|
|
|
Editör'den : Dağlarına Ak-Tivist inmiş memleketimin!.. |
Bir utandım, bir utandım ki sormayın. Yerin dibine geçtim. Kendim için, memleketim için, yetmiş küsur milyon vatandaş için utandım da utandım. Niye mi? Sormayın, söyleyemem, dilim dönmüyor konuşamıyorum. Oysa altı üstü bir sayı. Bir üç beş gibi, ama ne siz sorun ne ben söyleyeyim.
Onlarca yıldır anamızı belleyen, bizi kahreden, memleketimizi üç kuruşa muhtaç, anaları göz pınarları kurumuş hale getiren o mikrop, altı üstü, önü arkası, sağı solu, hepi topu "800" müş. Yazıyla sekizyüz, rakamla 800. Yanında bin, milyon, vesaire yok. Yekten 800. Binlerce şehidin, yakılan yıkılan memleket envanterinin tek müsebbibi bu 800 ak-teröristmiş.
Dünün kanlı teröristi, bugünün papatyalı aktivisti 800 çapulcu, 250 bin Türk askerine bedelmiş te haberimiz olmamış. Bu 800 tane it, elde mavzerleri, geldikleri gibi, tıpış tıpış gideceklermiş ve benim memleketimde savaş bitecek, barış huzur gelecekmiş. Yemeyin ulan bizi. Size Kadir inanır belki ama beni kandıramazsınız.
Sahip olduğu yalaka medya gücüyle, yediği her naneyi "böf straganof" kıvamına getirmeyi beceren Tayyip ve ekibinin allayıp pullaması, İmralı'ya uzatılan ele mal bulmuş mağribi gibi sarılan terörbaşının inayeti ile Kandil'de sergilenen çadır tiyatrosunu ibretle seyrettim. Türkiye'de bir askeri kışlaya girerken kazara üstü aransa yaygaranın azametlisini çıkarmaktan geri kalmayacak "gazeteci"ler, tek sıra halinde el yordamı ile aranmaya, değil ses çıkarmak, kıllarını bile kıpırdatmadılar. Adı gibi yılan bir karanın altı maddelik deklarasyonunu dinlemek için koştura koştura gittiler, bir neşe, bir sevinç ayakları kıçlarını döve döve döndüler. "Çekilme 8 Mayıs'ta başlayacak." "Ne zaman biteceğine onlar karar verecek." "Silah bırakılmayacak, en ufak bir engelde aynen cevap verilecek." "Anayasa illa ki değişecek, 800 silahlı itin memleket topraklarını terketmesine karşılık, 70 milyon insan Türk olmaktan vazgeçecek, T.C. literatürden çıkarılacak, milli bayramlar kuşa dönecek, elinde bayrak göğsünde Atatürk taşıyan, terörist, elde kaleş ayakta mekap olan, aktivisit ilan edilecek." Allahınızdan korkun be aymazlar sürüsü.
Aynı saatlerde, Anayasa'ya riayet edilip edilmediğini denetlemekle görevli Anayasa Mahkemesi'nin hukuktan bihaber başkanı Kılıç, Tayyip ve Noter Bey'e La Fontaine'den masallar okuyor. Yeni anayasada tek gözetilmesi gereken "İnsanlık onuruymuş." Aman ne cafcaflı söz. Altını doldur desen anca kendi altına doldurur. Nedir insanlık onurundan anladığın diye sorsak ne der acaba? "Tayyibi kızdırmayın, onuruyla oynamayın." "O ne derse doğrudur, ne yaparsa haktır." Kılıç Başkan devam ediyor; "Kimse hukuktan üstün değildir. Her kim olursa, her ne makamda olursa olsun hesap sorulur." Büyük lokma ye büyük söz söyleme Kılıç. Sen bu lafları ederken, memleketin çivisi çıkacak, mevcut Anayasa ayaklar altına alınacak, 40 yıl bu memlekete vatan savunması için hizmet etmişler terörist damgasıyla hapislerde çürürken, çoluk çocuk, genç, yaşlı, asker, sivil demeden herkesin kanına giren bir avuç, 800 adet, aktivist-it elini kolunu sallaya sallaya memleketten çıkacak ve sen burada insanlık onurundan söz edeceksin. Allah aşkına, nerede o onur? Nerede o şeref?
Tüm bu gelişmelerin en büyük ve en cilalı argümanı ne? Barış gelecek, dertler bitecek. En ufak bir soru işaretine de tahammül yok. Sorgulayanlar zaten düşünebilenler. Sorgulamayanların düşünmeye mecali yok. Barış denilen şey sanki 800 itin ülkeyi silah bırakmadan terketmesi. Yaz tatilinde semirip sonbaharda yeniden dönmeyeceklerinin garantisi var mı? Yok. Bu memleketi terkedenler nereye gidecekler? "Güney Kürdistan"'a, dikkatinizi çekerim yılanın başı, "Güney Kürdistan'a çekileceğiz." diyor. Gösterdiği yer Kuzey Irak. Kuzey Irak Güneyse, bunun kuzeyi neresi? Türkiye'nin Doğusu, Güney Doğusu. Peki ey barış rüyaları gören düşünmesi yasaklanmış halkım, sen razı mısın memleketini parçalatmaya? Razıysan mesele yok, belanı elbet bulursun. Ama eğer değilsen, bugün barış diye diye peşine takıldıkların, sana yol su elektrik olarak öyle bir geri döner ki, oturacak yerlerinin acısından ayakta kalmaya mecbur olursun.
Tayyip bir de yeni fetva vermiş, sağolsun. "Milli içkimiz ayrandır." demiş. Karşı çıktığı şey ise alkol diyerek aşağıladığı Rakı. Sen Kandil'de ayran içip pide yemeye devam et, bırak rakı biz adamlara kalsın.
"...
RAKI !!!
Bu meret öyle bir merettir ki, acıyla içilir, tatlıyla içilir,
neşeyle içilir, ağlayarak içilir, kavunla içilir, peynirle içilir,
ikisi beraber çok güzel içilir yemekle içilir, mezeyle içilir, suyla içilir,
susuz içilir, sodayla içilir, şalgamla içilir.
Ama işte,bir tek salakla içilmez...
Nazım Hikmet RAN"
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ANARŞİK MASAL |
|
Çok uzaklarda, okyanusların bittiği yerde küçük bir ülke varmış. Bütün insanları zeki, kurnaz ve çevikmiş. Bu ülkede yapılan hiçbir iyilik cezasız kalmazmış. Her şeye rağmen gözünü budaktan sakınmayan, boynunu darağacına uzatan onlarca korkusuz insan çıkmış. İyilik yap denize at. Balık bilmezse halik bilir demişler. Halik değil ama o ülkede yaşayan insanlar çok unutkanmış. Bunu havasına, suyuna, toprağına, güneşine bağlayanlar çokmuş. Ama kimse gerçek nedeni bilmiyormuş. Ülkeyi yönetenler halkın bu özelliğini çok seviyorlarmış. Her on yılda bir ülkenin tarihini canlarının istediği gibi temize çekip yeniden kurguluyorlarmış. Her on yılda bir okullar, programlar ve ders kitapları değişiyormuş. Önceki kitaplarda kahraman olarak anılanlar hain, hain olarak yazılanlar kahraman oluveriyormuş.
Onların sürekli yoldan çıkmaya meyilli demokrasileri varmış. Askerler on yılda bir gelip gelip yoldan çıkan düzeni yeniden rayına oturtuyorlarmış. On binlerce genç işkenceden geçirilip, binlercesi öldürüldükten sonra ülkeye yeniden refah ve huzur havası hakim olabiliyormuş. Bunlardan bir tanesi bütün tahminlerin, bütün hesapların ötesine geçmiş. Ülkede birden fazla siyasi görüş olmasının kargaşa yarattığına karar vermişler. İşte bu soruna çare bulmak için kökü dışarıda, bölücü ve yıkıcı fikirlerin (solculuğun) kökünün kazınması gerekiyormuş. Bütün kitaplar toplatılmış, gazete ve dergiler kapatılmış, bütün dernekler yasaklanmış, filmler gösterimden kaldırılmış. Hatta türküler, şarkılar bile yasaklanmış. Bölücü Memurlar, öğretmenler, üniversite öğretim görevlileri işinden atılmış. Kapsamlı bir çalışma yapmak çok yorucuymuş. Fedakârca gündüz demeden, gece demeden çalışmışlar. Dış mihraklar, bölücüler ve vatan hainleri iftira atmayı, güneşi balçıkla sıvamayı marifet sayarlarmış. Yürekleri vatan hasretiyle çarpan askerleri karalamak için her türlü yalanı söylemişler. Hepsi birer birer ele geçirilip başları ezilmiş. (Gözaltına alınanlar: 650 bin, Fişlenenler: 1 milyon 683 bin, Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılananlar: 230 bin, Yargılanan solcular: 98 bin 404, Hüküm giyen solcular: 21 bin 764, İşkencede ölenler: 171, Kuşkulu ölümler : 144, Açlık grevinde ölenler : 14, Kaçarken vurulanlar : 16, "Çatışmada" öldürülenler : 74, Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı) Kendi çocukları katledilirken bile insanlar askerleri alkışlıyormuş. Onlar olmasa kim düzeni sağlayacakmış? Kadı kızının bile kusuru varmış. Askerlerin de ufak tefek kusurları olabilirmiş. Bazen kurunun yanında yaş da yanabilirmiş. Masal bu ya ölen öldüğüyle, yiten yittiği ile kalıyormuş. Gökten üç elma düşüyormuş. Elmalardan yana talihliler hep aynı kişiler oluyormuş. Kerevete de hep onlar çıkıp mürüvvetlerine hep onlar eriyorlarmış.
Kötülüğün kökü kazınınca ortaya bir sandık ve taze bir demokrasi konmuş. Ülkenin her yanında mitingler düzenlenmiş. Ayetler, hadisler söylenmiş. Yüzlerce hatta binlerce heykel dikilmiş. Onlar söylemiş, halk dinlemiş, insanların gözü gönlü açılmış. Her yerde yazılmasına söylenmesine karşın bir tek dış mihraklar hiçbir yerde bulunamamış. Belli ki çok iyi gizlenmiş. Sandıktan askerlere sevgi, hürmet ve demokrasi çıkmış. Ortalık güllük gülistanlık oluvermiş. Genç kurbanlarının taze etini dişlemekten mutlu tanrılar ülkenin fedakâr yöneticilerini baş tacı etmişler. Onlara dünyanın öteki ülkelerinden toplayıp borç paralar vermişler. Yeniden huzur ve güven ortamı tesis edilince bet bereket ülkeye geri gelmiş. Yabancı sermaye oluk oluk akmış.
Askerler yönetimi tonton bir adama vermişler. Bu uzak ve cennet ülke parlak ve ışıltılı günlerine kavuşmuş. Yetmiş sente muhtaç olduğu günler geride kalmış. Şeyhi, şıhı olmayanın şeytanı bol olurmuş. Şeytanla arasına mesafe koyan maneviyatı güçlü yöneticiler üç yıl sonra yeniden iktidara gelmişler. Artık işçiler grev yapamıyor, öğrenciler miting düzenleyemiyor, dernekler eskisi gibi baş ağrıtamıyormuş. Birlik, dirlik bereket varmış. Ülkeye gökten para yağıyormuş. İsteyen renkli televizyon, isteyen telefon, isteyen dilediği ülkenin parasını bile atın alabiliyormuş. Hayali ihracatlar, banker iflasları, dümenden ihaleler bile insanların keyfini kaçıramıyormuş. Yiyorlar ama çok iş yapıyorlarmış. İşte o günlerden sonra bu ülkede kimse rüşvete, yolsuzluğa, akraba, eş dost kayırmasına, torpille iş yaptırmaya kötü gözle bakmamaya başlamış. Ne de olsa İş bilenin, kılıç kuşananınmış… Dünya kırk kaplı bir kazan, sen de bir kulpundan tut, sen de kazan. Su akarken küpünü doldurmaya bak. Bu fırsat her zaman ele geçmez. Gözünü aç, efendi hap yap para kap.
Ülke hem maneviyatı yüksek, hem de yabancı ülkelerde derin tahsil yapmış çok bilgili uzmanlar tarafından yönetiliyormuş. Çiğ köfteli, viskili eğlenceler düzenlemek ve katılmak modaymış. Bütün kadınlar papatya olmak için yarışıyorlarmış. Papatyaların en beyazları ile tonton adamın karısının gözüne girenleri birkaç yıl içinde zengin oluveriyormuş. Talih kuşu hiç yere konmuyormuş. Tonton başkan ne olacak bu memleketin hali kederiyle uykusunun kaçtığı bir gece “özelleştirme” adında değerli bir maden keşfedivermiş. Ülkenin yıllar yılı ışıldayan keline merhem bulunuvermiş.
Çok uzaklarda okyanusların sonsuzluğa döküldüğü çağlayanın kıyısında cennet kadar güzel küçük bir ülke varmış. Ekmek ve tuz ve ballı incirler herkese yetmese bile çeşmelerinden şakır şakır sular akarmış. Ama yine de yaşayanlar hiç mutlu değilmiş. Devlet büyüklerine sözlerine bakılırsa insanları rahat dürtüyormuş. İsteyene özel hastane, özel okul, özel otomobil, özel şoför, özel rezidanslar, lüks siteler, yedi yıldızlı oteller hatta özel hapishane bile varmış. Ben bu kadar abartmayayım diyorsan isteyene gecekondu, yoksulluk ve işsizlik de bedavaymış.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Bayramları vardı çocukların... |
|
Seviniiin küçükler, övünüüün büyükler, 23 Nisan kutlu olsun...
Şarkıları vardı, sözleri yüreklere dokunan..
Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan...
Şiirleri vardı, dizeleri soluk soluğa okunan..
* * * * *
Bayramları vardı çocukların...
Dünyada bayram çoktu ama bu bayramın dünyada bir başka örneği yoktu.
Çocuklarımızın gösterilerini izlerdik; stadyumlarda, açık alanlarda gururla..
Dedikleri; “Guru gürültü, nasıl kutlanır göstereceğiz az dur hele..!”
Çocuklarımız şimdi AaVeMe’li alanlarda; nasılsa her mahallede, gani gırla..
Verdikleri; “Bir elinde balon harala, diğer elinde fast-food gürele..”
Çaldılar çocukların elinden bayramlarını...
Çocuklar öksüz kaldı...
Çocukları vardı bayramların...
Şekerleri, balonları çoktu ama bayramın çocuklara armağan edileni yoktu.
Tüm dünya çocuklarının renkli gösterilerini izlerdik; siyah-beyaz zamandan beri..
Dedikleri; “4 çarpı 4 çarpı 4 ile çağ atladık; az burnunuz sürtülsün..”
Madem çocuklarımız teknolojide, akılda ileri; varsın eğitimde, okulda kalsın geri..
Verdikleri; “Önü tablet PiSi; gözü feysden acep bugün kim dürtülsün..?”
Aldılar bayramların fiilinden çocuklarını...
Bayramlar göksüz kaldı...
Bayramları kutlu olurdu çocukların...
Küçük gözleri, mutluluk dolu yürekleriyle kutlamak isterlerdi bu en güzel günlerini.
Onların heyecanıyla bizler de kıpır kıpır; bayram coşkusu asla ertelenmezdi..
Dedikleri; “Bayrak yasak, çelenk tutsak; herkes kapalı alana sürüklensin..”
Memleketin öncüsü olan öğretmenler; yürüyüş yasak diye tutanağa yeltenmezdi..
Verdikleri; “Elde android cep tel; tivitıra ıvır, yutuba zıvır fotolar yüklensin..”
Sıyırdılar çocukların gözünden bayramlarını...
Çocuklar mutsuz kaldı...
Çocukları mutlu olurdu bayramların...
Erkenden kalkıp, heyecanla giyinirlerdi çocuklar bu anlamlı bayramlarına.
Anlatacak ne çok konusu olurdu çocukların, o Bayram gününde yaşananlara dair..
Dedikleri; “Kutlanacak daha akil işler var; masallarıyla millet uyutuldu..”
Henüz tersi yazılmadı, “Ulusal Egemenlik” gününü kutlayan, kaşınanlara dair..
Verdikleri; “Bu sene de Çocuk Bayramı; eSeMeS arşivlerinde kurutuldu..”
Ayırdılar bayramların özünden çocuklarını...
Bayramlar umutsuz kaldı...
* * * * *
Sürünüüün küçükler, dövünüüün büyükler, 23 Nisan kutlu olsun...
Şarkıları doldu, “93 yıl” sonra bestesi çalınan..
Bugün 23 Nisan, meşe oluyor insan...
Şiirleri oldu, “odunun iyisi” diye alaya alınan..
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Kırmızı Topuklarla Rafting |
|
Derya, Ayşe ve ben saçlarını yeni kızıla boyayan Meral’i heyecanla dinliyoruz.
- Kızlar hadi rafting yapmaya gidelim. Gebze’de bir yer varmış. Girişte bir para ödüyormuşsun; rafting, yiyecek içecek dahilmiş. Çok eğlenceliymiş.
Ayşe elini havada sallayarak kıkırdadı:
-Ayyyy kıııız gidelim ama o da neymiş? Bafting mi ne?
-Rafting Ayşeciğim. Hızlı akan nehirde bir botun içinde oturup lunapark gibi salınacağız, dedi Meral.
-Ne zaman? diye sordum. Meral düşündü:
-Bu Pazar ben müsaidim.
-Tamam, ben de müsaidim, dedi Ayşe. Uzun zamandır yolculuk yapmayan Derya da heyecanlandı:
-Peki nasıl gideceğiz? Otobüsle mi?
-Bizim Cemal’e söyleyelim, arabasıyla bizi götürsün. Bir arayalım. Meral cep telefonunu çıkararak tuşlara bastı ve sonra saçlarını ensesine attırarak telefonu kulağına dayadı
-Cemal, ne haber?
-….
-İyiym ben de, ne olsun? Kızlarla oturuyoruz. Bu Pazar Gebze’ye rafting yapmaya gitmek istiyoruz, müsaitsen sen de gel?
-….
-Yol parasını sana veririz, merak etme, hem sen de eğlenirsin?
-….
-Gerçekten mi? Ay çok teşekkür ederim.
-….
-Pazar görüşürüz o zaman, öptüm. Meral telefonu kapatınca, çığlığı basıyor. Yaşasınnn, gidiyoruz kızlar!
Hepimiz heyecanlanıyoruz.
Pazar günü Yeşilpınar merkezinde cami yanında bekliyorum. Hemen arkamdan Meral geliyor. Eşofmanlarını giymiş, kızıl saçlarını atkuyruğu yapmış, ama her zamanki gibi makyajı abartılı. Gebze’den bahsederken önümüzde minibüs durdu. Minibüsten ineni görünce şaşırdık. O da ne? Bizim Ayşe, saçlarına fön çektirmiş, dar beyaz bluzun altına çiçekli mini bir etek giymiş, kırmızı topuklu ayakkabıları da ayağında. Kısa boyunu bu kırmızı topuklar uzun göstermişti. Oldukça büyük ve süslü çantasını sepet gibi koluna takmış, bize doğru geliyor. Makyaj da tam takır. Kırmızı rujlu dudakları ile bize gülümsedi. Meral dayanamayıp sesle güldü:
-Ayşe bu ne hal? Kız düğüne mi gidiyoruz, raftinge mi?
-Ay ne bileyim kızlar, canım süslenmek istedi. Merak etmeyin yanımda eşofmanım var! Ayşe hem şaşkın hem de mutlu. Kırmızı topuklarının ona raftingde şans getireceğine inanıyor. Başını sallayarak bize doğru bir adım attı:
-Kıskandınız mı kıııız beni? Hahahayt!
Bu laf curcunasında Derya karşı kaldırımda göründü. Herkes tamam ama Cemal ortalıkta yoktu. Meral yine o koca çantasını karıştırmaya başlayınca:
-Yine telefonunu bavulunda bulamıyor bu kız, diye takıldık.
Meral büyük çantasında telefonunu yakalayınca, dili dudağının sağ kenarında çıkışmış hain gülümsemeyle “yes” tuşuna bastı:
-Merhaba, Cemal, nerdesin seni bekliyoruz?
-……
-Yaaaa gerçekten mi? Çok üzüldüm, başın sağ olsun.
İşte bu sözler hepimize bir tokat gibi yapışıverdi, sabahın köründe yabancı bir semtin tepesinde kalakaldık. Anlamsız bakışlarla birbirimize baktık. Bu iş olmayacaktı. Meral telefonu kapattı:
-Kızlar gidemiyoruz, Cemal cenazeye gidiyormuş. Bir yerde kahvaltı yapıp eve dönelim.
-Ya ne demek iptal, ben ne zamandır rafting hayali kuruyorum? Ayşe olumsuz duruma itiraz etti.
-Ayşeciğim Gebze’ye gitmek çok zor olur şimdi, otogara falan gitmemiz gerekecek.
Derya iptale dünden razı gibi görünüyordu. Ayşe ise durduğu yerde kırmızı topuklarını yere vurarak söylendi:
-Gidelim, hadi bir taksi tutalım.
-Çok zaman kaybederiz, zor olur, dedi Meral.
-Evet gideceğiz, gitmekte Ayşe kararlıydı.
Ayşe fönlü saçlarını düzeltirken tırnaklarını kırmızıya boyadığını fark ettim. Süslü Ayşe ne olacak? Sonunda dayanamayarak Ayşe’nin tarafını tuttum:
-Konuşarak vakit kaybedeceğimize, hadi bir taksi tutup otogara gidelim.
Meral karşıdan gelen ilk taksiye el attı. Taksi durunca, mini etekli Ayşe’yi arkaya oturması için sessizce uyardık. Yoksa adamcağız o güzel dolgun bacaklara bakarken kaza yapar, otogara gitmek de rafting de yine hayal olurdu. Meral öne, Derya, Ayşe, ben arkaya oturduk. Radyoda arabesk müzik vardı. Şoför bizim sohbetimizi dinleyebilmek için müziğin sesini kıstı. Kara bıyıkları fırça gibiydi. Hepimizi aynadan süzdü, otogar ve sonrası yolculuğumuzu duyunca lafa karıştı.
-Otogar’dan Gebze’ye mi gideceğiniz?
-Evet! Gebze’ye.
-Ben götüriyem mi sizi?
Kızlarla birbirimize baktık, Meral:
-Olur, dedi, ne kadar istersin?
-250 tl gıdış donüş.
Kızlarla kafa sallayarak anlaştık, Cemal yerine kendimize bir başka şoför bulmuştuk. Şoförün adı Metin’di. Vanlıymış, on yıldır taksicilik yapıyormuş. Sohbet ederken birden bire arabadan horoz sesleri çıkmaya başladı. Hepimiz horoz sesine pür dikkat kesildik. Şoför cebinden çıkardığı takoz gibi telefonunun “yes” tuşuna basınca telefon zili olduğunu anladık.
-He, ne oldu?
….
-Men yoldayım, nereye mi gidiyem?
…..
-Garıları Gebzeye götüriyem?
Kızlarla birbirimize şaşkınlıkla bakıp, gülmemek için kendimizi zor tuttuk. Bu “garılar” da biz oluyorduk yani… Adam telefonu kapatınca karısı olduğunu söyledi. Sık sık ararmış,
-Benim garım gıskançtır, hep mi hep arar durur beni, dedi.
Gülüştük. Gebze’de rafting alanına geldiğimizde Ayşe mini eteği ve kırmızı topuklu ayakkabılarıyla herkesin dikkatini çekti. Hemen bir soyunma kabini bulduk. Rahat kıyafetlerimizi giydik. Şoför Metin, ortamı görünce o da heves etti:
-Ben de refting yapçam, dedi.
Ses çıkarmadık. Madem hevesliydi “katılsın adamcağız” dedik.
Şoför Metin soyunma kabininden çıkınca bizi gülme krizi sardı. Adam gömleğini çıkarmış, beyaz atleti ile kalmıştı. Atletinin göğüs kısmından orman gibi siyah kıllar fışkırıyordu. Orangutan görünüşlü bu adam, pantolonunu da çıkarmıştı, gri puantiyeli şortu kara orman bacaklarında dizlerine kadar iniyordu. Raftinge hazırlıksız olduğundan ayaklarındaki çorapları çıkarıp, siyah yumurta topuk ayakkabılarını arka kısmından çiğnemişti. Komik görüntüsüne gülen sadece biz değildik; rafting yapmaya gelen diğer kişiler de adamcağızın bu haline bakıp gülüyorlardı. Fakat Şoför Metinin umurunda değildi. O kendince “refting” yapma telaşındaydı ve çok mutluydu.
Can yeleklerini giyip hepimiz aynı bota bindik. Başımızda bize yön verecek görevli vardı. Ona “şef” dedik. Ayşe botun arka kısmına oturdu. Fönlü saçlarını toplamıştı, parmaklarındaki kırmızı ojeler ise güneşten parlıyordu. Sürekli sorular soruyordu:
-Şef, ne kadar sürecek bu rafting?
-7 km, birkaç saat.
-Neeee birkaç saat mi, ben açlıktan şimdiden öldüm, nasıl dayanacağım, krizim tutar?
Saçlarını ortadan ikiye ayırmış entel görünüşlü şef, cevap vermedi. Görevinin başındaydı, sadece işini yapıyordu. Ayşe ise soru sormaya devam ediyordu:
-Suyun derinliği ne kadar? Bu bot devrilir mi? Yaaaa kızlar, ben söylemedim size, yüzme bilmiyorum!
-Ben de çok bilmiyem, dedi Şoför Metin.
Ayşe şoföre yan yan baktı, aklından kesin şu düşünceler geçmişti: “Ne yani, bot batarsa sana sarılıp mı öleceğim? Hem de o kıllı göğsüne? Nehri boylayacaksam kırmızı topuklarıma sarılırım daha iyi!”
Bot hareket etti, işte şimdi macera başlamıştı. Herkes küreklerini sıkıca tutup, şefin verdiği direktifler doğrultusunda hareket ettiriyordu. Yorucuydu ama bir o kadar da eğlenceliydi. Nehrin yer yer deli akan sularında kürek çekmek gerekmiyordu. Gözlerim Ayşe’ye takıldı. Botun en arka tarafında, halatlara sıkıca tutunmuş etrafına bakıyordu. Gözlerinde su korkusu vardı. Bu hali ile küçük bir karıncaya benziyordu. Hemen bir hikaye uydurdum: “Ayşe küçük bir karınca, yaprağın üzerine çıkmış ve yaprak da bir nehrin üzerinde savrulup gidiyordu. Karınca Ayşe korkmuştu, suya düşerse boğulabilirdi. Siyah kırkayak ona yardım edemezdi, çünkü o da çok fazla yüzme bilmiyordu. Ayrıca karınca Ayşe’nin karnı çok açtı. Üzerinde durduğu yaprağı kıtır kıtır yemek istiyordu. Eğer yerse yapraktan düşer ve sulara gömülecekti. Bu yüzden yolculuğun biran önce bitmesini istiyordu.” Aslında bu hikaye doğruydu; çünkü Ayşe gerçekten çok acıkmıştı ve bot şefine daha ne kadar yolculuk olduğunu sorduğunda aldığı cevap karşısında daha da çok sinirlenmişti. Daha üç kilometre vardı. Şefe bir sürü söylendi durdu, sözlerinde kabalık da vardı. Ayşe ne dediğini bilmiyordu çünkü açlıktan aklı başından gitmişti.
Birden şef bağırdı, “dikkatli olun!” Küçük bir şelaleden geçecektik. Herkes küreğine sıkıca sarıldı ve halatları tuttu, akıntı çok hızlıydı. Ayşe bağırmaya başladı:
-İmdaaat, boğulacağım, daha çok gencim, kırmızı topuklu ayakkabılarımı daha yeni almıştıııım, onları giyemeden öleceğim!
Biz kızlar Ayşe’nin bu söylediklerine güldük. O ise çok ciddiydi, açtı, korkmuştu. Yolun azaldığını söyleyip onu sakinleştirdik.
Şelaleden botumuz balık gibi geçtiğinde çok heyecanlanmıştık. Çok keyifliydi. Daha sonra suların sakinleşmesiyle Ayşe de sakinleşti. Rafting turumuz bitmişti. Kıyıya yavaşça kürek çektik. Ayşe bağırıyordu:
-Kara göründüüüüüü, kara göründüüüüüü. Yemeeeeeekkkkkk…..
Gerçekten de kıyıda bizi bekleyen görevliler masalarda yiyecekleri hazırlamışlardı. Bot kıyıya çarptığında ilk önce Şoför Metin koca ayaklarını uzatarak bottan atladı. Birden ayağındaki yumurta topuk kundura fırlayıverdi. Tek ayakla zıplayarak ayakkabısının peşinden koşarken gülmekten koptuk. Gri puantiyeli şortunda çiçekler de olduğunu fark ettik. Önden Ayşe arakasında biz yemek hazırlanan masalara doğru gittik, yemeğin kokusu mis gibiydi. Hepimiz oturduk, Şoför Metin de masada bizimle beraberdi. Şoförümüzken raftingten sonra abimiz oluvermişti. Açlıktan yemeğimizi hiç konuşmadan yedik.
Yemek sonrası isteyen nehirde yüzebiliyordu. Biz Ayşe ile kıyıda kaldık, Meral ve Derya yüzdü. Bir de baktık ki Şoför Metin de yüzüyor, beyaz atletini çıkarmış, suda çırpınıp duruyor. Bir ara eşyalarının arasından gelen horoz seslerini duyunca hemen haber verdik:
-Metin abi, telefonun çalıyor.
Sudan hemen çıktı ellerini kurulayıp telefonunu açtı:
-Hee…sultan
…..
-Eyiiim, refting yapiyem men, yüziyem…
…..
-Reftin refting… Gapat gapat araycam seni…
Şöför Metin telefonunu kapatır kapatmaz şaldır şuldur nehre girdi, nehirden çıkmak istemedi.
-Hadi Metin abi, gitme vakti geldi, dedik.
-Yo, men yüziyem!
-Metin abi dönüş var, trafiğe takılmayalım…
-Peki peki geliyem.
Şoför Metin mutluydu. Belki de uzun zamandır şehrin kalabalığında, boğucu trafikten kurtulmuş, köyüne benzeyen bu yerde huzuru bulmuştu. Belki de çocukluğunu bulduğu için kendisine gülerek bakan gözlere bile aldırış etmemişti. Gözlerinde gerçekten bir çocuğun sevinci vardı. Fakat dönme vakti kaçınılmazdı. Arabaya bindiğimizde durgunluğunu hissettik. Çocukluğunu bıraktığı için üzülüyordu. Arabesk şarkılarla İstanbul’a tıngır mıngır gittik. Ayşe, ayağındaki kırmızı topukları, kırmızı mini eteği ile arabada keyiflenerek bizden yeniden raftinge gitme sözü aldı. Bu sözün içinde Şoför Metin’in horoz ötüşlü telefonunu rafting için aramak da vardı.
Ayşe Ata’ya armağanımdır…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran FERHAN USTA’NIN MASALI |
|
Oyun, Viyana kapılarındaki Osmanlı ordusu mehter takımının Mozart’a yazdırdığı Türk Marşı’yla başlıyor; karşımızda da, kimisi havada sallanan, Viyana sarayında yaşayanları canlandıran cansız kişiler.
Münir Özkul’un kendisine bıraktığı İsmail Dümbüllü kavuğunu devredecek kimse bulamayan sevgili Ferhan Şensoy Usta, son yaratısı Masal Müfettişi’ni oynuyor tarihsel Ses Tiyatrosu’nda. İnanılmaz birikimiyle yerli, yabancı bütün tarihleri; yerli yabancı bütün söylenceleri, masalları; yaşanmış, yaşanmakta olan bütün olayları iç içe yedirmiş gözümün bebeği.
Söz konusu masal olunca, bu dalın en büyük, en ünlü yazarı Lafontaine’in sahnede yer almaması düşünülemezdi elbet; Ferhan’ın yaratıcı kıvrak zekâsı, salt uzun kıvırcık saçlarından yola çıkarak, küresel sömürgecilerin yurdumuza dayattıkları kadın, yaşam, aydınlık düşmanı zindanı delik deşik etmek üzere, onu yetenekli bir kadın oyuncuya oynatıyor; o arada Fransız dilinin aşılmaz çelişkisiyle, kimi sözcüklerin dişi, kimilerinin erkek oluşuyla da dalgasını geçiyor.
Oyunda Lafontaine yer alır da, masalların unutulmaz, vazgeçilmez kahramanı Keloğlan bulunmaz mı? Üstelik, bütün masalsı düşleri tuz buz etmek üzere, hem Keloğlan’ı tombulca bir oğlan oynuyor, hem annesi de kel!
Sözlü, yazılı, müzikli bütün masalları temel kalıbı da yerli yerinde, tersine çevrilmiş olarak: Peri Padişahı’nın kızıyla evlenmek üzere yola çıkarılmış Keloğlan’ın yerine, çağdaş, yoksul bir kız, bir kahvede gördüğü, yalnızca cep telefonunun numarasını kaydetmeyi başardığı varlıklı mı varlıklı delikanlıyla evlenmeyi kafasına koymuş durumda. Oğlanın ailesiyle nasıl buluşacaklarını, delikanlıyı babasından nasıl isteyeceklerini, oyun izleyip görmenin gerekiyor.
Masallarımızın temel kişilerinden Dedem Korkut da sahnede elbet; dil ustası Ferhan Usta’nın ona da neler söyletip yaptırdığını belki birkaç kez görmeniz gerekiyor.
Anaerkil yumuşaklığın, sevecenliğin yerini ataerkil zorbalık, saçmalık alalı beri oba başı-yargılayıcı-kolluk gücü üçlüsünü nasıl unutabilirdi oyunumuz; kolluk gücünü, Nazi gibi giydirilmiş; henüz eli erkek eline değmemiş bir Hanım Müfettiş canlandırıyor.
Dediğim gibi, Ferhan Usta’nın daldan dala, ekinden ekine, masaldan masala atlayan sınır tanımaz beyni, anamalcı soygunun burgacında hızla KÜRESEL HARAKİRİ’ye doğru koşturulan dünyamızın acılarını, çelişkilerini, gülünç-acıklı olaylarını şiirsel bir dille yaşatıyor izleyiciye.
Ve ne güzel şey! İzleyici yaratılanının değerini hemen sezmiş: yıllardır ilk kez bu kadar dolu bulduk salonu, hem de çoğunlukla gençlerle; her başarılı çağrışımda, taşlamada alkışlar koptu.
Bu başarının elde edilmesinde en büyük pay her zamanki gibi oyunu yazan, sahneye koyan, yöneten Ferhan Şensoy’un.
Ona sahnede Serap Günaydın, Ali Çatalbaş, Pınar Alsan, Elif Duru, M.Ferhan Şensoy, Orkun Akyıldız eşlik ediyor.
Bezemle giysileri son derece başarılı olarak Derya Şensoy tasarlamış
Işığı Hüseyin Ulaş yönetiyor.
Uygulayıma Suat Tepe ile Erdinç Işıldak yardım etmiş
Sanata insanlar ‘güzel’ nitelemesini eklediler haklı olarak: yaşamı çekilir, güzel kılsın diye.
Canım Ferhan bunu en kusursuz yapanlardan biri ve ne mutlu ki bizim can dostumuz!
Dünyanın bütün vebalılarına inat, çok yaşa Ferhancım!
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ÖZGÜN ESERLER ÜRETEBİLMEK
Bolca sergi gezdiğim bir mevsimi geride bıraktım...
Yaz tatilinin gelmesiyle beraber, etkinliklerin azalacağını düşünmek, beni çok mutsuz etsede yapılacak hiçbir şey yok...
Bütün kışı, eve tıkılarak, geçirmektense yağlı boyalar, guaşlar, kolaj çalışmaları arasında geçirmek, en büyük zevklerimden biridir. Hele gezdiğim yer; Yapı Kredi ya da Pera’nın büyük bir salonuysa, deymeyin keyfime. Resmin karşına geçip saatlerce oturmak ve izlemek resmi…
Ressamın yaşadığı o dönemlere geri dönmek. Onun ruhundaki fırtınaları, onunla beraber duymak…
Özellikle, bu ressam, sanatının zirvesinde ki; Bir Frida, bir Dali ise daha bir keyif alıyor insan. O, ınternet sayfalarında gördüğünüz, ulaşamayacağınızı düşündüğünüz insan, bir an dokunacak kadar yakın oluveriyor size…
Batıda ki ressamların sanat alanındaki başarısını kabul etmeyen yoktur. Onlar, o zor yıllarda ellerindeki bütün imkanları kullanarak, bütün sıkıntıları aşarak para, yokluk, açlık, veba gibi sıkıntılar da bunlara dahil, bu eserleri üretmişlerdir.
Bunları düşününce, o eserlerin değeri daha da artıyor.
Yani, o insanlar bugünleri düşünmeden, bu salonlarda sergiler açabileceklerinin hayalini bile kurmadan, sadece sanat yapmak için bu eserleri üretmişlerdir. Para kazanmak ve ünlü olmak için değil! Sanırım, bugünkü toplumdaki en büyük hatalardan biri bu: bir an önce nasıl kestirmeden para kazanabilirim, nasıl ünlü olabilirim? Onunda en kısa yolunun popüler olmakta olduğunu sanıyor insanlar. Biri bir kitap yazıyor tutuluyor, öbürü de bakıyor bu konu tutuyor, hemen aynısından o da yazıyor. Bir an da “Mevlana” hakkında yazılan kitapların sayısının artması gibi. Şimdilerdeyse; Hürrem kitaplarına bulaştı bu hastalık…
Sonuçta ortaya çıkan tablo, birbirinin kopyası olan, ucuz edebiyat...
Oysa ki; biz ülke olarak, o kadar çok büyük değerlere, tarih hazinesine ve doğal güzellikler sahibiz ki, birilerini taklit etmeye, çalmaya, batıya özenmeye hiç ihtiyacımız yok.
Şöyle etrafınıza bir bakın; ne kadar çok yerler var incelenecek, hakkında yazılar yazılacak; masallarımız, efsanelerimiz, Mimar Sinan’larınız, Yunus Emre’lerimiz…
Nemrut’undan, Hasan Keyf’e, oradan Efes’e kadar uzanan bir tarihimiz ve yazılmamış efsanelerimiz..
Batı, gerek tarihi geçmişinin azlığından, gerekse doğal güzelliklerinin fakirliğinden olacak ki, sanatı sadece atölye gibi sanal ortamlarda yaşar. Oysa biz, sanatın içinde yaşıyoruz. Baktığımız her yerde sanat var. Tarihimiz, doğamız, eski ahşap evlerimiz, Harran’ımız, Uzunköprümüz’le her yer sanat barındırıyor.
Yapmamız gereken kopya yapmaktan, başkalarının yaptıklarına gıpta etmekten öte, kendi gizli kültürümüzün, benliğimizin, farkına varmaktır. Etrafımızdaki güzelliklere, sadece bakıp geçmekten öte görmemiz lazım.
Ve ezberci eğitimle okutulan çocuklarımızı, bu demir ağdan kurtarıp, kendi yaratıcı zihinleri doğrultusunda eğitip, onların bir şeyler üretmesine imkan vermek gerekir.
Bakın, eski kuşakla, yeni kuşak arasındaki orta yaş gurubuna, onlar neredeler? Onlar hiç mi eser üretmediler? Hiç mi yazmadılar? Neden Edip Canseverler, Cemal Süreya'lar çıkmadı bu kuşaktan?
Ben ümitliyim, bu yeni kuşak çok daha özgün, biçimli, dengeli, düzenli ve uyumlu yapıtlar ortaya çıkaracak. Bu sadece resimde değil, müzikte, edebiyatta, plastik sanatlarda vb. daha birçok alanda olacak. Yıllardan beri gelen bu taklitçilik, ben olamama duygusu ortadan kalkacak, çok daha yenilikçi ve özgün eserler üretilecek...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
CÜMLELER UYURKEN
Kış uykusuna yatmış cümleler. Senden bihaber. İçindekilerle açmaya çalışsan da gözlerini daha çok erken, geç kalmamışlıktan eminsen eğer. Uçurum gibi derinleşen sessizliğini doldurmaya kalkışsan da lüzumsuz kullanılan sözcükler gibisindir. Bir türlü cümle olamayan. Çöpe değer.
-di’li geçmiş zamanla -miş’li geçmiş zamanı ayırt edemeyen şimdiki zamansındır. Yaşanacakları, yaşanmışlıkların intihar sebebi yapan. Ve sonra bulutlar taşır hatıralarının cesedini. Yağmur yağdığında etrafa yayılan toprak kokusu değildir. Mazinin kokusudur havada asılı kalan. Suları kirleten beden atıkları değil, olmamışlığın umududur. İçinden kürtajla alınan.
Ama sen, her şeye rağmen kendini hayata aşılamaya çalışırsın. Oysa dışarıda hayat düşmandır sana. Gece korkutucu karanlığıyla dolaşırken sokaklarda, sokak lambalarıdır bir tek içini aydınlatan yardım aradığında. Işığın gölgesine baktığında da anlarsın ki : gölgen bile senden uzakta. Gecenin kollarında. Çalmadan yaşlanan plak gibi küskünsündür o zaman. Gecenin içindeki kimsesiz çocuklar kadar yılgınsındır, oyun arkadaşı bulamayan. Oysa içindeki ıssızlığı dolduramaz hiçbir oyun, uyandırılacak cümleler kadar.
Ölüm döşeğindeki bir kadın gibi sabittir zaman. Ne bir fazla ne bir eksik. Sana lazım olansa, nefessiz kalabileceğin bir süre kadar sarılmaktır hayata. Ama mutluluk selam vermeden geçip gitmiştir yanından. Kollarda yine bir bitkinlik. Çıplak bir yara gibi sızlar o an cümlelerin. Uykusunun baharında. Ve ruhun bedenine veda eder, terk edilmişliğin kalıntılarını silmek için. Oysa ruhun ezilmişliğini hiçbir silgi silmez, kanını akıtmadan.
Akşamın içinden geçerek hayatı ikiye bölersin. Ama yine hayatla sensindir geride kalan. Kalp atışlarınla da hayata ritim tutarsın. Yakaladığını sanırsın ki, kalbindir öksüz kalan. Anlarsın ki :
Hayat kahpe bir tuzaktır, bütün benliğini yakalayan.
Betül Bulunmaz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
DÜNYADAN TANRIYA
Çok Sevgili Allah’ım acaba ben dünyayı neden böyle garip, yaşayanlarına garip tepkiler veren bir yer eyledin?
Okuttun, büyüttün, besledin. Keşke insan mühendisliği okumasaydım diyorum bazen. Daha kolay meslekler vardı şöyle; insani ilişkiler, insan hukuku, insan psikolojisi, insan tv, insantevuar vs.
Bende bu insanları tasarlarken senin izinden yürüyordum ki, hayvanları bile insan eyledim.
Garip ama hayvanlar bu durumdan şikayetçi oldu. Biz sadece doymak için öldürüyoruz… dediler. Bunlar doymakta, yaşamakta bilmiyorlar.
Sonra insanları doğanın her parçasına benzettim. Ağaçlar, denizler, dağlar. Doğayı yediler, yediklerini her yere pislettiler, doymadılar… Ağaçları kestiler, denizleri içtiler, dağları deldiler…
Bu dünyanın (benim) bu anlamda uzaydan düşmüş hallerimin, beni nasıl zorlayacağını mı görmek istedin? Bu enlem ve boylamda bir problem var; buranın enlemi bir başka bakıyor gözlerime. Ne mutlu dünyalıyım diyene.
Ben ateşler içinde yanarken, sen bir üflemedin bile. Ben milyonlarca yıl bekledim. Beklediğime de deyse bari… Geldiğimiz nokta belli.
Kendi aşkına (Allah aşkına) çok mu düşündün, bu içi seni dışı beni (dünya) yakar karakterimi? Depremlerimi, sellerimi, yangınlarımı, Felaket üstüne felaket tellallığımı. İnsanlarım bile birbirlerini katlediyor. Savaşları damı yoksa ben yarattım? Savaşmayın sevişin diyorum, anlamıyorlar.
Ceo olacaksın, tek yetkilisin,kendi toplumunu yaratacaksın…vs. Toplum mühendisliği diye beni bu görevi verirken, nasılda kanmışım sana.
Yansın yansın, içi bambu elyafı olsun, dıştan sağlam metal gözüksün mesela demir olsun... Gerçekten çok güzel bir deneme olmuş tebrik ediyorum!
Seni akşamları el ayak çekilince oturmuş, benim o günkü filmimi basa sarmış çekirdek çitlerken “bakalım kahramanımız bugün neler yaşamış “ teması altında çok eğlendiğini sanıyorum. Dürüst olmak gerekirse bazen bende eğleniyorum.
Ama sende bil istedim; zira az biraz mühendisim..Bir risk analizi yaptığımda durumun vahametini fark ettim..Üstelik insan mühendisi olmamdan mütevellit demirin de (insanoğlunun da) 1500 gibi bir ısıda eriyeceğini bil istedim.
Mekanizmamı böyle yaratırken bari beni “sıcak” biri yapmasaydın.
Elbette ki sen her şeyi en iyi bilensin, işine karışan kafirdir, ama o bambu elyaf iç ısının yükselmesiyle alev alırsa parlama, ardından patlama kaçınılmaz olur.
Yani senden geliş sana dönüş…çok komik olur.
Geldik gidiyoruz şu fani dünyadan diyorlar. Otobüs durağı mıyım ben…
Yani ne bileyim şu iç malzemeye bir el atsan daha dayanıklı filan yapsan!
Her şeye kadir, her şeyi bilen, gören tanrım, inşallah her şeyi de okuyorsundur. ;)
Şerif Atasoy
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ENFLASYON, ENFLASYON MEN SENİ SEVEREM!
Dostlar; bu ayda enflasyon oranları açıklandı. Açıklandı açıklanmasına da, hiç kimse inanmadı!
Bak sen şu zındıklara, kafirlere!
Yahu ne güzel enflasyon düşük seyrediyor işte, kafanıza mı düştü bu merette inanmıyorsunuz?
Hem ben kerameti kendinden menkul bir eski ekonomist olarak, beğenmedim arkadaşlar bu oranları!
Daha da düşük çıkmalıydı bu enflasyon.
Galiba bizimki düşerken, etkili ve yetkililer Haliç Köprüsünde balık avlamaya çıkmışlardı, görmemişler kendisini!
Olmaz böyle şey deyip, TÜİK'e yardıma karar verdim. Böyle endeks mi olur, a benim güzel kardeşim!
Sen kalk numaralı gözlük camı ile spor ayakkabıyı yaz oraya. Tabii düşmez enflasyon! Davul tozu ile minare gölgesi nerede? Endekse kafa patlatmak yerine, ofiste bilgisayar oyunu oynarsan aklına gelmez tabii bunlar.
Bilgisayar oyunlarını koydun endekse, bak sen şu allahın işine onunda fiyatı arttı, iyi mi?
Halbuki, Davul Tozu % 500, Minare Gölgesi % 1000 ucuzladı. Haberiniz yok!
Haa, bir de 2013'de uyanık olun biraz, uyanık! Ne o öyle, enerji fiyatlarının ne işi var endekste. Et, met, süt falan filan bunlar yamuk işler, bozar delikanlıyı. Bakın bir daha görmeyeyim bunları endekste.
İyisi mi siz bana havale edin bu işi, her ay enflasyonu -5 çıkarmazsam, iki gözüm önüme aksın!
Haaa, tabii.....anladım! Yıl sonunda 12 aylık enflasyonu düşük çıkarmak lazım da, o kadar da değil......Millete biraccık da zam yapmak gerekiyo haliyle......Malum “enflasyona göre zam” muhabbeti, hani serbest piyasa ekonomisi dedikleri nesnevat canım.......Böööle oluyo işler bu durumda....
Tuzu kuru olanları bi tarafa ittir ettiğimizde, geçen sene günde bi simit parası zam yapmıştık şu çulsuz emeklilere......
Sonacıma yıl içinde habire geçirip durmuştuk, hatırlayınız canım......Önce elektrikle başlayıp, sonra bir de “ulan, milletin gözünün içine baka baka yapmayalım bari şu işi...” diyerek, faturaların içine yedirdiğimiz kayıp kaçak oranı muhabbetini de bi güzel yedirmiştik bunlara.....Hoş sankim yedirmesek, bi halt olacağı var!
Arkasından okkalı bir doğal gaz geçirimi gelmişti, Mübarekler sankim guruldayan midelerine doğal gaz santrali kurdular.
Lan sizin nenize gerek doğal gaz kullanmak..... Adi tavşanlı linyiti nenize yetmiyo oluuum ya.....Doğal gaz yerine soba zehirlenmesinden gidiverin tahtalı köye nol’cek ki!
Benzin zamlarına heç değinmiyom billa, nassolsa alıştı millet onlara, sonra “benzin zammı bahane, benim zamlar şahane” diyen özel ve güzel sektörümüzün iğneden ipliğe her şeye zam geçirmesi de artık vaka-i adiyeden işler kategorisine girdi.
Üzerine bir de güzel İzmir’imin Böyyükşehir “sosyal” belediyesi, en bi okkalı tarifeden bir de “su zammı” geçirmez mi? Oh,ohhhh! Çok da mutlu oldum valla........Canım ülkemin en pahalı suyu İzmir’de arkadaşlar......Ben suyun en kalitesini, pahalısını isterim, benim tuzu kuru zenginlerden neyim eksik diyorsanız hemen İzmir’e geliniz. Yediğiniz su kazığı ile mutlu mutlu gülümseyiniz......İyi poz veriniz, çekiyorum.........çektiiiiiim!
Bütün bunlara rağmen enflasyonun, “bu kadarı valla ayıp olur yahu!” denilerek, eksi çıkartılmak yerine, bu kadar mini minnacık çıkması da hayrete şayan bi iş olup, “çıkmak değil de çıkarılmak eylemi” ile örtüşüyor bu durum diye düşünmekteyim haliylen.....
Bu işi böööle terayağından kıl çeker gibi halleden, becerikli bürokratlarımı da gözlerinden öpüyorum. Bizim gibi safı bol ülkelerde, işte ekonomist dediğiniz böyle olur vallahi...
Bence bu senenin ikinci yarısında bi simit parası zam çok olur, yarım simit parası yeter billa. Hattı zatında intibak mintibak ayaklarına maaşları üç otuz para arttırdık ya...
En az bi üç yıl eksi enflasyon ayaklarına sıfır zam yakışır, benim tepkisiz emeklilerime.... Vur tepesine hepsinin, al ağızlarından lokmayı....
Anaaa, bir de baktım ki, bugünlerde yeni bir “Gelir Vergisi Kanun Tasarısı” çıktı piyasaya. Dedektif Nat Pinkerton olarak hemen anladım tabii durumu.
Anlaşılan yeni alınması düşünülen uçan, kaçan, düşen, yüzen, yürüyen bilumum makam araçları için para gerekiyo......
Manisel durum boka sarmış, dolayısıyla Bütçe kelek atmış. Eeee, o zaman nol’cek?
Şu olcek...... Buyurun bakalım malum Bakanlık’ta ki ilgisiz ilgililerin sohbetine.....
- Arkadaşlar çok çabuk ve acilen “Gelir Vergisi Kanunu”nu yeniliyoruz. Bakın bakalım, bizim kazlarda yolunacak ne kadar tüy kalmış?
- Ya sayın müsteşarım ya, onlarda hala tüy mü arıyok ki? O garibanlarda bence deri bile kalmadı billa......
- Hooop, sana bi haller mi oldu ya...? Nereden çıktı bu terörist eğilimli münafık muhalif ağızları...O senin görüşün evladım. İster dürbün alın, ister mikroskop, iyi bakın iyi..... Onlar yeniden tüy çıkarmıştır mutlaka, onları da yolmak lazım, yoksa sayın bakanın istediği 2014 model Porche makam arabasını alamayız, olmaz yani....
Adam kıskançlıktan çatlar, bakanlar arası internet erişiminden sorumlu lüzumsuz Bakanın bile makam otomobili kendisininkinden daha yeni kaldı billa....
- Sigaraya yeni bir ÖTV geçirmesi yapsak......
- O zaten sürekli yapılıyo, bırakın dolaylı vergileri onların, yeri yurdu başka......
- Düşünün oluuum, yaratıcı olun. Bakın ben aklıma gelenin birini sölüüüüm mesela. Özellikle ev, han, hamam gibi şeyler el değiştirdiğinde kazları nasıl yolucaz ona bakarak işe başlayabilirsiniz.
- Bence bu kadar uzun boylu uğraşmaya ne gerek var yaaa? “Adım attın devlete para ver.” kanunu çıkaralım. Mesela her adım için 25 kuruşla başlayıp, sonra ufak ufak arttırırız. Bu millet keriz kardeşim ya, onu da yediririz nasılsa!!!
- Su ve doğalgaz faturalarına kayıp kaçak oranı yazmaya ne dersiniz arkadaşlar?
- Bizlere el altından geriye ödenecekse neden olmasın. Lan oğlum ben her ay dünyanın su ve gaz faturasını ödüyom, sen biliyon mu?
- Kazığın ucu sana da mı dokundu koçum? Eee, o kadar olacak, maliye mensuplarına yapılan ekstra ödeme tutarlarından karşılıyosundur sen bu giderleri nassolsa.....
- Anlaşıldı arkadaşlar, kısa keselim aydın havası olsun!!! Yeni “Gelir Vergisi Kanun Taslağı”nı acilen masamda görmek istiyorum o kadar..... Yalnız tüm tüyleri yolan bir tasarı olacak mutlaka, bakın kazların sırtında tüy kaldığını görürsem çok bozulurum ha.
- Tamam sayın Müsteşarım çalışmaya başlıyok......
Yaa, sayın okurcumlarım. Nasıl yaratıcı bu sevgili bürokratlarım bir bilseniz. Onları çok seviyom ben yaa...
Onlar varken domuz gibi diiilde fil gibi yesek, bu devlet denizinin dibi boşalmaz vallahülazim....
Neyse, hazır olun diye önceden haber vereyim dedim yeni tasarıyı....Sırtınızdaki tüyler yolunurken canınızın çok yanmaması için, önlem alın derim. Hint yağı sürünün mesela, iyi geliyo.....
Herhalde sayyın böyyüklerimiz, sevgili bürokratlarımız, önerdiğim yol ve yöntemleri uygulayarak, beni de onurlandıracaklardır diye düşünerekten sizlere veda etme vaktimin geldiğini görüyorum........
Hadi eyvallah, benden bugünlük bu kadar.
Yakında başka konularda da fikir zortlamaları yapacağım, beni yakından izlemenizde yarar var efendim.
"KEYNES'TEN LİSANSLI KEL EKONOMİSTİNİZ ABUZİTTİN TIRLAK"
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
YGS DİN KÜLTÜRÜ SORULARI
Bir sistem olarak Din’i, dini inanç, ritüel ve davranışları anlamlı kılan Tanrı inancıdır. Yaratıcı, Allah’a iman ise gerçek ve sonsuz hayatın varlığına inanmakla anlam kazanır. O zaman Allah’ın emir ve yasakları, peygamberin öğreti, uygulama, tavsiye ve yönlendirmeleri etkin olup mana ifade eder. Sadece dünyayı düşünmek, Tanrı’yı mütehakkim kılıp haksız ve adaletsiz zorba haline getireceği gibi peygamberi de dünya saltanatını ele geçirmeye çalışan bir kral konumuna indirger.
Tanrı inancı olmayan din olmadığı gibi gerçek hayata(ahiret) bağlanmayan Allah inancı da sembolik kalır. Dostoyevski’nin, kahramanının dilinden ifade ettiği gibi ahireti olmayan din ve tanrı inancı bu dünyada her şeyi mübah kılar. Din salt dünyayı hedefliyorsa sekülerlik adına her şey mubahtır. Sonuçta her şey seküler dünyada olup bitmektedir.
‘Sınav’ yapay sözüyle ifade edilen seçme ve dünyalık menfaatleri vadeden imtihan, elbette ki dünyevidir, dünyayı hedefler. Ahireti hedefleyen imtihanı ancak Tanrı yapar.
Yıllardır Üniversite imtihanında çıkma özlemi çekilen Din Kültürü sorularından asıl hedeflenen dinin uhrevi boyutuyla gençliğe hatırlatılması; değer verilip önem kazanmasıdır. Eğitim öğretim sürecinde imtihan mecburiyetiyle ele alınıp dini bilgi ve değerlerin öğrenilmesidir.
Üniversite imtihanında Din Kültürü’nden soru çıkma özlemi ilk defa bu yıl gerçekleşti. Bunun için emeği geçen tüm yetkililere çok teşekkür ederiz. İlahiyat camiasının büyük bir hayalini gerçekleştirmiş oldular.
Ancak ilk defa çıkan bu sorulara baktığımızda ince ve derinden sekülerlik hedeflendiği sezilecektir:
Hz. İbrahim’in kavmine putların ilah olamayacağını anlattığı Enam suresi 76-78.ayetler esas alınarak sorulan soruda hedef cevaplara baktığımızda tamamı sekülerliğe vurgu yapmaktadır. Enam suresinde Hz. İbrahim’in babası ve kavmine putların ilah olmayacağını anlatımı yer alır. Soruda iki ayet meali - ki 78.ayet meali eksik - verilerek beklentinin dışında şu soru sorulur: Hz. İbrahim ile ilgili bu ayetlerden “insan”a yönelik aşağıdaki sonuçlardan hangisi çıkarılamaz?
İlgili ayetlerde putların, gök cisimlerinin ilah olamayacağı; Allah’tan başka ilah olmadığı anlatılıp bu hususta İbrahim’in kavmiyle tartışması dile getirilirken böyle bir soru ayetlerdeki Allah’tan başka ilah olmadığı manevi havasını hemen dünya boyutuna indirgemektedir.
İsra suresi 89-96. ayetlerde inkar edenlerin peygamberlere itirazı anlatılır; istekleri yerine getirilse de inkarlarında ısrarlı oldukları vurgulanır. Bu ayetlerden yeryüzündekiler melekler topluğu olsa bir meleğin peygamber olarak gönderileceğini anlatan 94-95.ayetler alınarak peygamberlerin mücadele ve gayretleri, kafirlerin zalimlik ve haksızlıkları babında beklentiye girilmişken ‘peygamberlerin insanlar arasından seçilmesinin akli temeli nedir?’ sorusu yöneltilir. Böylece meleği de peygamberi de kafiri de unutup dünya sathı mailine yönelirsiniz.
Müddessir suresi ilk ayetlerinin konu olarak sorulduğu soru düz, klasik, din kültürü mantalitesine uygun bir soru iken diğer iki soru günceli, hatta milli, tarihi, politik amaçları hedeflemektedir. Konu yine seküler boyutta ifade edilmiştir. Köprüler uhreviyete atılmamıştır.
Üç ilahi kitaptan eş değer anlamda ayet meallerinin verildiği soruda, evrensel kardeşlik, dinler arası diyalog, hoşgörü, diyalog ve tolerans yaklaşımları öne çıkarılıp evrensel kardeşlik adına bu yaklaşımların sürdürülebilirliği hedeflenmektedir.
Alevilikteki musahiplik uygulamasının konu edildiği soruda ise Alevilik, Türk milliyetçiliği ve İslam aynı düzlemde eşdeğer ifade edilerek bu hususlarda ayrılık gayrılık olmadığına vurgu yapılmıştır.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Kant’ın Aydınlanma Görüşü ve Foucault’nun Eleştirileri Üzerine III |
|
Kant’ın Aydınlanma konusundaki görüşleri incelendiğinde, zihindeki a priori kategoriler tarafından benliğin önceden kurulu olduğunu kabûl ettiği, dışsal sınırlamalarla benlik üzerinde sonradan birtakım kontrollerin açığa çıktığını savunduğu görülür. Bu kategoriler, bir alanda elde edilen bilginin, başka bir alana taşınmasını engeller ve mevcut bilgiye sınır çizer. (Gündoğdu, 2010:432) Dışsal önyargılardan, boş kanı ve safsatalardan uzak kalındığında özerk ve evrensel bir özne tasarımına ulaşılabileceğini iddiâ eden Kant’ın aksine Foucault ise böyle bir öznenin kabûl edilemeyeceğini düşünür. Özne, her zaman ve her yerde, târihsel bağlamların bir oluşumudur ve Aydınlanma, öznenin bu oluşumunu incelemeye yönelmez.
Nitekim özne, iktidâr ilişkilerinin bağlamından kopuk değildir; zaman ve mekân öncesi bir özne tasarımı da Aydınlanma’nın bir yanılsamasıdır. Öznenin a priori olarak verili olmayıp sürekli inşâ edilen bir varlık oluşu ve bu inşâ edilişte bağlanılacak genel kuralların olmayışı, Aydınlanma’nın savunduğu görüşlerden değildir. (Foucault, 2005b:190) Foucault’nun kendi ifâdeleriyle: “Burada söz konusu olan, bir hakîkat çözümlemesi değil, şimdinin ontolojisi; kendimizin bir ontolojisidir. Bugün için önümüzdeki felsefî tercih şöyle özetlenebilir: Ya kendini genelde hakîkatin analitik felsefesi olarak sunan bir eleştirel felsefe tercih edilebilir, ya da kendimizin bir ontolojisi; şimdiki zamânın bir ontolojisi biçimine eleştirel bir düşünceden yana seçim yapılabilir.
Hegel’den Nietzsche ve Weber üzerinden Frankfurt Okulu’na kadar uzanan, benim de içinde çalışmaya çaba harcadığım bir düşünme biçimi kurmuş olan felsefe biçimi budur.” (Foucault, 2005a:172) “Bu araştırmaların yöneleceği yer, ‘zorunluluğun fiilî sınırları; yâni, kendimizin özerk özneler olarak oluşması açısından vazgeçilmez olmayan ya da artık vazgeçilmez sayılmayan noktalardır.” (Foucault, 2005b:185) Kant’ın ve Aydınlanma’nın insan anlayışındaki temel paradoks ise insanın sonlu ve bilgisinin sınırlı olduğunu iddiâ ederken, incelemelerinde evrensellik bağlamını korumaya çalışmasıdır.
Felsefe’yi dogmatik uykusundan uyandırmaya çalışmakla birlikte Kant, insana ilişkin bu görüşleriyle, antropolojik bakımdan dogmatik başka bir uykuya yatmıştır. İktidâr ilişkilerinden arındırılmamış bir toplum ve özne tasarımı, aslâ olanaklı değildir; Kant’ın antropolojik dogmatizminde ise insan, iktidâr stratejilerinden bağımsız olarak incelenir. İktidârın târihsel olarak benliğin her alanına nüfuz ettiği gerekçesiyle Foucault öznenin, kendisine koyduğu sınırlar içinde kalmaktan kurtulduğunda “doğru bilgi”ye ulaşacağı ve bu şekilde kendisini otonom bir özne hâline getireceği düşüncesine karşı çıkar. İktidâr ilişkilerinden bağımsız bir özne yoktur ve Aydınlanma’nın bu amacı ütopiktir. (Foucault, 2005b:191)
Başka deyişle, Kant’ın metninde geçen insanlık (Menscheit) kelimesinin kullanım şekli sorunludur. “‘İnsanlık’ kelimesinin Kant’ın târih anlayışındaki önemi iyi bilinmektedir. Aydınlanma sürecine girmiş olanın tüm insan türü olduğunu mu düşüneceğiz? Bu durumda Aydınlanma’yı, yeryüzünde yaşayan bütün insanların siyasî ve toplumsal varlığını etkileyen târihsel bir değişim olarak tahayyül etmek zorundayız. Yoksa, insanoğlunun insanlığını oluşturan şeyi etkileyen bir değişikliğin söz konusu olduğunu mu düşüneceğiz? Tabiî o zaman, bu değişikliğin ne olduğu sorusu ortaya çıkacaktır. Kant’ın bu noktadaki cevâbı da belirsizlikten arınmış değildir.” (Foucault, 2005b:177)
Foucault’ya göre Aydınlanma, sâbit bir “insan doğası” anlayışıyla insanı, târihsel bağlamlarından kopartmıştır. İnsanı baskıdan, hurâfeden, bâtıl inançlardan, vb. kurtarmaya çalışan Aydınlanma, sonuçları itibâriyle incelendiğinde, bunların tam tersi durumlar ortaya çıkartmıştır. Aydınlanma’nın etkisiyle insan bilimlerinde ortaya çıkan gelişmeler, devlet politikaları aracılığıyla nüfûsu düzenlemeyi sağlayan teknolojiler üretmiş ve Aydınlanma, baskı ve şiddetin kaynağı hâline gelmiştir. (Gündoğdu, 2010:436-7) Kezâ Aydınlanma, insanı yalnızca kendi konumu üzerinde sorgulamacı bir düşünüşe sevk etmekle kalmamış, aynı zamanda “evrenselleştirici”/“normalleştirici” bir dille “olması gerekenler” konusunda da onu yönlendirmiştir.
Bu tür bir yönlendirme, hem bir iktidâr stratejisidir, hem de iktidâr tarafından bir teknik olarak kullanılır. Pratikte “hümanizmin standartları”na uymayanların ötekileştirilip marjinalleştirilmesini ifâde eden bu tutum, çeşitliliğe karşı tahammülsüzlüğü yansıtır. En bâriz örneklerini faşizm ve Stalinizm’de bulan bu tutum, çeşitliliğe karşı bu tahammülsüzlüğün sonucu olarak türlü şiddet olaylarının meşrûlaştırılmasına dönük uygulamaların altyapısını tesis etmekte kullanılır. Sâbit bir insan doğası ve evrenselleştirici bir söylem, genel olarak totalleştirmenin mantığını oluşturur. (Foucault, 2005b:186-7)
İmdi, Foucault’nun hümanizme yaklaşımı, hümanizmle bağlantılı olan her şeyin reddi şeklinde değil, hümanizmin farklı türleri ve içerikleri olabileceğini de göz önünde bulundurarak içeriğindeki tutarsızlıklarla ilgilidir. Farklı hümanizm anlayışlarından her biri, belirli bir insan görüşüne dayanır ve bunlardan hareketle “evrensel insan”a ulaşmak olanaksızdır. Asıl hedef, Aydınlanma’yla ilgili târihsel bilincin temelinde yatan ilkedir. Böyle bir yaklaşımla Foucault hümanizmin, aynı zamanda “başvurmak zorunda kaldığı insan anlayışlarını renklendirme ve onları haklı göstermeye yaradığı”na da dikkat çeker. (Foucault, 2005b:186)
Dahası, bu târihsel olguların kaynağına Kant’ın metninde gördüğü bir ayrımı yerleştirerek aklın özgür kullanımına yer olmadığı sonucuna varır: “Kant’ın yaptığı ayrım, aklın özel ve kamusal kullanımı arasındadır. Ama hemen, aklın kamusal kullanımında özgür; özel kullanımda ise itaatkâr bir durumda olması gerektiğini ekler. Terim olarak baktığımızda, genelde ‘vicdan özgürlüğü’ denen olgunun tam zıddını oluşturur bu. Ancak, biraz daha kesin olmak gerekiyor. Kant’a göre, aklın özel kullanımı ne demektir? Hangi alanda uygulanır? ‘İnsan, bir makinenin dişlisi olduğu zaman; yâni, toplumda oynayacak bir role, yapılacak birtakım işlere sâhip olduğu zaman, akıldan özel amaçla yararlanır.’
Askerlik yapmak, ödenecek vergisi olmak, bir kiliseden sorumlu olmak, kamu görevlisi olmak; bütün bunlar insanı, toplumun özel bir parçası yapar. Böylece, kendisini kuşatılmış; belirli kuralları uygulayıp belirli amaçlara uygun hareket edeceği bir konumda bulur. İnsanların körü körüne ve aptalca itaat etmelerini istemez; ama, aklın kullanımının belirli koşullara uyarlanmasını ister. Öyle ki akıl, bu tikel amaçlara tâbî olmak durumundadır. Yâni, burada aklın özgürce kullanılmasından söz edilemez.” (Foucault, 2005b:178) Burada ‘özgürlük’ olarak nitelendirilen belirli bir iktidârın etki alanından kurtulma durumu, insan eylemlerinde bilgi ve iktidâr arasında kurulan bir yanılsamadır.
Aslında, başka bir iktidâr alanının sınırları içine bulunulmaktadır ve bu kurtuluşu sağlayan bilgi de başka bir iktidârdır. Hümanizm ise sâbit bir insan doğası fikri ve doğalcı bir metafiziktir. Bu nedenle “Aydınlanma, şimdi siyasî bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Yâni soru, aklın kullanımı için zorunlu olan kamusal biçime nasıl bürünebileceğini; bir yandan bireyler mümkün olduğu kadar titizlikle itaat ederlerken, öbür yandan bilme cüretinin herkesin gösterebileceği şekilde nasıl kullanılabileceğini bilme sorunudur. (...) Özerk aklın kamusal kapsamda ve özgürce kullanılması, itaat etmek gereken siyasî ilkenin evrensel akılla uyumlu olması koşuluyla itaati sağlamanın en iyi güvencesi olacaktır.” (Foucault, 2005b:179)
“Aydınlanmamış özne”ye karşı büyük bir korku besleyen Aydınlanma, eylemlerine birtakım sınırlar çizmek ister. İnsana vaad ettiği özgürlük ise Öteki’ye Aynı’nın mantığını uygulamasını ifâde eder; yasaya saygı düşüncesinin anlamı budur. Ötekileştirme, disiplin etmenin mantığında bulunur ve bunu kabûl etmeye yanaşmayanlar, “deli” ya da “suçlu” gözüyle toplumun dışına itilir. İktidâr karşısında uysal bireylerin ve kitlelerin yaratılmasında bir araç hâline gelen Aydınlanma’ya karşı eleştirileri de yine akılcı söylemlerle etkinsizleştirir ve iktidârın toplumdaki etkisini güçlendirir. (Foucault, 2005b:181)
Demokrasiyle olan ilişkisi de bunu anlatır; Aydınlanma, demokratik yönelimli bir söylemi içinde barındırmışsa da yerinden ettiği kralın gücüne karşılık iktidârın gizlenmesine; yasalar ve türlü toplumsal baskı mekanizmaları aracılığıyla, örtük iktidâr ilişkileriyle yaşamın düzenlenmesine yol açmıştır. İktidâr bireyin mutluluğu ve refâhı için çalıştığını iddiâ etse de ortaya çıkan ilişkilere bakıldığında, iktidârdan bağımsız bir özne tasarlamak mümkün değildir. Nitekim iktidâr, asıl gözlerden gizlendiği anda, daha etkin bir konuma gelir ve iktidâr üzerindeki çalışmalarında Foucault, görünür olmayan iktidârı görünür kılmayı amaçlar. (Foucault, 2005b:191-2)
Dolayısıyla, bilgi/iktidâr ilişkisi hakkındaki görüşleri, bu görüşlerin temelindeki çıkar çatışmalarını, türlü hîle ve entrikaları açığa çıkartmakla, “bilgi” adına dile getirilenlerin rasyonel bir temele âit olmaktan çok, türlü içgüdülere ve arzu, istek, eğilimlere âit olduğunu ortaya koyar ve Foucault’nun, eleştirmenler tarafından “irrasyonellik”le suçlanmasına da neden olur. Oysa kendisi, Aydınlanma öncesine dönüşe de karşı çıkmış ve Aydınlanma’yı eleştirse de kendi çalışmalarında “Aydınlanmacı” bir yönü korumuştur. (Foucault, 2005a:165, 2005b:174) Modernizmi ise târihsel bir dönem olarak görmekten çok, şimdiyle kurulan bir ilişki kipi, gönüllü bir tercih, belirli bir düşünme ve hissetme tarzı, bir tür ethos; bir tutum olarak ele alır.
Başka deyişle modernizm, zamânın süreksizliği bağlamında gelenekten kopma, geçicilik, olumsallık, vb. şekillerde görülebilir; şimdiyi olduğundan başka türlü düşünme ve olanı kavrayarak dönüştürme isteğini yansıtır. (Foucault, 2005b:181) Modern insan, kendisini keşfetmeye çalışan değil, îcât etmeye çalışan insandır ki, Foucault’da da Aydınlanma’ya yakın bir tutumun izlerine rastlanılabilir; kendi şimdiliği hakkında soru sormak gerek modernizmde, gerekse de Foucault’nun çalışmalarında önemlidir. Ona göre “Kant’ın bu metninde ilk defâ ele alır göründüğü soru; şimdiki zaman sorusu, aslında güncellik sorusudur.
Bugün, neler olup bitmektedir? Şu anda, neler olup bitmektedir? Hepimizin kendimizi içinde bulduğumuz ve hâlen yazmakta olduğum şu ânı tanımlayan bu ‘şimdi’ nedir? (...) Bu soru, şimdinin aslında ne olduğuyla, ilk olarak şimdiki zamânın hangi öğesinin tanınacak, ayırt edilecek ve diğerleri arasından seçilip deşifre edileceğinin saptanmasıyla ilişkilidir. Şimdiki zamanda, felsefî düşünme için fiilî olarak anlamlı olan nedir?” (Foucault, 2005a:163-4) Kendimize dâir sürekli eleştiri, Kant’a karşı eleştirel bir saygıyla onun izinden yürünecek yoldur ve bu yol içinde kişi, kendisi hakkındaki farkındalık düzeyini arttırır.
“Bu eleştiri artık, evrensel değerlere sâhip formel yapılar arayışında değil, kendimizi oluşturmaya ve kendimizi yaptığımız, düşündüğümüz ve söylediğimiz şeylerin özneleri olarak tanımaya yönelten olayların târihsel temeldeki sorgulaması olarak işleyecektir. Bu anlamıyla eleştiri, aşkın değildir ve hedefi, bir metafiziği mümkün kılmak değildir.” (Foucault, 2005b:188) “Modernizmin çatlakları”nı onarmaya çalışan Foucault, Kant’ın dogmatik uykusundan uyanışına benzer biçimde, bugün de Felsefe’nin Kantçı dogmatik antropolojik uykusundan uyanması gerektiğini düşünür. Bu uyanış, iki biçimde gerçekleşebilir; bunlardan ilki, antropolojik alanı bütünüyle yok etmektir.
İkincisi ise antropolojik önyargıların askıya alınmasıyla, Felsefe’de düşünen öznenin egemenliğini ortadan kaldırmak üzere Kant’ın eleştiri düşüncesinin yeniden canlandırılmasıdır ve Foucault’nun kullandığı, bu ikinci yoldur; Nietzsche’yi de bu ikinci yola yerleştirir. (Gündoğdu, 2010:446) Kant, eleştirel düşünmede çok önemli bir yol açmıştır ve şeyler üzerinde düşünme biçiminin öznenin kendi şimdisi tarafından belirlenmiş olduğu şeklindeki görüşleriyle Foucault’yu etkiler. Şimdiyi konu edinirken, kendisini de bu şimdinin hem bir unsuru, hem de aktörü olarak gösterir ve şimdiki zaman, felsefî bir olay olarak açığa çıkar. (Foucault, 2005a:164)
Kant’ta, kendimiz hakkında ontolojik bir tartışma yapmak ve buradan şimdinin ontolojisine ulaşmak mümkündür. Aydınlanmış kendi kendisini sorgulayarak; kendisini sorun edinerek kendi şimdisini, kendi geçmişi ve geleceğiyle ilişki içinde kavramak istemiş; Felsefe de bu yolla, kendi söylemsel güncelliğini sorunsallaştırmıştır. Foucault’ya göre ilk defâ bir filozof, Felsefe’nin görevini metafiziksel bir amaç içinde temellendirmeye çalışmaktan çıkarak kendi şimdisiyle ilişki içinde ortaya koymaya çalışmıştır ki, bu noktada Kant’ın önemi büyüktür. (Foucault, 2005a:164)
Descartes’tan beri özne her yerde, her anla ve herkesle ilgili bir özne olarak konumlandırılmıştır; Kant’la birlikte ise târihin tam da o ânında kendisinin ne olduğunu sorun edinmiştir. Foucault’ya göre bu eleştiri, hem ne olduğumuzu, hem de ne olabileceğimizi gösterme imkânı açması bakımından önemlidir. Foucault Aydınlanma’yı, kendi sınırlarımızı aşmamızı amaçlayan bir tutum; bir ethos olarak görür; fakat bunun yolu, insan için ebedî ve ezelî bir öz tâyin etmek ve bunu kabûle zorlamak değildir. Bu konuda, kişinin kendisine ilişkin bir deneysel tutum takınmaktan yanadır ve herhangi bir sınırlandırmacı yönelim içine girmek istemez.
Kişi, kendisine ilişkin kalıcı bir bilgi arama çabasından vazgeçmelidir. Felsefî yaşam, kişinin kendisine çizdiği sınırların dışına çıkmaya çalıştığı ve bunu bir yaşam tarzı şekline dönüştürdüğü yaşamdır. (Foucault, 2005b:188) Böylelikle Foucault, Kant’ın Aydınlanma konusundaki görüşlerini reddetmeye değil, dönüştürmeye çalışır; “nihâî amaçlar” söz konusu olduğunda ise Kant ve Foucault arasında önemli bir farklılık dikkat çekmektedir. Kant, metafiziği kesin bilim olarak olanaklı kılmaya çalışır; bunun yolunun da aklın sınırlarını göstermekten geçtiğine inanır ve eleştirileri, buna hizmet eder. Foucault’nun ise bu tür “nihâî amaçlar”ı yoktur. Foucault’nun eleştirisi, plânı bakımından soykütüksel; yöntemi bakımından ise arkeolojiktir. (Foucault, 2005b:185)
KAYNAKÇA
AKARSU, Bedia, (1998). Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: İnkılâp Yayınevi.
CASSIRER, Ernest, (1951). The Philosophy of Enlightenment, Princeton: Princeton University Press.
CEVİZCİ, Ahmet, (2002). Aydınlanma Felsefesi, Bursa: Ezgi Kitapevi.
ÇİĞDEM, Ahmet, (1997). Aydınlanma Düşüncesi, İstanbul: İletişim Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (1999). Bilginin Arkeolojisi, İstanbul: Birey Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (2001). Kelimeler ve Şeyler, Ankara: İmge Yayınevi.
FOUCAULT, Michel, (2003). İktidârın Gözü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (2005a). “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve İktidâr, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
FOUCAULT, Michel, (2005b). “Aydınlanma Nedir?”, Özne ve İktidâr, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
GÖKBERK, Mâcit, (1998). Felsefe Târihi, İstanbul: Remzi Kitapevi.
GÜNDOĞDU, Hâkan, (2010). “Aydınlanma ve Foucault”, Foucault, İstanbul: Say Yayınları.
HEIMSOETH, Heinz, (1986). Immanuel Kant’ın Felsefesi, İstanbul: Remzi Kitapevi.
KANT, Immanuel, (1984). “‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, Seçilmiş Yazılar, İstanbul: Remzi Kitapevi.
KANT, Immanuel, (2002). Prolegomena, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu.
MacINTYRE, Alasdair, (2001). Ethik’in Kısa Târihi, İstanbul: Paradigma Yayınları.
Saygın, Alkım, (2013). Kant Etiğine Giriş, Bursa: Sertan Yayınları.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
Yukarı
|
NEHİRLER BOYUNCA KADINLAR GÖRDÜM
Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar
Hepsine yüzer kere rastladım en azdan
Umustsuz sevdalara tutulmak onlarda
Bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda
Verdi mi adama her şeylerini verirler
Ben gördüm ne gördümse kadınlarda
Porsuk nehrinin geçtiği
Kızılırmak parça parça olasın
Bir parça ekmek siyah, on kuruşluk kına kırmızı
Taş toprak arasında türküler arasında
Karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan
Kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı
Kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını
Dicle kıyılarına tiren varınca
Büyük bir gökyüzü git allahım git
Genel olarak önce kaşları görünür
Sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında
Yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
Gül kurusu
Bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete
Siz de görürsünüz bunları kadınlarda
Ödevleri yenilmek olan hep
Bıçakla kemik arasında
Susmakla ağlamak arasında
Yenilmek
Kadınlar
(1955)
(Üvercinka)
Cemal SÜREYA
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
Damak tadınıza uygun kahveler |
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.
Yukarı
|
|
|
|
|
|