Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 12 Sayı: 1.972

 7 Haziran 2013 - Fincanın İçindekiler


  • AVRUPALI BAYRAM 1 ... Seyfullah Çalışkan
  • ORMANA KAÇAMAYAN MİMOZA ... Derya Ongun
  • HEP AYNI HAVA MI ACABA? ... Hamdi Topçuoğlu
  • Dilimde Rumeli Türküsü; Anneanneme Mektup 7 ... Nevriye Hamitoğlu
  • Düştü TAKKE göründü KEL...  ... Ahmet Şeşen
  • ÇEVRE: DÖVSE YERİDİR BİZİ EVİRE ÇEVİRE ... Erhan Tığlı
  • EŞ&EK ... Müfit Uzman
  • ABUZİTTİN’DEN BİR ŞİİR DAHA ... Abuzittin Tırlak
  • Gözlerinde cehennemi gördüm! ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : KORKUTAMAZSIN!..




    Toparlıyamıyorum. Yaza sile bir hal oldum. İçimden geçenlerle, aklımın ve sağduyumun dur dedikleri arasında gide gele yoruldum. Herkesin gözü önünde olan biteni abartmadan yorumlamaya çalışsam da beceremiyorum. Pek çoğunuz benim gibisiniz biliyorum. Bunu şu baş belası sanal ağlardan rahatlıkla takip ediyorum. Yazıyorum, çiziyorum ama tatmin olamıyorum. Hep bir şeyler eksik kalıyor. Amma velakin, pervasız, müdanasız, akıldan ve izandan yoksun her konuşmanın ardından tek bir şey çıkıyor ağzımdan; KORKMUYORUM!..

    Hepimizi şaşırttılar, herkesi ters köşeye yatırdılar. Hak hukuk bilmez, hakkını aramaz, okumaz, yazmaz, bunlara güven olmaz diye karalar başlamışken, tokat gibi indiler yüreklerimize. Doksanlı yılların başında doğmuş o genç çocuklar, kendilerinden belki birkaç yaş daha büyük abi ve ablarının elinden tutup bu memlekete onur dersi verdiler. Hak geçmişin hesaplaşmalarına set çekmeden aranmaz, aranırsa böyle aranır ve önünde sonunda bulunur, dediler.

    Hepsinden özür diliyorum. Onların haberi bile yokken, onları küçük gördüğüm, adam yerine koymadığım için hepsinden binlerce kez özür diliyorum. Onlara hiç te hak etmedikleri zulmü reva gören neslin üyesi olduğum, acımasız devleti besleyip azdırdığım için özür diliyorum. Tam küçüldük eridik, bittik derken elimizden tutup bizi kaldıran tüm genç kardeşlerimden, çocuklarımdan yüzbinlerce kere özür diliyorum.

    Biliyorum, şu anda bize ne yaptıklarının bile farkında değiller. İzlediği her videoda göz yaşlarına hakim olamayan, okuduğu her anekdotta yüreği pırpır eden, ağzından sadece "Helal olsun" sözü dökülen, benim gibi milyonlarca insan için ne anlama geldiklerini belki yıllar sonra anlayacaklar ama olsun, onlar bu memleketin üzerindeki ölü toprağını rüzgarlarıyla savurdular, yüreklerimizi aydınlattılar, bize güç verdiler. Öğüt vermek ne haddime artık görevim sadece, talep ettikleri sürece, onlara yardımcı olmak.

    Gelelim öbür tarafa. Ağzından çıkacak tek bir olumlu cümle için bile kendisine "Sayın" demeye hazırdım inanın. Ama anlamak için hiçbir uzvunu kullanmamış bu kimilerinin başbakanı teyyip(Bir günde Esed yaptığı Esad'a atfen) için artık tek bir sözüm var; DEFOL!

    Hiç te kendisine küfür maksatlı söylemiyorum bu lafı, sadece bir tespit yapıyorum. Yaşadığımız olayları tek bir fotograf karesine sığdırmayı deneyin. Merkezde teyyip olmadan fotograf tamamlanır mı? Peki şimdi o kocaman resimden kimilerinin başbakanı teyyibi çıkarıp alın, yaşadığımız gerilim anında son bulur mu? Vereceğiniz cevaplar bu işin özeti. Ağacına, şehrine, parkına sahip çıkmaktan başka emeli olmayan çocuklarımıza sabahın 5'inde saldırı düzenleyen zihniyetin mimarı değil midir bu fotografın merkezine çöreklenen. Emir alıp çadır yakan ve/veya durumdan vazife çıkaran emniyet amirinin akıl hocası değil midir teyyip efendi? Önce çocuklarımızı, sonra bizleri, en sonunda milyonları harekete geçiren, polisi halkın üstüne salan tek adam, teyyiptir. Onun olmadığı bir fotografta, sağduyu galebe çalacaktır. Özetle bu tek hamlelik bir oyundur. Kimilerinin başbakanı teyyip gidecek sorun bütünüyle bitecektir. Zira yüzdelerin birbiriyle bir problemi yoktur. SMS'le havalanına toplanmış partili gençlerin "Yol ver gidelim, Taksim'i ezelim" tezahüratına el sallayarak cevap veren bir adamın bu memleketin başında bir dakika bile durması hak huzurunda haramdır.

    Tam akıllandılar, özür de dilediler, artık haber alma özgürlüğümüze saygı gösterirler derken, dün havalanından yaptığı canlı yayında beygir yarışı anlatır bir edayla konuşan spikeri duyunca, hiçbir şeyin değişmediğini de hepimiz anlamış olmalıyız. Kimilerinin başbakanı dikleştikçe, el mahkum, yalakalığa devam eden yandaş medyanın çirkefliği hiç bitmeyecek belli oldu. Özetle, satılmış medya 14 numarada müşteri beklemeye devam ediyor.

    Ama bu sefer yalnız değiliz. Özgür Dünyanın tüm demokratik halkları arkamızda. İmajımız zedeleniyor diye yaygara yapanların tek lafına bile inanmayın. Tam aksine, "İslami Cumhuriyet" diye anılan memleketimin bu genç haykırışı imajımıza tavan yaptırdı. "Dış mihraklar", "Faiz Lobisi" sözlerini duyduğunuzda sadece gülümseyin. Ekonomi çöküyor, turist kaçıyor, dolar yükseliyor gibi doğru ama içi boş cümleler kuranlara ise hiç taviz vermeyin. Biz ne krizler atlattık, bunu da atlatırız evelallah.

    Şimdilerde tutunacak dal arayan teyyip ve ekibin çırpınışları nereye varır kestirmek güç. Umudumuz ve temennimiz, bu tek taraflı ilan edilmiş sidik yarışının bir an evvel son bulup aklın galip gelmesi. Bu direniş, nereye varırsa varsın, memleketimi, her zaman söylediğim gibi bir adım öne çıkardı, çıkarmay da devam edecek. Teyyibin ağının içine bakan güruh ondan direktif almadıkça kılını kıpırdatamaz. Onun da durumu daha fazla germeye maçası sıkmaz diye düşünüyorum. Sıkarsa da KORKMUYORUM. Ben gençlere, Taksim'den yükselen direnişe, tencere tava ile yıllardır özlem duyduğumuz onur senfonisini çalanlara inanıyorum, güveniyorum. Siz de inanın, direnin, KORKMAYIN!..

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      AVRUPALI BAYRAM 1

    Bin dokuz yüz altmış sekiz yazında Avrupalı Bayram dört çocuğuyla birlikte doğduğu köyü, evini, hayvanlarını, dağları, dereleri, ormanları, güneşi hatta bulutları bile bırakıp başka bir ülkeye göç etmek için trene bindi. Eşi ve çocukları köylerinden ilk kez çıkmışlardı. Her şeye şaşkınlık, korku ve endişeyle bakıyorlardı. Kara tren duman içinde kocaman bir homurtuyla istasyona girdiğinde korkudan ödleri koptu. Eşi çocuklarını kanatlarının altına alıp geriye çekti. Eğer istasyonun taştan örülmüş duvarı izin verse daha geriye kaçacaklardı. Tespih tanesi gibi duvarın dibine dizilip iyice birbirlerine sokuldular.

    İstasyon birden karıştı. Yükünü alan, sandığını sırtlayan trene biniyordu. Avrupalı Bayram eşini ve çocuklarını çekip trenin yanına getirdi. Sandığı sırtladı. Bir de çocukların öteberisinin bulunduğu keçi kılından örülmüş çuvalları vardı. Çocuklarının en büyüğü on üç yaşındaydı. Diğeri sekiz, ötekisi beş ve en küçükleri de ikisine basalı birkaç ay olmuştu. Büyük oğlanın elinde başörtüsü büyüklüğünde bir çıkın vardı. İçinde iki kilo kadar peynir ve kocaman yassı bir ekmek vardı. Biraz da paraları… Türkiye’ye girer girmez onları değiştirmeleri gerekiyordu. Çünkü orada dinar geçmez demişlerdi.

    Avrupalı Bayram Türkiye hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Anlatılanlara göre Türkiye çok büyüktü. Ekinleri kar gibi beyaz, mısırları ağaçlar kadar yüksekti. Keçileri bir sağmada bir bakraç dolusu süt verir, sütün kaymağı üç parmak kalınlığında kaymak tutardı. Anlatılanlar gerçek olamayacak kadar güzeldi. Böylesine zengin, böylesine güzel, böylesine mutlu bir ülke ancak masallarda olabilirdi. Bir masalın peşine düşüp dört çocuğunun telef olmasından korkuyordu. Tren gümrük kapısından geçip Türkiye’ye girdikten sonra meraklı gözlerini kocaman açmış trenin kompartımanından Trakya’nın uçsuz bucaksız ovasına bakıyordu. Ova göz alabildiğine portakal rengi günebakanla doluydu. Oraya buraya yama gibi serpiştirilmiş ekin tarlaları da vardı. Ama daha çok günebakan... Neden bu kadar çiçek ekilmişti. Hiç anlamıyordu. Çünkü onun köyünde patates vardı. Tütün, kiraz, elma, erik, soğan, sarımsak, buğday, arpa ve çavdar. Ekin tarlalarına baktı. Buğdaylar kendi köyündekilere benziyordu. Biraz daha yüksekti belki. Belki başakları da biraz daha kalındı. Ama anlatılanlar gibi değildi. Sonra küçük karasığırlar gördü. Kahverengi inekler, koyunlar keçiler… Keçilerin torba gibi sarkan memelerine baktı. Her şey aleladeydi. Kendi köyündekilerden hiç farkı yoktu. Bir bakraç süt sağılma hikâyesi tamamen uydurma dedi. Kendi kendine. Sonra bir sigara yakıp dumanlarını uçsuz bucaksız ovaya savurdu. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete. Hadi hayırlısı…

    Ovalar, tepeler, kurumuş dere yatakları ve uçsuz bucaksız bir ovayı arkalarında bırakıp İstanbul’a’ geldiklerinde gün ikindi vaktine erişmişti. Burada artık tren yolculuğu sona ermişti. Çocuklar uykularını uyumuşlar ama açtılar. Nasıl etsem, nasıl eylesem de çocukların karnını doyursam diye düşünürken trenin kapısında onları konuksever Türk kardeşleri karşıladılar. Avrupalı Bayram çocuklarıyla İzmir’e kaynanasının evine gidecekti. Trenin kapısına üşüşen insanlar. “Hoş geldin canım ağabeyciğim. Hoş geldiniz. Buyurun nereye gidiyorsanız götürelim,” diyorlardı. Böylesine sıcak bir karşılama beklemediği için şaşırmıştı.

    - Ekmek, su. Çocuklar aç, yorgun, dedi Avrupalı.
    - Sen nereye gideceksin onu söyle. Ekmek, su buluruz.
    - İzmir’e gidicez biz. Ama çocuklar aç.
    - Kolay be güzel ağabeycim... Siz atlayın arabaya ben hallederim.

    Elli altı model, uzun kuyruklu bir şavırleye bindirdi şoför. Avrupalı Bayram’ın bütün korkuları şıp diye kesildi. Türkiye’de insanlar melek gibiydi. Ve gavur ellerinden gelen kardeşlerini gerçek bir ana şefkatiyle bağırlarına basıyorlardı.

    GEZİ PARKI VE ŞANLI TAKSİM DİRENİŞİNDE GAZ YİYEN, YEMEYEN, KAÇAN, KOVALANMAYAN, DİRENEN BÜTÜN İNSANLARIN ÖNÜNDE SAYGIYLA EĞİLİYORUM. BU UĞURDA HAYATINI KAYBEDEN KARDEŞLERİMİN YAKINLARINA BAŞINIZ SAĞ OLSUN DİYORUM. ACINIZI AZALTACAK CÜMLELER YAZMAYI BECEREMEDİĞİM İÇİN KENDİMDEN UTANIYORUM. YARALANAN KARDEŞLERİME DE GEÇMİŞ OLSUN DİLEKLERİMİ YOLLUYORUM…

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Derya Ongun

     Deryaneval : Derya Ongun


      ORMANA KAÇAMAYAN MİMOZA

    Bir varmış bir yokmuş diye başlar masallar, gerçek hikayeler aslında böyle başlamalı diye düşündüm motorla İstanbul’a dönerken. Varmış, yokmuş. Masallarda gerçeküstülüğü tanımlayan “mış muş” kardeşler gerçek hayatta hakikatlerin ta kendisi olarak kırbaçlıyor bizi.

    24 Mart 2013 Pazar günü coşku ve sabırsızlıkla, ergenliğimin ilk randevusuna gider adımlarla yaklaşıyorum. Nereye mi, Heybeliada'da üç yıldır kiraladığım yazlık evimin bahçesindeki mimoza ağacının çiçeklerine. İlk kez göreceğim, benim ihmalim evet biliyorum. Telaşımın bir kısmı da mahcubiyetten., 3 yıldır hep kaçırmışım ama bu sene o istek her türlü bahanemin üstüne basarak hep yukarıda kalmış ve evet gelmişim işte.

    Evin dış kapısından bahçeye inen merdivenlerde tatlı bir baş dönmesi normal, bu, bahçe ve yanı başındaki ormanın beni karşılamasıdır, tanıyorum bu hissi. Çok özlemişim bahçemi, ormanı, yuvamı, küçük saklı cennetimi. Mor salkım merdivenlerden inerken benimle göz göze gelmekte kaçınıyor, ne oldu ki. Halbuki bir tatlı işveli salınır her gelişimde, bir kusur mu işledim, hay Allah.

    Arkamda kalan soldaki manolya, sağdaki Gülibrişim ve yanındaki Salkım Söğüt de bir tuhaf mıydılar mı ne. Dönüp baktım ama hiçbirşey anlamadım. Dur bir dakka ... o da ne… kapının girişinde soldaki kokina.. ilk defa görüyorum tek bir kırmızı açmış, kan damlası gibi. Kan damlası mı?? Deli miyim neyim! Kokina bu, lacivert olacak hali yok ya.. Yok yok ama sahiden tek bir kan damlası gibi, hatta kanlı bir gözyaşı adeta… Hayırdır

    Koşar adım ön bahçedeyim , geçen yaz diktiğim yaseminler ve hanımelleri tam karşımda, canlarım, güzel gelişmişler ama ama ama… Kocaman bir boşluğa dayanmışlar sanki, ne olmuş burada.. Bir uğultu var, çok derinden bir sızı , telaşla bahçeye bakınıyorum. Bir çıplaklık var. Anne karnından çıkan bebeğin titremesi gibi bir üşüme hakim bahçeye. Hiçlik asılı havada. Allahım ne oluyor ya da ne olmuş?

    Yerde birtakım yığınlar var, onları tanıyorum ama yanlış yerdeler üstüne üstlük yanlış formdalar. Uğultu devam, yoksa bu bir inilti mi? Nereden geliyo? Kulaklarımda bir çınlama.. mı … yoo bu bir çınlama değil. Ayan beyan bir seslenme bu. Derinlerden biri konuşuyor. Gözlerimi kısıyorum, daha iyi duyabilmek için.

    M(imoza) Hoş geldin ama geç kaldın..!
    B(en)Nerdesin?
    M Ayaklarının dibindeyim, bir anlamda da karşındayım ama ben ben değilim artık. Nerde kaldın?
    B Ben.. geldim işte.. sana geldim hem yoksun hem benimle konuşuyorsun?
    M Ben bir vardım bir yokoldum, masaldım gerçek oldum!

    (karşımda O, bir ormana bir bahçeye salınıp durmuş 4 dirsekli Mimozam, şimdi sadece bir kütük, yere özensizce saplanmış bir KAZIK hatta.... kesmişler onu)

    B SANA NE OLDU BÖYLE!!!!!
    M Bağırma, otur, yavaş ,sakin

    Bahçenin minik duvarına, mimozamın hemen yanıbaşına ilişiyorum

    B Daha konuşacak çok şeyimiz vardı ama
    M Gene konuşuruz
    B Hiçbirşeyin kalmamış ki, nasıl konuşacağız
    M Evet benim tüm geçmişimi, ellerimi kollarımı, çocuklarımı kestiler ama bak ben çirkin bir kazık olarak dahi olsa ayaktayım, ayrıca farkında mısın bilmem ama şu anda konuşuyoruz zaten
    B Sormaya hakkım var mı, bilmek istiyorum nasıl oldu bu
    M Benim anlatmamı mı istersin yoksa mor salkım mı anlatsın
    B Sen lütfen
    M O zaman farklı bir yerden başlayacağım vaktin var mı
    B İstemediğin kadar, öl de öleyim noktasındayım
    M Abartma

    Buraya nasıl geldiğimi bilmezsin sen. Dr. Sevim Hanım beni buraya getirdiğinde minicik bir fidandım, beni sımsıkı saran saksıdan sonra buraya ektiklerinde önce çok korkmuştum. Sonra şefkatli ellerinin suyuma kattığı sevgisi, minnacık kızının eteklerini hoplata hoplata etrafımda dönmesi, yanıbaşımdaki ormandaki koca koca çam büyüklerimin geceleri mırıldandıkları ninniyle sakinleştim, yerleştim, hatta zaman içinde üstüme denizden esen rüzgara bile karşı durmayı öğrendim.

    Kaçıncı senemdi hatırlamıyorum, beni hep sulayan, kökümdeki ayrıkları çam iğnelerini ve kozalakları temizleyen bahçıvan sol tarafımdan uzayan afacana yaklaştı. Elinde testereyi gördüğümde bir şey anlamamıştım aslında, orman büyüklerim topluca iç geçirip homurdanınca bir terslik olduğunu hissettim ama sonra çimdik atılır gibi bir şey oldu sonrasında da bir hafiflik, bir ferahlama. Çocuklardan duyduğum nane şekeri ferahlığına benziyor olabilir mi emin değilim. Bazen sanki oradaymış gibi salındığını hissediyordum ama bu da geçermiş, yoksunluk birşeysiymiş, öyle dedi orman büyüklerim. “Bunun adına budama derler, insanların da saçlarını keserler mesela daha gür ve sağlıklı çıksın diye, öyle düşün” dedi mavi çam. Anladım. O pek konuşkan değildir ama beni pek sever bilirim. (Laf aramızda bu son halime en çok o ağladı geceleri sessizce, duydum da duymazlıktan geldim)

    Orman ailemi de çok seviyordum. Ah bu ormandaki çamlar, üstümde çok emekleri vardır çook. Hiç unutmam, küçüğüm o zamanlar daha, gövdemde antenli bir sürüngen gördüğümde tir tir titremiştim de sağ öndeki çam bana doğru koca gövdesini yaklaştırıp teskin etmişti. (sanırım ilk ormana kıvrılmamı o ara gerçekleştirdim).

    Bir duydum ki bana “titrek” ismini takmışlar ormandaki büyüklerim. Bir müddet buna çok içerleyip gövdemi sağlam göstermek için çok gayret sarfettim. ( Bak belki o ara biraz bahçeye doğru geri bükülmüş olabilirim.İkinci dirsek o zamana denk geldi herhalde) Alıngan mıymışım ne. Bir kış vaktiydi hatırlıyorum, sessiz ama rüzgarlı bir gecede, rüzgar denizin tuzlu zerreleriyle bizleri kırbaçlarken üşüyüp korkup kendimi çok biçare hissedip orman büyüklerime kulak verdiğimde en arkadaki çam “bizim gibi iğneleri olmadan da bu hengamede ayakta kalabilen şu küçüğe madalya takmamız lazım” diyordu diğerlerine. İçim içime sığmamıştı sevinçten ve gururdan, hey gidi ...

    Ağır ama sağlıklı büyüdüğümü konuşurlardı, ben de her sene zamanı geldiğinde içimdeki tüm minnet duygusunu sarı sarı açardım. Bu açma işini de karşımdaki mor salkımdan öğrenmiştim. Gerçi orman ailem bunu söylediğimde çok gülüyor, onlara göre açmak öğrenilmezmiş. Aramızda kalsın ama saçmalıyorlar! Öğrenilir, örneği burada işte bendeniz, karşımdaki mor salkımın gözlerimin önünde tomurcuğa durup sonra gece herkes uyurken pıt pıt açıldıklarını dikkatle izledim ben o zamanlar. O pıt pıt açılma seslerinin ardından ortaya çıkan ipek mor taneleri hayranlıkla seyrettim. Düşlerimde hep benim de “pıt pıt” diye açtığımı gördüm, renk konusunda ise tek kahramanım güneşti. Onun sarı sıcağına hayrandım. Öyle diledim. Ben de birgün açarsam eğer, minik güneşler açacağım, yoksa açmayayım daha iyi dedim. Yanıbaşımdaki çamların iğneleri ve kozalakları ile karşımdaki salkımın mor salkımlarının arasında açmasam çatlardım.

    O kadar güvenli ve beni koruyan bir ailem vardı ki, zamanı geldiğinde açtırdığım çiçeklerimi hunhar ellerden korumama hiç gerek kalmazdı, ben bu saklı bahçenin ve ailemin mimozasıydım. Arkadaşlarına sor bilirler, ne kadar gençtiniz hepiniz gürültülü şeyler sizi. Sen beni dinliyor musun?
    B Dalmışım….
    M Ha boşa anlatıyorum yani
    B Yok yok, ben..
    B Senin yokluğuna alışamayacağım sanırım
    M E ben burada sana içimi döküyorum sen hicrana mı vurdun kendini
    B Bir şey söyleyeyim mi, sana bakamıyorum, off saçmalıyorum biliyorum ama çok acıdım çok
    M Kime acıdın?
    B Kime mi?
    M Evet kime?
    B Sana, bana, bahçeye, ne biçim bir soru bu allasen ya
    M Yanlış yerlerdesin
    B Delireceğim, yahu seni kesmişler, söylemesi ayıp cücük gibi bırakmışlar, sana kendime ve bahçeye acımanın nesi yanlış? Kime acıyacağım bahçe duvarına mı, Allah Allaaahh!
    M Bir düşün bence
    B Bunda düşünecek bir şey yok ki, ahan herşey ortada
    M Bahçe büyüdüğüm bahçe, sen geç de olsa buradasın, ben desen evet at şeyi gibi, tövbe tövbe estağfurullah, kaldım böyle, ama rağmen hayattayım ve her ne kadar gücümü çok ama çok yitirmiş olduğumu hissediyor olsam da köklerim inadına arı gibi çalışıyor, gövdeme can suyu pompalıyorlar, inan içim kıpır kıpır
    B Eeee…
    M Eee si şu, evimdeyim, ağır yaralıyım ama bahçemin orman ailemin ve beni seven sen gibi canların yoğun bakımındayım ve en önemlisi inadına tekrar büyümeye çok kararlıyım, bu sefer daha gümrah geleceğim sanki
    B Ben de inanılmaz öfkeliyim, intikam hissimi hasretle bekliyorum üzüntüm geçer geçmez intikam sınırlarını zorlayacağım ve bu yapılan yerde kalmayacak
    M Boş lakırdıda boğuluyorsun bir sakinle
    B Hep derim mağdur olan değil ona yardım edemeyen acizlerin acısı daima daha çaresizdir
    M Hadi git al intikamımı, bunun bana faydası ne olacak?
    B Faydası mı
    M Evet faydası
    B E işte yaptıkları vahşiliğin cezasını çekecekler
    M Onların cezaya ihtiyaçları yok ki
    B Nasıl yok
    M Sen sanıyor musun ki ben onlarla şimdi seninle konuştuğum gibi konuşmadım
    B ………………
    M Duymayan kulak, görmeyen göz, hissetmeyen yürek onların cezası ah benim şaşkınım
    B Manzara görmek için manzaranın kendisini yokeden ilkelleri mi diyorsun
    M Üstüne bastın, bak zihnin açılmaya başladı
    B Bana bir söz verir misin
    M Bilmem, elimden gelen birşeyse veririm elbette
    B Bir bu kadar daha yaşamaya söz verir misin
    M Bir bu kadar daha yaşamak için elimden geleni yapmaya söz verebilirim ancak
    B Ya yetmezse yani ya yapamazsan
    M Geçen yaz dallarıma bakıp bakıp salkım salkım attığım tohumlarıma şaşırıyordun ya
    B Ay evet bezelye gibiydiler, Allahım onları da göremeyeceğim bir daha
    M Hah işte o bezelyeler bu bahçenin, ormanın heryerindeler, onların her biri “ben”
    B Yaşamayabilirim diyorsun yani
    M Öyle mi dedim bilmem
    B Hem hala daha anlatmadın
    M Neyi?
    B Sana bunu nasıl ve kimin yaptığını
    M Neyi
    B Seni kesen KİM diyorum yaa, kim yoketti seni
    M Yoketmek mi?
    B Var mısın ki? Neden anlaşamıyoruz?
    M Yok muyum sence
    B Hem bak yaşamaya söz de veremiyorsun, yaşayamayabilirim diyorsun yani öyle mi?
    M Hayır, sonsuzum diyorum, sende bugün bir salaklık mı var
    B ..................
    B Faniliktendir o salaklık

    Derya Ongun


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      HEP AYNI HAVA MI ACABA?

    Bugünlerde Başbakan’ı dinlerken her seferinde dille ilgili bir sürü atasözü dilime dolanıveriyor:
    “ Bülbülün çektiği dili belasıdır.”, “Dilim giydirir bana kilim.”, “Dilim, doğradın beni dilim dilim.”…

    Başbakan, insanları ötekileştiriyor, kalp kırıyor, can yakıyor. O dindar olabilir; ama aynı zamanda kindar. Gönül eri değil.

    “Dil, yüreğin aynasıdır.” Bunu Başbakan da bilir elbette. Ama yürek, Yunus’un;

    “Taş gönülde ne biter
    Dilinde agu tüter
    Nice yumuşak söylese
    Sözü savaşa benzer.”


    dizelerindeki yürekse, yazık ki dilden bal akmıyor.

    Bu toplum, Başbakan’ın, “Ananı da al git!”, “Tokadı yediler”, “Beni ırgalamaz.”, “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri”, “Onların köpekleri var, onla yatıp onla kalkarlar.”, “Bunlar komünist rejimin atık malları.” gibi özlü sözlerini elbette unutmamıştı. Ama onun, her içeni ayyaş olarak suçlamasının, gezi parkına çıkanları “çapulcu” olarak nitelemesinin akıl ve izanla ilişkisini kurmak hiç de kolay değildir. Biz, “bu” ve “şu” sözcüklerini nesneler için kullanırız, insanlar için değil. Doğrusu ben, “bu adam”, “bu kadın” diye konuşanları kaş altından şöyle bir süzerim.

    “Bu var ya, bu…”, “Bunlar var ya…”

    İçinde küçümseme, alay, eleştiri, öfke anlamları barındıran bir söyleyiş olduğunu hangimiz bilmeyiz ki!

    Birileri, Başbakan’a “Bunlar, diye küçümsediğiniz, öfkelendiğiniz bu meydanlardaki yüz binler Burak gibi Bilal gibi, Esra ve Sümeyye gibi, bu yurdun özbeöz çocuklarıdır diyebilmeli.

    Birileri Başbakan’a, “Sen kim oluyorsun?”, “Senden mi izin alacağım!” tarzı söylemlerin, demokraside asla yeri olmadığını anımsatmalı.

    Birileri Başbakan’a, ‘Onun yüz bin topladığı yerde ben bir milyon insan toplarım' veya ‘biz yüzde elliyi evlerinde zorla tutuyoruz' gibi sözlerle toplumu germenin, ayrıştırmanın ve tehdit etmenin aklıselim sözleri olmadığını söylemeli.

    Birileri, sandıktan çıkmanın, Başbakan’a istediğini yapma hakkı vermediğini anlatmalı.

    Bakın Türk Bilgesi Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde bir Türk beyinde bulunması gereken nitelikleri nasıl anlatmış:

    Asık yüz, kaba söz, kibirli tavır Kişiyi incitir o yolda kalır.

    Kabalık, aculluk, boş gevezelik
    Uzak durulmalı bunlar basitlik.

    Avam tabiatı, beye yakışmaz
    Yakıştırsa eğer, değerli kalmaz.

    Halkın kusurunu beyler düzeltir
    Bey kusurlu olsa, kimler düzeltir.


    Başbakan’ın üslubu olayları körüklüyor. Bu bir gerçek. Ancak eylemleri, Taksim Gezi Parkı’ndaki iki ağaca ya da Başbakan’ın üslubuna bağlayamayız. Bu eylemlerden dersler çıkarmak ve geleceğe umutla bakmak istiyorsak özellikle Başbakan’ın olayların bu ülkedeki insan ve siyaset mühendisliğine başkaldırı olduğunu anlaması ve bu doğrultuda girişimler örneklemesi gereklidir.

    Siz bu ülkenin eğitim sistemini kendi dünya görüşünüze göre yeniden kurgulayarak, Cumhuriyeti kuranlara savaş açarak, kimi değerleri yok sayarak, HES’lerle doğayı talan ederek, Büyükşehir yasasıyla köyleri bir gecede mahalleye çevirerek, Suriye’de, Libya’da emperyalistlerin maşalığını yaparak, bu halkın önemli bir bölümüne büyük acılar yaşatmış bir padişahın adını bir köprüye vererek kafanızdaki “ideal toplum”u kurmaya kalkışırsanız varacağınız sonuç budur.

    Bundan bir yıl kadar önce bir dost toplantısında bir arkadaş, toplumun tepkisizliğinden yakınmıştı. Sayın Yiğit Gülöksüz, her zamanki gibi gülümseyerek arkadaşa müdahale etmiş ve “Halkın sağduyusu çok yüksektir. Kendi yaşam biçimine müdahaleye asla izin vermez.” demişti. Bu ülkede, toplum mühendisliğine soyunanların da bu gerçeği bir daha düşünmelerinde yarar var.

    Sayın Başbakan “Tencere tava, hep aynı hava.”dese de bu eylemler, hayat tarzına ve toplumsal değerlere müdahalenin kaçınılmaz sonucudur. Dileriz, demokrasimize köklü katkılar sağlar.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Dilimde Rumeli Türküsü; Anneanneme Mektup 7

    Canım Anneanneciğim,

    Yepyeni yaşamlarımızda yepyeni bir bahar geldi. Çıplak ağaçların dallarında çiçekler açtı, yapraklar filizlendi. Kuşlar yavruları için yeni yuvalar yaptı. Bahçelerde laleler, sümbüller, menekşeler rengarenk elbiseleriyle baharı bize müjdeledi. Güneş ısıttı kışta üşüyen bedenlerimizi. Toprak neşelendi güneşe, öyle ki en ücra köşelerinde bile papatyaları dağıttı üzerinde. Tıpkı çocukluğumdaki gibi bir bahar yaşıyorum anneanne fakat sensiz bir bahar. Sensiz, başka zamanda ve başka mekanda bir bahar… Yüreğimde seninle geçen baharlara özlem var anneanne. Arayışlarım ve zamana yenik düşen kalemim ondandır elbet. Bu özlemler bazen öyle fazla olur ki peşine düşerim çocukluğumun. Giderim doğduğum topraklara, bana özlem yaşatan zamanlarımı ve zamanın içindeki seni ararım anneanne. Seni ve çocukluğumu yine yaşamak için. İşte bu bahar da bunu yaptım anneanne. Beni özlemlerle saran doğduğum topraklara gittim. Daha ayağımı basar basmaz kara toprağa, soğuk bir rüzgar fısıldadı kulağıma: “Hoş geldin” . Mis kokulu balkanların havası yüzümü yıkadı, Rumeli türküleri anlattıkları hüzünlü sevdaları ile içimi titretti. Geçtiğim köylerde gördüğüm kara pencerelerin geçmişin gölgeleri takip etti beni. Karşılaştığım her yaşlı insanın yüzünde gördüğüm yalnızlık öyle yapıştı ki yüreğime senin yalnızlığını duyumsadım anneanne. Ormanlardan geçerken gördüğüm her yüksek çam ağacı bana ömrün yıllarını gösterdi. Öyle ulu, kendinden emin ve kara günlere boyun eğmemiş… Gözlerim bahara bakarken bunları gördü anneanne.

    Ben köyümüze yaklaştıkça, kara toprak titredi ayağımın altında, sanki bana: “Dur, gitme, bulamayacaksın oralarda özlemlerini” demek istedi. Ama ben onu dinlemedim anneanne, bulmak istedim yeniden seninle olan zamanımı. Bulmak istedim çıktığım dut ağacını, tatmak istedim bahçemizdeki kirazları, koklamak istedim laleleri ve senin söylediğin türkülerle sallanmak istedim örgülü salıncakta. Ve koşmak istedim anneanne… Gelincik tarlalarının ortasında hiçbir şeyden korkmadan… Börtü böcek vız gelir ayağımın altında, yılandan kim korkar çocukluğunda? Biz çocukken koşardık ya anneanne, köyün yüksek kırlarında? Ben yine oralarda koşmak istedim, küçük bir çocuk gibi nefes nefese yorulmadan, çığlıklar yankılanarak rüzgarla birlikte ve rüzgarla yarışarak… Ah anneanne ne de çok benim istediklerim? İnsan yaşlandıkça geçmişini daha çok anımsarmış ya ben de bunu yaşıyorum belli?

    Canım anneanneciğim, gittim seninle geçen baharların topraklarına. Ne sen vardın ne de mavi pencereli evimiz? Büyük bir boşluk vardı, sanki bizim hikayemizi anlatan. Yalnızlığın en derin hislerini gördüğüm ve geçmişin tutsaklığında kalmış bir toprak… Yeşil çimenlerin altında öbeklenmiş yükseltiler, onların altında evimizin duvar kırıntıları… Nasıl bir şeydir bir gün var olup bir gün yok olmak? Hayatın ta gerçeği anneanne, tıpkı sen gibi… Bir gün vardın baharımda, bir gün yok oluverdin. Bir zaman senin sabun kokulu yanaklarını öperken, başka zaman hiç olmaman… Bir gün bizim de öyle olacağımız gibi…

    Etrafıma baktığımda erik ağaçlarında erikleri gördüm anneanne. Hani bizim ceplerimize toplayıp tuzlayarak yediğimiz? Yeşil, küçük, sulu erikler… Dut ağacında daha olmamıştı dutlar ama ben yeşilini de yedim anneanne. Eski tadı yakalamak zor olsa da hatıralarımdaki baharı yaşamak istedim. Rüzgar bana yardım etti ve getirdi bahar çiçeklerinin kokusunu. Toplayıp kırlardan uzattı kollarıma kırmızı gelincikleri. Sonra bir bahar yağmurunu yaşamak istedim, eski baharlarımızda yaşadığımız gibi. Hani senin kilimleri bir çırpıda toplamak zorunda kaldığın o bahar yağmuru vardı ya anneanne, öyle bir yağmur diledim? Rüzgar birleştirdi gökteki beyaz bulutları. Bulutlar güneşi kapatınca karardı ortalık. Gölgeleri çıktı ağaçların. Yeni yaprakların hışırtılarını duydum, sanki şarkı söylüyorlardı, terk edilmiş baharlarına ait. Öyle ya terk ettiğimiz toprakların baharları da terk edilmişti. Sen olmadan, biz torunların olmadan yaşanan baharlar, yıllardır yalnızdı anneanne. Bir hüzün doldu içime, ağlamak istedim oracıkta, ama rüzgar çarptı yüzüme gerçeği ve yaşamı düşündürdü bana. Sonra öyle şiddetlendi ki uçurdu başımdaki şapkamı. Üşüttü bedenimi, kollarımı sardım omuzlarıma. Ağaçlardaki yapraklar sıkıca tutundu dallarına, daha yeni doğmuşken kopmaktan korktukları için. Gelincikler boyunlarını eğdi, zarif yapraklarına sarındılar. Kara toprağın tozları havalandığında “işte” dedim “bu anneannemin yağmurlu baharı olmalı”. Senindi bu rüzgar anneanne, senindi bu bahar. Açtım ellerimi yağmuru hissetmek için, bir damla ve iki damla ve damlalar… Islanan toprağın kokusu burnuma geldikçe derinden içime çektim anneanne, senin kokunu alır gibi. Toprak kokusu… Bizi buğdaylarıyla yaşama bağlayıp, zamanımızın sonunda kefenlerimizi örten… Ne kutsal bir şeydir toprak? Bütün yaşamın varlığı ona ait, onsuz asla olamayan. Ve hıçkırıklar doldu yüreğime. Sebebi sendin, sebebi yağmurdu, sebebi toprak kokusuydu anneanne…

    Seni yaşamak istedim bu baharda anneanne, her baharda yaşamak istediğim gibi… Kırlangıçların şarkı söylediği lale bahçelerinde, sümbül kokulu pencerelerinde, ekmek kokulu avlularında geçirdiğim baharı aradım. Doğduğum topraklara gittim ve orada hissedebildim. Yüzümde köyün rüzgarı, avuçlarımda bahar yağmuru, senin baharını yaşadım.

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Ahmet Şeşen

     Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen


      Düştü TAKKE göründü KEL... 

    Bunca “Overlok Makinası” var iken “Overlokçu” bulmak da sanırım problem; sizi bilmem ama ben “Son Ütücü” yerine “Ara Ütücü” bulsam inanın ona bile razıyım... 

    şeklinde bitirmiştim geçen haftaki yazımı. “Overlokçu”, “Remayözcü” derken bu ülkede aranan “Ara Ütücü” sonunda bulundu : “Genç Fidanlar”. Muhalefetin “Mırıl mırıl” söylemlerine inat çıkageldiler pırıl pırıl. Bence çok aranan “Ara Ütücü” bulunmuştur. Bakalım “Son Ütücü” de bulunacak mı ?

    Çok zeki, muhteşem esprili, insanlara, doğaya ve özellikle hayvanlara karşı son derece saygılı “Genç Fidanlar”. Muhteremler ne anladı bilemem ama benim anladığım mesaj : “Yeter artık ! Ellemeyin bizi, yellemeyin geleceğimizi...” oldu.
    Bu mesaja rağmen; ara gazlarla yellenmeye, inadına dellenmeye çalışanlar var. Oysa;
    Düştü TAKKE göründü KEL...             

    Genç Fidanlar...
    Binlerce biber gazı yediler, kimyasal içtiler ama yılmadılar..
    Metreküplerce tazyikli suya rağmen dimdik ayakta yıkılmadılar..
    Fitne fücür, yürekleri bücür ara bozuculara rağmen birbirlerinden ayrılmadılar..
    Polisi nefretle üzerlerine salan Muhterem’ler ise; ne yazık hala ayılmadılar...

    Genç Fidanlar’a...
    Çapulcu” dediler, oralı bile olup takmadılar..
    Alkolik” dediler, hiç kimseye yan gözle bakmadılar..
    Anarşist” dediler, esnafın camını yıkıp ocağını yakmadılar..
    Muhterem’ler ise; jetonları düşüp konuyu hala çakmadılar...

    Genç Fidanlar...
    Tenezzül etmeyen “Asosyal Medya” yerine “Sosyal Medya” getirdiler..
    Kendilerini bir türlü kaale almayanları bir çırpıda ibret-i alem bitirdiler..
    Ne yazık ki; acımasızca kim vurduya gelen Genç Fidanlar’dan birini yitirdiler..
    Muhteremler ise; anlamadıkları konuyu salya-sümük 3-5 demeçle geçiştirdiler...

    Genç Fidanlar...
    Milyonların gönüllerinde hiç şüphesiz taht kurdular..
    Özgürlükleri uğruna her birisi ön saflarda durdular..
    Şarkılar söyleyip gitarın tellerine neşeyle vurdular..
    Muhteremler ise; hasetlerinden kudurdukça kudurdular...

    Genç Fidanlar...
    Tweet’leriyle oyunlarını bozdular, cep telefonlarıyla yalanlarını gördüler..
    Tüm meydanların pisliğini o güzel ve tertemiz yürekleriyle süpürdüler..
    Ekmeğini suyunu paylaşıp, yaralanan polisi bile ambulansa götürdüler..
    Muhteremler ise; biat etmeyenleri görüp köpürdükçe köpürdüler...

    Genç Fidanlar...
    Birbirleriyle kardeş olduklarını gösterdiler, çoğaldılar direne direne..
    Bir gaz sıkımı yer açtılar her yerden ve her yaştan gelip aralarına girene..
    Yeter artık elleşme; ne bize ne de geleceğimize” dediler bir bilene..
    Muhteremler ise; akıl edip basacaklar mı acaba frene ?

    Kısacası;
    Düştü TAKKE göründü KEL..

    asesen@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Erhan Tığlı

     GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı


      ÇEVRE: DÖVSE YERİDİR BİZİ EVİRE ÇEVİRE

    Çevre bize kızıyor, kızgınlığını doğal afetlerle dile getiriyor. Depremler, sel felaketleri, toprak aşınması, kuraklık, çoraklık, kirlilik birbirini izliyor. Gölleri kuruttuk, akarsuları kirlettik, denizlerin maviliği aldı başını gitti. Doğanın renklerini soldurduk, her yeri kimyasal atıklarla doldurduk. Kara bulutlar hiç eksilmedi gökyüzümüzden, benliğimizden.

    Ozon tabakasında kocaman bir delik açıldı sayemizde. Bu yaptıklarımız bir çeşit delilik ama farkında değiliz hiç. Kendimizi akıllı sanıyoruz. Yarını düşünmüyor, günü gününe yaşıyoruz. Günümüzü mahvettiğimiz yetmiyor, geleceğimizi de karartıyoruz. Bu dünya bize atalarımızın emanetidir. Emanete hıyanet ediyoruz oysa hiç utanıp sıkılmadan.

    Kâr hırsıyla bahçeli evleri bozuyor, yerlerine gökyüzüne hançer gibi saplanan, güneşimizi tutuklayıp doğamızı har vurup har vurup harman savuran çiçeksiz bloklar, siteler, apartmanlar dikiyoruz. Doğayı doğallığından çıkarmaktan adeta bir zevk duyuyoruz. Gün ışığını görünce dışarı çıkarak yararlanacağımıza, içeriye ışık girmesin diye pencerelerimizi kalın perdelerle örtüyoruz. Sonra hasta olunca niye hasta olduğumuza şaşırıyoruz. Atalarımızın, “Güneş girmeyen eve doktor girer”, “Ne ekersen onu biçersin”, “Rüzgâr eken fırtına biçer”, “Bakarsa bağ olur, bakmazsan dağ olur” gibi özlü sözlerine kulak vermiyoruz. Damlaya damlaya göl oluyor; O, çöp atıyor, bu kirletiyor, şu tükürüyor derken doğa, doğanın güzelliği buhar olup uçuyor. Sorunlar dağ gibi yığılıyor...

    ***

    Çiçekler yeryüzünün yıldızı, yıldızlar gökyüzünün çiçekleridirler ama gören yok bu güzellikleri. Plazalarda, “center”larda aval aval dolaşıyoruz, yapay, sanal güzellikleri hayranlıkla seyrediyoruz. Karıncalar kadar olamıyoruz, arılar gibi bal yapamıyoruz, kelebeklerin, böceklerin güzelliklere güzellik ekleyen şirinliklerinin farkına bile varamıyoruz. Verimli topraklara fabrika kondurmayı, her tarafı filtresiz fabrika bacalarıyla donatmayı, kirli atıklarımızı akarsulara, denizlere akıtmayı marifet sanıyoruz. Kalkınıyoruz, ilerliyoruz diye burnumuz Kaf dağında, göğsümüzü gere gere geziyoruz. Oysa kuşların ötüşü, rüzgârın esişi, çiçeklerin açışı kadar güzel değil sanatımız. Bilim kötüye kullanılıyor. Eski güzelliklerin gittikçe kaybolduğunu, yozlaştığını göremiyoruz. Bakar körüz, gönül aynamız kir pas içinde. Seyretmeyi seviyoruz, olup biten çirkinliklere seyirci kalıyoruz. Burnumuzun dikine gidiyoruz. Doğayı kendi çirkinliğimize benzetiyoruz. İşin kötüsü bu yozluğa, nobranlaşmaya alışıyoruz, katkıda bulunuyoruz!

    ***

    Unutmayalım ki, çevreyi hor gören güzellikleri zor görür. Ne yaparsa yapsın, özlediği cennete kavuşamaz, tüm umutları suya düşer, kendi cehenneminde çürür. Bir gün bu güzel dünyayı bırakıp gitmek zorunda kalınca bir avuç toprak bulamaz, demire, betona gömülür, tüm çirkinliğiyle. Şiirsizliğe mahkûm olur benliği, masala döner kişiliği...

    ***

    Kendisine ettiğimiz bunca eziyetlerden, işkencelerden sonra, çevre bizi dövse evire çevire, doğa yüzümüze tükürse yeridir. Çevreyi kirleten, doğaya saygı göstermeyen kişi ne kadar ilerici geçinse de geridir, geri kalmış biridir. Böyleleri övüneceklerine yerinmeli, yerin dibine girmelidir.

    Erhan Tığlı
    erhantigli@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Müfit Uzman

     Telve : Müfit Uzman


      EŞ&EK

    BOP derken, EŞ derken, EK'lendi işte iş: "Kişinin yaşam mücadelesi"ne..

    Bunun eğitim, öğretimle de fazla ilgisi olduğuna inanmıyorum. Örneğin polis, eskisi kadar kör cahil değil. Eğitim almış gençler çoğu. Farkındalar pek çok şeyin. Ama n'apsın?

    Diyor ki; "Ben emir kuluyum. Sen sağla benim geçimimi, senin yanında olayım."

    Hadi de bakalım:
    "Simit ya da limon sat, onurunla yaşa."

    Önce kendin dene bir hele; simit limon satabiliyor musun herhangi bir yerde? Onun bile mafyası var. Sattırmazlar.

    AKePe iktidarı bunu kullanıp, işte böyle istihdam sağladığını zannetti:
    Dabıl yol inşaatlarına, park-bahçe, düzenlemelerine, kaldırımlara taş döşeme işlerine, özel güvenlik firmalarına, polis ordusuna yeni kadrolar açarak. İnsanları satın alarak, makarnaya, kömüre gebe bırakarak.

    Yeni sanayi yatırımlarından ne haber? Mevcutlar bile yabancılara peşkeş çekildi.

    Eee, elin keferesi de enayi değil; aldığı sanayi tesisini önce otomasyona geçirip ekmek yiyen garibimi makinalarla değiştirdi.
    Otomasyon, teknoloji elbette kötü değil de, oradan elde ettiğin tasarrufla işten attığın insanlara yeni bir iş ortamı mı sağladın? Yeni bir kapı mı açtın? Yoksa elde ettiğin ranttan bir parça balı sana bu imkanı sağlayan birilerinin ağzına sürüp aslan payını yurt dışına mı aktardın?

    Mehmetçik şehit olurken, "Ben emir kuluyum." değil, "VATAN SAĞOLSUN!" diyordu;

    Bu yüce duyguyu yaşatanları bile tuttun, topladın, hapse attın.

    İş geldi, dayandı; kişinin "var olma" mücadelesine..

    Hadi bakalım; işin içinden nasıl sıyrılacaksın?

    Müfit Uzman
    m.mufituzman@gmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    ABUZİTTİN’DEN BİR ŞİİR DAHA

    Efendim, uzunca bir süredir sanki tatile girmiş gibi gözüktüğümün farkındayım.
    Ah, Ahhh! Kim yapabiliyor ki tatili de sıra bize gelsin sevgili arkadaşlarım....
    Hani şikayet etmek gibi olmasın ama, başımda önemlice bir kısmı ıvır zıvır onlarca dert, ruh daralmakta.....Bir de bu aralar ülke iyice yangın yerine dönmüş, insanlar nihayet “yetti ulan, nedir bu rezalet!” diyerek sokaklara dökülmüşler......Eylem var eyleeeem!
    Bu yüzden de kaleme, yani klavyeye bir türlü sıra gelemiyor ne yazık ki!
    Yoksa yarım kalmış onlarca yazı taslağı beni beklemekte, dökülme mevsimim geldiğinde bir dökülmeye başlayacağım, yani her hafta yazılar birer birer düşmeye başlayacak..... Neyse şimdilik sizlere yeni bir şiirle merhaba diyelim istedim. Devamı bir şekilde gelir nasıl olsa.
    Hepinize bol eylemli, ama aynı zamanda da susuz, gazsız, copsuz günler dilerim. Mekanlar ayrı olsa da gönüller bir nihayetinde...En kısa zamanda tekrar görüşmek dileğiyle......

    BİR BORCU ERKEN ÖDEME
    Yaş 60’a merdiven dayayınca,
    Hele bir de öfke başa üşüştüyse
    Çekip gidilebilir her an bu dünyadan,

    Bir karınca gibi bir yerlerden bir yerlere
    Küçücük fikir kırıntıları taşımaya çalışan biriysen eğer,
    Eğri oturup doğru konuşmaya çalışan biri.....
    Söyleyecek sözlerin vardır daha,
    Bir türlü ölmek istemezsin bu yüzden....

    Katılmak gereken mitingler,
    Haykırılacak sloganlar vardır önünde çünkü!
    Kızılacak, bağırılacak, öfkelenilecek, haykırılacak
    Küfredilecektir, yüreğinin ta derininden dolu dolu,
    Aman tansiyonun.........aman sıcak hava......
    Uyarılarına pek de kulak asılmayacaktır.....
    tıpkı Can Yücel gibi....tıpkı Metin Lokumcu gibi.....

    Hele bir de ufukta hiç güneş göremiyorsan,
    Karanlık basmışsa dört bir yanı,
    Bir gün siyah, öbür gün beyaz diye,
    Sürekli höyküren birileri varsa.....
    Ekranlar ve gazeteler mide bulantısı yaratmaktan
    Başka bir işe yaramıyorsa......
    Haaa, birde pencere camı silmek tabii....
    Bak bu da önemli!

    İçindeki öfkeyi, olur da erken ölürsem diye
    Satırlara dökmek istersin, susanların inadına
    Hani Rıfat Ilgaz ustanın sözleriyle korkuluk olanlara inat
    Ölürsen eğer......
    Canlı kalmak için elinden geleni yapmana rağmen
    Borçlu kalmak istemezsin geride kalanlara,
    Geride bir değer ifade eden her şeye,
    İdeallere, güzel günlere olan inançlara,
    Mücadelelere ve kavgalara.......

    Onun içindir ki bende borcumu
    şimdiden ödemek istiyorum.
    Haykırmak istiyorum içimden geçenleri......
    Son sloganlarım olsa da,
    şöyle yürekle aklın birleştiği o en güçlü yerde
    Ciğerlerim yırtılırcasına haykırmak istiyorum!
    Ve diyorum ki,
    KAHROLSUN HAYDUTLUK, SOYGUN, RÜŞVET, TALAN DÜZENİ! YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ VE GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE! İhsan BABAK Temmuz 2011 İZMİR


    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Gözlerinde cehennemi gördüm!

    Gözlerinde cehennemi gördüm;
    barut kokusu sinmiş gözlerinde,
    ayrılık vakti seni uğurlarken,
    beynimden vurulmuşa döndüm.

    Ah kara gözlüm!
    Hangisi en korkunç, bilmiyorum;
    suçluyken mâsum olmak mı
    mâsumken suçlu olmak mı.

    Mâsum değilim, biliyorsun;
    suçlamak ise inkâr etmektir.
    Vedâ sözlerine karışır,
    senden kaçıp seni ele verir,
    kendini gecelere sayar.

    Adâlet terâzisinin ayârı bozuk,
    maskarası olur emânetler bohçası.
    Gölge ağaçları çekilir
    ve havada baykuş uluması,
    bir kâtilin sesini gizler.

    Ölüm özründe müşkülüm alınır;
    akan yaşlar, kurşun gibi saplanır.
    Nasıl öderim sanırsın; başkasını değil,
    kendini fedâ etmen gerekir:
    Sevmek, ölümden ağır bir hünerdir.

    Ah kara gözlüm!
    İnançlarımız var bizim;
    uğruna ateşlere atladığımız,
    şavkıyla yürek titreten,
    varlık çemberini ayakta tutan.

    Aklına geldikçe dilin parçalanır;
    her cümlem, ayrı bir dünyâya götürür.
    Kendinle öksüz, kendinle yetim;
    ne kadar da kolay saklanmak.
    Beni suçlamayı bırak artık.

    Gözlerinde cehennemi gördüm;
    barut kokusu sinmiş gözlerinde,
    ayrılık vakti seni uğurlarken,
    beynimden vurulmuşa döndüm.

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    7 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Fernando
    ABBA









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20130607.asp
    ISSN: 1303-8923
    7 Haziran 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com