|
|
|
Editör'den : EMPATİ KURALIM DEDİK!.. |
Günlerdir herkes birşeyler söylüyor, yazıyor, çiziyor. Söylenmedikleri söylemek için kılı kırk yarmak gerekiyor. Benim nerem eksik bende konuşuyorum mümkün olduğunca. Durum değerlendirmesi yaparken en çok karşıda duranlara empati yapmaya gayret ediyorum. Öyle ya, eğer bir stratejiden yola çıkarak ileriye dönük bir planlama yapacaksak karşımızdaki fikirleri de yalamış yutmuş olmalıyız.
Evet sular bir miktar duruldu, yani artık gaz ve su gerektiren eylemler azaldı sanki. Ama o ruh öldü mü? Kesinlikle hayır. Bir kere macun tüpten çıktı dışarı. Sıkıysa sok içeri. Gençler lokomotif oldu, cümbür cemaat korkmamayı, ezilmemeyi, herşeyden önemlisi yılmamayı öğrendik. Karşı durmanın kavgasını verirken sadece beynimize güvenmeyi belledik bir kere. Muktedirin bize söz geçrimek için en az biz kadar zeki ve çevik olması gerektiğini pek güzel anlattık anlayana. Tam karalar bağlamışken duran adam çıktı ortaya, sarstı bizi. Şimdi hepimiz durarak, susarak protesto etmenin zevkini yaşıyoruz. Gezi Parkı'na giremiyorsak, diğer parkları mesken tutarız dedi gençler. Tuttular, her akşam demokrasi dersi veriyorlar anlayana. Anlamayan, zaten eli sopalı, gene basıyor forumları ama yılmıyor hiç kimse.
Gezi'ye henüz kimse giremese de, ağaçlar, çiçekler dikiliyormuş, gider görürüz açılınca. Bre kendini bilmez, beyin damarları daralmış yöneticiler, aklınız neredeydi şimdiye kadar? Madem ağaç dikecektiniz, madem çimleri yenileyecektiniz ne demeye 4 cana kıydınız? Neden binlerce yaralıya malolan zulme, kaba kuvvete baş vurdunuz? Hiç birinizin mi kafası çalışmadı? Ama sağolun, bu millete belki en büyük iyiliği yaptınız. Bu milleti uyuyor sandığınız uykudan bir gecede uyandırdınız. Artık sizin için üzülmeye bile tenezzül etmem. Her koyun gibi siz de kendi bacağınızdan asılacaksınız. Muhallebici Topbaş'ı dinlediniz herhalde. Yüzünün ifadesi, "Artık herşeyi size soracağız." derken ki çaresizliği olan bitenin özeti gibiydi. Saltanatın sonuna doğru, sıkıştığı köşeden kurtulmak için son hamlesine hazırlanan boksör gibi altüst olmuş gözlerle bakıyordu ekrana. Gelmiş geçmiş olsun be Topbaş, buraya kadarmış. Eğer duygularımızdan arınıp mantığımızın sesine kulak vermeyi becerirsek İstanbul'u da Ankara'yı da kaybettiniz artık.
Tayyip desen ayrı bir renk ve ahenk her zamanki gibi. Hala ezberlenememiş tıpatıp metinleri prompterlardan okurken bile zorlanıyor artık. Sesindeki gelgitleri bile kontrol edemez halde. İnanmadığı pek çok şeyi haykırmaya çalışırken garip bir şaşkınlık içinde. Nasıl şaşırmasın? Daha birkaç hafta evvel, her baktığında "Bu dağları ovaları sen yarattın, senden ulu senden güçlü hükümdar yok." diyen ayna artık ona kahkahalarla gülüyor. %50'nin taptığını, %50'nin de korkudan sustuğunu sandığı bir anda tepetaklak olmanın hayal kırıklığıyla saldırıyor oraya buraya. İşi hiç kolay değil. Empati yapayım diyorum, kolay olmuyor. Tek yaklaştığım durum, hani şu her evin süpermen babası olduğunuzu hissettiğiniz evinizde, dayanamayıp attığınız bir tokattan, ya da ettiğiniz aşağılayıcı bir laftan sonra, tüm ailenin size bakışı değişir ya, ikinci tokatta elinizi tutar birisi, laf söylemeye kalksanız duyduklarınızdan sonra mahvolursunuz, işte buna benzer sanırım hissettikleri.
Anladığımız üzere, Tayyip cephesinde olaylar, zevahiri kurtarmanın telaşıyla, gelişiyor artık. Cilalı ekonominin tüyleri yolunmaya başlayınca, AB'ye delikanlı edasıyla yaklaşıp tokatlamaya kalkışınca, alınan tepkiler yüzünden yelkenler suya inmek üzere. Bir yol bulup bu bataktan kurtulmanın hesabındalar. İşte tam bu anda, bu yönetime, bu yönetim tarzına karşı duranların, aklını kullanma yeteneğine ihtiyaçları var. Kısa dönemde yapılacaklarla uzun dönem planlarını birbirinden ayrı tutmalı. Önümüzdeki yerel seçimler ilk hedef olmalı. CHP'ye yüklenmek yerine, tüm bu olanlar sırasında vekillerin aldığı pozisyonlar iyi değerlendirilip nankörlük etmemeli. Genel başkanı değiştirmek önce kulağa hoş geliyor ama mantık penceresinden bakınca, anlamsız olacağı kolayca görülebiliyor. Yapılması gereken, bu sürede, olabiliyorsa, seçim kanununa odaklanmak ve başta baraj olmak üzere, oy koruma ve kollama, sandık denetim mekanizmalarını da içine alacak düzenlemeleri bir an evvel yapmak gerekiyor. Her seçimde yapılan kısır çekişmeleri bir kenara bırakıp, Gezi ruhunu diri tutacak bir ideal etrafında en fazla oyu alacak yerde kümelenmek gerekiyor. Gürsel Tekin'in "Ödünç Oy" isteği hiç te yabana atılacak bir istek değil. Oylarımızın takibi yaptığımız sürece hiçbirşey kaybetmez aksine çok şey kazanırız.
Sosyal ağlarda akıl dolu mizah örneklerini okumaktan, bazen yazmaktan zevk alır olduk milletçe. Gündemin nabzını tutan bu esprilere bir örneği buraya alarak sizlere veda etmek istiyorum. Akdeniz Olimpiyatlarında Akdeniz'e "White Sea" adını veren Tayyip Bey'i yorumlayan bir arkadaşım söylemiş; "Yıllardır White House yerine Aksaray'a gidiyor olmasın?" Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan AVRUPALI BAYRAM 3 (Son) |
|
İzmir Sıcaktı. Sivri burunlu minibüsler gece boyunca susmuyorlardı. Geceleri uyumakta, sıcak havaların bunaltısından yemek yemekte zorlanıyorlardı. Küçük kızları ilk birkaç gün içinde hastalanmıştı. Gecekondular sinek kaynıyor, çocukların akça pakça teninin delik deşik ediyorlardı. Yeni vatanlarında her şeyin tadı başkaydı. Ekmekler kar gibi beyaz ama lezzetsizdi. Patatesler çok fazla toprak kokuyorlardı. Sütün, yoğurdun, peynirin tadı kaçmıştı. Kaynanasının evinde geçirdikleri ilk bir hafta bayram hatta şölen havasında geçişti. Yıllardan beri özlemi burnunda tüten ne kadar akraba, arkadaş, eş dostun varsa hepsiyle buluşmuştu. Ayaklarını yerden kesecek kadar mutlu günler geçirdi. Ah bir de küçük kız iyileşse… Mavi gözleri gülüverse başka hiçbir şey istemiyordu.
Güzel günler çabucak geçip gitti. İş, aş, ekmek derdine düşmek gerekiyordu. Bir sabah erkenden evden çıktı. Sordu soruşturdu. Yabancısı olduğu sokaklara daldı. Minibüs’e bindi. Söylenen tabelaları ararken yürüyen öteki insanlara çarptı. Hakaret sözleri işitti. O gün kendi vatanı olarak bildiği bu ülkenin yabancısı olduğunu öğrendi. Öğleye doğru İzmir İtfaiye Müdürlüğünün kapısından içeri girdi. Kapıdaki görevli kendisine yardımcı oldu. Ceketinin cebinden çıkardığı belgeleri amirlerden birine uzattı. Adam belgeleri inceledi. Hepsine tek tek baktı. Güzel, çok güzel dedi. Avrupalı’yı başka bir amire gönderdi. Adam eline bir kalem aldı. Hem sordu, hem yazdı. “Sen tam aradığımız adamsın ama yaşın kırkı geçmiş,” dedi. Yaşından dolayı seni burada işe alamayız. Ama belki fabrikalara girersin. Git sor soruştur,” diye akıl verdi. Sevinci kursağında kalmış olarak binanın merdivenlerinden indi. Hem yürüdü hem Gültepe minibüslerinin durağını önüne gelene sordu. Gecekonduya geri döndüğünde günün çoğu eriyip gitmişti. Taş atmamış, kolu yorulmamıştı ama o yine de kendini bitkin hissediyordu. O gece yemek bile yemeden uyudu. Ertesi gün yine erkenden evden çıktı. Sonraki gün ve ertesi gün yine… İki hafta her gün… Önce büyük devlet fabrikalarına gitti. Sonra ötekilere. Hepsinin kapısından boş döndü. Artık misafirliğin de tadı kaçmaya başlamıştı. Her geçen gün gülen yüzler birer birer ekşimeye başlamıştı. Hemen bir iş bulmalıydı, bir de ev... İyice tadı kaçmadan gitmeliydi.
Avrupalı Bayram İzmir’de itfaiyecilik işi bulamadı. Birkaç kez akrabaları ile inşaatlara gitti. Her seferinde daha bir hafta bile dolmadan iş bitmiş ve yine aylak kalmıştı. Binleri, yüz binleri doyuran bu koca şehir Avrupalının yüzüne bakmıyordu. Çaresiz ve bunalmıştı. Parası olsa geri dönmeyi bile düşünürdü. Bu yaşına kadar böylesi bir acemilik, yabancılık ve çaresizlik duygusu yaşamamıştı. Küçük kızı sürekli hasta oluyordu. “Havası dokunmuştur,” diyorlardı. “Alışır, yakında alışır.” İzmir hem çok kalabalık hem de çok karışıktı. Para olmadan sokağa çıkmak, adım atmak mümkün değildi. Üstelik köylüleri de buraya gelince çok değişmişlerdi. O cömert ve güzel insanların hepsi cimri ve paragöz olmuşlardı. Birbirlerine bir çıgara vermeyi, bir çay ısmarlamayı bile çok görüyorlardı. Herkes ona “gözünü aç,” diyordu. Gözünü aç, uyuma. Burası İştip’e benzemez. Adamın ayağından donunu alırlar. Haberin bile olmaz.”İnsanlar neden böyle kurnazdı? Neden başkalarını kandırmaya çalışıyorlardı? Anlayamıyordu.
Avrupalının çocukları küçüktü. Birbirlerine sahip çıkmayı beceremezlerdi. Eşi hayatı boyunca köyünden bir kez olsun dışarı bile çıkmamıştı. Okuması yazması bile yoktu. Sabahın alaca karanlığında sokaklara düşüp incir veya tütün mağazasına çalışmaya gidemezdi. Çaresizlik ve parasızlıktan iyice bunaldığı bir günün akşamında köyden bacanağı çıkıp geldi. Onu ve ailesini alıp Saruhanlıya bağlı Hacırahmanlı kasabasına götürdü. Oğlu ve eşi ile birlikte pamuğa, üzüme, tütüne gündeliğe gitmeye başladılar. Ova yazın sıcaktan kavrulsa, kışın ayazdan buz kesse bile karınlarını doyurabiliyorlardı. Yaşamının otuz yılı böyle geçti. Çocukları büyüdü, evlendi, torun torba sahibi oldu. Zengin olmadı ama ekmeksiz kalacak kadar yoksulluk da çekmedi. Başını sokacağı bir evi vardı. Kahvede pişpirik oynayacak arkadaşları da. Daha ne istesin?
Avrupalı bayram hiçbir zaman kurnaz olmayı, uyanık olmayı, gözünü açmayı öğrenemedi. En büyük oğlu zamanı gelince askere gitti. Çok uzaklara, hem de ta İskenderun’a. Mektubunda muhabere oldum ben. Haberci oldum diyordu. Askerliği senesine yaklaştığı zaman izine gelir diye beklediler. Gelemedi. İşte o günlerde Avrupalının evinin kapısını bir delikanlı çaldı. Ben oğlunuzun asker arkadaşıyım dedi. Falanca köyden, bilmem kimlerden. Hem inandılar hem de oğlundan haber getirdiği için çok sevindiler. Asker arkadaşım sizden sivil elbiselerini istedi. Harçlık istedi. Ayakkabı istedi, dedi. Anne hemen giysileri hazırladı. Oğlunun arkadaşı olduğunu söyleyen delikanlıya sofra kurdu. Karnını doyurdu. Üzerlerinde fazlaca para yoktu. Çıkarıp anca otuz lira verebildiler. Elbiseleri ve parayı alan delikanlı büyüklerin ellerini öpüp gitti. Oğullarına mektup yazdılar. “Parayı, giysileri aldın mı?” diye sordular. Askerdeki oğullara adını yazdıkları kişiyi tanımıyormuş. Sözü edilen köyden birliklerinde hiç asker yokmuş. Dolandırılmışlardı. Çok fazla dert etmediler. Zaten çok para vermemişlerdi. “Başımızın gözümüzün sadakası olsun,” dediler. Her işte bir hayır vardır.” Bu ülkede neden insanlar böyle kurnaz, böyle madrabaz davranıyordu? Anlayamadılar…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ALDATMAK- ALDATILMAK |
|
Ülkemiz çok zor günlerden geçiyor.
İktidar, millet kesesinden rant lobisine ulufe, yoksul kitlelere fındık çerez dağıtarak bugünlere geldi.
Artık minareye kılıf bulunmuyor.
Sonunda herkesin apolitik olarak gördüğü 90 kuşağı sokaklara çıktı.
Vesayetlerden yakınanların, kendi vesayet düzenlerini kurdukları da bu olaylarla, ayan beyan oluverdi.
Yasaklara karşı çıkan, katılımcı demokrasiden yana tavır koyan gençlere acımasızca, hatta hunharca saldıran polisler, elleri sopalı tosuncularla birlikte yürümekte hiçbir sakınca görmüyor.
Başbakan daha düne kadar meşruiyetinin kaynağı olarak gördüğü kimi kesimlerin uyarılarını, komplo teorileriyle püskürtmeye çalışıyor.
Şakşakçı, yalaka medya gördüklerini yayımlamaktan ödü kopuyor.
Biliyoruz ki din bulamaçlı rantçılar, çıkarcılar bu iktidar sayesinde dünyalıklarına, dünyalık kattılar. Eğer bu iktidar düşerse başlarına gelecekleri çok iyi biliyorlar.
Başbakan her nutuk çekişinde “benim halkım!”demeyi çok seviyor.
KONDA’nın araştırmasına göre, bu eylemlere katılanlardan %58 ‘i gerekçe olarak, özgürlüklerin kısıtlanmasını, % 37’i Ak Parti’ye ve politikalarını, %30 ile Erdoğan’ın açıklamalarını, tavrını gösteriyor. Ağaçların sökülmesini gerekçe gösterenler ise %20.
Yine aynı araştırmaya göre katılımcıların % 35 lise mezunu, %43 üniversite mezunu. %33’ünün babası üniversite , %28’nin babası da lise mezunu.
Bu insanlar, bu ülkenin okuyan, araştıran; toplumsal duyarlıkları gelişmiş kesimi.
Bireysel çıkarları için değil, toplumsal duyarlıkları gereği sokaklara çıkıyorlar.
Biat ettikleri; “öl de ölelim!” dedikleri bir liderin şakşakçısı değiller.
Bu kesim, başbakanın halkı olmadığına göre; kimdir başbakanın halkı?
İnanç soslu rantçılar mı?
Halisane inanan insanlar mı?
Başbakan, çapulcu, ayyaş olarak nitelediği bu insanlarla, halkım diye bağrına bastıkları arasındaki farkı elbette biliyor.
O, aslında “Biz sessiz çoğunluğun sesiyiz.” derken ne dediğini de fark etmiyor olabilir mi?
Çoğunluğun sessiz olduğu bir ülkede demokrasi inşa edilebilir mi?
Çağdaş demokrasilerde iktidarların görevi, sessiz çoğunluğu çok sesli çoğunluğa dönüştürmektir. Çünkü çağdaş demokrasiler varlıklarını “farklılıkların birliği” üzerine inşa ederler.
Başbakan sessiz çoğunluğu elbette sevecek. Çünkü onlar tek tiptirler. Çünkü onlar yüzyıllardır bir lokma bir hırkaya muhtaç bırakılmış, Allah ve devlet korkusu ile susturulmuş kitlelerdir.
Bu ülke, milletin bu kutsal değerleri üzerinden siyaset yapma cennetidir. İktidarların geleneksel öcü hikâyeleri vardır. Onlara göre, her başkaldıran kökü dışarıda din, ırz ve millet düşmanıdır. Allah ve devlet korkusuyla sindirilmiş kitleler de buna hemen kanarlar.
İktidar, gezi parkındaki direnişçilerden korkmamalıdır. Tam tersine onlardan yararlanmalıdır. Bizce iktidar, asıl, kendisine halisane duygularla bağlı kitlelerden korkmalıdır. Eğer onlar, inançlarının rant ekonomisinin sosu olarak kullanıldığını fark ederlerse, bezirganlara ne Menderes’in ne Özal’ın ne de öykündükleri Osmanlı padişahlarının ruhları yardımcı olacaktır.
“Bilginlerin aydınlatamadığı insanları, şarlatanlar aldatır.” sözü, şimdilerde dilime niye dolanıyor ki?
Not: Güllük’te 7 işçi kardeşimizi kaybetmenin acısını yaşıyoruz. Kederli ailelerine başsağlığı
diliyorum.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu KARANLIĞIN İÇİNDE BİR YALNIZLIK |
|
Dışarıda hava kararmıştı. Başımı cama dayayıp kalbimdeki sıkıntıyı anlamaya çalışıyordum. Bir şeyler yapmalıydım, arkadaşıma gitmeye karar verdim. Sokağa çıktığımda yüzüme çarpan soğuk hava vücudumu titretti, üşümüştüm. Rüzgar yaprakları tozla karıştırarak havalandırıyordu. Birden öyle esmeye başladı ki sanki beni alıp uçuracaktı. Hızlı adımlarla yürümeye başladım. Etrafı, insanın içini ürperten bir karanlık basmıştı. Issız sokakta birisinin beni takip ettiğini düşündüm. Korkak bir kedi gibi arkama bakmadan koşmaya başladım. Birkaç bina ötede bulunan apartmana vardığımda hemen koridor düğmesini açtım, artık kendimi güvende hissediyordum. Apartman çok gürültülüydü. Önünden geçtiğim kapılardan televizyon sesi, çocuk ağlamaları, kavga sesleri duyuluyordu. Arkadaşım Julide’nin kapısı önünde durduğumda birden apartman ışığı söndü. Ayağıma bir şey sürttüğü hissine kapıldım. Ellerimle duvarı yokladım, ışık düğmesini bulunca hemen bastım. Her taraf aydınlanınca derin bir “oh” çektim. Tam zile basacaktım ki ayağımın dibinde miyavlama sesi duydum. Küçücük bir kediydi. Belli ki açtı, ama bende bir şey yoktu. Eğildim ve başını okşadım: “Minik kedi, yanımda sana verebileceğim bir şey yok, üzgünüm.” dedim. Beni anlamış gibi küçük başını ayağıma sürttü ve miyavlayarak merdivenlerden aşağıya indi.
Julide kapıyı bana her zamanki masum gülümsemesi ile açtı. Güzelliyle dikkat çeken, masum görünüşlü bir kızdı. Fakat bu masumiyetinin altında benim bile anlamakta zorlandığım ilginç bir kişiliği vardı. Benim mahalle arkadaşım, ayrıca iş arkadaşımdı. İşe alınmasında ben yardımcı olmuştum. Oturma odasına girdiğimde annesi karyolada oturuyordu. Bana baktı, hiç istifini bozmadan elindeki oya işine devam etti. Gözleri hızlı hızlı yaptığı oyasında, konuşmaya başladı: “Tam da senden bahsediyorduk.” dedi. Şaşırarak ona baktım. İtiraf etmeliyim ki bu kadından hiç hoşlanmıyordum. İtici bir görünüşü vardı, onu ilk gördüğüm andan beri kalbim ısınmamıştı. Julide’ye her konuda baskı yapıyordu. Kendi gençliğinde yaşayamadıklarını, kızına da yaşatmıyordu. En kızdığım ise biraz geç kalsak, avazı çıktığı kadar bağırmasıydı. Onun kaba hareketleri beni bu kadına karşı itiyordu. Bize çocuk muamelesi yapıyordu. Ancak bu akşam bahsettiklerinden çok mutlu oldum. Julide’nin babası İzmir’de çalışıyordu ve annesi babasının yanına gidecekti. Julide’ye bir hafta yatılı arkadaş olmamı istiyordu. Bu çok güzel bir haberdi. Gözlerimi arkadaşıma çevirdim, bana ışıltılı gözlerle bakarken adeta haykırıyordu: “Özgürüz, yalnız kaldık, yuppii”. Bu gerçekten de doğruydu, çünkü ben de ailemden biraz uzaklaşıp yalnız kalmak istiyordum. Bir hafta özgürlük için fırsattı. Aileme sormadan annesine kararımı açıkladım; Julide ile kalacaktım. Biliyordum ki ailem bu konuda itiraz etmeyecekti. Annelerimiz daha önceden tanışıyordu. Aynı sokakta oturan yılların arkadaşıydık.
Pazartesi:
Julide ile aynı şirkette çalışsak da yoğunluktan birbirimizi binada çok az görürdük. Ben muhasebe departmanında, o ise ithalattaydı. Bugün de sabah olduğu gibi akşam serviste karşılaştık. İşimin yoğunluğunda düşüncelerim karmakarışıktı. “Acaba doğru karar verdim mi?” diye bocaladım. Beş gün bana ya eğlence ya da işkence olacaktı? Eğlenmek olağandı, fakat her akşam yemek yapacak olmam işkenceye dönüşebilirdi, çünkü Julide yemek yapmasını bilmiyordu. Onunla bir hafta iyi anlaşmak için dua ettim. Julide’nin evine gitmeden önce kendi evime uğradım, bir haftalık kıyafetlerimi toplayıp büyük bir çantaya koydum. Uzun bir yolculuğa çıkacakmışım gibi hissettim. Ailemden de beş günlük iznimi almıştım. Arkadaşımla geçireceğim günlere seviniyordum.
İlk akşamımızdı. Buzdolabını açtığımızda gördüklerimiz bizi mutlu etti. Annesi bizim için birkaç çeşit yemek yapmıştı. Yemek yapmayacak olmam iyi olmuştu. Çünkü tüm günün yorgunluğunu koltuğa oturduğumda hissettim. Bir de yemek yapmaya kalksaydım halim perişan olacaktı. Julide ile güzel bir sofra kurduk. Şirketteki dedikodulardan bahsettik. Keyifli zaman geçiriyorduk. Sanki ailelerinden uzakta iş için başka şehre taşınan iki ev arkadaşı gibiydik. Ben bu rahatlığın içinde beynimi gereksiz bilgilerden arındırıyordum. Tüm sorunlarımı sokağın köşesinde bırakmıştım. Julide bana heyecanla bir olay anlatırken, birden bire kapı sesi duydum. Evdeki odalardan birinin kapısı açılmıştı. Yalnız olduğumuzu zannediyordum. Julide’ye baktım, kapı sesini duymamış gibi konuşmaya devam etti. Bense artık arkadaşımı dinlemiyordum. Kulağım evde yürüyen sessiz adımlardaydı.
Devam edecek…
Sevinç Gürel Bozkurt Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran YAŞAMA SANATI USTASI SAİT MADEN |
|
Sevgili Sait Maden’i, Ekim 9164’te, Memet Fuat Abimin De Yayınları için benden istediği ilk kitapla, Sartre’ın Baudelaire’i ile tanıdım; kitabın hem kapağını yaptı hem de içindeki şiirleri çevirdi. Ondan sonra, ölene dek en sevdiğim, saydığım dostlarımdan biri oldu. Dostluğumuz boyunca, ilişkimiz, işbirliğimiz hiç kesilmedi; sevgili ozan dr. Halil İbrahim Bahar’ın Soyut dergisi onun yazıhanesinde hazırlanır basılır, basımevinde gelince orada kutlanırdı.
Sartre’a, geri çevirdiği Nobel’i kazandıran Sözcükler’in kapağını da o yaptı.
Çeşitli yabancı dergilerden aktardığım yazılardan oluşan ilk kitabım Konuşmalar’ın kapağı da, Berfin Yayınları’ndaki Cumhuriyeti Savunmak’ın kapağı da onun ince beğeneli beyninden, hünerli ellerinden çıktı.
Güzel sanatların hangi dalına el attıysa aynı titiz, sorumlu, bilinçli çalışmanın ürünlerini verdi; giyimi kuşamı, konuşması, her ortamda davranışı gerçek bir İstanbul Beyefendisi gibiydi; Demokritos’un değindiği olasılık-gereklilik ikilisinin armağanı olarak, Eskişehir’de açılan ve yarattığı bütün simgeleri bir araya getiren sergi dolayısıyla gittiği bu kentte, parkta yürürken çekilmiş son resmine bakın, demek istediğimi görürsünüz. Anlayacağınız, benim bütün sanatların ereği, toplamı saydığım YAŞAMA SANATI’nın tartışılmaz USTASI’ydı Saitçiğim.
Onu tanımış olmak, tıpkı Memet Fuat, Sabahattin Eyuboğlu, Ruhi Su, Cihat Burak gibi, yaşamın bana, bize sunduğu en değerli armağanlardan biriydi.
Hepimiz gibi, gerek şiirlerini, gerek çevirilerini, ömür boyu çeşitli dergilerde bastırmak için koşuşturduktan sonra, kurduğu Çekirdek Yayınlar’da kitaplarını tam ona yakışan özel boyutlarda, siyah kapaklarla gün ışığına çıkarır olmuştu ki, Türkiye’deki her alan gibi, yayın dünyası da çıkmaza girdi. Ama bu tatsız gelişmeden önce ürünlerini o benzersiz kitaplarda toplayabildi ya, büyük kazançtır.
Şimdi o kitaplardan birkaç çalışmasını paylaşalım yeniden; ilkini, dostluğumuzu başlatan Baidelaire’den seçiyorum: Şiir Anıtları 1/Kötülük Çiçekleri’inden
AKŞAM EZGİSİ
İşte her çiçeğin sapında ürperdiği zaman,
Tütsü tütsü dağıldığı zaman her çiçeğin;
Havada sesler, kokular dolaşıyor, yeğin;
İç karartıcı bir vals, baş dönmesi, uzayan.
Tütsü tütsü dağıldığı zaman her çiçeğin;
İncitilmiş bir yürek gibi titriyor keman;
İç karartıcı bir vals, baş dönmesi, uzayan!
Gök hüzünlü, güzel bir sunak sonuna değin.
İncitilmiş bir yürek gibi titriyor keman,
İçli bir yürekten kara, geniş yokluğa kin!
Gök hüzünlü, güzel bir sunak sonuna değin;
Güneşin donmuş kendi kanı boğulduğu kan.
İçli bir yürekten kara, geniş yokluğa kin,
Işıklı geçmişin bütün izlerini toplayan!
Güneşin donmuş kendi kanı boğulduğu kan…
İçimde parlayan bu kutsal kap, anın senin!
İkinci şiir, çok sevdiği, başarıyla aktardığı Garcia Lorca’dan
YUVA
Gözlediğim ne bilmem
bu hüzün anlarında?
Kim çiçekli, yaldızlı
korularımı kesen?
Derenin suyundaki
çırpıntılı gümüşten
aynada, ki bana tan
sunar, o gördüğüm ne?
Korumda hangi büyük
fikir çamı yarılan?
Ne sessizlik yağmuru
ürperten beni böyle?
Sevdamı bıraktıysam
gamlı kıyıda ölü
hangi böğürtlen saklar
yeni doğuşu benden?
Son örnek kendisinden, Şiirin Dip Sularında adlı uzun şiirinin ilk bölümü:
1
Arama, ben artık bende değilim,
sözcükler var bende benden içeri;
sözcükler, zehirle yüklü içleri,
derin tatlarından esrimiş dilim.
Çevremde nedir bu çınlam, gerilim,
bu bitmez atılım ileri geri
örerken bir sonsuz ağla her yeri
milyonca, milyonca anlaşılmaz im?
Bu ürkünç kıyıya geldikten beri
dağlardan dağlara düş gelgitleri
ve dev yankıları tek izlediğim
Hiç kimse aşamaz bu sık çitleri,
bu tuzakları, bu sarp geçitleri;
arama, ben artık bende değilim.
Canım Saitçiğim, her şeyin, sesin, çizginin, im’in, imgenin, simgenin, anının en hoşunu bırakıp gittin, ne mutlu!
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : M.Nihat Malkoç NURDAN TÜMBEK TEKEOĞLU’YLA “ÖYLE SEVDİM Kİ SENİ” FİLMİ ÜZERİNE… |
|
M. Nihat MALKOÇ: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Kimdir Nurdan Tümbek Tekeoğlu?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Aslen 1965, İstanbul doğumluyum. Avusturya Lisesi’ni, sonrasında ise Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nü bitirdim. 40’ıma doğru Metro AG’nin Türkiye Temsilcilik görevini yürütürken, Marmara Üniversitesi’nde Üretim Yönetimi ve Pazarlama alanında yüksek lisans ve doktora yaptım. 1988- 2013 yılları arasında Galleria, Ram Dış Ticaret, Gelişim Yayınları, Güneş Gazetesi, Turquoise Dergisi, Egebank, Garanti Bankası, Bayraktar Holding, Siemens, Ritz Carlton, Metro AG gibi firmalarda orta ve üst yöneticilik kademelerinde çalıştım. 1983-1988 yılları arasında okuduğum Boğaziçi Üniversitesi’nde daha sonra çalışmaya devam ettim. Profesyonelliğin ilkelerini öğrencilik yıllarında çalıştığım Tekfen, Vip,Vizitur, Setur, Entaş, Ufaş gibi firmalarda yarı zamanlı çalışarak öğrendim. 2010 yılında İstanbul Aydın Üniversitesi’ne yardımcı doçent olarak atandım ve 2012’de de Okan Üniversitesi’ne İş Geliştirme Direktörü ve yardımcı doçent olarak transfer oldum. Aynı zamanda eşimle ortağı olduğum Medya Ton Ltd. isimli şirketimizle belgesel ve uzun metrajlı film üretimi de gerçekleştiriyoruz. Toplumsal sorunlara vurgu yaptığımız ilk filmimiz İfakat ile yurtdışı ve Türkiye’de birçok ödüller aldık. Şimdi de 3 yıldır çalışmaları süren “Öyle Sevdim Ki Seni” isimli filmimizin çekimleri için Trabzon’dayız. Medya Ton isimli şirketimiz ile Cisco, Praktiker, Arkas gibi şirketlerin kurumsal dergilerini eşim Orhan Tekeoğlu üretirken , ben de Alman kökenli Foreverclean Ltd., RWE, Tisva gibi kuruluşlara iletişim ve iş geliştirme danışmanlığı yaptım. Sivil toplum çalışmalarını da severek yapıyorum. Rotaryenim. Alman-Türk Ticaret Odası’nda, Kagider’de, Bümed ve ALD’de üyeliklerim var ve Türsak’ta Başkan Yardımcısıyım.
M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar birçok büyük şirkette reklam, halkla ilişkiler, pazarlama ve iletişim bölümlerinde üst düzey yöneticilik yaptınız. Bu alanda önemli başarılar elde ettiniz. Bu başarılı iş kariyerinden sonra şimdi de sinemaya el attınız. Çok iyi bildiğiniz bir alandan sinemaya sert bir geçiş yapmış olmadınız mı? Sinemaya yapımcı düzeyindeki ilginiz nasıl başladı? Bu geçişin belli bir hikâyesi var mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Benim geçişim bayağı eski, diyebiliriz. 2002 senesinde Türkiye Temsilciliğini yürüttüğüm Metro AG’nin ilk sosyal sorumluluk projelerinden olan kısa film yarışmasını Türsak’ın danışmanlığında 9 sene boyunca planladık ve organize ettik. Hatta Cumhuriyet Gazetesi bizi kısa film Oscar’ı ilan etti, zira arkamızdan Akbank ve benzeri nice firma kısa film yarışması düzenlemeye başladı. Birinci gelen öğrencileri New York Film Akademisi’ne gönderiyorduk ve hatta orada eğitim İngilizce olduğu için gitmeden 1 yıl önce de çocuklara İngilizce ders aldırıyorduk. Sonrasında ise yine Türsak’ın düzenlediği Altın Portakal’a 2 yıl ana sponsorluk ve her sene Aralık’ta düzenlediği Randevu Istanbul gibi büyük çaplı organizasyonlara Metro olarak ana sponsorluklar oldu. Dolayısıyla 10 yılı aşkın süredir zaten sinemanın içindeyim. Eşim Doğu Karadeniz kadınlarının doğaya karşı verdiği mücadeleyi anlatan İfakat belgeseli ile ilgili hayalinden bahsedince, konu kadın olduğu için ve ben de bu konulara eskiden beni duyarlı olduğum için finansmanı ve yapımcılığı ile ilgilendim. Çabalarımız çok iyi sonuç verdi ve yurt dışı ve yurt içi olmak üzere birçok ödül aldık. Şimdi de İfakat’tan aldığımız güçle 3 yıldır üzerinde çalıştığımız “Öyle Sevdim Ki Seni” isimli filmimizin çekimlerine başladık. Özetle sinemaya sert değil, yumuşak geçiş yaptık. Aslında benim konum iletişim ve pazarlama olduğu için, ürün sinema filmi de olsa domates de olsa pazarlar ve satarım. Yapımcılık da aslında özünde bir pazarlama işi.
M. Nihat MALKOÇ: Filmde kimler rol alıyor? Bu isimleri seçmenizin özel bir tercih sebebi var mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Alma Terzic, Angelie Jolie’nin “Kan ve Bal” isimli filminde oynamış olan ve dünyada takdir edilmeye başlanmış yükselen bir yıldız. Türk seyircisi Veda dizisinden tanıyor. Dedesi Türkiye’den Bosna’ya göç etmiş bir Boşnak. Kadının sorunlarına duyarlı ve önyargılardan nefret ediyor. Kendisi de Veda dizisini Istanbul’da çevirirken insanların kendisine önyargılı bakışlarını hissetmiş ve rahatsız olmuş. Oktay Gürsoy, Trabzonlulara benziyor ve o da bu rolü çok isteyerek, hevesle, heyecanla kabul etti. Ayşe’yi canlandıran Duygu Yıldız’ın babası Rizeli ve yöreye yabancı değil. Kayhan Yıldızoğlu filmde bilge bir insanı temsil ediyor ve zaten kendisi de bizzat bilge bir kişi, 170’den fazla filmde oynamış bir usta. Tevfik Erman, Trabzon Devlet Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Fatih Dokgöz, Ukrayna’da dizilerle yeni parlamaya başlayan Alina Golovenko da filmde rol alan diğer oyuncular.
M. Nihat MALKOÇ: Bilindiği gibi Karadeniz insanının renkli hayatıyla ilgili birçok film ve dizi çekildi. Bunlara her yıl yenileri de ekleniyor. Bu, adeta bir modaya ve furyaya dönüştü. Sizin çektiğiniz film bunların neresinde duruyor? Yani sizin filminizi özgün kılan özellikler nelerdir?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: 2010’da hiçbir ticarî amacı olmadan çekilen İfakat, birçok dizi, belgesel ve uzun metrajlı film yapımcısına ilham oldu ve tüm dikkatleri yöreye çekti. Hatta Sümela’nin Şifresi’nde yapımcı olan Emin Albayrak, İfakat’ın birçok yapımcı ve yönetmene ilham verdiğini söyledi. Karadeniz’in sorunlarına temas eden çok az film yapıldı. Hep Karadeniz insanının özelliklerini komedi dili ile anlatan filmler var. Çernobil’e, kansere, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yöreye gelen eğitimli ve donanımlı Rus kadınlarına âşık olan yörenin erkekleri yüzünden ailesi dağılan Karadeniz kadınlarına, gurbet nedeniyle yaylalarda, dağ köylerinde son derece zor koşullarda çalışan kadınlara ciddi ve dramatik olarak kaç yönetmen ve yapımcı değinmiştir? Çok az olsa gerek. Ben sadece Volkan Konak’ın Cerrahpaşa ile ilgili yaptığı şarkıyı hatırlıyorum ve bir de arada sırada sırtında sepet taşıyan kadınlarla röportaj yapan TRT muhabirlerini. Ya siz?
M. Nihat MALKOÇ: Bundan önceki yıllarda Karadeniz insanını cahil, görgüsüz ve nefsine düşkün insanlar olarak gösteren birçok yerel temalı film ve diziler yapıldı. Umarım sizler ortaya koyacağınız bu filmle bu çürük zincirin bir halkası olmayacaksınız? Yöre insanını yanlış yansıtan bu filmlerle ilgili düşünceniz nedir?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Biz İfakat ile ciddi olduğumuzu gösterdik. Ağlayan kadınların çilesini dünyaya anlattık. Şimdi de ekmek parası için göç eden insanların yerinden yurdundan ayrılmanın verdiği elemi, acıyı, göç eden insanlara önyargılı davranışı, fakat bu önyargıyı silmeye çalışan ve hümanist Cemal’in tertemiz yüreğini, istemeden Olga’ya aşık olmasını ve ikilemlerini, Ayşe’nin üzüntüsünü, fakat boyun eğmeyip, Cemal’i terk edecek yüreğe sahip olmasını anlatıyoruz. Trabzon insanının kişilik özelliklerini yüceltiyoruz. Göç, önyargılar, parçalanmışlık bu filmin konuları. Ciddi olmasak Uluslararası Göç Örgütü (IOM) destek vermezdi.
M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla “Öyle Sevdim ki Seni” filminin senaryosunu eşiniz Orhan Tekeoğlu yazmış. “İfakat” belgeselinin hikâyesi de Orhan Bey’e aitti. Bu filmin senaryosunun yazılış sürecinde katkılarınız ve müdahaleleriniz oldu mu?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Sadece danışmak istediği zaman sorularına yanıt verdim. Hikâyesini kendi yazdı.
M. Nihat MALKOÇ: Filmin oyuncuları bildiğim kadarıyla bu yörenin insanı değil. Doğal olarak da Doğu Karadeniz ağzını bilmiyorlar. Onları bu konuda belli bir eğitimden geçirdiniz mi? Aksi halde konuşmalar yapmacık olmaz mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Ayşe’yi canlandıran Duygu Yıldız’ın babası Rizeli. Fatih Dokgöz Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun başında ve eşi Trabzonlu ve yöre ağzını çok iyi biliyor. Cemal’i canlandıran Oktay Gürsoy da Trabzon’da Süleyman Hakan Aydın gibi eğitimcilerle çalıştı.
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’da çekimleri başlayan “Öyle Sevdim ki Seni” filminin yapımcısısınız. Filmin yönetmeni de “İfakat” belgeseliyle tanıdığımız eşiniz Orhan Tekeoğlu. Çekimlerine başladığınız bu yapım bir aile filmi mi? Daha doğrusu bir aile organizasyonu mu? Bu filmi aile şirketiniz olan Medya Ton olarak mı çekiyorsunuz?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Evet, aile yapımı. Zaten birçok yönetmene baktığınızda hep aile şirketleri ile film yapımcılığı yürütülüyor. Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim ve daha birçok yönetmenin arkasında eşleri var. Sponsorların katkısını da küçümsememek gerekiyor; ama halen yetersiz.
M. Nihat MALKOÇ: Daha önce sinema geçmişiniz yok. Böyle bir film fikri nerden doğdu? Bu fikrin çıkış noktası nedir? Niçin böyle bir film çekme ihtiyacı duydunuz?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: 10 seneyi aşkın bir sinema geçmişim olduğunu az önce anlattım. Eşim Orhan Tekeoğlu da zaten Gazi Üniversitesi Radyo-Televizyon mezunu. O da sinema tutkunu bir gazeteci. Niye böyle bir film çekme ihtiyacı duyduk? Çünkü kadın, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de eziliyor, ihmal ediliyor, duyguları, duyarlılıkları önemsenmiyor, hatta dövülüyor ve öldürülüyor. “Öyle Sevdim Ki Seni” isimli filmimizde aslında sadece çalışmak için Trabzon’a gelen eğitimli ve masum Olga’ya önyargılı bakışı, dağ köyünde çalışmaktan kendine bakamayan, eğitimini tamamlayamamış ve dolayısıyla eşi Cemal’i eğitimli, kültürlü Olga’ya âşık olduğu için kaybeden Ayşe’nin dramını işliyoruz. Konu kadın. İfakat’ta da konu kadındı. Çalışmak için eşini gurbete gönderen İfakat gibi kadınlar içi ot dolu ve ağırlıklarının iki katı sepetleri dağ yollarında taşımak zorunda kalıyor, ineklerine bakıyor, çocuklarıyla ilgileniyor, süt, ayran, tereyağı üretiyor, yemek pişiriyor ve bitap vaziyette yatağına uyumak için giriyordu. Orhan Tekeoğlu bu kadınların içinde doğmuş, büyümüş ve memleketini önemseyen entelektüel bir gazeteci. Ben de sosyoloji okuduğum için her zaman toplumsal sorunlara ilgi duydum ve 25 yıl çalıştığım çeşitli firmalarda kız çocuklarının eğitimi, sinema gibi konularda sosyal sorumluluk projeleri geliştirdim.
M. Nihat MALKOÇ: Çekmekte olduğunuz film, basında “kırık bir aşk hikâyesi” olarak ifade edildi. Nedir bu kırık aşk hikâyesi? Filmin konusundan kısaca bahseder misiniz? Filmde anlatılanların gerçek bir olaydan alındığı iddiası doğru mu?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Orhan Tekeoğlu filmin senaryosunu yazmadan önce defalarca Trabzon’a geldi, hem hayat kadınları hem de mağdur olmuş Trabzon kadınlarıyla röportajlar yaptı. Dolayısıyla bu filmin konusu, sizin benim gibi gerçek. Kırık bir aşk hikâyesi, zira Olga’nın âşık olduğu Cemal, evli ve evli olduğunu bir türlü söyleyemiyor. Aslında Cemal, karısı Ayşe’yi de seviyor. Tamamen tesadüfen karşılaştığı ve yardım ettiği Olga’ya istemeden âşık oluyor.
M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla bu sizin ve eşinizin ilk uzun metrajlı filmi olacak. Bu konuda yeterli birikiminiz var mı? “Ya başarısız olursam…” endişesi taşıyor musunuz?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Allah’a sığınıyoruz. Allah çalışanın hakkını verir. Çok çalıştık ve halen çalışmaya devam ediyoruz. İyi bir ekibimiz var. Biz masum kadınların sesini dünyaya duyuracağız ve eminim Allah bu çalışmalara destek verecektir.
M. Nihat MALKOÇ: “Öyle Sevdim ki Seni” filminin çekimleri ne zaman başladı, çekimler ne kadar sürecek, çekimler hangi mekânlarda yapılacak?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: 15 Mayıs’ta başladı. 5-6 Haziran gibi sona erecek. Çekimler Ortahisar’da, Ganita’da, çarşıda, Bedesten’de, şehir içindeki birçok dükkânda, Boztepe’de, limanda, Santa’da gerçekleştiriliyor.
M. Nihat MALKOÇ: Filmin görüntü yönetmeni Ercan Yılmaz “Salkım Hanımın Taneleri” filmi gibi önemli yapımlarda görev almış usta bir isim… “Solgun Bir Sarı Gül” filmindeki görüntü yönetmenliğiyle Altın Koza’da en iyi görüntü yönetmeni seçilmiş. Biraz da filmin perde arkasındaki kadrodan bahseder misiniz? Bu film de “İfakat” belgeseli gibi müstakbel ödüllere aday olacak mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Ercan Yılmaz eşim Orhan Tekeoğlu’nun Gazi Üniversitesi’nden sınıf arkadaşı. Çok başarılı bir görüntü yönetmeni. Dolayısıyla iki arkadaş bir filmde çalışma imkânı buldular. Ayrıca Taylan Demir, Avşar kökenli ve 13 senesini sinemaya vermiş bir yürütücü yapımcı. Müzikler rahmetli Kazım Koyuncu ile çalışmış olan Selim Bölükbaşı’na ait. Şelale Baskıcı yardımcı yönetmen. Sanat Yönetmeni Erdem Özçelik, ses Yekta Danabaş, ışık şefi Hüseyin Öncü, Kostüm sorumlusu Hülya İri. Daha ne olsun? İyi bir ekibimiz var.
M. Nihat MALKOÇ: Bunu sormak için belki erken; ama filmin galasını nerede yapmayı düşünüyorsunuz? Trabzon mu, İstanbul mu?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Hem İstanbul, hem Trabzon. Trabzon galasını Varyap YKB Süleyman Varlıbaş yapacak, söz verdi.
M. Nihat MALKOÇ: Biraz da aile şirketiniz olan Medya Ton’dan bahseder misiniz? Niçin kuruldu, ileriye dönük neler yapmayı planlıyor?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: İnşallah nice belgesel ve uzun metrajlı filme imza atarız. Tabii her şey biraz da şans meselesi. Medya Ton, iletişim ve stratejik iş geliştirme alanlarında danışmanlık yapmaya ve kurumsal yayıncılığa devam edecek. Ağırlıklı olarak eşim Medya Ton’daki çalışmaları yürütüyor.
M. Nihat MALKOÇ: Bu filmden sonraki projeleriniz nelerdir? Sinemaya devam etmeyi düşünüyor musunuz? Belirlenmiş bir iş takviminiz var mı?
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Orhan Tekeoğlu bir hayal makinası. Hırvatistan’ın Zadar kentinde İfakat nedeniyle davet edildiğimiz bir festivalde Schindler’s List’in yapımcısı ile tanışmıştım ve bana hayal kurmanın daha zor olduğunu ve hayaller var ise, gerçekleştirmenin çok daha kolay olduğunu söylemişti. Cebinizde trilyonlarınız olabilir ve film çekmek isteyebilirsiniz; ama hayalleriniz yoksa bir hiçsiniz. Bir proje fikrimiz var, fakat kısmet diyoruz.
M. Nihat MALKOÇ: Bu yoğun tempo içerisinde bize zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ediyorum. Filminizin gişeleri zorlamasını temenni ediyorum.
Nurdan Tümbek Tekeoğlu: Teşekkürler. Aslında en zor soruyu atladınız. Bu film Herry ve Makyol’un ana sponsorluğu, TAV’dan Sani Şener’den bir maille gelen kurumsal sponsorluk bedeli, Turkmall, Beşler, Foneks, Cevahir, Ekşioğlu Hukuk Bürosu, Perfetti-Vivident, Oltan Gıda, Trabzon Ticaret Odası, Trabzon Büyükşehir Belediyesi, Sürmene Belediyesi, Arsin Belediyesi, Uluslararası Göç Örgütü, filme ürün ve hizmet sağlayan Tekno-Sa, Damat-Tween, Yeni İnci, Scooter, Vakko, Euromoda, Reki Ajans, Varyap, Twigy, Amazon İletişim, Körfez Köfte, Tekzen, Ford, Novotel, Carrefour, Tad Pizza, Okan Üniversitesi, e-tessettür.com, Collezione, Özdilek, Asiye Aydın, Nuri Aydın, Süleyman Aydın, Kıbrıs Eczanesi, BAKANIMIZ FARUK ÖZAK olmasa idi olmazdı.
Trabzonlu işadamları destek oldu, fakat küçük küçük destek oldular. Oysa bu projenin maliyeti çok yüksek. Özellikle Trabzon içindeki şirketlerin daha fazla destek olmasını beklerdik. Buradan yetkililere duyurulur.
M.Nihat Malkoç mnm61mnm@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
HAYDARPAŞA’YA SELAM OLSUN….
Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telâş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Nâzım HİKMET
Yeni bir şehir ve yeni insanlar...
Taşınıyorum. Dün eşyalarımı kargoya verdim, trenle çıktım yola. Sekiz saat sonra Haydarpaşa’da olacağım.
Trene binmeden önce son kez baktım şehrin ışıklarına. Acı, tatlı kaç yılımı verdiğim soğuk şehre...
Çam ağaçları kış soğuğundan buz tutmuş durumda. İstasyon bahçesinde benimle beraber dolaşan birkaç kişi ve soğuktan korunmaya çalışan bir evsiz var. Onlarda benim gibi bu şehri son kez selamlıyor gibi.
Kim bilir belki de bir daha hiç uğramayacağım bir şehir olacak burası.
Trenin sesi gelmeye başlıyor, homurtusu her saniye biraz daha yakınlaşıyor. Anlıyorum ki beklenen saate az kaldı. Trenin sesiyle beraber peron önünde insanların sayısı da artıyor. Kiminin elinde çantası, valizi, kimininse evine götürmek için aldığı yiyecekleri.
Tabii İstanbul pahalı bir şehir. Salçası, biberi, turşusu köyünden olacak…
Trenin dolmasıyla beraber yaaş yavaş cuf cuf sesleri gelmeye başlıyor. Raylardan çıkan sesler daha bir artıyor. Artık dinlenme zamanı…
Orhan Pamuk’un Kar’ının alıyorum elime. Kar, hep okumak istediğim ama kalınlığından olsa gerek zaman bulup okuyamadığım bir kitaptı.
Kapağına bakıp, bu bitmez dediğim kitaplardan biri yani.
Ama bugün okuyacağım işte. Bitiremesem bile, en azından ilk elli sayfasını okuyacağım!
Kar’da olaylar Kars’ta geçiyor. Ne kadar Kars’ı anlatıyor gibi görünse de yazar, aslında Türkiye’nin gerçeklerini anlatıyor bu kitapta.
Karı en iyi izleyeceğiniz yerlerden biri trenlerdir. Ne güzel olur tren camından yağan kelebek kanatlarına bakmak. Onlar yere düştükçe, sizin kalbiniz çarpar. Özellikle çocuklar onları yakalamak için koşarlar peşlerinden ama onlar yere düşünce hemen eriyip giderler, onlara yakalanmadan.
Bu anlamda benim için çocukların ellerini andırır kar. Beyaz, küçük, tombul ellerini.
Kim bilir belki de pamuk şekerine benzediği için bu kadar çok sever çocuklar karı?
Yol boyunca, çobanları, koyunları, inekleri izlemek güzeldir. Onların resmini çekmek o da ayrı bir zevktir. Büyük şehrin kalabalıkları arasında bu koyunları, çadırları nerede bulacaksınız? Fotoğraf sanatçılarının hiç kaçırmaması gereken şeyler vardır bu tren yollarında.
Bir de yol boyunca istasyonlar vardır, karlar içinde durmuş, sizi konuk etmeyi bekleyen.
Hele gece yarısı uğramışsanız bu istasyona değmeyin keyfinize.
Elinde salep, boza hemen trene atlayıp size bir şeyler satmaya çalışan esnaflar. Özellikle Eskişehir İstasyonu’na geldiğimde olur bu salep muhabbeti. Gecenin tam üçünde elinde tepsisi, saleple dolaşan esnafları görürsünüz karşınızda.
Bilecik’e geldiğinizde salep, pişmaniyeye döner. İnsanlar ellerinde pişmaniyelerle trene binerler.
Ve uzun uzun çalan düdükler. Hareket memuru düdüğünü çalıp elindeki levhasını kaldırdığı zaman yeni bir dünyaya yolculuk başlamıştır sizin için…
Tren Gebze’ye geldiği zaman sahil görünmeye başlamıştı. Saat daha sabahın beşi, hava yağmurlu. Yeni bir şehre yağmurla girmek nasıl olur bilmem? Uğurlu sayılır mı? Artık okumam bitti, daldığım kitap sayfalarından kaldırıp başımı yazmaya başlıyorum. Okuduklarımı, gördüklerimi, bilet memurunu yazıyorum. Hatta bilet tarih ve numarasını da ekliyorum yazıma.
Zaten en güzel yazılarımı; trenlerde ve yağmurlu havalarda yazmışımdır. Yazmak ve okumak için ideal bir yerdir trenler. Özellikle hava yağmurlu ve karlı olursa.
En son Konya’ya giderken yazmıştım güzel bir yazı. Posta treniyle Konya’ya ulaşmam epey bir zaman almıştı ama yolculuğum çok güzel geçmişti. Bizi eski koltuklu kompartımana koyup, kapıyı kapatmışlardı. Böylece kimseyi rahatsız etmeden güle eğlene Konya’ya kadar gitmiştik.
Posta trenleri yavaş gitmelerine rağmen bence en güzel trenlerdir. Koltuklar birbirine baktığı için kapıyı çekip evinizdeki gibi oturabilirsiniz.
Sanatçılar ve yazarlar için de iyi bir konu olmuştur tren ve tren yolculukları. Kurtalan Ekspres adını trenlerden almıştır mesela.
Yine Cemal Süreya’nın “Laleliden dünyaya doğru giden bir tramvaydayız” dizesi, sonra Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları…
Türkülerimiz, Anadolu’nun bağrından çıkıp gelen yanık türkülerimiz; “Tren gelir hoş gelir, kara tren gecikir belki de hiç gelmez vb.”
Sadece biz de mi var? Türk Filmlerinde mi var trenler? Çocukluğumun kovboy filmlerinde muhakkak bir tren olurdu. Çoğunlukla altın taşır, dağların arasından geçerken kovboylar tarafından soyulurdu.
Sonra mendil sallayan melon şapkalı kadınlar, savaşa silah taşıyan trenler, ölüm kamplarına çocuk taşıyan trenler…
Şam’dan Prag’a kadar bütün tren istasyonlarını gezdim ve gördüm. Demir ağlarla örülen aslında sadece bizim ülkemiz değilmiş. Asya’dan Avrupa kadar bir çok yeri birbirine bağlamıştı bu tren rayları.
Ne kadar eskide kalsa, artık yok desek de hala bu trenleri kullanan insanlar var. Ve önemlisi de bu yolculuğun güzelliğini başka hiç yerde bulamıyorsunuz. Hiç bir uçak, hiç bir gemi dağların güzelliğini, kuşların cıvıltısını, çadırdan el sallayan çocukların sevincini göstermiyor, gösteremiyor size….
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Şair Kahveci : Mesut İlkay Yanık |
ANADOLU DESTANI – BÜYÜK DOĞULU
Bu destan; bin senelik sen gibi dik duruşlu
Aslında sığmazsın sen bin yıla Anadolu…
Yurdumun üzerinde turaçlar uçuşurken
Bir umut görüyorum beraberinde uçan
Kanatlanıyor umut köye, şehre, tüm yurda
Tutunacak bir zincir beliriyor çukurda!
Zincir; İslam ve Türklük hakkın yoludur ancak!
O zincir ki bizleri / düzlüğe çıkaracak!
Düzlükler bereketle imanla, aşkla dolu
İlahi bir sevdaya düşmüşsün ANADOLU!
Şaşırmışın peşinden şuursuzca gidenler
Allah isterse bir gün hakka geri döner!
Ağır başlı sokaklar, dik duruşlu caddeler
Patlamayı bekleyen sabırsız birer mavzer…
Ne zaferler yaşadık ne fetihler ne harpler
Ne Rus dayandı bize ne Yunan ne de Sırp’lar!
Unutulan o rüzgâr eser bir gün yeniden!
Kafkaslardan toz gibi uçuşur işgal eden
Dağların, ovaların altındır çil çil pulu
Kaderin kaderime bağlanmış ANADOLU!
Kutsal bir mücadele ülkemin varı yoğu
Asla devrilmeyecek halâskar Büyük Doğu!
Davanızın etkisi hâlâ devam ediyor
Dinle üstadım dinle alperenler ne diyor!
“Sakarya saf çocuğu masum Anadolu’nun
Bizde divanesiyiz ulu ‘Allah Yolu’nun!
Üstadım izindeyiz iki binli yıllarda
Yürüyoruz hak yolda yürüyoruz art arda!”
Bu dava ki bembeyaz nurludur sağı solu
Davanın yetiştiği ocaksın ANADOLU!
İnsan dediğin bir et ve kemik yığınıdır
Karşısında onca dert ve keder yığılıdır
Bir insan ki hak yolda hak dava da yürürse
Hatırlanır yıllarca Allah öyle isterse
İslam adlı geminin Türk yurdundan yolcusu
Saltuk Buğra Han ve o muzaffer ordusu…
Irkımın destanları yağmurlarla yazıldı
Şimşeklerse zaferi müjdeleyen bir zildi
Bereketli zillerin çalar hep soylu soylu
Allah Allah sesiyle çırpınır ANADOLU!
Hani yıllar önce Şah böyle olmaz diyordu
Hani âşıkların hak yolunu kesen ordu!
Hani Türk’ü yurdundan çıkarmak isteyen güç
Hani seni ateşe sürükleyen temevvüç
Hepsini parçalayıp toprağa gömdün yurdum!
Meleklerin duası seninleydi dün yurdum!
Semaya çarpıp dönerdi yürekten çıkan tekbir
Söz ver Türkoğlu söz ver bizde söz bir Allah bir!
Sana miras bıraktı bu koca yurdu Selçuklu
Mirasa sahip çık ki Türk kalsın ANADOLU!
Baş vermiş filizlerin Büyük Doğu boyunca
File kafa tutuyor Müslüman bir Karınca!
Kim durdurur gövdemi aşkla dolup taşarken
Durmak yakışmaz bize durmak için çok erken!
Doruklardan doğruldu yükseliyor mehteran
Davran Türkoğlu davran değişsin bu pis devran!
Başak başak salınsın gökyüzüne güllerim
Bir anda her bir yanda görünsün “Allah kerim”,
Dayan Türkoğlu dayan… Dayan Büyük Doğulu
Bu dava mukaddestir, uludur ANADOLU!
Mesut İlkay Yanık
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ABUZİTTİN DAYANAMADI GENE ŞAİRLİĞE SOYUNDU!
Bugünkü gazeteleri açtım, bir de baktım ki ne göreyim? Sazanlar familyasından gencecik bir sazan çoşup, direniş mireniş diye şiir yazmış.
A, benim kuzucuğum sen ananın dizinin dibinde yeni şarkıların notasını ezberlerken ne zaman büyüdün de direnişçi oldun yahu!
Anan sana hiç mi anlatmadı “ Yetmez ama evet, tak koluna sepet” hikayelerini. Ne yapsanız nafile be kuzucuk! Bu halk sizleri ebediyen gömdü bi kerem müzik tarihine, cd’leriniz çöplere atıldı, sanal alemdeki adlarınız adeta ciflerle kazındı. Söyle anana da güzel İzmir’e bir gelsin konser vermeye, bak kaç kişi geliyor onu dinlemeye!
Sen, ben, bizim oğlan, akrabayı tarukat hepsini toplasan 100-150 kişi ancak eder.....
Neyse lafı daha fazla uzatmayalım, baktım bu Bocoomokonomono şiir yazmış, eeee dedim yahu benim bundan ne eksiğim var, ben de harfleri üzmek, kelimeleri kızdırmak pahasına bir şiir döktürdüm. Ne kadar kötü olabilir ki, en fazla bu tipin yazdığı saçmalıklar kadar şiire benzemem yani, o kadar!
ÖFKELİ ŞİİR
Sarhoş kafa ile dikersen ağaç,
En fazla bilemezsin saat kaç kaç?
Odun kafa dikmeye çalışırsa ağaç,
APDO geliyor yalancı, çabuk kaç kaç....
Karıştırır milyon ile milyarı,
Cacık olmuyor salatanın hıyarı,
Göremiyor ağaçtaki dalları,
Dikilecek atlarının nalları.....
Ağacı odun sanınca,
Odundan sopa yapınca,
Sopaya çivi takınca,
Zannetme ki kaçamıyor karınca.....
Ben bir meşe ağacıyım,
İstanbul Gezi Park’ında,
Sevgilim bana sarıldı,
Bütün dünya farkında....
Farkında olamayan, anlamayan öküzler,
Kendi inşaatına bile yaramaz bu takozlar,
Eylemcimin hasosu provakosyon çakozlar,
Aynen kılık değiştirmiş gazteci rezil paçozlar....
Tomaların benzinli, suyun uzun menzilli,
Yoldaşıma gaz atar görevlinin rezili,
Çıkmış açıklama yapar oyuncunun kerizi,
Sanır mısın tükenir İstanbul’un denizi.....
Lafa girdim, sözü kestim susturun şu densizi,
Sazı aldım elime, yedirmem bizim Reis’i,
Gazlarım, sularım, coplarım nümayişçi Veyis’i,
Adam gibi gözaltına alamadım atçıların Seyisi....
Hitler’i çağırdım, Hipokrat öldürmeye,
Mussolini gelecek, futbol topu kesmeye,
Salazar gaz salıyor mezarlıktan esmeye,
Franko’dan takviye polis gazı bitmeye......
Benden şair olmuyor, yazdığımı zannetme,
Yedirmezler yiğidi, olmaz şeye benzetme,
Kes sesini, kır kıçını, eylem senin neyine,
Gör gününü, düşte polis eline......
Hahahayyyyt, önce bil, sonra konuşsun dil,
Senden korkan olsun senden beter bre rezil,
Kuyruğuna taktığına takarım ben de zil,
Kuru gürültü çıkarıyor Taksim’e saldığın Fil.....
Çok uzatma, oldun Manisalıdan beter,
Adam olana bu kadar laf yeter,
Yaralıya koşsana lazım Doktor’a eter,
Söz bitti, sözde “şair” artık eyleme gider....
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Taksim Olayları Üzerine |
|
Millî irâdeyi şahsî irâdesiyle bir tutup muhalefete baskı uygulayan, Türkiye’yi “küçük Amerika” yapma hevesine kapılıp ABD’nin ekonomik ve siyasî tahakkümüne sokan bir iktidâra karşı Türk milleti, meşrû müdafaa hakkını kullanmış ve 27 Mayıs Devrimi’ni gerçekleştirmiştir. Fakat Türkiye, 1950 karşı-devrim hareketiyle başlayan süreçte yeniden emperyalizmin pençesine düşürülmüştür. Bu süreç, bugün son aşamasına gelmiş durumdadır; AKP’nin başkanlık modeli, bu süreci tamamlayacaktır. Buna aslâ izin vermek istemeyen Türk milleti, 27 Mayıs Devrimi’nden 53 yıl sonra Taksim’de, yeniden direnişe geçmiş ve bu direniş, dalga dalga tüm yurda yayılmıştır.
Taksim’de elbette ki, yalnızca ağaçların yerinden sökülmesi, Topçu Kışlası’nın yeniden inşâ edilmek istenmesi ya da bölgede AVM kurulmak istenmesi protesto edilmemiş, AKP’nin on buçuk yıldır sürmekte olan tüm faaliyetlerinden duyulan rahatsızlık dile getirilmiş ve bu karşı-devrim sürecine tepki gösterilmiştir. Hâl böyle olunca, yurdun dört tarafından bu gösterilere destek gelmiş ve karşı-devrimi engellemek isteyen geniş halk kitleleri, kendi doğal refleksleriyle harekete geçmiş; Kuvâ-yı Milliye ruhunu yirmi birinci yüzyılda yeniden ortaya koymuşlardır.
Dolayısıyla, yurt genelinde sürmekte olan gösterileri AKP iktidârının bir tehdit olarak algılaması ve geniş halk kitlelerini meydanlara dökme çabası, içine düştüğü korku ve paniğin bir yansımasıdır ve aynı zamanda da RTE’nin başkanlık hayâlleri yara aldığı için, AKP yönetiminde büyük bir güvensizlik doğurmuştur. Kezâ bu gösteriler, AKP içinde öteden beri sürmekte olan lîderlik yarışını da gün yüzüne çıkartmıştır. Başta Gül olmak üzere Arınç, Çiçek ve diğer önde gelen AKP’liler, RTE’nin dünyâ kamuoyunda itibârının hızla azalmakta olduğunu anlamış ve RTE sonrası dönemde kendileri hakkında olumlu izlenimler yaratma telâşına düşmüşlerdir.
Bu süreçte RTE, kullandığı dili giderek sertleştirmiş; “geri adım atma” görüntüsü vermeyi gururuna yedirememiştir. Bu isimler ise söylemlerini daha da yumuşatmıştır. RTE’den sonra yönetime kimin geleceğine, uluslararası sistem ve Gülen cemaati, ortak bir biçimde karar vermek istemektedir. Bundan sonra hiçbir AKP’li, RTE’nin uzun süre işbaşında kalabileceğine inanmamalıdır. Nitekim, tüm diktatörlerin sonu aynıdır; kendilerine bahşedilen gücü uluslararası sistemin talepleri doğrultusunda kullanmayan tüm diktatörler, târihin çöp tenekesine fırlatılır. RTE’nin ipi, çoktan çekilmiş durumdadır; sistem bundan sonra, kimi başa getirmek istiyorsa onun yıldızını parlatmak isteyecektir.
Taksim olayları boyunca RTE’nin kullandığı dil, târihin bir cilvesi olarak Esad’ın kullandığı dilin aynısıdır: “Burası, demokratik bir ülkedir ve gerekli reformlar, hızla uygulamaya konulmaktadır. Ülkemizdeki kaos, dış güçlerin bir komplosudur. Tüm halkımızı, bu komplodan uzak durmaya dâvet ediyorum. Gösterilere katılanlar hakkında, yasal işlem yapılacaktır.” Bu tür açıklamalar, ancak totaliter rejimlerde görülür; halk hareketlerinin nedenlerini kendi bağlamı içinde değerlendirmek yerine dış güçlerin komplolarına bağlamak, totaliter rejimler için doğal bir zorunluluktur. Bu yolla, hem halka gözdağı verilir, hem de uygulanan orantısız güç meşrûlaştırılır.
“Marjinâl gruplar” söylemi de aynı şekilde, bu şiddeti meşrûlaştırma amacındadır. Demokratik rejmlerde, sisteme dâir farklı görüş ve projelerin olması ve bunların ifâde edilmesi, tepkiyle karşılanabilecek bir durum değildir; fakat, siyasî iktidâr tarafından tehdit olarak algılanan kesimlerin “ötekileştirilmesi” ve bu söylemle onlar üzerinde uygulanan şiddetin meşrûlaştırılması, rejimin demokratik niteliğiyle bağdaşmaz. Totalitarizmin ilk adımı “ötekileştirmek”tir, söylemsel maniplasyonlarla “öteki” üzerinde uygulanacak şiddete meşrûiyet yaratılması ise ardından gelir ve siyasî rejim, bitmek bilmeyen çatışmalara mahkûm edilir.
Bu bakımdan, demokratik rejimlerde polisin görevi, “marjinâl gruplar” üzerinde şiddet uygulamak değildir; siyasî iktidârlar da hiçbir zaman ve hiçbir durumda, “ötekiler” üzerinde uygulanacak şiddeti meşrûlaştırma yoluna gitmez. Polisin görevi, bu tür gösterilerde kamu güvenliğini sağlamak ve gösterilerin güven içinde devâmını olanaklı kılmaktır. Bunun yolu, göstericiler arasındaki “marjinâl gruplar”ı şiddet kullanarak ayıklamak ya da bu gösterileri tamâmen sona erdirmek değildir. Bugünkü teknoloji, kitle gösterileri sırasında her türlü provokasyonu önceden tespit etmeye imkân verecek güçtedir; polis, türlü teknik aygıtlar ve sivil görevliler mârifetiyle bu provokasyoncuları olay yerinde derdest edip yargı önüne çıkartacak güç ve olanaklara sâhiptir.
Bunun yerine, siyasî iktidâr tarafından beğenilmeyen görüşleri savunan kesimlerin “ötekileştirilmesi” ve provokatif eylemlere karışıp karışmadıklarına bakılmaksızın hepsine birden şiddet uygulanması; hattâ, barışçıl amaçlı göstericilerin de zarar görecek biçimde bu müdahâlelerde aşırıya kaçılması, aslâ kabûl edilemeyecek hususlardır ve Taksim olaylarında eleştirilecek asıl ve en önemli noktalar bunlardır. Nitekim aşağıdaki fotoğraf, The New York Times’ın 17.06.2013 târihli sayısında yayınlanmıştır. RTE’nin iddiâsına göre yabancı medya, olayları çarpıtarak vermektedir. Peki, bu fotoğraf da sahte midir?
AKP’ye oy verenler, duyduklarınına inanmıyorlar da gördüklerine de mi inanmıyorlar? “Türkçe Olimpiyatları” adı altında şarkılı türkülü eğlencelerle keyif sürerlerken, bu ülkede her gün yüzlerce insan, polis şiddetine mâruz kalmıştır. İçinde bulundukları “Lâle Devri”, Taksim direnişiyle sona ermiştir. Dahası, İmralı’yla aylarca müzâkere yapıp Kandil’e operasyon düzenlemekten çekinen AKP hükümeti, Taksim’de barışçıl amaçlı gösteri düzenleyen kesimlerle görüşmesinin üzerinden bir gün bile geçmeden, orantısız güç kullanıp onlara karşı her türlü şiddeti uygulamıştır.
RTE, bu ülkenin demokratik güçlerine, teröristler kadar bile değer vermemektedir. Üstelik, gözü o kadar dönmüştür ki, daha önce en ağır eleştirileri yönelttiği Muhteşem Yüzyıl dizisinin başrol oyuncusunun bile popülaritesinden yararlanarak bu şiddete meşrûiyet kazandırmak istemiştir. Ancak, bu saatten sonra ne yapsa boştur! Bütün dünyâ, olup bitenlerin farkındadır. RTE’nin itibârı hızla azalırken, Türkiye’nin demokratik güçlerine olan güven yükselmektedir. AKP’nin karşı-devrim anayasası engelleninceye kadar bu direniş devâm etmelidir. Eğer şimdi sona ererse, karşı-devrimi engellemek konusunda büyük bir hayâl kırıklığı ortaya çıkabilir.
Diğer taraftan, RTE’nin geçen hafta düzenlediği Kazlıçeşme mitingi, Avusturya işgâlinden sonra Hitler’in yaptığı gövde gösterisini hatırlatmaktadır. Bilindiği üzere Hitler, konuşmasında şunları söylemişti: “Bâzı gazeteler, Avusturya’yı zorbalıkla işgâl ettiğimizi iddiâ etmişlerdir. Sâdece diyebilirim ki, ölürken bile yalan söylüyorlar. Siyasî mücâdelem süresince, halkımdan çok sevgi gördüm; fakat, Avusturya sınırını geçtikten sonra gördüğüm sevgi selini, hiçbir zaman görmedim. Biz, zorbalar olarak gelmedik, kurtarıcılar olarak geldik.”
Şimdi, bir de RTE’nin konuşmasına bakın: “Bâzı medya kuruluşları, Gezi Parkı’nda orantısız güç kullandığımızı iddiâ etmişlerdir. Sâdece diyebilirim ki, uluslararası komplonun bir parçası olarak yalan söylüyorlar. Siyasî mücâdelem süresince, halkımdan çok sevgi gördüm; fakat, ‘millî irâdeye saygı’ mitinglerinde gördüğüm sevgi selini, hiçbir zaman görmedim. Gezi Parkı’na biz, zorbalar olarak girmedik, kurtarıcılar olarak geldik.” İşte tüm diktatörler, nerede ve ne zaman olursa olsun, aynı şeyi söylerler. Şakşakçıları da eksik olmaz. Fakat târih, hiçbir diktatörü affetmez ve her birine, lâyık olduğu kaderi yaşatır. RTE’nin sonu, Hitler’den beter olacak. Taksim olayları, yeni bir Kuvâ-yı Milliye hareketinin fitilini ateşlemiştir. Memleketimize hayırlı olsun.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|