Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 12 Sayı: 1.975

 28 Haziran 2013 - Fincanın İçindekiler


  • SOKAKLAR YANSIN SEN YANMA -1 ... Seyfullah Çalışkan
  • KARANLIĞIN İÇİNDE BİR YALNIZLIK – 2 ... Nevriye Hamitoğlu
  • USTA OYUNCU OKTAY GÜRSOY’LA “ÖYLE SEVDİM Kİ SENİ” FİLMİ ÜZERİNE… ... Nihat Malkoç
  • YAZMAK NEDİR? ... Neslihan Minel
  • GAZ KULLANMA TALİMATI ... Abuzittin Tırlak
  • Meçhûlüm! ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : TAM YERİNDE BİR ANALİZ!..


    Gündemle ilgili pek çok yazı yazıldı, yazılıyor daha da yazılacak. Ancak aralarından bazıları dikkatlice okunmayı hak ediyor. Özellikle doğru analizler geleceğin tanımlanması için yol gösterici olabiliyor. Bugün o iyi analizlerden birini sizlerle paylaşmak istiyorum. Gazeteci yazar Fatma Sibel Yüksek tarafından yapılan bu analizi, şu ana kadar okumadıysanız, mutlaka okuyun. Kalın sağlıcakla.

    "Yalnızlaşan Tayyip Erdoğan'ı Okumak

    Fatma Sibel Yüksek Tayyip Erdoğan'ın siyasi imajının yirmi bir günde büyük bir değişime uğradığını, sadece "on yılda yapılanlar, on günde yıkıldı" diyen Abdullah Gül kavramış olmasa gerek...

    Herkesin kendi meşrebince "son çırpınış", "tabanını diri ve uyanık tutmak", "kökü dışarıda komployu bozmak" veya "balatayı yakmak" şeklinde okuduğu siyasi ve psikolojik gidişatın etkilerini 'yerinde' görmek için, Kayseri mitingini AKP'nin oy deposu semtlerden birinde, bir pastanede izledim.

    On yılda gecekondudan bir AVM'ler ve toplu konutlar cennetine dönüşen İstanbul'un bu büyük ilçesinde sessizlik hakim. "Tayyip Erdoğan'ı yedirmeyeceğiz" propagandasından gaz alan bir tavırdan çok, gelişmeleri sessizce izlemek ve beklemek isteyen bir tavır egemen.

    Sahibinin ve müşterisinin koyu AKP'li olduğunu bildiğim bu pastanede, Tayyip Erdoğan'ın ajitatif konuşması sükût altında izlendi. Kimse coşkuya kapılmadı, herkes önündeki çayı içti ve derin düşüncelere daldı. Belli ki bu üslûp, her şeyin eskisi gibi olacağı konusunda kimseye güven vermiyordu...

    Tayyip Erdoğan'ın kişiliğini ve siyasi reflekslerini irdelemeye hakkı olanlardan biri olarak görürüm kendimi; çünkü yükselişe geçtiği yılları, gazeteci olarak çok yakınında izledim.

    Pek çok yurtdışı seyahatinde heyetinde bulundum, Anadolu'nun neredeyse bütün illerini birlikte dolaştım.

    Zaman insanı daha öfkesiz ve daha serinkanlı yapıyor. Geçip giden yılların etkisiyle, geçmişe ve geleceğe daha objektif bakmaya başlıyorsunuz. Beklentileriniz azaldığı için denge hesapları yapmaktan vazgeçiyorsunuz.

    O bakımdan, Tayyip Erdoğan'ın geldiği noktayı, yıllarca zulme ve haksızlığa uğramış bir muhalif değil, "tarafsız bir gazeteci" olarak irdelemeye çalışacağım.

    Kendisini izlediğim yıllarda bir özelliği dikkatimi çekmişti: Tayyip Erdoğan, hiç ama hiç okumuyordu.

    Elinde ne bir kitap, ne bir dergi gören olmadı. Yurtdışına yapılan uzun yolculuklarda, Dışişleri bürokratlarının gidilen ülke hakkında özenle hazırladıkları raporların kapağını bile kaldırmadı. Başbakan'a hazırlık yaptırmak için uçağın ön kısmına giden büyükelçiler, elleri boş ve bıkkın şekilde geri döndüler.

    Dünyanın neresinde olursak olalım THY tarafından yetiştirilen günlük gazetelerin ruloso bile bozulmazdı. Dönüşe geçildiğinde, bakardık ki kimsenin dokunduğu yok, korumlardan biz isteyip okurduk gazeteleri.

    ANA uçağında veya Başbakan'a tahsis edilen başka bir uçakta, özellikle Emine hanımın yer aldığı seyahatlerde Marie Claire, Cosmopolitan gibi moda ve kadın dergileri de bulundurulurdu. Gazetelerin katları bile bozulmazken, bu dergiler uçağın ön kısmında elden ele dolaşır, Emine hanım ve ona yaranmak isteyenler tarafından merakla incelenirdi.

    Bunu, Tayyip Erdoğan'ın giderek kararan ve kendi içine kapanan çizgisini izah edebilir bir husus olduğu için anlatıyorum. Okumayan, internet kullanmayan, televizyonda sadece eşinin ve kızının izlediği dizilerden haberdar olan, yabancı dil bilmeyen, bir konuyu uzmanlarından dinlemeyi kompleks haline getirip "bana mı öğreteceksin" kavgası çıkaran bir adamın tükenişe doğru gidişini anlamak bakımından anlatıyorum..

    Örneğin, bütün bu yirmi günlük sarsıcı süreçte, Tayyip Erdoğan'ı en fazla sinirlendiren şey olayların "siyasi değil, sosyal olduğunu" söyleyenler oldu. Mehmet Ali Alabora'ya bunun için taktı, Başbakanlık'taki toplantıda sendikacı bayana bunun için hışımlandı.

    Oysa ne var bu tespitte?Aksine, Tayyip Erdoğan'ı daha rahatlatması gerekmiyor mu? Sorunun uyguladığı politikalardan veya kendi şahsından değil de toplumun değişim isteğinden kaynaklandığını ifade etmesi bakımından daha 'kurtarıcı' değil mi?

    Hayır.

    Buradaki sorun "sosyolojik" kelimesinde.

    Hızla kültürel köklerine dönme eğilimine girmiş olan Başbakan, bu kelimeyi "kendi yetersizliğine" yapılmış bir vurgu olarak algılıyor.


    Bitirdiği söylenen ve neresi olduğunu yıllardır tam anlayamadığımız "yüksek okulda" bu tür bilimsel eğitimler verilmediğinin ima edildiği vehmine kapılıyor.

    Onun için "Biz, sosyolojiyi sizden mi öğreneceğiz" diyerek hiddet ve şiddet serdediyor.

    Bozulmuş bir ezberle, belki de programlanmış bir beynin miadını doldurması ile karşı karşıyayız..

    Tayyip Erdoğan'ın en büyük siyasi yeteneği, kendisine sufle edilenleri iyi alan ve rolünü iyi oynayan bir aktör olmasıdır.


    Her zaman küresel programlar çerçevesinde hareket etti. Kendisini her zaman bu programlara göre konuşlandırdı.

    Şimdi bu global desteğin flulaşmaya başlamasıyla öfke ve paniğe kapıldığını, köklerini ve kendisini besleyen alt kültürü referans almaya başladığını görüyoruz..

    Öyle ki, "gömlek gibi çıkarıp attığını" ilan ettiği Milli Görüş'ün bile gerisine düştü. Şu anda siyasi kimlik ve kişiliğinin en alt tabakadaki katmanından sesleniyor. Ankara, İstanbul, Samsun ve Kayseri mitingleri Türk siyasi tarihine din istismarının hangi noktalara varabileceğini gösteren birer suimîsal olarak geçecektir.

    Tayyip Erdoğan, bu kışkırtmacı tavrı, ayrıştırmacı dili, kendi gidişatı başta olmak üzere ülkenin yakın geleceği konusunda sadece bizlere endişe vermiyor; zira biz kendisini yeterince tanıyoruz.Tayyip Erdoğan'ın, kötü Türk filmlerindeki "yobaz" tiplemesine giderek daha çok benzeyen yeni profili, bizlerden çok böyle bir kumaştan "demokrat" ve "gelecek yüz yılın" lideri tiplemesi çıkarmaya kalkışmış veya bu projeye samimiyetle inanmış olanlara endişe veriyor.

    "Demokrat başbakan" libasının dikişleri büyük bir çatırtıyla söküldü çünkü. Bu çatırtıyı duymamak için sağır olmak gerekiyor.

    Beğenelim veya beğenmeyelim, on yıllık AKP iktidarı döneminde topluma dayatılmaya çalışılan sahte demokrasinin lafzı bile bireyler üzerinde 'eğitici' bir işlev gördü. Herkes kendince 'modernleşti', bir şeyler öğrendi.

    O bakımdan, Tayyip Erdoğan'ın kullandığı lisan, kendi zannettiği gibi sadece "kentli elitleri" değil, AKP'nin artık kendisini "şehirli" sayan, son on yılda sinemaya gitmeye, çocuğunu özel üniversitelerde okutmaya, haremlik-selamlık şeklinde de olsa yüzme havuzlarına bile girmeye başlayan "yeni nesil muhafazakarları" da ürkütüyor.

    Yıllardır kandırıldıkları "demokrasinin" dili değil çünkü bu...

    Tayyip Erdoğan'ın mağma tabakasına doğru son sürat koşuşunu, bu yeni nesil de endişeyle ve alt üst olmuş bir şekilde izliyor..

    Artık herkes şunu görüyor ki, iktidarda geçen on yıl Tayyip Erdoğan'ın siyasi kültürüne hiç bir şey katmamış. Aynı kalıplar üzerinden siyaset yapmakta ısrar ediyor ve toplumun da kendisi gibi aynı noktada kaldığına inanıyor.

    Toplumla kendisi arasında, kendi kafasında kurduğu bir vesayet ilişkisi tesis etmiş.

    Gezi Parkı olaylarının başladığı ilk günlerde "Ne istediniz de vermedik?" şeklindeki yaklaşım bunun en bariz örneği.

    Toplumun taleplerini, demokrasilerde yeri olmayan bir "bahşetme-şükretme" denklemi içinde anlamaya çalışıyor.

    İktidarının ilk yıllarında, elit azınlıkların iki yüzlü ve dışlayıcı yönetimlerinden sıkılmış geniş halk kitlelerine hitap ettiği düşünülen "Delikanlı tavırları halk seviyor" formülüne kendisini fazla kaptırmış ve bu yöntemin geçen on yıla rağmen siyasette halen geçerli olduğunu sanıyor.

    Yeni bir neslin geldiğini, kabadayı ve dayatmacı tavırların artık itici olmaya başladığını göremiyor.

    Daha kötüsü, toplumun tortularında kalmış 1950'li yılların kaba anti- komünist propagandalarından beslenen müptezellliğin, sapkın ahlakçılığın geçerli olduğunu düşünüyor.

    "Kapıya şapka asma" iğrençliğinin 2013 yılı versiyonları ile kitleleri ayartmaya, gaza getirmeye, kandırmaya çalışıyor. Bu inanç ve umutla siyasi lisanını bayağılaştırdıkça bayağılaştırıyor.

    "Bikini" üzerinden prim yapayım derken, kendisini yıllardır destekleyen modernist-liberal-kozmolit- elitist kesimi de ürküttüğünü fark edemiyor.

    Açığa çıkan bir başka durum, Tayyip Erdoğan'ın tahminlerin de ötesinde yalnızlaşmış olmasıdır.

    Bütün kararları tek başına vermek, farklı fikir ve inisiyatiflerin varlığını kabul etmemek, dışlayıcı, korkutucu, kibirli ve değersizleştirici yaklaşımları, yakın çevresini bile "Çevresi yanlış yönlendiriyor" diyenleri veya suçu "danışmanlarına" yüklemeye çalışanları yanıltacak kadar canından bezdirmiş.

    Zannedildiğinin aksine çevresinde Tayyip Erdoğan'ı yanlış veya doğru yönlendirecek bir "danışmanı" filan yoktur.

    Tayyip Erdoğan, danışmanlarına kendisine "akıl verme yetkisi" bahşetmez çünkü. Böyle bir girişimi direkt "haddini bilmezlik" ve "saygısızlık" addeder.


    Aklının ve bilgisinin Başbakan'a çok şey katacağına inanarak göreve başlamış, kısa sürede çanta taşıyıcılığına düşmüş, uzun vadede de uzaklaştırılmış veya kendisi çekip gitmiş nice danışmanlar gördük.

    Bu anlamda bir 'danışman çöplüğü' gibidir Erdoğan'ın çevresi.

    Yok sayılmak ve değersizleştirilmenin sadece yakın çevresinde değil, parti teşkilatlarında da kendisini hissettirmeye başladığı saklanılmaz bir gerçektir. Gezi Parkı olaylarının patlamasıyla Erdoğan ile parti teşkilatları arasında ilk sınav verilmiş ve bu durum olayların yoğun akışı içinde dikkatli gözlerden bile kaçmış görünmektedir.

    Fas dönüşü, teşkilatlarına görkemli bir karşılama talimatı verdiği halde ikircik yaşandığı unutulmasın. Önce teşkilatların karşılamaya hazırlandığı duyuruldu, sonra böyle "örgütsel" bir karşılamanın yapılmayacağı bildirildi.

    Hatta Tayyip Erdoğan, kendisini dişe dokunur bir kalabalığın karşılayacağından o kadar emin olamadı ki, Tunus'tan hareketini saatler sonrasına tehir etmekle kalmayıp, Türk hava sahasına girdikten sonra bile İstanbul'a mı, yoksa Ankara'ya mı ineceğine karar veremedi.

    Nihayet İstanbul'a inmeye karar verdikten sonra Tayyip Bey ve eşi bir süre uçaktan çıkmayıp, Egemen Bağış'ı önden göndererek yeterli sayıda insanın toplanıp toplanmadığını kontrol ettirmek zorunda kaldılar.

    Parti teşkilatlarının Tayyip Erdoğan'ın yokluğunda,olayları diyalog yoluyla yatıştırma kararı alan Arınç-Gül ikilisine itaat etmiş olması, Tayyip Bey tarafından ileride hesabı mutlak görülecek bir husustur.

    Teşkilatları tarafından belki de ömründe ilk kez yarı yolda bırakılmış olan Erdoğan, her ne kadar "kitlesel karşılanma" sorununu Melih Gökçek'in lojistik desteğiyle aştıysa da kendisini yepyeni ve oldukça tehlikeli bir pozisyonun içinde de buluvermiştir ki o da şu:

    Yıllardır nasıl tasfiye edeceğini bilmediği, partisine göz diktiğinden adı kadar emin olduğu Melih Gökçek'e -amiyane deyimle-gebe kalmak!

    Nitekim, İstanbul mitingi farklı etkenlerden dolayı ayrı tutulacak olursa; Kayseri, Samsun ve Erzurum mitinglerine beklenen katılımın gerçekleşmemesi Melih Gökçek faktörünü yakıcı biçimde gözler önüne sermiştir. Tayyip Bey bundan sonra, güç göstermek istediği organizasyonlarda Melih Bey'in desteğine ihtiyaç duyacak gibi görünmektedir.

    Özün sözü Erdoğan şu an, bütün tepkilerin neredeyse tek ve ortak hedefi olarak, giderek müptezelleşen dili ile dinci kesimlerin dar tabanına hapsolmuş ve de Melih Gökçek'e muhtaç bir şekilde yapayalnız ortada durmaktadır.

    Tıpkı rahmetli Ecevit gibi "sağlık sorunları" gündeme getirilir, dahası "iş göremez raporundan" bahsedilir olmuştur. Hem de bizlerin ve Tayyip Bey'in azılı muhalifleri tarafından değil, Abdullah Gül'e yakınlığı ile bilinen Fehmi Koru tarafından!

    Gelinen nokta itibarıyla, Gezi Parkı olayları bastırılsa, Tayyip Bey eskiden olduğu gibi yeniden tek başına her konuda karar verir duruma gelse bile sorunların bitmeyeceğinden , bizzat Tayyip Bey'in kendisi tarafından bitirilmeyeceğinden emin olunmalıdır.

    Çünkü Tayyip Erdoğan, çok geniş bir cepheye karşı tek başına savaş açmış durumdadır. Önünde zor, yıpratıcı ve ne gibi bir hasarla sonuçlanacağı kestirilemeyen bir "intikam" süreci vardır.

    Bir kere kitlesel eylemlerin hesabı, duvara slogan yazan 17 yaşındaki çocuklardan, köşe yazarlarına, dizi film oyuncularına kadar herkesten sorulmaya kalkışılacak, yeni ve sonu gelmez "Ergenekonvari" soruşturmalara yeltenilecek..

    Facebook'undan twitter'ına, yabancı medyasından AB yetkilisine her kişi ve kurumla hesaplaşmaya girişilecek; toplumun artık korku duvarını aştığı kabullenilmeyerek yangına körükle gitmeye devam edilecektir.

    En önemlisi de eğer bizler Tayyip Erdoğan'ı tanımışsak, Fas gezisi sırasında ve ilerleyen süreçte kendisini "arkadan vurduklarını" düşündüğü pek çok kişiyle "iç hesaplaşmaya" girişecektir.

    Bülent Arınç ne kadar inkâr ederse etsin, diyalog yoluna yeltendiği için Tayyip Erdoğan tarafından mutlak surette 'cezalandırılmak' istenecektir...

    Aynı şekilde, "Demokrasi sadece sandık değildir" diyen Abdullah Gül'ün isminin de defterin baş kısmına yazıldığı kesindir.

    Olaylar esnasında "şakacı çocuklardan" bahseden gazeteleri, yayınlarını kesip olayları genişçe veren televizyon kanallarını, yakalanıp getirilen eylemcilere takipsizlik veren savcıları, "gösteri yürüyüşü anayasal haktır" şeklinde kararlar yazan hakimleri, cüppeleri ile yürüyüş yapan avukatları, "durakların yerini bile halka soracağız" diyen belediye başkanlarını saymıyoruz bile...

    "Tayyip Erdoğan'ın bu kadar büyük bir hesaplaşmaya girecek gücü var mı?"

    sorusunun cevabını ise bilmiyoruz...

    Aslında kendisi de bilmiyor...

    Ama deneyeceğini ve toplumun isyan duygusunu diri tutmaya devam edeceğini biliyoruz...

    Fatma Sibel Yüksek

    24 Haziran 2013 - Açık İstihbarat'ta yayınlanmıştır."

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      SOKAKLAR YANSIN SEN YANMA -1

    Gözleri kavuran, ciğerleri tıkayan bir sis etrafı sarmıştı. Uzaktan bakıldığında pamuk yığınları gibi sevimli görünüyordu… Son atılan gaz fişeği can çekişmekte olan bir yılan gibi asfaltın üzerinde sıçrayıp duruyordu. Bütün kalabalık dumandan uzaklaşmak için sağa sola kaçışmaya başladı. Fişeklerin birbiri ardına yağdığı sokakta yüzlerine hastane maskeleri takmış gen kızlar ve erkeler vardı. Oğlanlardan biri yeni atılmış hala gaz kusmaya devam eden fişeği yerden geldiği yöne doğru fırlattı. Sonra geriye dönüp arkadaşlarına doğru koşmaya başladı. Genç olsan kaç yazar? Rüzgârdan hızlı koşulmaz ki… Beyaz duman bütün sokakları dolduruyordu. Bütün ciğerleri yakıyor, gözleri kör ediyordu.

    Gecekondular bıçak kadar keskin bir kayalığın tepesine tırmanıyordu. Dik yokuşlu dar sokağa şimdi artık kimsenin hatırlamadığı eski zamanlarda beton dökülmüştü. Yer yer çatlamış, kırılıp yerinden sökülmüş kısımlarında otlar yeşermişti. Sıcak yaz günlerinde gecekonduların avlularından akıtılan sulardan hep ıslak olurdu. Hep biraz kaygan… Evlerin bazılarının kapılarının önünden uzun üzüm asmaları evlerin çatılarına doğru tırmanırdı. Bazılarının önündeyse zakkumlar vardı. Haziran ortalarından başlayarak bütün yaz pembe pembe açarlardı. Bu daracık sokaklar her zaman çocuk dolu olurdu. Tıka basa, öbek öbek çocuk. Onların top oynayacak, bisiklete binecek yerleri yoktu. Ama kendi yaptıkları rulman tekerlekli tahta arabalarıyla sokağın en aşağısına kadar jet hızıyla kayabilirlerdi. Sonra yeniden dik yokuşu tırmanırlar, yeniden kayarlardı. Kan ter içinde bütün yaz bu oyunu oynarlardı.

    - Adın ne genç adam? Senin adın ne? Adını söyle bana, bağır azıcık.
    - Özgür, dedi.
    - Duyamadım bir daha söyle.

    Bütün gücünü toplayan esmer delikanlı. Bağırmaya çalıştı.

    - Özgür, Özgür benim adım.

    Kan başından göz çukurlarına doğru süzülüyor hemşire silmeye çalışıyordu. Saçları kan içinde ve yapış yapış olmuş, kanın kuruduğu yerler kaskatı kesilmişti. Kulağı ile alnının arasına vuran bir cisimle yaralanmıştı. Doktor saçların birazını keserek yarayı açığa çıkarmaya çalışıyordu. Özgür bütün olan bitenin uzağında babasını düşünüyordu. Babam bunu görse çok kızar. Üzülmesine üzülür ama en çok da kızar. “Senin ne işin vardı orda,” der. Ben sana söylemedi mi?

    Özgür’ün babası daha bekâr olduğu gençlik yılarlında gelmişti bu kente. Konya Hadim’in İğdeören Köyündendi. Yıllardır ne Konya’ya gitmiş, ne de köyünü görmüştü. Köyde bir gelecek bulamadığı için kaçıp gelmişti. Öyle başkaları gibi köyünün güzelliklerini dilinden düşürmeyen bir adam da değildi. Üç çocuğu vardı. Ama içlerinde sadece Özgür kafalı çıkıp okuyordu. Oğlu sınıflarını geçtikçe gururlanırdı. Karne günü geldiğinde elinde avucunda ne varsa oğluna mutlaka karne hediyesi alırdı. Bisiklet olmasa da hep top, çikolata veya oyuncak almıştı. Büyük oğlu okumamıştı. Kızı da pek hevesli çıkmamıştı. Oysa o en çok kızının okumasını isterdi. “Kız kısmı okumalı, erkeğinin eline bakmamalı,” derdi. “Bu cahil halimle ben bunu bilir bunu söylerim.” İlkokul mezunu olan bu adam çalışmış çabalamış tekstil makine bakım ustası olmuştu.

    Özgür’ün babası parti purtu işlerini hiç sevmezdi. Oğlunun adını özgürlük aşığı olduğu için koymamıştı. O sıralar herkes çocuklarına böyle isimler koyuyordu. Oda modaya uydu, oğlunun adını Özgür koydu. Özgürlük, bağımsızlık, ekmek, aş, emek, demokrasi gibi kavramlar onun için boş laftı. “Ben lakırdıya aldırmam,” derdi. Boş lakırdı adamın karnını doyurmaz. Akşama sofraya konacak aşın varsa ağa da sen olursun paşa da.” İşte bu nedenle Özgür sadece okuluna bakmalıydı. Böyle siyasi işlere kulak asmamalıydı. Karnını zor doyuran insanlar vatan kurtaramaz. İnsan önce kendini kurtarmalı. Kurtarmalı ki, sonra da anaya, babaya, eşe dosta faydası olmalı. Hiçbir şey seni yolundan alıkoymamalı. Yanında adam boğazlasalar gık demeyeceksin. Dönüp arkana bile bakmayacaksın. Sen dersine bakacaksın. Okuluna bakacaksın. Ha bir de kâğıdını kimseye göstermeyeceksin. Sana bakanlar yüksek not alıp sınıfını geçer. Sen öyle bakakalırsın arkalarından. Özgür babasının bazı tutumlarını hiç anlamıyordu. Ama yaralandığı için çok kızacaktı. Başındaki dayanılmaz acıyı unutmuş babasının ne diyeceğini düşünüp duruyordu. Birkaç gün eve gitmese iyice zıvanadan çıkardı.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      KARANLIĞIN İÇİNDE BİR YALNIZLIK – 2

    Julide bana heyecanla bir şeyler anlatıyordu. Benim kulaklarım ise koridor sonundan gelen kıpırtılara dikilmişti. Gıcırdayan bir kapı açıp kapatıldı. Bu bir hayalet olamazdı, bizden başka biri daha vardı. Ama kimdi? Kalbim deli gibi çarpmaya başladı. İçimdeki duygunun korku mu merak mı olduğunu anlayamıyordum. Dikkatimin dağıldığını gören Julide, konuşmasını yarıda kesip bana baktı:

    -Sen beni dinlemiyor musun?

    Ona doğru sessizce fısıldadım:

    -Evde başka kim var?

    -Babaannem, dedi Julide.

    Julide’nin bir babaannesi olduğunu biliyordum ama o zamana kadar birlikte yaşadıklarını bilmiyordum. Çünkü bu eve yaptığım ziyaretlerde onu hiç görmemiştim. Neden şimdiye kadar onu görmemiştim? Neden odasından hiç çıkmıyordu? Bu akşamki yemeği neden birlikte yememiştik? Galiba bu yaşlı kadın aileden soyutlanmıştı? Kendi babaannem ve anneannemi düşününce çok şanslı yaşlılar olduklarını anladım. Çünkü kocaman aileler içinde çocukları ve torunları ile birlikte yaşıyorlardı. Benden sadece birkaç adım uzakta olan bu yaşlı kadın ise karanlık bir odada yapayalnızdı. Böyle yaşamasının sebebi ne olabilirdi? Nasıl bir hata yapmıştı ki yaşamının sonu bu hale gelmişti? Düşüncelerim karmakarışıktı.

    Julide, iş arkadaşları hakkında bir şeyler anlatmaya devam etti. Arkadaşımın hiçbir şey olmamış gibi benimle vakit geçirmesine şaşırmıştım. Hatta benim meraklı bakışlarıma duyarsız kalmasından rahatsız olmuştum. Anlattıklarını dinlemeye çalışsam da düşüncelerim odasında tek başına oturan babaannedeydi. Yüreğimde bir kıpırtı vardı, gidip onunla tanışmak istiyordum. Çok zaman geçmeden arkadaşımın sözünü kestim:

    -Babaannene yemek verebilir miyim?

    Julide soruma karşı, bana manasız şekilde baktı. Sanki sözlerimi anlamamış gibiydi. Sorumu tekrar sorunca, keyifsiz bir şekilde başını iki yana salladı ve bana cevap verdi:

    -Gerek yok. Biz ona hiçbir şey vermeyiz. Yiyeceğini kendisi yapar, ekmeğini ve diğer ihtiyaçlarını pencereden sokaktaki çocuklara aldırır.

    Duyduklarıma çok şaşırdım. İçim burkuldu. Arkadaşım, bu sözlerini ne kadar rahat ve soğukkanlılıkla söylemişti? Bir yaşlının durumuna bu kadar duyarsız olması, bu yaşlının bir de kendi babaannesi olması, anlaşılacak bir durum değildi. Aslında şaşırmamam gerekirdi, çünkü Julide daima soğuk bir yapıya sahipti. Fakat aynı evde yaşadığı ve torunu olduğu bu insana yardım etmemesi vicdansızlıktı. Büyük acımasızlıktı. Arkadaşım beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Birden vücudumu bir sıcaklık kapladı, sinirlenmiştim. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalktım, masa üstünde duran tabaktaki kızartmalarla babaannenin olduğu odaya gittim. Koridor sonundaki küçük oda olmalıydı. Kapıya bir kez vurdum, ses yoktu. İkinci defa kapıya vuracaktım ki arkamdan beni takip eden Julide:

    -İçeri girebilirsin, dedi.

    Yavaşça kapıyı açtım. Oda, karanlık ve havasızdı. Rutubet kokusu burnumu yaktı. Duvarda ışığın düğmesini aradım, düğmeyi bulup lambayı açtığımda duvar kenarındaki yatakta babaannenin yattığını gördüm. Uyumak için daha çok erken bir saatti, herhalde yapacak biri işi olmadığından erkenden yatmıştı. Belki de uyumaya çalışıyordu ve ben onu rahatsız etmiştim. Babaanne, yaşlı ve ağır vücudunu yavaş hareketlerle doğrulturken yatak gıcırdadı. İri yapılı gövdesini bana doğru yaklaştırdı. Artık karşımda oturuyor ve meraklı gözlerle bana bakıyordu. Donuk sesle ona: “Merhaba” dedim. Heyecanlanmıştım, biraz da vereceği tepkiden çekinmiştim. Nasıl birisi olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu? Beni tersleyebileceğini düşünürken:

    -Otur kızım, dedi. Arkasından güçlü bir öksürük nöbeti geldi. Sonra boğazını hırıltıyla temizleyip bana baktı, hafifçe gülümsedi. Yüzündeki yaşlı çizgiler hareketlendi. Titrek elleriyle çemberinden çıkışan beyaz saçlarını düzeltti.

    Yatağının karşısına, muhtemelen ziyaretçilerin oturması için yerleştirilen tahta banka sessizce oturdum. Babaanne bana şaşkın ve meraklı gözlerle bakıyordu. Ben kimdim ve onun yanına neden gelmiştim? İkimiz de birbirimizi ilk defa görüyorduk.

    -Sen Julide’nin arkadaşı mısın? diye sordu.

    Julide yanımızda yoktu. Ona kendimi tanıttım. İlk başta çekingen davransam da sonra açıldım. Zaman ilerledikçe ikimiz de farkında olmadan derin bir sohbetin içine daldık. Galiba beni sevmişti. Ben de onu sevmiştim. Konuşmaya hasret bu yaşlı kadının küçük gözlerinde ışıltı vardı. Mutluydu, çünkü yalnızlığını bu akşam benimle paylaşıyordu.

    Devam edecek…

    Sevinç Gürel Bozkurt
    Nevriye Hamitoğlu

    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    M.Nihat Malkoç

     Kahveci : M.Nihat Malkoç


      USTA OYUNCU OKTAY GÜRSOY’LA “ÖYLE SEVDİM Kİ SENİ” FİLMİ ÜZERİNE…

    “Oyunculuk magazinlerde, ya da gece kulüplerinde boy göstermek değildir…”

    Oktay Gürsoy O, 1984 doğumlu genç bir yetenek... Konservatuvarı başarıyla bitirmiş, oyunculuk altyapısını oluşturmuş. Genç neslin usta oyuncuları arasında farklı bir yerde duruyor. Kişilikli, ağır, yetenekli bir sanatçı... Bol boyalı magazin sayfalarına yem olan malum tiplerden değil. O, her geçen gün sinemaya yönelik deneyimlerini artırıyor. Oyunculuk; onun hayatını, gününün yirmi dört saatini dolduruyor. Bu sahada, geleceği çok parlak görünüyor. Böyle giderse Türk sineması çok iyi bir oyuncu kazanmış olacak. Türk sinemasına çok büyük hizmetler edeceği besbelli. Sinemaya yönelik idealleri ve büyük hedefleri var.

    O, bizden biri; halkın içinden çıkmış bir değer... Halk neredeyse o da orada. Fildişi kulelerde olmayacak hayaller kurmuyor. Kibirden ve gururdan azade... Tevazunun kanatlarıyla uçuyor. Gelecekte en güzel rollerde, aranılan bir oyuncu olacağından şüphe yok. Bugünden o ışığı yansıtıyor. Bu yolda emin adımlarla ilerliyor.

    Çok genç olmasına rağmen filmografisi daha şimdiden kabarıklaşmaya başlamış bile. Atv'nin “Aşk ve Ceza” dizisinde dikkatleri çekti üzerine. “Karayılan, Hatırla Sevgili, Canım Ailem” onun başarılı olduğu yapımlar olarak dikkat çekiyor. Bu zincir çok daha uzayacak gibi... İş disiplini onun olmazsa olmazı. Sözünün eri bir insan. Yorulmak nedir bilmiyor, setlerde dinleniyor. Kendine iyi bakıyor, düzgün yaşıyor. Gece kuluplerinde sabahlamak ona göre yaşam tarzı değil. “Oyunculuk magazinlerde, ya da gece kulüplerinde boy göstermek değildir…” diyor. Bu duruşu onun seyirci ve halk tarafından daha çok sevilmesini sağlıyor.

    O bir aile çocuğu. Ailenin sıcaklığına kıymet veriyor. Geleneksel Türk aile yapısını muhafaza ederek kurtulacağımıza inanıyor. Yaptığı işlerin hakkını fazlasıyla veriyor.

    Onun hayalleri, yaşından ve boyundan daha büyük... Fakat hayallerinin peşinden koşuyor. Bu uzun ve yorucu koşuda düşse de, düştüğü yerden kalkmasını biliyor. Kendine fazlasıyla güveniyor. Sıradan bir oyuncu olmak istemiyor. Sinemayla ilgili hedeflerini yurt içinden ibaret görmüyor. Yurtdışında iyi bir projede oynamak istiyor. Hatta Türkiye'ye Oscar ödülünü getirmek gibi bir hayali de var. Bu hayalini, yaptığı işlerle besliyor.

    O, dizilerden daha çok önemli sinema projelerinde rol almak istiyor. Tarihî şahsiyetlerden Fatih Sultan Mehmet'i oynamak en büyük arzuları arasında yer alıyor. O, milletiyle ve milletin değerleriyle barışık bir insan.

    Özelliklerini ve güzelliklerini dilim döndüğünce sıralamaya çalıştığım bu güzel insan, dizi ve sinema oyuncusu Oktay Gürsoy'dan başkası değil... Kendisi “Öyle Sevdim ki Seni” filminin çekimleri için bir aydan beri Trabzon'da bulunuyor. Trabzon'da olmasını fırsat bilerek bu kıymetli oyuncuyu kendi dilinden ve daha yakından tanıyalım dedik. Bunun için kendisine röportaj yapma teklifini ilettik. Sağ olsun, yoğun sinema filmi çekimlerine rağmen bize olumlu cevap verdi. Biz de sizin adınıza ona bir kısım sorular yönelttik. Şimdi sizleri bu soru ve cevaplarla, bu sıcak ve samimi sohbetle başbaşa bırakıyorum....

    M. Nihat MALKOÇ: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Kimdir Oktay Gürsoy? Oktay Gürsoy

    Oktay GÜRSOY: 1984 Ankara doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve lise eğitimimi Ankara’ da tamamladıktan sonra 2003 yılında Konya Selçuk Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Oyunculuk Bölümünü kazandım ve profesyonel sanat yaşamıma adım atmış oldum.

    M. Nihat MALKOÇ: Oyunculuğa nasıl başladınız? Oyunculuk, idealiniz miydi? Biraz da bu süreçten bahseder misiniz?

    Oktay GÜRSOY: Küçüklüğümden beri taklit yapmaktan ve insanları güldürmekten çok hoşlanmışımdır. Lise dönemine geldiğimde bir arkadaşım bu yeteneğimi fark edip bana neden oyunculuk yapmadığımı sordu. O soru gelene kadar oyunculuğu profesyonel anlamda hiç düşünmemiştim. O günden sonra oyunculuk en büyük idealimi oluşturdu. Bunu gerçekleştirmek için oyunculuk üzerine çeşitli araştırmalar yaptım. Arkasından konservatuvar sınavını kazanıp oyunculuğa ilk adımımı atmış oldum.

    M. Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar hangi filmlerde ve dizilerde oynadınız? Filmografinizden bahseder misiniz?

    Oktay GÜRSOY: İlk olarak 2012 yapımı, Cengiz Bozkurt ile başrolünü paylaştığım “Öz Hakiki Karakol” adlı sinema filminde “Yakışıklı” karakteri ile rol aldım. Bu film ile beyaz perdeye ilk adımımı atmış oldum. İlk dizi deneyimim ise 2006 yılında yayınlanan Hatırla Sevgili’de Salim karakterini canlandırarak başladı. Arkasından 2007 yılı yapımı Karayılan dizisi Paşa Bey rolü, 2008 yılı yapımı Canım ailem dizisi Kenan karakteri (namı diğer Erkek Güzeli), 2010-2011 Aşk Ve Ceza dizisinde Cem karakteri, 2011 Evvel Zaman Hikayesi’nde Tarık karakteri ve 2012 Dila Hanım dizisinde Metin Selamoğlu karakteri ile televizyon dizileri devam etti. TV filmleri olarak da 2007 yılı yapımı olan İstiklal-Şehit Kamil, Şahin Bey ve Gelinin Binbaşıya Ağıdı üçlemesi yer aldı.

    M. Nihat MALKOÇ: Film ve dizilerde en çok hangi karakteri oynamaktan keyif aldınız? Niçin?

    Oktay GÜRSOY: Ben keyif almadığım hiçbir projede yer almadım. Bütün karakterler benim için özel olmuştur. Fakat çeşitlilik anlamında beni hazsal olarak en fazla tatmin eden karakter Canım Ailem dizisindeki Kenan karakteri olmuştur.

    M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla beste yapıyor, oyun yazıyor, senaryo yazıyor, oyunculuk yapıyorsunuz? Yani tabir caizse bir koltukta birçok karpuz taşıyorsunuz. Bu çok yönlülük neyin nesi? Bu durum, oyunculuğa odaklanmanızda sorun teşkil etmiyor mu? Yoksa bu farklı alanlar sanatınızı besliyor mu? Ne dersiniz?...

    Oktay GÜRSOY: Konservatuvarı kazandığımda bir sanatçının birden fazla yeteneğinin olması gerektiğine inanıyordum ve bu nedenle kendimi o yönde geliştirdim. Tam aksine odaklanmada sorun yaşamadım, bu çeşitliliğin oyunculuk yönümü daha çok beslediğine inanıyorum. Bu arada çocukların ve ailelerinin hastası olduğu çizgi film Pepee’de de seslendirme yapıyorum. Pepee’nin Eniştesini merak edenler varsa işte o benim…

    M. Nihat MALKOÇ: Oyunculuktaki hedefleriniz nelerdir? Biraz da bunlardan bahseder misiniz?

    Oktay GÜRSOY: Kariyer anlamında her zaman yüksekleri hedefledim; hem Türkiye’de hem de yurtdışında adımdan söz ettirecek bir oyuncu olmak istedim. En büyük hedefim ise bir Türk oyuncu olarak Oscar’ı almak.

    M. Nihat MALKOÇ: Konservatuvar eğitimi almış bir oyuncusunuz. Yani gerekli donanımınız ve altyapınız var. Okullu olmanızın sanatınıza ne gibi olumlu yansımaları oldu? Bu işin eğitimini almadan oyunculuk yapanlarla(alaylılarla) ilgili görüşünüz nedir?

    Oktay GÜRSOY: Eğitim şart diye başlamak istiyorum sözlerime. Her meslekte olduğu gibi oyunculukta da eğitim çok önemli. Olumsuz bir şey katmadığı aşikar, olumlu olarak yansıyan şeyleri ise profesyonel bir oyuncu oluyorsunuz ve nerde ne yapacağınızı iyi biliyorsunuz. Alaylı, ya da okullu olarak ayrım yapmak istemiyorum. Her iki tarafta da çok yetenekli oyuncuların çıktığını biliyoruz, okullu olmak ya da olmamak önemli değil, önemli olan kendini geliştirmek ve mesleğini ciddiye almaktır. Bazıları unutuyor; ama hatırlatmak istiyorum; oyunculuk magazinlerde ya da gece kulüplerinde boy göstermek değildir, oyunculuk bir meslektir.

    M. Nihat MALKOÇ: Sizin seyirciyle ilk buluşmanız “Hatırla Sevgili” dizisiyle oldu? Bunun anlatılmaya değer ilginç bir hikâyesi var mı?

    Oktay GÜRSOY: Evet, oldu. Ben Konservatuvarın 4. sınıfında okurken “Hatırla Sevgili” dizisi oynuyordu ve Mutluluk filminin tren sahnesi Konya da çekilecekti. Mutluluk filmi cast direktörü okula geldi. “Tren sahnesinde üniversiteli gençleri oynayacak oyunculara ihtiyacımız var” dedi. Ben de gittim. Orada filmin yönetmeni Abdullah Oğuz benimle çok ilgilendi. Cast direktörü mail adresini verdi. Aradan biraz zaman geçti ve ben birkaç fotoğraf yolladım.Yolladım; ama ben hâlâ okuyorum. Maile koca harflerle de yazdım; ben Konya da okuyorum diye. Yani “benim dizide olma ihtimalim sıfır” diye düşünürken, o sırada “Hatırla Sevgili” dizisi yapımcısı Tomris Giritlioğlu beni görmüş. Beni yanına çağırdı ve benim oyunculuk maceram öyle başladı.

    M. Nihat MALKOÇ: Bir oyuncu olarak önünüze “sinema, tiyatro ve dizi” seçeneklerini koysalar siz hangisini öncelikle tercih edersiniz? Niçin?

    Oktay GÜRSOY: Sinema, çünkü hedeflediğim yurt dışı hayaline ancak sinema filmlerinde oynayarak ulaşabilirim.

    M. Nihat MALKOÇ: Unutamadığınız yerli ve yabancı filmlerden üçer tane saymanızı istesek bu sıralama nasıl olurdu?

    Oktay GÜRSOY: Yerlilerden “Eşkıya, Selvi Boylum Al Yazmalım, Kanun Namına”; yabancılardan “The Pink Panther, Siyah Kuğu, İhtiyarlara Yer Yok”

    M. Nihat MALKOÇ: Dünyada ve Türkiye’de çok beğendiğiniz ve kendinize örnek(model) olarak aldığınız oyuncular kimlerdir? Bunların hangi yönü bu kanaate varmanızda etkilidir?

    Oktay GÜRSOY: Model aldığım bir oyuncu yok; ama adlarını altın harflerle tarihe yazmış oyuncuların filmlerini izliyor ve üzerinde kişisel çalışmalar yapıyorum.

    M. Nihat MALKOÇ: Türk sinemasının ve dizi(televizyon dizisi) dünyasının bugününü ve geleceğini nasıl görüyorsunuz?

    Oktay GÜRSOY: Türk Sineması eskiden daha aktif bir sektörmüş; ama şu an yeniden kendi kimliğini bulmaya başlayan bir Türk Sineması olduğunu görüyoruz. Birçok kaliteli filmler vizyonda boy göstermeye başladı ve rekabet arttıkça kalite de artacaktır. Dizi sektörü olarak Türkiye gayet iyi bir yerde. Hem yurt içi, hem de yurt dışında adından çokça söz ettiriyor, sadece gereğinden fazla uzun. Yani altı günde bir sinema filmi çekiyoruz ve çok yoruluyoruz; ama gelecekte diziler daha kısa ve çeşitlilik bakımından daha da zengin olacaktır.

    M. Nihat MALKOÇ: Oynadığınız karakterleri özümsemekte güçlük çektiğiniz oluyor mu? O role bürünme, o rolü yaşama süreci zor olmuyor mu? Durup dururken öfkelenme, durup dururken duygusal bir moda geçme nasıl bir çabanın ürünüdür? Film olduğunu bile bile, yapmacıktan bu davranışları gerçekleştirmek nasıl bir ruh hâlidir? Yoksa sanatçılar çok kişilikli insanlar mıdır? Rolünüze alışmak için belli bir alışma süreci geçiriyor musunuz?

    Oktay GÜRSOY: Hayır hiçbir zoruk çekmedim. O rolü üzerime giyene kadar zaten bir çalışma yapıyorum; ama bazen biraz zaman aldığı oluyor tabii, o da çok normal. Yapmacıktan yapılan bir durum değil, o esnada Oktay olmuyorum ben, o kişi oluyorum. O yüzden seyirciye sunduğun herşey gayet doğal ve o kişinin duygu ve davranışları oluyor. Anlık duygu geçişini sağlamak oyunculuğun temel yapı taşıdır, onu kusursuz hale getirmek için kişisel çalışmalar yapıyorum.

    M. Nihat MALKOÇ: Gelelim asıl konumuza. Yani “Öyle Sevdim ki Seni” filmine. Bu filmde kimler rol alıyor? Oyuncu kadrosunu nasıl buluyorsunuz?

    Oktay GÜRSOY: Alma Terziç, Kayhan Yıldızoğlu, Fatih Dokgöz gibi isimler yer alıyor. Hepsiyle çalışmak çok rahat ve oldukça da zevkli.

    M. Nihat MALKOÇ: Biraz da filmin teknik ekibinden bahseder misiniz? Yapımcı, yönetmen, görüntü yönetmeni vs.…

    Oktay GÜRSOY: Yapımcımız Nurdan Tümbek Tekeoğlu,Yönetmenimiz Orhan Tekeoğlu, Görüntü Yönetmenimiz Ercan Yılmaz, Yardımcı Yönetmenimiz Şelale Baskıcı ve Sanat Yönetmenimiz Erdem Özçelik ve daha adını sayamadığım çok değerli set ekibimiz ile çok keyifli ve çok güzel bir film yaptık.

    M. Nihat MALKOÇ: Çekmekte olduğunuz film, basında “kırık bir aşk hikâyesi” olarak ifade edildi. Nedir bu kırık aşk hikâyesi? Filmin konusundan kısaca bahseder misiniz? Filmde anlatılanların gerçek bir olaydan alındığı iddiası doğru mu?

    Oktay GÜRSOY: Belki de hiçbir zaman tamir edilemeyecek bir aşkın öyküsü diyebilirim. Gerçek bir yaşam olması doğrudur; ama film izleyici ile buluştuğunda aynı zamanda herkes kendi yaşantısından birşeyler bulacaktır bu filmde.

    M. Nihat MALKOÇ: “Öyle Sevdim ki Seni” filminin çekimleri ne zaman başladı, çekimler ne kadar sürdü, çekimler hangi mekânlarda yapıldı?

    Oktay GÜRSOY: Film çekimleri 15 Mayıs 2013'te başladı. Film çekimleri ortalama 21 günde tamamlandı. Çekimler,Trabzon ve Santa'da yapıldı.

    M. Nihat MALKOÇ: Sanırım Karadeniz’le ilgili bir filmde ilk kez oynuyorsunuz? Bu filmdeki rolünüz nedir? Kimi oynuyorsunuz? Bu rol için özellikle mi seçildiniz? Sizi tercih etmelerinde özel bir sebep var mı?

    Oktay GÜRSOY: Evet, ilk defa bir Karadeniz filminde oynuyorum. Ben bu filmde Cemal karakterini canlandırıyorum.Yapımcımız ve yönetmenimiz beni bu role uygun görmüşler ve ben de senaryoyu sıcak buldum. Öylece yollarımız bu projede kesişti.

    M. Nihat MALKOÇ: Bildiğim kadarıyla Karadenizli değilsiniz. Ankara’da doğup büyüdünüz. Bu bölgenin ağız özelliklerine aşına değilsiniz. Bölgenin konuşma tarzını öğrenmek için özel bir eğitim aldınız mı? Bu rolü oynamakta zorlandınız mı?

    Oktay GÜRSOY: Evet, Ankaralıyım. Karadeniz ağzına çok yabancıydım; fakat Trabzon'a gelip bir ön çalışma yaptım, halkın arasına karıştım; ama en önemlisi bana Trabzon ağzını öğreten kişi Trabzon Fen Lisesi Müdür Yardımcısı Süleyman Hakan Aydın oldu. Benimle çok ilgilendi, senaryoyu Trabzon ağzına çevirdi, ses kaydı yaptı. Ben yaklaşık iki hafta Süleyman Hocamın kontrolünde çalıştım. Umarım üstesinden gelmişimdir.

    M. Nihat MALKOÇ: Alma Terzic’le başrol oynamak nasıl bir duygu? Çekimler boyunca nasıl diyaloglar yaşandı? Alma Terzic nasıl bir oyuncu, nasıl bir insan? Bize biraz da başrol arkadaşınızı anlatır mısınız?

    Oktay GÜRSOY: Onunla aynı sahneyi paylaşmak oldukça zevkli. O tam bir profesyonel ve çok iyi bir oyuncu. Alma Terzic ile gayet iyi anlaşıyoruz, ikimizin de enerjisi tuttu ve gerçekten samimi bir ikili olduğumuzu düşünüyorum. Güleç yüzlü ve çok doğal bir insan...

    M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’u ve Trabzonluları nasıl buldunuz? Bölge insanıyla ne gibi diyaloglar yaşadınız? Sizi etkileyen neler oldu? Karadeniz insanı ve Karadeniz coğrafyası hakkındaki son düşünceleriniz nelerdir?

    Oktay GÜRSOY: Trabzon harika bir yer. Gerçekten Trabzon'a bayıldım. Trabzon halkı da başta soğuk gibi geldi; fakat onları tanıdıkça, onların içine girdikçe ne kadar iyi kalpli ve sevecen olduklarını gördüm. Sahiplenici yanları ağır basıyor; ama bir o kadar da duygusallar.

    M. Nihat MALKOÇ: Film çekimleri sırasında yaşadığınız ilginç anılar oldu mu? Varsa birini bizimle paylaşabilir misiniz?

    Oktay GÜRSOY: Çekim mekanlarından birinde bir kavga sahnesi çekerken yanlışlıkla bir vatandaş girdi ve bizim kavgamıza hiç aldırış etmeden, gayet normal bir şeymiş gibi davranıp reyondaki ceketlere bakıyordu. Bütün ekip bir anda durup adamı izlemeye başlamıştık. O olay çok komikti.

    M. Nihat MALKOÇ: Bu filmden sonraki projeleriniz nelerdir? Belirlenmiş bir iş takviminiz var mı? Sırada hangi diziler ve filmler var?

    Oktay GÜRSOY: Yeni sezonun açılması ile birlikte gelecek olan teklifleri değerlendireceğim.

    M. Nihat MALKOÇ: Bu yoğun tempo içerisinde bize zaman ayırdığınız için size çok teşekkür ediyorum. Filminizin gişeleri zorlamasını temenni ediyorum.

    Oktay GÜRSOY: Asıl ben size teşekkür ederim.

    M.Nihat Malkoç
    mnm61mnm@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Neslihan Minel


    YAZMAK NEDİR?

    Chopin’in Nocturne C Minör’ünü dinliyorum. Ne zaman bu parçayı dinlesem aklıma Piyanist ve Piyanist filmindeki başarılı oyunculuğuyla Adrien Brody gelir. Bir film ancak bu kadar başarılı olur denecek cinsten bir yapıttı Piyanist.
    Adrien Brody Tabi bu başarısını iyi bir senaryoya ve sağlam bir kadroya borçluydu.
    O filmden aklımda kalan çok şey oldu. Ama en çok beni etkileyen Adrien Brody’nin açlık haliydi. Şimdi ne zaman elime konserve kutusunu alsam ve açmaya çalışsam, onun çıkardığı sesi ve onu gören Thomas Kretschmann yüzünü hatırlarım.

    Küçüklüğümden beri film izlemeyi ve yabancı belgeselleri seyretmeyi çok severim. Özellikle deniz canlılarını, uzayı, eski çağları anlatan belgeselleri hiç kaçırmam…

    Çocukluğumun ilk yıllarında yakaladığım bu film izleme ve okuma alışkanlığı yerini zamanla yazmaya bıraktı. Ufak ufak yazmaya başladım, yazmakta değil, çizitmek denilecek cinsten şeylerdi bunlar. Kitap yazma fikrineyse; lise birinci sınıfın yaz tatilinde okuduğum Balzac’ın Goriot Babası’yla karar verdim. Oradaki çelişkiler, hayatın içindeki kopukluklar o kadar çok etkilemişti ki beni. Sonra içinde felsefe derinliği olan kitaplar ve hayatımın vazgeçilmezi şiir geldi…

    Yazmakla alakalı birçok kitap okudum; Nasıl yazar olunur? Yazmaya nasıl başlanır? İyi bir yazar nelere dikkat eder? Hangi tür yapıtlara öncelik vermeliyim?

    Bu kadar araştırma ve okumadan sonra, o yıllarda sadece hayal olarak gördüğüm gerçek, şimdi beyaz sayfalarda siyah harfler olarak kendini gösterdi.

    Belli bir birikimden sonra yazmak peşinizi hiç bırakmıyor. Bunu okumak, izlediğiniz filmler, ansızın çalan bir müzik, yaşadığınız gerçekler de etkiliyor tabii. Ummadığınız an da, otobüs yolcuğunda tanıştığınız her hangi bir yolcu bile, birden kahramanınız oluveriyor. Bu anlamda seyahatler ne kadar faydalıdır bir bilseniz.

    Üniversite yıllarından itibaren çiziktirmelerim gittikçe artmıştı, sürekli bir şeyler karalıyordum. Özellikle yakın arkadaşlarım; “yazacak ne buluyorsun bu kadar?” diyorlardı. En ucuz öğrenci kantinin de bile, hemen yazmaya başlıyordum. Onların görmedikleri gofret, bir küçük kalem kutusu, içi dolu bir küllük bile ilham oluyordu yazılarıma. Bu yüzden defter aralarımda saman sarısı kağıtlarım olurdu tek sayfalık.

    Kendi kendimi şartlandırmıştım, her gün yazmaya. Muhakkak önemli ya da önemsiz bir şeyler karalayacaktım ama her gün.

    Bir süre sonra bu macera, gazetedeki köşeme kadar uzanan bir alışkanlık oldu benim için; sonradan fark ettiğim ama önüne geçemediğim.

    İyi ki o sessiz okuma ve yaşama alışkanlığımı devam ettirmişim. Şimdi nerede kıyıda, köşede içine kapanmış bir çocuk görsem, diğer insanların aksine onun için üzülüp, “pısırık” demiyorum. Tam tersine; “onu rahat bırakın, o geleceğin yazarı!” diyorum.

    Tarih sayfalarına şöyle bir baktığınız zaman en iyi yazarların babalarının, dedelerin ya da herhangi bir akrabalarının iyi bir kütüphanesi olduğunu görürsünüz. Bu küçük yazarlar, kütüphaneye dadanmış, içine kapanık, toplumun aşağıladığı, acıyarak baktığı pasif tipler olup, bütün hayatlarını bu kütüphanede, kitaplar arasında geçirmişlerdir. Bu yazarlara en iyi örnek; Emily Elizabeth Dickinson ve Orhan Pamuk’tur.

    Bu yazarlar sonraki yıllarda başarılarını, yalnızlıklarını ve çocukluk günlerindeki çekimserliklerini büyük bir övgüyle utanmadan paylaşmışlardır…

    Yazmak ve yazar olmak budur işte! Kendi dünyana kimseyi katmadan, insanların ne dediklerine aldırmadan, sadece kendin için yaşamak! Yaşarken de etrafındaki güzellikleri fark ederek, onlardan kopmadan, dünyanın güzelliklerini herkesten çok yakalayarak, onların görmediklerini görerek, sanki hiç ölmeyecek gibi öldükten sonra da 100 yıl anılacak gibi yazmak!...

    Neslihan Minel
    neslihancaa@mynet.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    GAZ KULLANMA TALİMATI

    YANDAŞ YALAKA GÜZİDE GAMU GÖREVLİLERİMİZE YARDIM EDİYOR!
    VE “GAZ KULLANMA TALİMATI" YAZIYOR!  

    Milleti ulema gısa yaz, gısa dediniz, ahan da size gısa yazı! Güle güle okuyun gari, gülmekten ölmeyin de.......Benim yandaş yalaka yazarım gene arz-ı endam eyleyerek çıktı piyasaya! Görelim bakalım ne söyledi, nasıl söyledi, güzel mi havladı?......

    Değerli okurcumlarım, yandaş yalaka olarak bendeniz şu pis terörist eğilimli münafık muhalif çapulcuların yaptıkları eylemlere yakından bir nazar atfederek, bir müdahil olayım dedim. Dehşetengiz tespitlerim var yani......Bu gaz işi böööle, dötten gaz çıkartır gibi olmuyooo yaaaa. Bu işi usülünce talimata bağlamak lazım.

    Yoksa işin boku çıktı abilerim ..... Dolayısıyla bu gaz işine daha yakından el atmaya –gaz atmaya diil lan, o işi ben yapmıyom- karar vermiş bulunuyorum.

    Baksanıza akıllı uslu davranıp, göstericilere karşı eylemde bulunarak usulünce gaz atan bazı güzide gamu görevlilerimizin yannış yaptığı bangır bangır bağırılabilmekte yani....

    Yok ölenler olmuşta, ölüme sebebiyet veren polisler vay neredeymiş de? Susun bi yol ya, hele susun bi yol! Amma velakin gabahat bunnarın amirlerinde, sen önce alt yapıyı döşeyecen, hukuk, mukuk yani......Ondan sonra salacan cengaverleri münafıkların üzerine, vurup kırsınlar diye.......

    Mesleki yaşamında onlarca talimat galeme almış olan ben de, bu yüzden şu ana gadar böyyük gamusal otoritemizin yapmadığını yaparak bir “Eylemciden gıllanma ve gaz kullanma “ talimatı yazmaya garar virdim yani.......

    Aşağıdaki talimata harfiyen uyulması halinde, pis terörist eğilimli münafık muhalif çapulcular kaçacak delik arayacaklar ve protesto gösterisi neyim yapamayacaklardır.

    GAZ KULLANMA VE EYLEMCİDEN GILLANMA TALİMATI
    1. Havadan atılan gazlar: Her seferde çok iyi nişan alınarak, helikopter tam anlamıyla pike yapma moduna  geçtikten sonra eylemcilerin tam ortasına nişan alınarak atılacaktır. Bu işin havada hareket halinde iken oldukça güç olduğu bilindiğinden, bu eylemde başarı gösteren memurlarımıza, isabetli atış başına % 20 maaş ikramiyesi verilecektir.
    2. Yerden “Böceksavar”larla püskürtülen gazlar: Bunu kullanan yiğidolarımız, bu gazı karşılarındaki kişiyi doğrudan hedef alarak ağzının ve burnunun tam orta yerine sıkacaklar ki, kişi anında tık nefes olsun hatta ve de hatta astım mastım gibi hastalıklardan muzdarip ise sağlık yardımı yetişemeden anında öteki dünyaya vasıl olsun. Böyle olmasa dahi, heç olmazsa bir nebze de olsun galıcı hasar galsın. Biraz daha büyüyünce ganser, manser olsun yani.....
    3. Özel tüfek ilen gapsül mermisi şeklinde atılan gazlar: En çok kullanılan ve eylemcilerin en gıllandığı gaz türü budur. Bu gapsülleri atan tüfekler tıpkı şu meşhur suikast silahı gibin kullanılmalıdır. Atıcı bademim öncelikle kendisine bir eylemci seçtikten kelli, çok iyi nişan alarak bu ademin gözünü hedefleyip silahını ateşliyecektir. Makbul olan atış sağ ya da sol gözü çok dikkatlice hedefleyerek tam da göze atış yapmak ve gözü mutlaka çıkarmaktır. Bunu başaran mensuplarımıza göz başına ½ maaş ekstra ikramiye verilecektir. İlk amaç bittabi gözü çıkarmak olmalıdır. Son eylemlerde çıkartılan göz sayısının 10 ilen sınırlı galmış olması fevkalade üzücü bir durumdur. Bu başarılamaz ise hemen B planına geçilerek bu defa tam kafaya nişan alınmalıdır ki, qafatası çatlatılması suretiyle beyin travması yaratılabilsin ve bu yolla da eylemcinin mevta olması temin edilebilsin yani. Böylece eylemciye de bir faydamız dokunacak ve çektiği dünya azabından kendisini kurtararak, öteki dünyanın nimetleri ile tanışmasına vesile olunacak, yakınlarının hayır duaları ilgili mensubumuzun üzerine olacaktır. Bunu başaran arkadaşımıza da travma başına gene yarım maaş ekstra ödül verilecektir.
    4. Yukarıdaki uygulamalarda bi tamam başarısız olan mensuplarımız ise şu genel kaideye mutlaka uymak zorundadırlar. Atılacak gapsül mutlaka hedef seçilerek ve de nişan alınarak garşıdaki gövdeye isabet ettirilmek zorundadır.
    Bu kurala aykırı davranarak herhangi bir vücudu hedef almadan, özellikle de 45 derece açıynan gökyüzüne doğru rastgele atış yapan olduğu tespit edildiği takdirde hakkında kesinlikle soruşturma açılacak, ilk seferde ¼ maaş kesintisi cezası verilecektir. Tekrarında ise kendileri kesinlikle trafik polisi yapılacaktır.
    1. Eylemciler üzerinde gaz tatbikatı yapılırken, tatbikatçıların kendilerinin gaz çıkarması ve bir gısım personel tarafından intihar eylemlerinde bulunulması kesinlikle yasaktır.
    2. Kendi taşıdığı gaz maskesini her ne sebeple olursa olsun nümayişçilere gaptıran kişinin maaşının 1/10’u ceza olarak kesilecek, tekrarında bu oran her seferinde 10 puan arttırılacaktır.
    3. Daha da kötüsü TOMA’sını gaptırarak POMA yaptıran olursa, kendisine eylem nihayete erene kadar tek ayak üzerinde durma cezası verileceği gibi, hele bir de TOMA’yı gapan, bi de utanmadan kastelere ilan vererek satmak isteyen Çarşı denilen münafıklar çetesi ise ceza diz üstünde durmaya çevrilecektir, artık nası olacaksa....Ayrıcana da, gamu malına zarar verilmesine sebebiyet vermek suçundan bu görevliler hakkında soruşturma açılarak devletimizin zararı maaşlarından taksitler halinde kesilip telafi edilecek, kendileri ömür boyu mecburi hizmet yükümlüleri yapılacaktır. TOMA’nın parasının tamamının ödenmesi halinde istifa etmelerine izin verilmesi mümkündür. Bu durumda dahi asla ve kat’a eylemci olmayacaklarına dair taahhütname imzalatılacaktır.
    4. Son olarak da garşılama ve gutlamalarda yer alan barışçıl ve güzide toplulukların üzerine yannışlıkla gaz atan olursa “vallahi de tallahi de ben eyleme geldiğimi sanıyordum, kimse bana bişi söylemedi” mazereti dinlenmeyerek, kendisi derhal meslekten çıkarılacaktır.
    Nasıl beğendiniz mi talimatımı sevgili okurcumlarım? Şahane olmuş değil mi?..... Evvvet şahane olmuş diyorsanız “Süper” yazıp 9999’a gönderiniz. Güzel olmuş emme o kadar da degil diyorsanız “Eh İşte” yazıp bu defa da 1111’e gönderebilirsiniz.

    Hattı zatında bu işi neye böyle uzatıyok, onu da anlamış degilim ya neyse.....

    Hitler amcam –kendisini hayırla yad ediyorum bu arada- göstermiş bu işin kestirme yolunu yaaa. Kuracan bi fırın, dolduracan içini, sabun yapacan herkesi oldu bitti valla......

    Neyse, neyse şinci durduk yerde soykırımcı, moykırımcı olmayaakta......

    Hoşca ve boşca kalınız.Yakında yeni akıl öğretmelerim ve yorumlarımla ennnnn yandaş ve ennnnn yalaka kanalınız da buluşmak üzere..........

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Meçhûlüm!

    Gece rüzgârlarıyla çevrilmiş sokaklar,
    içimde kurşunî bir yalnızlık.
    Öyle soğuk ve kimsesiz ki hava,
    dehşetiyle buz tutuyor karanlık.

    Toprak, böyle ağır ağır çeker yıldırımları.
    Fikrinden öncekiler gibiyken şafak,
    bakarsın hiç sökmez;
    gökyüzünü düşürür önüne.

    İki sokak geride bıraktım gölgemi;
    su birikintisinden atlarken beni terk etti.
    Kaybetmenin derin sancısı da değil.
    Aklıma birden geliverir:

    Hartucu demirden, namlusu uzun,
    kireçli topraklardan basarak yalınayak,
    hiçbir şeye acımadan,
    yaklaştıkça büyüyen gözlerindir.

    Meçhûlüm!
    Bu yalnız fener odası,
    bu demir parmaklıklar;
    kim bu ayna,
    kim bu sarmaşık dalları?

    Meçhûlüm!
    Bir karaltı doğuyor uzaktan,
    bir ses ediyor
    ve sonra gizleniyor,
    sorguya çekiyor;
    söyle, diyor.

    Meçhûlüm!
    Kırık dişler,
    tükürdüğüm kan,
    omuzlarımı yıkan Filistin askısı
    ve bir de morarmış bir surat.

    Meçhûlüm!
    Anlat bana,
    beni anlat!

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    15 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Anason
    Zakkum









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20130628.asp
    ISSN: 1303-8923
    28 Haziran 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com