Günün gündemi "kıyak". Kıyak ne anlama gelir çoğumuz bilmez. Hele kıyakçının asli görevi hakkında fikrimiz dahi yoktur. Birine torpil geçmeyi "kıyak" bellemişiz öyle gelmiş öyle gidiyor işte. Oysa kıyak at yetiştiriciliğine has bir terimdir. Aygıra ilim irfan öğretmeye kıyak, yol gösterene de kıyakçı denir. Aygırın kendi kendisine işi halletmesine ne denir işte onu bilmiyorum. Olur ama neden olmasın, aygır, koyun, insan vesaire kendine de kıyak geçebilir icabında.
Bu konuda temel görüşüm, muvazzaflıkla emeklilik arasına sıkışmış durumda. Hasbelkader vekil olmuş adem ve kadınların görev süreleri boyunca en üst düzeyde servis, hizmet, maaş almalarına bir diyeceğim yok, kimsenin de olmamalı diye düşünmekteyim. Çünkü konu "O benim vekilim, ben onun asılıyım." dan çok öte. Elin kırılmadan verdiğin oyla seçip Meclis'e yolladığın adamlar seni temsil ederken, senin işini senin adına kovalarken, oy kaçmasın diye seni ağırlarken, sen de nasılsa beni kovamaz diye olayı sömürürken, vekilin tahminlerin çok üzerinde gidere gark olması kaçınılmazdır. Konuyu Avrupa ile karşılaştırmak ta Andersen'den masallara benzer sadece. Avrupa ile hangi demokratik anlayışımız benziyor ki, vekilimiz benzesin. O sözü edilen Avrupa'da hangi vatandaş taa kalkıp bin kilometre öteden Meclis'e gelir de oğluna iş ister? Orada böyle şeyler olmadığından vekil de sıradan yaşar, sorun olmaz. Ama benim memleketim hiçbirine benzemez. Kuralları koyan da değiştiren de o vekilin ta kendisidir.
Neyse uzatmayalım. Vekilliği sürdüğü sürece kazandığı haklara diyeceğimiz fazla birşey yok. Aslında bu adamlar göz önünde olduğu için farkındayız birtakım şeylerin. Oysa göz önünde olmayıp deveyi hamuduyla götüren pekçok bürokrat var hiç merak buyurmayın. Burada etik olmayan tek şey görev süresi bitince dahi almayı sürdürdükleri hizmetler. İşte asıl mide bulandıran bu. Yani bir şekilde Meclis'e kapağı atıp sadece 2 sene vekillik ettinmi yedi ceddini kurtarmış oluyorsun. Ölene kadar sağladığın olanaklardan etrafında kim var kim yok yararlanıyor. İşte asıl tartışılması gereken bu. Yoksa vekilken kazandıkları helal olsun. Hakediyor haketmiyor tartışılır ama çalıp çırpmasını önleyecekse, onun bunun işini takip etmesinin önüne geçecekse onbir değil yüz onbir bin lira ver, sadece görevini yapsın. Neyse bu tartışma daha çok su kaldırır nasılsa.
Gündem gene yüklü, gene berbat, anlaşılması güç olaylarla dolu. Tükürdüğü bilerek veya bilmeyerek yalayan kocabaşların himayesindeki terör itleri ülkeyi terkediyormuş, akiller vatandaşla boğaz boğaza geliyormuş, Türkiye'den beslenen Suriye muhalifleri adam kesiyormuş, İsrail'le sarmaş dolaş ABD'ye ziyarete planlanıyormuş, Tayyip cemaate rağmen Çankaya'ya tırmanmakta ısrarlıymış, Demet Şener üçüncü çocuğa hayır demiş, vesaire vesaire. Tüm bu biber gazından tayyare gündem başlıkları arasında hala insan olmanın peşinde koşan, ama derdini anlatacak fazla mekan bulamayan yüce gönüllü, çalışkan adamlar da var bu memlekette. Asıl olan, bu pespayeliğin arasında bunları bulup öne çıkarmak olmalı.
Hiçbirimizin farkında olmadığı "16.000 köyün kaldırılması" nı da içinde barındıran yeni belediye yasasını anlamaya çalışmamız gerekiyor. Kapatılacak köylerle birlikte tek tük kalan üreticinin de buharlaşacağı bir memleket inşa edilmeye çalışılıyor. Bu problemi aylar öncesinden görüp çalışmalarını bu yönde yapan bir belediye başkanımız var bu ülkede. Benim canım kardeşim, Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer. Ulusal TV'ye verdiği röportajı hiç sıkılmadan başından sonuna izleyeceğinize garanti varirim. Yaslanın arkanıza ve olup biteni, yaptıklarını, yapacaklarını, hayallerini bir güzel dinleyin. Ben oldum olası gurur duyuyorum onunla, eminim siz de duyacaksınız. Bu insanların varlığı umudun sönmeden sürmesini sağlıyor.
Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
O uzak ve güzel ülkenin demokrasisi her zaman seçimden önce ve seçimden sonra farklı renklerle donanırmış. Seçimden önce yalan söylemek, iftira atmak, her türlü çelme takmak, tuzak kurmak serbestmiş. Politikacılar için aylar hatta yıllar öncesinden yapılan gizli ses ve görüntü kayıtları biriktirilip saklanırmış. Seçim zamanı bunlar internet siteleri ile yandaş gazetelere servis edilirmiş. Rakiplerin rezil rüsva edilerek yarıştan çekilmeleri sağlanırmış. Üstelik bütün politikacıların hepsi aynı mokun soyuymuş. Çünkü isteyen herkesin halkın arasından çıkıp aday olması mümkün değilmiş. Hadi hata, kaza çıkıldı diyelim çok paranız olmazsa orada kalıverirmişsiniz. Aday adaylığı için istenen parayı denkleştirdiniz diyelim. Eğer sizi destekleyen cebi dolu insanlar olmazsa bu yarışı sürdürmeniz zaten mümkün değilmiş. Daha yolun başında birine gebe kalmaya, varsılların boyunduruğu altına girmeye mecburmuşsunuz. Seçimin ertesi günü kardeşlik, birlik ve beraberlik nutukları bıçak gibi kesilir herkes yandaş olmaya zorlanırmış. Taraf olmayan bertaraf olur denirmiş.
Her seçim sonrası bir öncekinden daha muhafazakâr, daha dindar bir parti iktidar olurmuş. Demokrasileri sürekli açıktan koyuya doğru yeşilin tonları arasında yelpazelenirmiş. İnsanlardan sürekli daha dindar olmaları istenirmiş. Sürekli daha çok inanmalısınız, daha çok ibadet etmelisiniz denirmiş. Çünkü kindar ve dindar bir nesle ihtiyaç varmış. Demokrasi sürekli kendi insanlarına nasıl oturup kalkacaklarını, ne içip içemeyecekleri, nerelere gidip gitmeyecekleri, kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara nasıl davranacaklarını, insanların nasıl giyineceği telkin edip duruyormuş. Birkaç on yıl içinde bütün kadınların başları örtülmüş. Yöresel şekilde baş örtenlere yeni modeller tavsiye edilmiş. Böylece demokrasi bütün kadınları demir perde ülkeleri ilgili anlattıkları örnekler gibi tek tipleştirmiş. Ve her kadının üç çocuk doğurması gerekiyormuş. Demokrasi çok ileri gitmiş. Öyle ileri, öyle uzağa gitmiş ki insanların yatak odalarına kadar girmiş. Herkesin telefonların dinleniyor, yazar, çizer ve sanatçıları sürekli izleniyormuş. Bir aksilik olduğunda yöneticiler hiç sıkıntıya düşmüyormuş. Çünkü bütün kötülüklerin sorumlusu zaten belliymiş. Elli yıl önce ülkeyi yöneten tek parti rejimi “eğer şöyle şöyle söylemese, böyle böyle yapmasa “ bu sıkıntıların hiç birisi olmazmış.
Demokrasi çok hızlı ilerliyormuş. Üstelik ülke de jet hızıyla kalkınıyormuş. Yine de bütün gelişmelere rağmen çok hain ve bölücü varmış. İnsanlar sürekli tutuklanıyor. Kalabalık gruplar halindeki suç örgütleri ortaya çıkarılıp milyonlarca sayfalık dosyalardan yargılanıyormuş. Dosyalar sürekli kabarıyor, insanlar durmadan tutuklanıyor ve yargılamalar uzadıkça uzuyormuş. İktidardakiler adaletin kimin eliyle, nasıl dağıtılacağına kendileri karar veriyorlarmış. Hangi davaya kimin bakacağını onlar söylüyorlarmış. Bir gece içinde özel yasalar yapıyorlarmış. Demokrasi sürekli ileri gitmekten ileri demokrasi, hatta çok ileri, süper hatta mega ileri demokrasi oluvermiş. Demokrasileri geliştikçe devletin başındakilerin sultan, kral veya şah gibi davranma eğilimleri de artıyormuş. Herkes ayaklarına kapanıp yüz sürmeye, ellerine yapışıp öpmeye çalışıyormuş. Kendileri hakkında kötü konuşanları, yamuk yapanları gözünü bile kırpmadan harcayıveriyorlarmış. Ülkenin bütçesini hiçbir denetime tabi olmadan canlarının isteği gibi harcayabiliyorlarmış. Yöneticilerin vurgunlarını kimse soruşturamıyormuş. Fakirler seçimden seçime gördükleri birkaç kilo makarna, bulgur, pirinç, şeker ve çayın yolunu gözlerken birileri dört çeker ciplere biniyor, deniz manzaralı lüks konutlarda yaşıyorlarmış. Bunun suçu da şimdiki hükümet değilmiş. Çünkü tek parti zamanında düzen böyle kurulmuş. Kimisinin çocukları çöp toplarken kimilerinin çocukları da Amerikalarda okuyormuş. Bunun da suçlusu tek parti dönemiymiş.
Türküleri, ekmeği, suyu bol olun bu ülkede varlık içinde yokluk çekenler çoğunluktaymış. Yağmurlar hep yoksulu ıslatıyor, güneş yine onları yakıyormuş. Sel gelip onların evlerini başına yıkıyormuş. Deprem de öyle. Devasız illetlere hep onlar yakalanıyormuş. Onlar zenginlerin gittiği hastanelere, okullara, gidemezmiş. Onların sokakları ayrıymış. Mahalleri hatta semtleri bile birbirine uzakmış. Zenginlerin özel güvenlikli, kameralı siteleri varmış. Yalvarıp yakarsalar, kapısına oturup kırk gün ağlasalar bile bir tanıdıkları yoksa içeri giremezlermiş. Bütün insanlar eşit olmalı, kardeş olmalı, özgür olmalı, herkesin ekmeği, aşı olmalı, okulu, doktoru, ilacı olmalı diyenlerin hepsi bölücüymüş. Onların tek derdi insanları birbirine düşürmekmiş. Beş parmağın beşi bile bir değilken insanlar hiç aynı olabilir mi derlermiş.
Yazları petek petek bal, yazları altın sarısı başak, kan kırmız kiraz, karpuz… Güzü kucak dolusu yemiş, kucak dolusu kestane, fındık, ceviz… Kışları deniz dolusu balık, ağlarda bin bir mavi, bin bir ayrı tonda cıvıl cıvıl ışık, kımıl kımıl gümüş… Okyanusların ötesinde, çağlayanların cennete döküldüğü yere yakın o güzel ülkede şaşılacak kadar yoksulluk varmış. Ancak şaşıp kalacak insan pek yokmuş. O ülkeye yapılan hiçbir hizmet, hiçbir iyilik cezasız kalmazmış. Vatanseverler ya idam sehpasında ya da mahpushanelerinde can verirmiş. İnsanları kendi polisinden, kendi askerinden deli gibi korkarmış. Kendisini “Ben polisim, istihbarattanım, subayım veya savcıyım,” diye tanıtanların bir dediğini iki etmezlermiş. “Çabuk git şu hesaba para yatır, çabuk çok acele” dendiğinde hemen koşup emri yerine getirirmiş. Bu yüzden her ay binlerce kişi sahte telefonla dolandırılıyormuş. Kimse çıkıp “Vatandaşlarımız kendi polisinden, askerinden, devlet görevlilerinden niye bu kadar çok korkuyor diye sormazmış. Çünkü demokrasisi çok çok ileri bu ülkede merak edip bir şeyler sorduğunuzda başınıza olmadık işler gelebiliyormuş. Zaten çok yakında ülkenin rejimi ve demokrasisi ulaşılabilecek en yüksek düzeye çıkacakmış. Yeni bir anayasa yapıp başbakanı padişahlığa yükselteceklermiş. O zaman kanunlara, demokrasiye ihtiyaç kalmayacakmış. Diyelim ki insanların ekmeğe ihtiyacı var. Başbakan yeteri kadar verecekmiş. İşçi haklarına, öğrenci haklarına, kadın haklarına, insan haklarına ihtiyaç duyulursa yine o verecekmiş. Ne kadar hak gerektiğine o karar verecek tartıp, ölçüp biçip verecekmiş. Çocuklar yerine o aşı olacak, ineklerden ne kadar süt sağılacağına, tavukların günde kaç yumurta yapacağına o karar verecekmiş. Gündelik sıkıcı işlerin hepsi sona erecekmiş. İnsanlar sadece çocuk yapacak, ibadet edecek ve padişahın buyruklarını yerine getirecekmiş. Bundan iyisi Şam’da kayısı... Bunca fedakârlığına rağmen birileri çıkıp onu eleştirecek, yerecek veya komik karikatür olarak çizecek olursa anında cezalandırılacakmış. Henüz ne ceza verileceği belirlenmemiş ama bu suçlar işleyenlerin kellelerinin vurulması tartışılıyormuş.
nota bene yayınevi, Levent Aydeniz’in çevirisiyle, Steve Brouwer’ın bir kitabını basmış; Devrimci Doktorlar. Kitabı bana sağ olsun İzmirli dostum Gülten Uluçınar yolladı; ilgiyle okudum Kübalı hekimlerin önce kendi ülkelerinde, sonra dünyanın dört bir yanında anamalcı tıbbın yerine bütün hakları kapsayan insancıl tıbbı tanıtmak, uygulamak, yerleştirmek üzere giriştikleri yiğitçe tarihsel girişimi.
Kitabın ayrıntısına geçmezden önce, kısa bir anımsatma yapmak istiyorum: biliyorsunuz, yeryüzündeki, acundaki canlı cansız bütün varlıklar evrensel enerjinin türevleridir.
Yerkürede cansızların ardından canlılar da oluştuktan sonra, elbette bir enerjiyi yenileme, beslenme zinciri oluşmuş; otla beslenen canlıların beslenmesi biz insanlara daha az yırtıcı gözükmüş; etle beslenenlerse ister istemez birbirleriyle yapmak zorunda kalmışlar bu işi; onların arasında, beslenmesine yetecek bir avın dışında, tilki ya da kurt gibi, bir kümese girdiği ya da sürüye daldığı zaman, yiyemeyeceği kadar çok sayıda kurbanı yere seren yok gibi; genellikle, aslan bile olsa, tek bir canlıyı avlıyor, ailesiyle birlikte karnını doyurup kenara çekiliyor, yerini daha küçüklere bırakıyor: sırasıyla sırtlan geliyor, yaban köpeği geliyor, akbaba geliyor, en sonunda karıncalar geliyor.
Bütün insanları anaların yarattığına inanılan mutlu anaerkil dönemin ardından, erkeğin döllenmedeki payını ve yumruğunun gücünü bulgulayıp ataerkil zorbalığı yürürlüğe koymasının, sonra buna anamalcı yalan talanın eklenmesinden sonra geçen söylencelerle dolu yüz yılların, bin yılların ardından, 19. Yüzyıl’da Avrupa’nın ortasında doğan iki yetenekli insan, Freud ile Marx her şeyi oluşturan enerjinin işleyişini iki asal alanda ele alıp yorumladılar; biri cinsel alanda, öbürü üretim, emek alanında.
Ama kaba gücüne makinelerinkini ekleyen ataerkil anamalcı yalan talanın hiç hoşuna gitmedi bu yorumlar; 1850’lerden beri onları unutturmak, yürürlüğe konmalarını önlemek için elindeki bütün olanakları, bütün araçları kullanıyor. Uydurduğu bütün nişanlarla, ödüllerle pohpohladığı örneğin Churcill gibi maşalarına şunu söyletecek kadar gözü dönmüş durumda: “Bir damla petrol, bir damla kandan çok daha önemlidir.”( Gene insaflı davranmış, bin damla, yüzbin damla da diyebilirdi!)
Hepimizi doğruca Küresel Harakiri’ye götürecek bu anlayış ilke edinilince, onun uzantısı olarak, bütün dünyayı amansızca, acımasızca sömürebilmek için, etkileyebildikleri ülkelerin halklarını somut bilimsel bilgiden kopardılar; söylencelerin en karanlığına mahkûm ettiler; şimdi sanal gönençlerini sürdürebilmek için ellerine her türlü silahı tutuşturdukları bu cinsel doyumdan yoksun yığınlara insanları kırdırarak; gerekirse onları birbirine kırdırarak, ağızlarından salyalar akıtarak, petrole ya da öbür doğal kaynaklara el koyma çılgınlığını sürdürüyorlar.
Buna karşılık, 1956’da giriştikleri savaşımı 1959 sonunda kazanan Fidel ve arkadaşları, belli ki hem Freud’u, hem Marx’ı çok iyi öğrenip sindirmişler; ayrıca daha önce gerek Moskova’da, gerek Pekin’de başlatılan toplumcu devrim girişimlerinden de son derece yararlı dersler çıkarmışlar. O yüzden, SSCB’nin düştüğü yanlışa hiç düşmediler; toplumculuğu yaymak üzere sağa sola tank göndermediler – işgal ettikleri Afganistan’ı ABD’nin avucuna altın elma gibi sunma cinayetini işlemediler -. Kendisi de hekim olan Arjantinli ülkücü Che Guevera, devrimden sonra Kuzey Amerika’ya kaçan hekimlerin yerine, Güney Amerikalı birkaç gönüllü ustanın yardımıyla açtığı tıp fakültesini bitiren genç hekimleri dağlara köylere dağılmaya çağırdığında bir de bakmış ki, hiçbiri gitmeye yanaşmıyor; bunun üzerine, şekerkamışı biçmek üzere biçerdöverin tepesine çıkarak; yeni evler kurmak için elinde mala, gövdesi çıplak, duvarın bayına geçerek; bir üretimlikte taşıyıcının sapına yapışıp çuval taşıyarak sözün gerçek anlamında örnek olmuş ve önce Küba’da binlerce yıldır kendi yazgısına, üfürükçülere bırakılmış yığınlara parasız, bilimsel tıbbın yardımını götürmüş.
Bununla yetinemezlerdi elbet; toplumculuğun uluslararacılığına uygun olarak, nerede bir yersarsıntısı olursa, insanlar yardım isterse, gönüllü doktorları, üstelik ilâç ve gereçleri de yanlarında götürerek, oralara koşmaya başlamışlar.
Şimdi Küba’nın en inançlı destekçisi olan Venezüella’da Chavez’in işbaşına gelişinden sonra, hem gönüllü öğretmen, hem de hekimler bu ülkeye akın etmiş, kısa sürede Venezüella halkını okur-yazar kılmış; bütün yoksul mahallelere, kentlere tertemiz parasız sağlık hizmeti götürmüşler.
Sağlıktan, tıpkı silah ve uyuşturucu gibi, inanılmaz paralar kazanan anamalcı ülkeler buna dayanabilir miydi? Dayanamazdı elbet; nitekim, girişimin soylu öncüsünü Bolivya dağlarında mıhladılar; Fidel’i 650 kez öldürmeye giriştiler; güzelim Hugo can verdiğinde kim bilir nasıl göbek atmışlardır?
İnsanlık tarihinin benzersiz savaşımının ayrıntılarını okumak istiyorsanız, hemen edinin Devrimci Doktorlar’ı.
Bir Delinin Hatıra Defteri’ni ikinci kez okuyorum. Bundan yaklaşık on yıl önce okuduğum kitabı tekrar elime alıp okuyabilmek büyük bir mutluluk. Aynı duyguyu geçen yıl Sefiller’i okurken de tatmıştım.
Bu kitapları okurken, bir an eski çocukluk günlerine ve anılarına geri dönüyor insan.
Gogol, orta halli bir ailenin çocuğu olarak Ukrayna’nın Soroçinski Köyü’nde dünyaya gelmiş bir Rus yazardır. Her Rus yazarın genlerinde olduğu gibi Gogol’un genlerinde de büyük bir kurgu başarısı vardır. Bu başarıyı daha önce okuduğum Tolstoy, Puşkin ve Dostoyevski'nin eserlerinde de gördüm.
Gogol’un çocukluğu köy hayatı ve Kazak kültürü arasında geçmiştir. Bu hayatın çeşitliliği bütün büyük yazarlarda olduğu gibi Gogol’un eserlerinde de gözükmektedir.
Hayatının bazı dönemlerinde iniş ve çıkışlar yaşayan yazar, yaşamının bir bölümünü, Petersburg’da bir bölümü ise Almanya’da geçirmiştir. Her sanatçı gibi o da para sıkıntısı çekmiş ve tekrar memleketine dönmeye mecbur kalmıştır.
Bir Delinin Hatıra Defteri adlı eserinde, bir memurun rutin hayatını ve işi yüzünden nasıl sıkıntılar yaşadığını anlatmaktadır. Buradaki benzetmeler ve yaşanmışlıklar mizah ve gerçekçilik açısından mükemmel anlatımlardır. Hele bir yer var ki Gogol'un amirini anlattığı kısım, mizah ancak bu kadar olur denir cinsten. Amirini ve ortamdaki kişileri hayvan kılığına sokması...
Yaptığı canlandırmalar ve taklitlerle, devlet otoritesini ve bürokrasiyi çok iyi eleştirmiş Gogol.
Bunlar gerçekten çok akıllıca yapılan espriler. Ve en son olarak da bu sıkıntılardan sonra memurun akıl hastanesine yatırılması.
Toplumla bağdaşmayan, toplumu kabul etmeyen, insanların kaçınılmaz sonu.
Bu iğneleyici tutumu, büyük komedisi Müfettiş adlı eserinde çok daha bariz olarak ortaya çıkmıştır. Burada, günlük hayatı, bayağı kişilikleri, bürokrasiyi alay ederek anlatan Gogol, eserinin yayımlanmasından sonra çok büyük tepkiler toplamıştır. Bu tepkiler o kadar büyümüştür ki, Rusya’dan ayrılmak zorunda bile kalmıştır.
Portre, adlı eserinde ise toplumu değiştirmeye, insanlara yol göstermeye çalışmış, dünyanın kötülüklerden kurtulamayacağı vurgusuyla eserini bitirmiştir.
Gogol'un en büyük özelliklerinden biride; halkı aşağılamak değil, onu bu hale koyan yozlaşmış düzeni eleştirmektir. Özellikle, bu eleştiriyi “Palto” adlı öyküsünde, çok iyi yapar Gogol. Bu öyküsüyle, soylu kesimin tepkisini üzerine tekrar çeker.
Dostoyevski gibi usta bir kalem bu hikayeyi; “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” Diyecek kadar beğenir.
Kişilik olarak çelişkileri ve geldi gittileri olan Gogol, bir dönem kendini dine vermiş ve kiliseyi övmeye başlamıştır.
Zamanla bu çelişkileri, o kadar farklı bir boyuta ulaşmıştır ki, en sonunda 1852 yılında “Ölü Canlar” adlı büyük romanının ikinci bölümünü elleriyle yakmıştır.
Bu davranışından kısa bir sonra 43 yaşında Moskova’da ölmüştür.
İniş çıkışlarıyla, yazdığı eserlerle, dolu dolu bir hayat yaşayan Gogol, hayatı boyunca, hep kendi olmuş, toplumun ve soyluların bakışlarından etkilenmeden hayatı sorgulamıştır. Ve eleştirilerini yazılarından eksik etmeden, ömrünün sonuna kadar, insanlara yol gösterecek özgün eserler üretmiştir.
Nice gam yükün sarmış bu deli gönül
Nice can suyun kesilmiş bir yiğidin
Nice dillerin katran karası
Nice felek tepen kısrak izleri
Ooyy yiğidim, alın yazım ooyy
Nice düveli dize getirir Borat’ın suları
Aha şurada, aha şuramdadır izleri
Kalk be yiğidim kalk
Hasret goncasıdır bu
Başı gökleri deler geçer de
Kökleri nicesinden derin de
Bir nâmerdin ağırlığınca ezilir
Kalk be yiğidim kalk
Ooyy yiğidim, alın yazım ooyy
Yaklaş,
bu dinlediğin senin türkün.
Sarmaşık kapısı,
bakır kazanlar yarılmış;
eli de eteğine yapışır.
Daha demin şuradaydı,
bir can havliyle zapt edip
hizâya sokabilirdi her şeyi.
Lâkin, dikiş tutturamadı sözlerine.
Yeminler;
bu tâlihsiz yeminler,
kör zincirlerime dolanıyor şimdi.
Dâvâsı cihan savaşı bu;
yol görünse bâri, çelik bir direk.
Demir döverek kucaklasa bâri toprağı.
Tâ şuramda,
tâ şuramda bir yara var;
kabuğu da kanadıkça kanar.
İçim bir tuhaf olur gayrı
bilir miyim, kaç günlük ömrüm var.
Fakat, elbet ben de vurulacağım,
gönül kışlasında dalgalanacak sancağım.
Hangi karaltılara sığdırabilirim seni;
mavzer kurşunundan çiğneyerek
tükürdüğüm bu demir,
hangi çelik dantellerin ağına eklenir,
bilemem.
Bırak yansın,
yıkılsın bu dünyâ;
soluduğun bu, hava mı dersin.
Gökte mavzer kurşunu,
yerde bir sırtlangıç yavrusu,
eşkıyâlar ise kapıda.
Ve n’eylersin ki,
bir çakal yavrusu daha boy verir.
Bozkırın ortasında bir çimen karası;
olur iş değil bu, acı bir yüz karası.
Kurşun kabında dövülmüş sanki,
nicelerinden daha mûteber
ve nicelerinden daha kara.
Gayrı ahvâlim budur;
hangi söze dökeyim bilmem,
hangi dilde yazayım kederimi;
hangi yolcu, daha önce görmüş bu izi?
Bak da gör, içimdeki bu yangını!
Kahveci dostların tüm eserlerini KM SANAT GALERİSİ'nde görebilir, dilerseniz duygu ve düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
<#><#><#><#><#><#><#>
Kahve Molası, siz sevgili kahvecilerden gelen yazılarla hayat bulmaktadır. Her kahveci aynı zamanda bir yazar adayıdır. Yolladığınız her özgün yazı olanaklar ölçüsünde değerlendirilecektir. Gecikme nedeniyle umutsuzluğa kapılmaya gerek yoktur:-)) Kahve Molası bugün yaklaşık 6.000 kahvecinin posta kutusuna ulaşmıştır.
en güzel aşklar da biter
kristal gözyaşları dökülür solgun yanaklara
posterli duvarlarda kalır güçlü yumruk izleri
geceyi yırtar çığlıklar karşılıksız hıçkırıklar
sonra bir ses kulaklarda küçük bir "elveda..."
en güzel aşklar da biter
sanma sonsuza kadar sürer yaşanan mutluluk
bazen karanlık örtemez hayatın çılgın burgacını
koşsan avuçlarında binlerce güvercin yavrusuyla
telefonlar suskundur kapılar sağırdır çınlamalara
en güzel aşklar da biter
her şey bir suyun akışı gibi geçer anında
mevsimler değişir kuruyan çiçekler üzerinde
başka elleri tutsan avutamaz seni bilirim
hangi gözlere baksan karşındadır o zalim...
en güzel aşklar da biter
suskun acıyla yaşamak olgunlaştırır insanı
hadi sokağa çık yüzünü yağmura/rüzgâra ver
koynunda sapı gümüş bir hançer sakla her zaman
örselenmiş kâlbin sızısını dindiremez türküler
en güzel aşklar da biter
bitmeyeni varsa da bedeli çok ağır ödenir...
http://kahvemolasi.ourtoolbar.com/
Kahve Molası Araç Çubuğu hizmetinizde:-)) Kahve Molası Araç Çubuğu (Toolbar) gelişmeye açık olarak kullanıma açık. Bir kere download edip kurmanız yeterli. Bundan sonra ki tüm güncellemeler gerçek zamanlı olarak tarayıcınızda görünüyor. Kahve Molası'nın tüm linklerine hızla ulaşabildiğiniz gibi, Google Arama, KM'den mesajlar ve en önemlisi meşhur "Dünden Şarkılarımız" artık elinizin altında. Sohbet için özel chat bile olduğunu eklemem gerekir. Son derece güvenilirdir. Virüs içermez, kişisel bilgi toplamaz. Bizzat tarafımdan pişirilip servise konmuştur. Yükleyip kullanın, geliştirmek için önerilerinizi yollayın.
GOM Player 2.1.28.5039 / Windows / 7.21 MB http://app.gomplayer.com/gom/GOMPLAYERENSETUP.EXE Bilgisayarınızdaki tüm media oynatıcılarının yerini almaya namzet bir Media Player. Gerekli codecleri kendisinin arayıp bulması gibi özellikleri var. Hemen her çeşit medyayı rahatlıkla izleyebiliyorsunuz. Ve bedava. Mutlaka yükleyip kullanın derim.
VLC media player for Windows / V.1.1.7 / 20 MB http://www.videolan.org/
İçinde tüm codec kütüphanesini barındıran açık kaynak bir oynatıcı. Bilgisayarınızın olmazsa olmazlarından biri. mp4, mov, mkv dahil hemen her formatta filmi izlemenize olanak sağlıyor. İndirin seveceksiniz.
7-Zip 9.20 (2010-11-18) for Windows / 1.068 KB http://www.7-zip.org/ Winzip, Winrar gibi sıkıştırma programlarının tek alternatifi. Sadece zip ve rar formatlı dosyaları değil, hemen her çeşit sıkıştırılmış dosyayı açan, minik ama süper bir "Open Source" programı. Kendi formatında yaptığı sıkıştırmanın üzerine yok. İsterseniz zip olarak ta sıkıştırma şansınız var. Hemen indirip kurun, sonra da bana şükredin.