşte gong.
Uçtu güneş-karga. Ateşte
ve taşta gong. Tutuşmuş çizmelerini
sıyırdı bir gölge ve bulutlara
astı kılıcını. Bu saat
dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Söz! öfkeni giy bacağına. Al çividen
kırbacını. İşte hergünkü
biçimleri gizemli bir el
sildi göz önünden parıltısıyla. Artık
dışarı çıkma saati. İşte yollarda
aynı kalıba dökülmüş yüz ayak, aynı
ipe geçirilmiş yüz kol koşmada
günlük sofrasına zırvanın. Artık
dışarı çıkma saati. İşte yollarda
birbirini çiğneyip çığrışır sesler
çekirgeler gibi sıçrayıp... İşte
kızıl bir ipliğe gelişigüzel dizilmiş
gözler sallanıyor havada, amaçsız bir el
evden ev kor gezdirirken
ve yıkıntı ve çığlık ve kül... Alçalan kuyu
ve yükselen baca üstüne şimdi
kapanıyor büyük bir çene
ve çıplak ağacından günlük edimlerin, kimbilir,
kopup savruluyor kimlerin yüzü.
Söz! dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Söz! giyin üstünü. Koy cebine
çıplak çeliğini hıncının.
Çiğne eski biçimleri bir bir ökçenle.
Resmini duvardan al aşağı tanrının. İndir
çağdaş yalvaçları çivilerinden. At
başını bir yana, gövdesini bir yana
bütün edebiyatın. Saat
dışarı çıkma saati. Fırla öfkenle
ölü yüzlerinden yapılma serin çarşaflar
üzerinde geviş getiren kente.
Söz! dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Bir sarnıça sonsuz hunilerden akıyor akşam...
Akıyor akşam... Akıyor akşam ve alarm.
Kızıl dilleri dışarda lambalar koşuşuyor
alanlarda. Savuruyor ölü göğün kâğıtlarını
minareler. Ve rıhtımlara
ağır sandıklara boşaltıyor karanlığı
vinçler, ağır çatırtılarla... Alarm!...
Ve süzülüp indi çatılara son peygamberi
felâketin bir büyük karga.
Söz! dışarı çıkma saati. Giyin üstünü.
Sait MADEN
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|