|
|
|
Editör'den : GAZMAN VE SUÇ ÖRGÜTÜ İŞ BAŞINDA!.. |
Bu sefer karikatür yok, hayatın tam içinden, Taksim civarından bir fotograf var köşemde. Hayatı gerçek anlamda ıskalayan, insana dair kavramlara sırtını dönmüş, yargılamadan, düşünmeden uygulamaya programlanmış yaratıkların bugün sergiledikleri şovdan alındı bu görüntü. Ağaları Lütfi Kırdar'da yalanlarına, göz boyamacılığa devam ederken, biat etmiş askerleri gazladılar, yaraladılar, öldürdüler. Ağzımı açıp konuşmaya başladığımda ağzımdan çıkan tek bir olumlu kelime yok. Sadece isyan var, küfür var. Ama umutlarım da var artık. Gezi Parkı için ayağa kalkan halk bu iktidarın sona yaklaştığını da müjdeliyor bana. Tayyip ve şürekası sahneden çekilmeden suların durulmayacağı ortada artık. Bu umutla izliyorum olanı biteni. Adına kısaca polis denilen kullar artık organize bir suç örgütüdür. Nişan alarak bombayı kalabalığa atan insan olamaz, olsa olsa o.. çocuğudur.
Yahu çıldırmamak işten bile değil. Mahkeme yürütmeyi durdurunca AVM, yayayolu oldu. İnsan da azıcık şeref olur, izzetinefis olur be başkan. Bu nasıl bir kaderdir ki, tüm şerefsizler bir araya gelmiş ve bu memleketin üstüne çöreklenmişler. Allah hepinizin tez zamanda belasını versin.
Kusura bakmayın, şu satırları sinirden ellerim titreyerek yazıyorum. Şu ana kadar sarfettiğim sözlerin arkasındayım ve geri dönmeyeceğim ama daha da insanlıktan çıkıp onların seviyesine inmemek için burada kesiyorum. Esenkalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan LEYLA 3 (Son) |
|
Aileler bir araya gelip tanıştıktan sonra artık daha rahat edebiliriz diye düşünmüştüm. İstediğimiz zaman görüşebilir, gezip tozabiliriz sanıyordum. Büyük bir yanılgı içindeymişim. İki hafta sonra Leyla’nın annesi bizimkilere haber gönderdi. Kendi aramızda yüzükleri takıp, söz kesmemiz yerinde olacakmış. Kalabalık olması gerekmezmiş. Yakın akrabalar ile aile büyükleri gelse yetermiş. Bütün bu haber trafiği, plan, program ve kurgu içinde adımız bile geçmiyordu. Kimse bize “Siz ne istiyorsunuz deme gereği bile duymadı. Leyla’ya delicesine tutkun, çılgıncasına vurgun, eşekler gibi aşıktım. Ama biz hiç söz, nişan, evlenmek, düğün dernek gibi konuları konuşmamıştık. Şimdiden atacağımız her adım, söyleyeceğimiz her cümle ipotek altına alınmıştı. Eskiden iş çıkışı bir pastaneye, kahveye, parka gider otururduk. Birbirimizin gözlerine bakıp, el ele tutuşur sevinçten ölüp geberirdik. Şimdi her akşam bir yere davetliydik. Leyla’nın teyzesi tanışmak için bizi akşam yemeğine bekliyordu, Öteki teyzesi, amcası, halası, dayısı… Elbette bizimkiler durur mu? Onlar da bekliyorlar. Saati günler öncesinden kararlaştırılmış bile… Sakın geç kalmayın ha…
Hiçbir yere geç kalmadık. Hiçbir şeye itiraz etmedik. Çocuklar birbirini görüp beğenmiş dediler. Babam peygamber kavliyle Leyla’yı bana istedi. Nasipse olurmuş. Kahveler içildi. Benimkine tuz konmuştu. İçer gibi yapmış yüzümü buruşturmuştum. Gülüşmüşlerdi. Ağzınızın tadı hiç bir zaman buzumlasın, dediler. Her zaman uslu çocuklar olduk. Kafese konmuş yabani kuşlar gibi çırpınıp durmadık. Çünkü biz çok akıllı çocuklar, olgun gençlerdik. Aileler arasında yapılması planlanan söz kesme töreni sokağımızın başındaki kahvehanede neredeyse düğün havasında yapıldı. Bize söylenen giysileri giydik, söylenen yerde durduk, söylendiği şekilde hareket ettik, söylendiği gibi büyüklerin ellerini öptük. Daha sokağa çıkmadan hazır aile büyükleri de burudayken nişan zamanı ve yerine de karar verildi. Evlilik aşkı öldürür mü? Henüz bilmiyorum. Söz kesme töreni ve ailelerin birbiriyle rekabeti öldürür. Bunu öğrendim.
Bizimkiler ile Leyla’nınkiler kocaman bir organizasyon ekibi oldular. Gelecek, gidecekler, alınıp satılacaklar kararlaştırılmaya başlandı. Sık sık tartışmalar, anlaşmazlıklar çıkıyordu. Üstelik bu iş için olmaz diyenler de vardı. Bizim evlenmemize açık açık karşı çıkıyorlardı. Çünkü bizim memleketlerimiz ve geleneklerimiz birbirinden farklıydı. Leyla ile bana soran olsa biz de olmaz derdik. Çünkü biz sadece iki fukara (asgari ücretli) âşıktık. Şimdi aniden ve birdenbire herkes bizi karı koca resminin içine yerleştirmeye çabalıyordu. Her şey o kadar ani olmuştu ki biz bile o resme kendimizi yakıştıramamıştık. İki aile arasında gün boyu süren telefon trafiğinde nişan, pasta, salon, altın, kuaför, giysi, otomobil, akraba gibi kelimelerin bolca yer aldığı konuşmalar gerçekleştiriliyordu. Şu olmazsa olmaz dendiğinde hemen kriz çıkıyordu. Anlaşmazlıklarla ilgili sorunları Leyla aracılığı annesi sürekli bana bildiriyordu. Akşam olunca ben bu sorunları anneme iletiyordum. Benim yüzümden, benim için, benim güzel hatırımdan dolayı annem boynunu büküp evet diyordu. “Sen bunlarla nasıl baş edeceksin? İşin çok zor be çocuğum,” deniyordu. Leyla’ya âşık olduğum için bu sözleri duymazdan geliyordum.
Günler iki aile arasında gidip gelen dedikodular, hır gür içinde geçerken Leyla ve ben karmaşanın uzağında kalmaya çaba harcıyorduk. Birkaç ay bunu başarıyla sürdürdük. Artık eskisi gibi romantik düşler paylaşamadığımızı, sevgi sözcükleri söylemeye fırsat bulamıyorduk. Tek taş, küpe, gerdanlık, bilezik konularında sürdürülen pazarlıklar iyice kilitlenmiş, ev kiralamak, eşya almak noktasında da ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştı. Oturma grubundan perdeye kadar her şey ayrı bir sorundu. Üstelik kiralanacak evin nerede olması gerektiği de bize hiç sorulmuyordu. Yavaş yavaş annesi Leyla’yı bu anlaşmazlıkların ortasına sürüyorlardı. Artık biz de büyüklerin tartıştığı konuları konuşuyor ve birbirimizi kırıyorduk. Dargın ayrıldığımız akşamlar birbirini izlemeye başladı. Ardından sabahın körüne kadar süren telefon konuşmaları ve karşılıklı çekilen yüzlerce mesaj bile durumu düzelmeye yetmiyordu. “Ben seni hiç tanımamışım. Ben seni böyle bilmezdim,” cümleleri ile başlayan konuşmalar birbirimize duyduğumuz güveni hırpalayıp duruyordu. En sonunda benim sigara alışkanlığım, çok savruk oluşum, işimin garanti olmaması gibi konular her tartışmada gündeme getirilmeye başlandı. Derken biz ilk ayrılık kararını verdik. Böyle sürdürmektense herkesin kendi yoluna gitmesi daha hayırlı olacaktı. Bir hafta sonra yeniden başladık. Ama tüyden, kıldan meselelerle devşirilen sorunlar dağ gibi büyütülüp önümüzü tıkamaya devam ediyordu. Yeniden ayrıldık, yeniden, yeniden, yeniden ve ikimiz de yenilip tükendik.
Söğüt dalı kadar narin, kara kömür gözleri aklımı başımdan alan Leyla’dan ayrıldım. Oysa biz birbirimizi seviyorduk. Bizi kendi sevdamızla bıraksalar aşkımız belki de bin yıl sürerdi. Bırakmadılar. biz hiç kimseden ekmek su, ev, bark istemedik. Karşı çıkabilsek hayırsız evlatlar olacaktık. Onlar da bizim gibi mutlu olsun istedik. Fasaryadan bir kayıkçı kavgasının ortasına düştük. Savrulduk, devrildik, kırılıp döküldük. Haftalar, aylar tükendi inadından dönen olmadı. Kara haber tez duyulurmuş. İki hafta önce sokağın başındaki kahvede Servetle karşılaştım. Nişanlanmış benim kara gözlüm. Oğlan polismiş Malatya’da. Sordum soruşturdum, yalan olmalıydı muhakkak... Bir hafta gözümü kırmadım. Bir hafta gece gündüz kan çanağı gözlerle bir haber gelsin diye bekledim. Gelecek haber falan yoktu aslında. Olmuştu olacak, kırılmıştı işte nacak. Tırnaklarımla kazıdım göğsümdeki adını. Öfkeden kan içinde bıraktım. Çıkmadı. Yaralarım kabuk bağladığında pahallı bir hastaneye gittim. Onun adının yazılı olduğu derimi boydan boya kesip çıkardılar. Şimdi göğsümün üstünü kaplayan kocaman bir yara izi var. Yanık deri gibi biraz koyu uzun bir yara izi işte… Bir daha eski haline de dönmeyecekmiş.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KENGER DİKENİ |
|
Onu Bodrum pazarında bir köşede kenger dikeni satarken tanıdım. Altmışını çoktan aşmış bedenini, düşersem bir daha kalkamam, korkusuyla taşır gibiydi.
Önündeki bohçada yalnız kenger dikeni vardı.
Kengeri, diğer satıcılardan bir - iki lira daha pahalı satıyordu.
Ben, “Neden daha pahalı?” diye sormadan;
“Rüzgâr demem, yağmur demem; dağlarda, dere boylarında, insanların en az olduğu yerlerden kazarım kengerleri.”demişti.
Adı belki Hatçe’ydi, belki Ayşe, belki Zühre… Bildiğim kadarıyla Çomakdağlıydı. Kozağaçlı da olabilirdi, Karacahisarlı da…
“İki kızım var.” demişti birinde. “İkisini de şu kenger dikeninin sayesinde okuttum. Biri öğretmen oldu, öteki de hemşire.”
Onu belki önümüzdeki kış belki de bir sonrakinde pazarda göremeyeceğiz.
İki kap yoğurdunu, bir torba çökeleğini, bir topak tereyağını, üç beş kilo otunu satıp tuzunu, şekerini satın alan; okuldaki, askerdeki yavrusuna harçlık gönderen köylüler pazarlarımızdan el ayak çekecekler.
Bu gerçeği düşündükçe aklımı yele veriyor, bizi yönetenlerin ikide bir övdükleri, son altmış yıla dair sorular üretiyorum durmadan:
Bu ülkede 1950’lerden itibaren köylerden kentlere göç neden teşvik edildi? Haşhaş neden yasaklanmıştı? Ya tütün?
Devlet, köylünün, başka ürünler yetiştirilmesi konusunda herhangi bir çalışma yapmadan pancara, fındığa, çaya neden sınırlamalar getirmişti?
Zeytin, mandalina son 8-10 yıldır neden dalında kalıyor?
Çiftçinin ve besicinin girdileri tavan yaparken satış fiyatları niçin yerinde sayıyor?
Türkiye, daha düne dek tarımda dünyanın kendi kendine yetebilen ender ülkelerinden biriyken bugün kurbanlık hayvanını dahi ithal eden bir ülke durumuna düşmesinin açıklamasını kim yapabilir?
Acaba köy okullarının kapatılması büyük bir fotoğrafın bir parçası olabilir mi diye düşünen var mı?
Dahası, Güneydoğu’da 30 yıldır süren örtülü savaşın cambaza bak oyunu olduğunu düşünürsek bir komplo teorisi mi üretmiş oluruz?
Köyler, bir devletin kılcal damarlarıdır. Son 60 yıl, bu kılcal damarları kurutma sürecinden başka hiçbir şey değildir.
Önümüzdeki yıl, bu sıralarda yerel seçimlerimizi yapmış ve oylarımızla köylerimizi tarihin çöplüğüne göndermiş olacağız. Turgutreis’ten Seki’ye 12.761 km2’lik Muğla’da, 49 belde ve 396 köy bir günde mahalle oluverecek.
Bazı safdiller de gözümüzün içine bakıp “Şeherli oluyoz efem!” diyecek ve bir sosyolojik katliamı, kalkınma diye yutturmaya çalışacaklar.
Onlar, mahallelerde Ayşe bıllaların ahırlarında inek, Hatçe gelinlerin kümeslerinde tavuk beslemesinin yasak olduğunu bilmiyorlar mı sanıyorsunuz.
Artık köylerde tarımla uğraşabilecek genç nüfus yok gibidir. Yakın zamanda köylerde tarımsal işletmeler kurabilen ya da onların üreteni olabilen köylüler dışında kimse kalmayacaktır. Yaşlı nüfus, yavaş yavaş bu dünyadan göçüp giderken su, elektrik, çöp vergilerini dahi ödeyemeyenler de eldeki avuçtakini satıp kentlerin varoşlarına sığınacaklardır.
Anadolu’nun verimli toprakları, uluslararası tarım tröstlerine, tekellerine hazırdır artık.
Eğer 25-30 sene sonra köylerimizi uluslararası şirketlerin çiftliklerinin ikmal merkezleri olarak görmek istemiyorsak bu büyük fotoğrafın son parçalarının yerleştirilmesine izin vermemek zorundayız.
Kenger dikeni, bu toprakların has bitkisidir. O, aşımız- işimiz olduğu sürece bizimdir. Ayıklaması zahmetli olsa da sofralarımızdaki tadı, kesinlikle, bizim olmasındandır.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Overlok Makinası 2 |
|
Geçen hafta verdiğiniz destek üzerine; mahalleler arası beğeniyle dinlenen, bir Tarkan şarkısıymışçasına ünlenen, “Overlok Makinası” anonsu eşliğinde çıktığım yolculuğa kaldığım yerden devam ediyorum.
“Ayık kafayla Cumhuriyet’e takanların” dikkatine !
Arap Yarımadası’ndan beleş “Rejim Makinesi” ayağınıza geldi ..!
Yetmez ama Evet’çi takımına, Liboş tayfasına, taraflı tarafsız bilumum zevata,
“Demokrasi” maskesi altında “Faşerizm” olarak piyasaya sürülür...
Beş dakikada yapılır..
“Din ve Ayet İşleri” fetvalarıyla Şeyh-ül islam havalarında görülür...
* * * * * *
“Kafayı muhalefete muhalefet etmeye çalışanların” dikkatine !
“Çamur at izi kalsın Makinesi” ayağınıza geldi ..!
Yavru Muhalefet’in dibine, Ana Muhalefet’in kenarına,
Sanki 50 yıldır iktidar görevinde bulunuyorlarmış gibi çatılır...
Beş dakikada özellikle geçmiş yıllara atıfta bulunarak yapılır..
“Gol atmış Pascal Nouma” edasıyla da yan gelip yatılır...
* * * * * *
“Abuk ve de Subuk” demeç sevdalılarının dikkatine !
“Öyle demedi, Böyle demek istedi Makinesi” ayağınıza geldi ..!
Cümle’nin noktasına, Kelime’nin virgülüne, Lider’in kaşına, Satır’ın başına,
Millet nasılsa anlamamıştır diye havanda demeç dövülür...
Beş dakikada biat aşkına yine de demeç sahibi övülür..
“Beni düzeltmeyi yelteneni...” demeciyle şaşkına dönülür...
* * * * * *
“Yeşil görünce allerjisi zıplayanların” dikkatine !
“AVeMe Makinesi” ayağınıza geldi ..!
Tarihi dokunun arkasına, Deniz kıyısına, Cami-Medrese-Külliye kenarına,
“Yeşillim yeşillim...” türküsü eşliğinde hafriyat işareti çakılır...
Beş dakikada her biri diğerinden ucube gökdelen kumkuması çıkılır..
“Vallahi de billahi de küserim bak..!” hatırına belki birkaç katı yıkılır...
* * * * * *
“Yıksak, yapsak ama mutlaka 3-5 dönüm yer kapsak” diyenlerin dikkatine !
Bilimselliğin köküne kibrit çakan “Proje Makinası” ayağınıza geldi ..!
Geometri’nin cismine, Mimar’ların hısmına, Mühendis’lerin epey bir kısmına,
Bir helikopter ve inadım inat eşliğinde kolaylıkla havadan görülür...
Beş dakikada ihalesi yapılıp kılıfına uydurulur, defteri dürülür..
“Erken bitirirsin be koçum..!” biçiminde medyaya sürülür ...
* * * * * *
“Borsa ile yatıp, Döviz ve Altın ile fingirdeşenlerin” dikkatine !
“Kredi Notu Yükseltme Makinesi” ayağınıza geldi ..!
Çiftçi’nin perişanlığına, Üniversiteli’nin işsizliğine, Esnaf’ın çilesine kulak asmadan,
“Asmadan gel asmadan, Cari açığa basmadan” türküsü eşliğinde girilir...
Beş dakikada kimbilir hangi tavizler uğruna bir adet “Artı” verilir..
İnsan Hakları’ndan bir adet “Eksi” geldiğinde ise sinirler gerilir ...
* * * * * *
“Elim kırılsaydı da şunlara oy vermeseydim” diyenlerin dikkatine !
“Bin Pişman Oy Makinesi” ayağınıza geldi ..!
Emekli’nin eline, İşçi’nin diline, Memur’un beline, Açlık Sınırı’nın kenarına,
“Pişman olur da bir gün..” şarkısı eşliğinde icraya koyulur...
Beş dakikada gözler önünde kabak oyar gibi inceden oyulur..
“Bir torba bakliyat” uğruna 4 yıl daha bu pişmanlığa doyulur...
Bunca “Overlok Makinası” var iken “Overlokçu” bulmak da sanırım problem; sizi bilmem ama ben “Son Ütücü” yerine “Ara Ütücü” bulsam inanın ona bile razıyım...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran MELEK KILIĞINA GİRMİŞ ANAMALCILIK: SOSYAL DEMOKRASİ |
|
Yazıya biraz eskiden başlayalım: Mustafa Kemâl, Samsun’a hareketinden önce, görüştüğü birkaç kişiden biri olan Miralay İsmet’e: istersen sen de gel der; berikinin yanıtı:”Ben daha yeni evlendim, gelemem”olur; sanki İngilizler bir sabah evlerini basmayacak, ikisinin de ırzına geçip gebertmeyecekmiş gibi; dahası çıkar çıkmaz Erzurum’a Kâzım Karabekir’e mektup yazar:”Sevgili kardeşim Kâzım,bu Mustafa Kemâl çıldırmış, Anadolu’ya gidip halkın önüne düşecek savaş başlatacakmış; sen de bana katıl onu en mantıklı çözüme, Amerikan korumasına razı edelim.”
İkinci ayrıntı: Mustafa Kemâl Atatürk, ölüm döşeğinde, o zamanki Başbakan Celal Bayar ile İsmet İnönü’ye özel bir uyarıda bulunur: sakın Sovyetler ile dostluğu bozmayın, Batıllar ile ikili anlaşma imzalamayın!”
Sanki böyle bir uyarı hiç yapılmamış gibi, Kurtuluş Savaşı’nın başından beri fırsat kollayan tuzakçı ABD, Rus ayısı seni yutacak diye korkutarak,İnönü’yü 1 Nisan 1939’da ilk ikili anlaşmayı imzalamaya razı eder; bu anlaşmanın ilk maddesi Türkiye Cumhuriyeti’nin ABD’yi bundan böyle en çok kayırılan ülke sayacağını kabul ediyor: ölüm yargısı o gün imzalanmış demek.
2.Dünya Savaşı sırasında, yeryüzüne gelmiş ulusların el alçağı olan İngilizlerin boyunsuz tilkisi Churchill, Adana’ya gelerek İsmet Paşa’yı kendi yanlarında savaşa katılmaya razı etmeye uğraşır; Savaş sonrasında kurulacak paylaşım masasında mutlaka yer almalısınız, der; oysa Yalta’da yalnız üç dev vardır;SSCB, ABD, İngiltere.
1945’te Savaş bittiğinde SSCB görünüşe göre öbür ikisinin can dostudur; oysa ABD, kuşkusuz İngiltere’nin gizli onayı ve akıl vermesiyle, CİA’yı kurmaya, en büyük tehlike saydıkları ortaklaşmacılığa karşı bütün dünyada savaşıma girişmeye, gerekli önlemleri almaya çoktan başlamıştır.
Buldukları en etkili araç, sulandırılmış ortaklaşmacılık ya da melek kılığındaki anamalcılık demek olan Sosyal Demokrasi’dir; araç o kadar etkili olur ki, başta İtalyan ve Fransız Komünist Partileri, Avrupa’daki bütün devrimci örgütleri yavaş yavaş eritir; Tarihsel Uzlaşma palavrasıyla uyutup yok ederler.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, SSCB’nin dağılmasından sonra da Sosyal Demokrat partilerin gizli görevi olduğu gibi sürer: halkların köktenci isteklerini yozlaştırmak.
Bizim YCHP’nin de üyesi olduğu Uluslar arası Toplumcu Partiler Birliği geçende yeni bir toplantı düzenledi; ABD güdümündeki AKP’ye gizli açık her türlü desteği sürdürmekte olan YCHP’nin Genel Başkanı da katıldı bu toplantıya; ve dünyanın efendisi ABD’ye yaranmak için besbelli, Türk Yürütmesi’nin başıyla Suriye Devlet Başkanı Esad’ı aynı kefeye koyan bir konuşma yaptı – oysa Batılı sülükler hep birlikte tepesine çullanmazdan önce Suriye, Atatürk zamanındaki Türkiye’yi andıran bir düzen içersindeydi her açıdan.
Biliyorsunuzdur, Fransa’nın başında şimdi sözümona Toplumcu Parti üyesi bir Cumhurbaşkanı var; ama bu güzelim toplumcu, altın, bakır, uranyum gibi doğal kaynakları yamyamların elinden kurtarmak üzere Mali’yi acımasızca bombalamaktan çekinmedi.
Toplumcu Partiler toplantısında, yine Fransızların temsilcisi YCHP Başkanı’nın konuşması sırasında, Suriye’nin çocuk katilini Türkiye’nin demokratik(?) seçimle gelmiş Başbakanı ile bir tutamazsınız, deyip çekmiş gitmiş.
Eski ünlü Toplumcu Partili Cumhurbaşkanı Mitterand’ın çok saygıdeğer eşi ve daha bir sürü Avrupalı temsilci, çok iyi biliyorsunuz, yıllardır tarihsel dostları Ermeniler ile Kürtleri Türkiye’den koparılmış Federasyon topraklarına kavuşturmak için bıkıp usanmadan çalıştılar, çalışıyorlar; hesaplarına göre, son evreye gelindi bu süreçte.
Sizin anlayacağınız, anamalcı yalan talanın yerine gezegenimizi de üzerindeki canlı cansız bütün varlıkları da kurtaracak, Küba’da 50 yılı aşkın süredir başarıyla uygulanan insanca toplumcu düzenin gelememesi için melek kılığına büründürülmüş bu Demokrat Toplumcu Partiler öldürücü görevlerini eksiksiz yerine getiriyor, KÜRESEL HARAKİRİ’ye doğru hızla yol almamızı sağlıyorlar.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
EDEBİYAT SERÜVENİ
“Hiçbir zaman şan şöhret için yazmayı düşünmedim. Kalbimde ne varsa ortaya çıkmak zorunda; işte bunun için yazıyorum ben.” diyen Beethoven’in Ay Işığı Sonatı’nı dinliyorum.
Ay Işığı’yla beraber kapıların açık olmasını fırsat bilip, salona dağılıyor tınılar.
Uçuşan notalarla beraber, kalemime takılıyor sesler...
Yazmaya başlamak hep böyle sancılı olur benim için, başlamam gerektiğini bilir ama bir türlü başlayamam, bunun için bir ilham perisi gereklidir ya da salonda uçuşan notalar...
Bazen çok düşünürüm yazmak için, konusunu defalarca çizer, karalarım. Kahramanımı başköşeye koyar, onu kılıktan kılığa sokar, çok ince hesaplar yaparım. Bazense birden bire yazıveririm. Hiç bir ince hesabı, müsvettesi olmadan. Her hangi bir ışık, bir ses, radyodan gelen ılık bir melodi ilham kaynağı oluverir birden. Bu tür yazılarımda kahramanın ömrü saatliktir, benimle beraber masaya oturur, benimle beraber kalkar. Belki de bir daha onu hiç yaşatmam, onun ömrü o gün yazdığım tek sayfalık yazı kadardır.
Bu tür yazıları nasıl yazdığımı hala anlayamamışımdır, çünkü her şey birden olur biter.
Yazarken ruh halim çok önemlidir, insan hangi ruh halinde ise ona uygun şeyler yazar ve bu ruh halinin getirdiği düşüncelerle okuru etkiler. Büyük yazar Hermann Hesse’nin ruh halide kitaplarına yansımıştır. Bu yüzen olacak ki bütün kitaplarını okudum, okudukça da kendimden bir şeyler buldum.
İnsanın iyi bir yazar olmasının sırlarında biri de budur bence, kendine ideol olacak bir yazar seçip, kendi yazma stilini belirlemesi. Tabi bunu yaparken, doğru olanı alıp, kopya etmeden özgünlüğü yakalaması.
Edebiyatta roman yazmak, en zor olanıdır. Çünkü roman süreklilik arz eder, olayların, kahramanların, mekânların hep bir bütünlük içinde olması gerekir. Bu da yazarın hayal gücünün zenginliği ve alan bilgiyle alakalı bir şeydir.
Tarihle ilgili kurgu yapmak isteyen birinin, o dönemi çok iyi bilmesi gerekir. Kullanılan eşyaları, sokakların yapısını, kıyafetleri ve insanların nasıl konuştuklarını. Yöresellikte önemlidir yazarın eserlerinde. Trakya’da geçen bir romanda, Karadeniz şivesi kullanamazsınız. Ya da Moğolistan çöllerinde, nilüferden bahsedemezsiniz.
Yazmanın en zor taraflarında biri de erkek kahramanı canlandırmaktır. Bunu ben nedense hiç yapamam. Yazdığım karakterler, çok kırılgan, alıngan tipler olurlar. Aynı anlatımı İnci Aral’ın kitaplarında da gördüm. Erkek kahramanlar kadınsı düşünüyor ve onlar gibi kırılgan hareket ediyorlar. Aynı şey, erkek yazarlar içinde geçerli, kadınları tam olarak anlatabilen bir erkek yazar görmedim.
Bu anlamda, karşı cinslere rol vermek, onları konuşturmak gerçekten çok zor oluyor.
Her yazarın, her romancının, çok uyanık olması lazım. Çünkü aynı anda, birçok kişiye can vermesi, yaşatması ve öldürmesi gerekiyor. Bu da o kadar kolay bir şey değil. Bir bölümde doğumu yaşatıp, başka bir bölümde onu öldürmek. Bunu yaparken, bu hayale kendisinin de inanması. Bu anlamda çift karakterli olmayı gerektiriyor yazarlık.
Ve bitişler. Her bitişte olduğu gibi biraz hüzün olur son satırlarda. Kahramanınız ölmüştür ve bir daha ki kitabınız da küllerinden tekrar doğacaktır. Ama yine de bu ölüm size çok hüzün verir. Sanki onunla oynayan, onu öldüren ve yaşatan siz değilmişizsiniz gibi, bu anlamda bir yapboz gibidir edebiyat. Yazarsınız, çizersiniz, canınız sıkıldığı zaman her şeyi bir kalemde bitirirsiniz ve ardından tekrar başlarsınız yazmaya…
Edebiyat serüveni böyledir işte doğumlar, ölümler ve yeniden başlangıçlarla sürer gider…
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Helâlim olur felek! |
|
Helâlim olur felek!
Yiğitlik günü geldiğinde,
bir türküye karışır giderim
ve yârınlara kalır emânetlerim.
Onursuz bir hayâtın izinde,
sarmaşık dalları uzanır geceye
ve karanlık sulara yatırır gergefini.
Yıldızlar hesâba çeker,
karârı havaya okur
ve imkânsızı önüne serer.
Yiğitlik bu, her can saza gelir;
yalın ayak, kaç göçebe bulut parçalanır?
Yorgunluk değil, bir tutam kekik;
memleketimin dağları,
ovaları bana yorgan.
Kurşunlar gölgesinde bir şato,
söylenenler sahnesinden bir elçi,
takıl peşine bakalım!
Birkaç yıldız daha yerini bulsun.
Şüphem yok, en çok yakındıklarımız,
en çok suçladıklarımızdır.
Bu mahçup gülümseme,
göğe uzanan bir halat;
sana ulaşma arzumu anlatır.
Nefes isterim bir nefes,
dostun bir yanında.
Düştüğüm hâllere içerler;
al, bu canım senindir!
Ah kara gözlüm!
Mâsumiyet uykularından uyanırsın
ve suçlu arar, ağzına bi’dolu lâf sürersin.
Ezelde sözümdür;
yüreğime mayası karılmış,
yarama tuz basar gibi,
bu kovalamaca başlamış.
İbrâhim, inanç için oğlunu taşa yatırdı;
yiğitlik, o taşa kendini yatırmaktır!
Gör bak, nasıl da yükseliyor uçurtma;
rüzgârla değil, rüzgâra karşı direnciyle.
Sen de göğüs gerdikçe yükseleceksin.
Bir elin bende, öteki ise dünyâyı dolaşacak.
Yaşadıklarını aslâ unutmayacaksın;
her yaşanmışlık, sevdânın üzerine yapışacak
ve türkün olup benden bir iz taşıyacak:
Belâ gelir, başım gözüm üstüne
Cezâ keser, yemin yemin üstüne
Felek savurur, sözüm sözün üstüne
Safını bilirsen, mutluluğu yakalarsın elbet
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|