|
|
|
Editör'den : Türk Usulü İslamiyet!.. |
Şükür kavuşturana. Yapmaya dair verilen sözlerin büyük çoğunluğu yerine getirilemeden geçen bir tatil döneminin ardından merhaba.
Ayrı kaldığımız 40 günde pilleri dolduralım demiştik ama pil doldurmak bir yana, sinirlerimizi törpülemekten başka birşey gelmedi elden. Son bir hafta Tayyip Bey'imizin yokluğu biraz sinirlemizi gevşetse de, yerine cıvıldayanlar ile durmak bilmeyen olaylar adamda sinir minir brakmadı.
Mısır'da yaşananlara kayıtsız kalmak elde değil. Medeniyetler kurmuş bir koca memleket kan ağlıyor. Akan kanın yakın zamanda durdurulabilme olanağı da yok. Zira, İslam Dünyası'nda uzlaşma diye bir kavram yok. Bu lafına kızanlarınız olabilir ama biraz durup düşünün. En yakınınızdan en uzağınıza, bastırılmış cihat özlemleri özgür kalınca, İslamı devlet yönetimi olarak referans alan tüm iklimlerde, ne demokrasi, ne hak ne hukuk kavramı kalıyor. Bakın Mısır'a, iktidara geldiklerinin daha birinci yılında, laik devlet ilkelerinin tümünü alaşağı eden zihniyet ve uygulamalar yıldırdı halkı. Gene bir halk direnişiyle söke söke alınan iktidar, ehil ellere değil bir nev-i ağır abilere teslim edilmiş, o anlaşıldı. Gene bir halk ayaklanması, bu sefer orduyu da yanına alarak, büyüdü büyüdü, bugünün vahşi görüntülerine zemin hazırladı.
Meydan savaşına dönen Mısır olaylarında ölen insanlara üzülmemek, kahrolmamak elde mi? Ama bu, Mursi yanlılarının elde makineli tüfek, karşıt görüşlü halkı taramasını, camiye sığınmış halkı linç etmeye çalışmasını, can havliyle dama tırmanmış insanları damdan atmalarını görmezden gelmemizi önlemez. Suriye'de muhalif güçleri, ağır silah teminine varıncaya kadar destekleyen ülkelerin(!?) Mısır'dan bunu esirgemiş olmasını düşünmek herhalde abesle iştigal olur. Evet ordu elinde topu tüfeği, en ağırından darbeci, ama buna otomatik silahla, bombayla, yakarak, yıkarak karşı duran, cihat çağrıları yaparak olayların yatışmasına izin vermeyen de Mısırlı darbe muhalifleri değil mi?
Çok alışık olduğumuz "Sessiz Batı" Mısır'da da en baş slogan. İyi de, hem beğenmezsin, hem her işin altında Batı'yı ararsın, her kötülüğün anası Batı der sıyrılırsın, sonra sıkışınca "Batı niye sessiz" diye sorarsın. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi adama.
Kaldı ki, Batı hiç te sessiz değil bu sefer. BBC, CNN, an be an canlı aktardılar tüm olayları. Hiç birisi penguen belgeseli yayınlamadı. Ve hiç kimsenin aklına, olayları canlı yayınlıyorlar diye onları suçlamak gelmedi, RTÜK ceza kesmedi, meydanlara girmeleri yasaklanmadı. Onu bunu bilmem, ben hala, müslüman kardeşine gösterdiği ilginin binde birini bile Gezi olaylarında ölen ve yaralananlara göstermeyen, bir tekine bile geçmiş olsun demeyen, rahmet dilemeyen, Mısır'da orduya darbeci, Taksim'de polise "Destan yazdılar" diyen muktedirler tarafından yönetiliyor olmamıza yanarım.
Mısır'da cinayetlere hayır ama demokrasi yerine hilafeti isteyenlere de bin kere hayır.
***
Gözden kaçan bir önemli konuyu buraya taşımam gerektiğini hissettim. Necati Doğru takipçileri biliyordur ama bilmeyenler için tekrar etmekte yarar var. Hele iStanbul'da yaşayan kahveci dostların daha bir can kulağıyla dinlemesinde yarar görmekteyim.
29 Ekim'de tantanayla açılacağı öngörülebilen Marmaray'ın akıbeti önemli olan. 75 km.lik bölümün sadece bitirilebilen 13 km.lik boğaz geçişi açılacak ama olsun, konu o da değil. Konu 11 adet batırma tünelinin beşincisinde 15 cm.lik bir düşey sapma, yani 15 cm.lik eğimin oluşması. Bu hata DLH'ye bildirildiğinde DLH haklı olarak ünitenin sökülüp yerine yenisinin konmasını istemiş. Ancak Japonlar maliyet artacağı için üniteyi çıkarmak yerine altını taş toprakla besleyerek doldurma yoluna gitmişler ve diğer üniteleri de daldırarak işi bitirmişler. Bilahare Tayyip Beyimizin teşrifleri ile test sürüşü de yapıldı malumunuzdur. Ancak, çalışmaya başladığında 2 dakikada bir her biri 750 ton ağırlığında 12 trenin geçeceği bu tünelin sağlamlığı konusu, kocaman bir soru işareti. Hele deprem korkusuyla yatıp kalktığımız iStanbul'da. Biz konuşur konuşur gene o trenlere bineriz, kaderciyizdir, alnımızda ne yazıyorsa o olur der gene bineriz binmesine de, o kılı kırk yaran Japonları da kendimize benzetmemize içerliyorum ben. Anlaşılan, Hirohito ruhuna da el fatiha. Bugün okudum, hızlı tren de delin(e)meyen dağ nedeniyle düz değil yamuk olacakmış. Eh, işimiz Allah'a kaldı işte. Nemize gerek bizim demokrasi. Çocuk almış eline pankartı sallıyor, "Demokrasi Demokrasi Dediniz Ümmetin Kanını Emdiniz." haksız mı?!?..
Burası neresi mi? Burası gıyaben cenaze namazı kılınan İstanbul Fatih Cami avlusu. Baş imam da Bilal Erdoğan, nam-ı diğer şehzade Bilal. Mısır'da darbeciler lanetlenirken, demokrasiye küfür, hilafete övgü düzülüyor. Türk usulü İslam anlayışı bu olsa gerek. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KARACAHİSAR’A DA TERMİK SANTRAL… |
|
Onu, Flaman evinin sofasında görünce eski bir dostu görmüş gibi sevinmiştim. O, benim topraklarımın ürünüydü. Yünü benim topraklarımın koyunlarının yapağısı, ipliğinin boyası, benim dağlarımın kırlarımın bitkilerindendi. Onu bu yeryüzünde yalnız Karacahisar kadınları ve kızları dokurdu.
Ona göbekli diyorlardı. Tam ortasında bir demet çiçek; bir çerçeve ve yine çiçekler… Sonrası bembeyaz yapağı. Bu halıları bu kadar alımlı gösteren zıtlıklar olmalı. İç içe girmiş onca karmaşanın ardından saf beyazın çağrısı, sonra yine kenarlarda köşelerde benzer yoğun desenler: Nar çiçekleri, yapraklar, güller, başaklar, yoncalar ve göz.
Kem gözlerden korunmak için göz motifinin işlenmesi ilginç: Göze göz, dişe diş…
***
Karacahisar, Milas’a 29 kilometre uzakta bir köy. Okuyanı çok. Milas Belediye Başkanı Muhammet Tokat da bu köyden.
Bugünlerde Karacahisarlılar, kara kara düşünüyorlar. Düşünmeyip de ne yapsınlar? Köyünüze termik santral yapacağız, deselerdi, siz ne yapardınız?
“Aman aman, hoş geldi, sefalar getirdi mi?” derdiniz.
Malum, Gezi olaylarıyla birlikte “kamuoyu yoklaması” gündeme oturdu. Hani bir de termik santraller için kamuoyu yoklaması yapsak ve “Köyünüze termik santral ister misiniz ?” sorusunu sorsak, acaba bu ülkede kaç kişi “evet” diye cevap verir?
Termik santrallerin çevre için en sağlıksız enerji kaynağı olduğunu bilmeyen yok.
Özellikle bölgemizde insanlar, köylerinin çevresinde düşük kalorili kömür çıkacak diye korku içinde.
Düşük kalorili kömür, termik santral demek; termik santral, dağların ovaların allak bullak edilmesi, kül, kükürt ve bilumum zararlı gazlarla sarmaş dolaş yaşamak demek.
Yaklaşık 40 yıl önce genç bir öğretmen olarak Yatağan Termik Santrali’nin çevreye vereceği zararları görerek devrin Başbakanı Süleyman Demirel’e adeta yalvarmıştım.
Sayın Demirel, gerdanını kıvırarak:
“Yapılacak… Devlet, Polonyalılara her geçen gün için tazminat ödüyor.” deyip kestirip atmıştı.
Aradan geçen zamanda, Yatağan’da yaşanan çevre felaketi, ne yazık ki haklılığımız ortaya koydu.
Eğer Karacahisar’a termik santral yapılırsa Karacahisarların da Şahinlerliler, Eskihisarlılar, Kapubağlılar, Yeniköylüler, Gibyeliler gibi toz duman içinde yaşamayacaklarının garantisini bir Allah kulu veremez. Kaldı ki Karacahisarlılar kuş uçumu 3 kilometre uzaktaki Yeniköy termik santralinin sonuçlarını da gözleriyle görüyorlar.
Biliyorum, bazıları çıkıp; “ … ama enerjiye ihtiyacımız var!” diyecek.
Evet, enerjiye ihtiyacımız var; ama yaşanabilir bir doğa yoksa, enerji ne işe yarar?
“Yıkmadan, yok etmeden yapmak.”
Kalkınmanın ve gelişmenin sihirli anahtarı artık bu.
Üç arabanın yakılmasını asla kabul edemeyiz. Eğer o araçlara zarar verenler vandalsa binlerce canlının yaşam alanlarını yok eden termik santralleri kuranlar neci oluyor?
Belçika, çevreye verdiği zarardan dolayı 25 yıl önce 5- 6 bin kalorili kömür ocaklarını kapattı. Biz, hem de yılın 300 günü güneşli ve rüzgârlı bir bölgede, kalorisi 1000 olmayan yarısı toprak kömürleri yakarak enerji üretmeye çalışıyoruz.
İşin kolayına kaçmak bizimki. Bir şey elde ederken çevreye verdiğimiz zarar umurumuzda bile değil.
Eminim ki bazıları da “Çoluk çocuk iş bulacak!” düşüncesiyle bizi pişmiş aşa su katmakla suçlayacaktır.
Aslında onlara yapılan muamele “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek.” İşsizlik ve ekonomik gerilik bir bölgenin talan edilmesinin gerekçesi olamaz.
Yıllar önce Eskihisar’ı gezerken Flaman dostum Dirk Jansen’in söyledikleri hâlâ kulağımda:
“Bu yer biz de olsaydı, turizmden, termik santralin ülke ekonomisine sağladığı girdinin birkaç katını elde ederdik.”
Karacahisar, yanı başındaki antik Hydisos’u, halıları ve doğasıyla bunu elde edebilecek bir yer.Ancak bunu başarabilmek için hayata ve geleceğe farklı bir bakış açısı gerek:
“Tüketmeden, yok etmeden, gelecek hakkını gözeterek kalkınma.”
Bunu yönetenlerimizin kavrayabilmesi için o “göz” motifini hayatın her alanına yerleştirmekten başka çıkar yol görünmüyor.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu KARANLIĞIN İÇİNDE BİR YALNIZLIK – 4 |
|
Babaanne, her akşam götürdüğüm yemekleri kabul ediyordu. Islatılmış ekmek parçalarından oluşan yemeğini nerdeyse unutmuştu. Ona yiyebileceği yumuşak yemekler veriyordum çünkü dişleri yoktu. Uzun zamandır yemediği sıcacık yemekler için bir çocuk gibi sevindiğini fark ettim. Bana her defasında teşekkür etti. Babaanne ile yaptığımız sohbetler çok keyifliydi. Bazen kendimi tutamayarak ona gülüyordum. Çünkü dişsiz hali ile öyle tatlı ve heyecanlı anlatıyordu ki, sempatik oluşu beni neşelendiriyordu. Bir şeyler anlatmak için sabırsızlanıyor, bana çok fırsat vermeden sürekli konuşuyordu. Bu yaşlı kadın, anlatacak çok şeyi olan küçük bir çocuktu. Gözlerinde gördüğüm yeni ışıltılar, kendisini artık yalnız hissetmeyişindendi. Ben vardım, ama birkaç gün sonra olmayacaktım. Bunu ona söylediğimde gözlerinin ışıltısı sönecekti. Gideceğimi, son gün söylemeye karar verdim.
Çarşamba:
Üçüncü akşamı evimi özlemeye başladığımı hissettim. İş çıkışı evime uğradım. Ailem beni özlemişti. “Nerde kalmış bizim kuşumuz, aramaz olmuş.” diye de sitem ettiler. Biraz onlarla vakit geçirdikten sonra birkaç giysi de alıp Julide’nin evine gittim. Kapının önüne geldiğimde bana anahtar verdiğini hatırladım. Çantamı biraz karıştırdıktan sonra anahtarı bulup içeri girdim. Mutfak kapısı önünde duran arkadaşım beni görünce elindeki tabağı yere düşürüverdi. Korkmuştu. Tabağın sesi ile ben de irkildim ve gülmeye başladım. Ona elimdeki anahtarı göstererek: “Bana sen vermiştin ya?” dedim. Julide de gülümsediğinde rahatladım ve ikimiz de yerdeki porselen parçalarını topladık. Sofrayı hazırladık ve yemeğimizi yemeğe başladık. Çok vakit geçmeden bir kapı gıcırtısı ve bize doğru gelen yavaş adımları duydum. Babaanne elinde plastik bir bardak, mutfaktan su almaya gidiyordu. Onu görünce ayağa kalktım ve masaya davet ettim. Julide’ye bakarak: “Ben yedim” dedi. Bunun doğru olmadığını biliyordum. Arkadaşım olan kendi torunundan çekindiğini artık anlamıştım. Julide ile bir ara konuşmaya karar verdim. Yemeğimi bitirmeden masadan kalktım ve mutfağa gidip bardağına su doldurmasına yardım ettim. Sonra koluna girip oturma odasında bizimle oturması için yalvardım. İlk başta itiraz ettiyse de sonra kabul etti. Yavaşça yanıma oturdu. Babaannenin gözleri, odanın her yerinde geziniyordu. Sanki buraya ilk defa gelmiş gibi etrafını inceliyordu. Ona şaşkın bakan yüzüme doğru eğildi: “Ben buraya bir ya da iki defa geldim.” dedi. Bunu söylerken, arkadaşım tabakları götürmek için mutfağa girmişti. Bu gizliliğin, çekingenliğin altında neler olduğunu çok merak ettim? Babaanne bu evin yabancısıydı. Kendi oğlu ve torunları tarafından küçük bir odada terk edilmiş halde yaşıyordu. Böyle yaşamın suçlusu muydu, yoksa vefasız evlatların vicdansızlığı mıydı? Başımı ağrıtan bu düşüncelerle boğuşurken babaannenin televizyona baktığını gördüm. Elbette ki daha önce seyretmişti, ancak uzun zamandır bu eğlence kutusuna bakmadığından adım gibi emindim. Şimdi de renkli görüntülere ağzı açık kalmıştı. Ona baktım ve gülümsedim. O da bana bakarken gözlerinin içinde teşekkür etti. Çünkü küçük ve karanlık odasında sessizliğin içindeki yaşamından biraz olsun kurtulmuştu. Ruhuna bir ışık, bir ses, bir renk katmıştım. Bunun için de çok mutluydu. Julide yanımıza geldiğinde oturduğu yerden kalktı ve odasına doğru adım attı. “Gidiyor musun?” diye sordum. Bana hiç cevap vermeden sessiz ve yavaş adımlarla odasına gitti.
Cevabını aradığım bir sürü soruyu dilimin ucunda hazırladım. Arkadaşıma dönüp baktığımda koltukta uyukluyordu. Anlaşılan bu cevapları yarın alacaktım.
Perşembe:
Her zamanki gibi yoğun bir günün ardından eve gittik ve yemeğimizi yiyip televizyon karşısına geçtik. Yarın, arkadaşımda kalacağım son gündü ve ben babaanne ile son sohbetlerimi yapmak için can atıyordum. Fakat, Julide ile kesinlikle konuşmalıydım. “Neden?” sorularıma cevap almam gerekiyordu. Bir şekilde konuyu açtım ve aklımdaki soruları arkadaşıma sordum. Bana aile sırlarını vermek istemediğini kısa cümlelerinden anladım. Küçük bir ipucunu kendim yakaladığımı söyleyebilirim. Babaanne, Julide’nin annesine ilk gelin olduğu zamanlarda pekiyi davranmamış. Yani her zaman duyduğumuz kaynana muhabbeti söz konusuydu. Çok ama çok uzun yıllar önce yaşanmış bazı olayların, yıllar sonra bile insanı bu kadar acımasız, vicdansız bırakacak derecede olması beni şaşırtmıştı. Bu doğru olamazdı. Zavallı yaşlı kadının yaptığı her ne hata varsa, geçen yıllarda erimeli, unutulmalıydı. Gelinden öte, aynı evde yaşayan bir oğul vardı, iki torun vardı. Torunlara babaanne bakmamış mıydı? Küçücükken kendilerine sahip çıkan, doyuran, temizleyen babaannelerine torunlar böyle mi davranmalıydı? Çocukların bakımını üstlenmiş olması anneliğin yarısını yaşatmıştı. Hele de helal süt emmiş bir oğul, nasıl olur da annesini görmezden gelirdi? Tam bir hayırsız evlat örneğiydi.
Arkadaşımı darıltmak istemiyordum, bu nedenle içimde bir yaşlı kadın için kopan fırtınaların oluşturduğu kelimeleri yeterince söyleyememiştim. Sadece hayatla ilgili sözcüklerim oldu. Zaten Julide’ye duygularımı anlatacak, düşüncelerimi aşılayacak sözcükleri bulmam imkansızdı. Çünkü ne söylersem söyleyeyim bir sonuç alamayacağımı biliyordum. Arkadaşıma son sözüm şu oldu: “Elbette ki bir gün sen de yaşlanacaksın!” Bana hiç cevap vermedi. Julide’nin bana içten içe kızdığını biliyordum, çünkü babaannesi ile bu kadar samimi olmam onu rahatsız ediyordu. Fakat nedense babaannenin odasına girip sohbet etmeme bir şey dememişti. Şimdi de sözle ifade ettiğim isyanıma sessiz kalmıştı.
Vakit geç olduğundan babaanne ile bu akşam sohbet edememiştik. Son günümüz Cuma, uzun uzun konuşacaktım. Bir de vedalaşmam gerekecekti. Çünkü hafta sonu Julide’nin ailesi dönüyordu ve ben de artık eve gitmeliydim. Arkadaşlık görevim son buluyordu. Aslında arkadaşlık görevimden çok benim kutsal görevim sonlanıyordu. Yaşlı bir kadına verdiğim dostluk, ışık, sevgi, muhabbet en değerli olandı. Bunun için mutluydum.
Devam edecek…
Sevinç Gürel Bozkurt Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Güzelin Ardında : Bertan Onaran FAKİR BAYKURT |
|
Önce, sekiz ciltlik yaşamöyküsünün ilk kitabı Özüm Çocuktur’dan kısa bir alıntı:
“Baştan ikimiz ölmüş. Kalanlar altıyız. Babam Yemen’e gitmeden evlenmiş. Dudu’ymuş adı. Geçim olmamış. Mahkeme yıllarca sürmüş. ‘İki yılda dönerim’ diye gidip 14 yılda dönmüş. Yemen, Balkan, Cihan, bizim köylülerin ‘Seferberlik’ diye adlandırdı Kurtuluş Savaşı… birbirini izlemiş. Anamla evlenmesi sonra. Dudu’dan çocuğu yok. Kara Aliler’in Elif, Dütçeler’in Kara Veli’ye uğur getirmiş. Doğum günleri belli olmasa da, sekiz çocuktan altısını yaşaması, köyün yoksulluk koşullarında başarı.
Anımsıyorum, bir yıl göz ağrısı salgını geldi, aylarca çıkmadı evimizden. On birimde sıtmaya tutuldum, altı yıl sürdü; ancak Köy Enstitüsü’nde iyileştim.
Komşular takılmadan duramazdı:
‘Ne olacak? Arpalar yolunurken doğan bu kadar olur’”
Saraylarda kendi uçkurlarından başka bir şeyle ilgilenmeyenlerin tam 600 yıl dünyanın dört bir yanında kırdırdıkları güzelim Anadolu insanlarından birinin oğluydu Fakir Baykurt; savaş yorgunu babasını da yitirdikten sonra, unutulmaz romanlarında Irazca’ya dönüşen Elif Ana, bir avuç kıraç topraklarını deşerek yaşatmaya çabalıyordu yavrularını; sevgili Mustafa Kemâl Atatürk’ün gösterdiği yolda, onun ülküsünü canla başla benimsemiş Hasan Âli Yücel ile İsmail Hakkı Tonguç’un açtıkları Köy Okulları olmasa, orada kuruyup kalırdı.
Ama bereket Gönen’de açılmıştı o okullardan biri: orayı bitirdi, köy öğretmeni oldu, sonra Ankara’daki Yükseği’ne gitti, orta öğretime geçti; yazın dünyasına ilkin şiir yazarak adım attı, sonra öyküye geçti, ardından romana; ömür boyu son derece başarılı bir öykücü, romancı kaldı; yeni kuşaklara inançla, güvenli öneririm bütün yapıtlarını okumalarını.
Elimizde ilk gözdesi şiirlerini derleyen tek bir yapıtı var: Ateş Çiçekleri. Okuyacağınız şiirleri oradan seçtim.
DEĞMEYİN BANA
Bu hışırtı yağan yağmurdan / Kaç zamandır işleyemedim / Ağanın topraklarını / Sinmez oldu içime, istek yok
Gözüm gecenin ötesinde /Çarığım sargıda yumşasın / Ellerim neden böyle kenetli ? Küsmüş mü toprağa ellerim
Bir horoz bir tavuğu aldı gitti / Yok bende ufacık bir kıpırtı / Yoksa zehirli otlar mı yedim? / Yılan mı soktu, ne oldum?
Tahsildarlar silsin artık adımı / Besbelli ben ölmüşüm / Ya da komşular / Bugün kötü bir günüm.
1952.
ÖZLEM
Çıktım Tınaz’ın başına / Yükseklerden Koca Dumlu’ya baktım / Çöker durur ardında köyüm / Köylülerim kırlarda geçim derdinde / Daha bir ay olmadı geleli / Tütüyor gözümde kır tarlalar / Nadasına sığır sürdüğüm Yayla yolu / Yazları bostan beklediğim Karatepe
Şimdi dutlar ermiş / Üzümlere alaca düşmüştür / Karanfilli armutlar beni bekler / Beni bekler anam / Gözümü yumdum mu oradayım / Biliyorum yolu, yağmuru yok / Gene de özledim köyümü
Gönen’de Akçaköyü’mü çok özledim
1945.
YÜZYIL BİTERKEN
Geçip giden yüzyıla benim üzüntüm / Yeni bir yüzyıl gelirken / İçindeki pisli hâlâ / Atamadı insanlık
Kimi din diye öldürür / Kimi milliyet diye saldırır / Tankları topları araya sokup / Ateş eder birbirin üstüne
Gelinler gençler, çocuklar ölür / Yok olur ana ata armağanı yapıtlar / Yanıp yıkılır evler ocaklar / Yok olur ormanlar, böcekler
Soruyorum kime rastlasam / Bu kadar mı zor akıllı olmak / Bu zamanda insanlar, uluslar / Birbirine el uzatmaz mı dürüst
Okulları düzeltip, hastaneleri geliştirse / Çölleri yeşertse, yangınları söndürse / Yersarsımı oldu, çığ geldiyse köylere / El ele verip kurtarsa canları
Öldüren hastalıklara ilaç bulmak var / Güzel yuvalar kurmak var sevenlere / Çocuk arabaları yapmak var / Doğanlara
Açları doyurmalı, açıkları giydirmeli/ Ömürleri uzatmalı, isteyen yaşasın / Köyde kentte, Afrika’da her yerde / Tatlandırmalı yaşamı
Barış çağını açmalı hepsinden önce
1992.
Ahhhh sevgili Fakirciğim ahhhh!
Bir avuç vebalı bunun tam tersine savurdu güzelim dünyamızı.
Amansız hastalık izin verseydi de, el ele tutuşup Küba’ya gidebilseydik; bütün özlediklerinin timsahı andıran o küçücük adada gerçekleştirildiğini kendi gözünle görebilseydin canım benim.
Bertan Onaran bertan37@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
ÇARŞI’DAN SEVGİ, SAYGI, HOŞGÖRÜ, BAKLAVA, KADAYIF FELAN FİLAN
Okuyuculara Not: Aşağıdaki yazı aslında Kahve Molası’nın 05 Temmuz tarihli sayısında yayınlanmak üzere gönderilmişti. Ancak yolda teknik bir kazaya uğradı ve o sayıda yayınlanamadı. Biraz güncelliğini yitirmiş olsa da, iyi bir yazı oldu düşüncesiyle yazdıklarıma kıyamadım, yeniden yolluyorum. Sevgiler.
Değerli arkadaşlarım, Bizim Beşiktaş’ın yeni eski ya da eski yeni başkanı Orman amca “Çarşı’yı çok seviyorum!” diyerek bize sevgilerini gönderdikten sonra, “Başbakan’a minnettarım!” deyip “hükümetle ilişkiler iyi” buyurmuş.
Hemen arkasından da kulübün içindeki resmi zevattan bir Cıvıklıhava amca koccaman ve de sevgi fışkırtan bir bez parçası astırmış eyi mi?
Başbakan’ı da seviyo yani Orman Amca ve sair teferruat, e biz de seviyok zati ne var ki onda.....
Hemi de biz o kadar çok seviyok ki, yiğidimiz çok fazla yoruldu, çok üzüldü son günlerde, artık emekli olup nükleer santral kuracağı sahil kasabalarından birisine yerleşerek balık tutmaya başlasın istiyok.
Malum nükleer santrallerin hiçbir zararı yok ya.... Aptal Evropalılardan bir kısmı kafaları çalışmadığından kelli yasaklasalar da nükleeri biz onlardan çok daha akıllıyız malum.....
Hemi de bizim eski başkan adaylarından Ciner emmim soyunmuş bu işe, birilerinin peşinde dolanıp duruyo yav.....Yapın kardiş, yapın ya!!! Nükleer, nükleer yapın gitsin anasını satıyım.....Biz onu da çok seviyok zati.....
Orman başkanım biz seni de seviyok, hemi de o kadar çok seviyok ki daha ilk maçta başlayacaz protesto etmeye. Malum biz en çok eylemi, çok fazla sevdiklerimiz hakkında yapıyok.......İlk iç saha maçını oynayacağın stad yetkililerinden ekstra yıpranma zammı talebi gelir mi, bak orasını bilemem amma sen hazırlıklı ol!!!
Çünkü; “Zıpla, zıpla, zıplamayan Orman”
Mesela polisleri çok fazla seviyok. Çünkü biz ne zaman “Sık bakalım, sık bakalım, biber gazı sık bakalım!” desek asla hatırımızı kırmayıp bizi biber gazına boğuyorlar. Accaip kafa yapıyo bu gaz yaaa.....
Hayır, bir de bibere alıştınız, allaşkına portakalın da tadına bakın demiyolar mı, ben bitiyom bu tavırlara abi......Anti kanserojen bu gazı yiye yiye, kanser olma olasılığımızı da sıfırladık iyi mi???
Gelin sizi gözünüzden öpiyim canlarım, yannız kaskı çıkarıp copu bırakmayı ihmal etmeyin ki, istenmeyen bir durum olmasın yani. Gelin de hatıra fotografı çektirek, çektirek de bütün dünya görsün kimmiş delikanlı....Başkomutanınızı da alalım yanımıza, onu da çok seviyok, zira ak dediğine, 5 dakika sonra kara diyerek, habire Siyah, Beyaz çekiyo......
Biz çok sevgi doluyuz hattı zatında, herkese en derin saygı ve hörmette asla kusur etmiyok. Mesela Manisalıyı da çok seviyok.
En son; yürümek bizi yordu, ne kadar yürüyüş o kadar gaz, gaz yiye yiye nereye kadar billa dedik ve de dedik ki duralım artık ağabeyler ya.....
Hareketsiz durarak sevgi, saygı ve hörmetimizi eksiksiz gösterelim istedik..... Manisalımı çok duygulandırmış bizim bu halimiz. O da bizi çok seviyo zati, hemi de deliler gibi seviyo..... Demiş ki, ya çocuklar bu kadar uzun süre ayakta durmayın, boyun fıtığınız azar billa.... Hani, benimki çok çabuk azıyo da demiş...... İlahi Manisalı ya!!! Sen de boyun var mı ki, fıtığı olsun. Hem sen bizim için endişelenme, ne kadar uzun durursak sizleri o kadar çok seviyok, anlayın bunu işte.......
Bu Manisalı amcayı Manisa Celal Bayar Üniversitesi öğrencileri de eskiden beri çok severler, bilirim. Bi aralar okulda anma, bayrak ve benzeri garip işler yapmaya kalkmışlardı da, Manisalım bunlara; “Yorulmayın çocuklarım, sizler yorulunca ben çok üzülüyom valla...” demişti. E, çocuklar da ne yapsınlar Manisalı okula gelince ona olan derin sevgi ve hörmetlerini tıpkı bizim gibi göstermişlerdi hemencecik.....
Her daim, herkese karşı sevgi doluyuz...Yüreciğimiz pırpır çarpıyo valla...... O kadar sevgi doluyuz ki, aramızda bu konuda yaya kalan arkadaşlarımıza da çivili sopalarla sevgi takviyesi alıyoruz arada sırada......Çok sevgi, sevgi oluyo.....
Bazen de sevgiden çoşup, sevgi sevgi ağaç seviyoz, çiçek dikiyoz. Kurduğumuz sevgi çadırlarına güzel kokulu gazlar ithal ediyoz.
Doğa ile o kadar bütünleştik ki, evlere gidip duş yapamayınca da canım tomalarımın yardımıyla yıkanıp yunuyoz. Onları da çok seviyoz. Onlar da çok yoruldu bu sevgi gösterilerinden......
Toma’m canım benim.....Arada su ile KDV’si olaraktan sıvı sabunu birlikte atsaydın daha güzel temizlenecektik ama ne yapalım olsun o kadar da artık.
Hem sonra temizlenemeyen arkadaşlarımızı memur kardeşlerimiz temiz temiz sopalayarak temizlediler billa! Bizi incitmesin diye düşünceli davranarak cop yerine çivili sopa kullanan bu kardeşlerimizi de hassaten çok seviyoz yani...... Bu temizlenme işlemi sırasında bazı ufak tefek yaralanmalar oldu ama, eh artık o kadar da olacak! Hepsi aşırı sevgiden canım, aşırı sevgiden......
Hani diyom ki başımızdaki böyyüklerimiz çok yoruldular, hep birlikte tatil yapmaya Suriye’ye gitseler, -aman ha! yolda Reyhanlı’ya uğramayın, oradaki sevgi size çok gelebilir!-
Bize sundukları gibi, orada da Esed’e sevgi ve saygılarını sunsalar, nasıl demokrat olunurmuş bi tamam öğretseler. Esed mahrum kalmasa bu engin ve derin deneyim, bilgi ve sevgiden......
Bir güzel tatil yapsalar, yalnız dönüşte aman dikkatli olsunlar! Yanlışlıkla, ÖSO’cuların gazına, mazına gelip bomba yüklü ÖSO arabalarına binmesinler, mazallah patlar, matlar da.....
Bu arada üç beş cümle ile de Meclis’te esip köpüren yiğidlere değineyim demiştim... Amma velakin onlar bizim bu böyyük sevgimizin hızına yetişemediler....Çok arkalarda kaldılar billa....Hala malum salonlarda habire sevgi fışkırtıp duruyorlar. Yav bırakın kelime bombardımanını da gelin meydanlara ağabeycim ya, meydanlardan sevgi sevgi köpürüp çağlayalım hep beraber......Hani bizim gibi ön saflarda olmayı göze alamıyor iseniz ki, çok normaldir herkes Çarşı olamaz yani, sizler en arkada durun ona da razıyız.....Sizleri de çok seviyok, bi o kadar da öpüyok diyelim......
Bugünlerde Çarşı üzerine ahkam kesen çoktur amma, meseleyi benim gibi tak diye koyan pek yoktur kanımca......
Çarşı ruhtur, ruh! Hangi savcı gözaltına aldırabilmiş ki bugüne kadar ruhu? Hangi Mahkeme tutuklayabilmiş? Var mı hakkında verilebilmiş bir mahkumiyet kararı?
Pertavsızla “örgüt” arayan Sherlock Holmes’lara duyrulur.
Çarşı biziz! Biz çarşıyız! Sadece Beşiktaş’ın göbeğinde değil, artık Türkiye’nin her yerinde, her sokak, her cadde, her yer Çarşı! Çarşı Türkiye, Türkiye Çarşı!
Uzun uzun ahklam kesmesini sevmeyiz biz! İsteriz ki Vicdan ile Hicran ikiz kız kardeşlerin adı olmasın artık! Ellerinde karanfil, yüreklerinde sevgi, kafalarında akıl taşıyan milyonlarca Çarşı’lıya atılmasın plastik mermiler, sıkılmasın gazlar, tazyikli sular.....
Sadede gelip, sade kahve için ve de anlayın artık hele bir yol.....
“Yırtarım sokakları, caddelere sığmam taşarım! Hangi Başbakan bu asi ruha zincir vuracakmış şaşarım!”
Çarşılıyım, Çarşılısınız, Çarşılılar!
Bir de sorumuz var sonra, polis efendilerin komutanına! Bakalım neymiş cevabı!
Tek bir polis bile olmasaydı Taksim’de, ellerimizde karanfillerle ne yapacağımızı sanıyordu ki?! Gaz bombasına karşı, karanfil! Ne kadar da adil!
Mağazaların camları mı kırılacaktı? Ya da banka ATM’lerine zarar mı verilecekti? Hiçbir arkadaşımızın elinde karanfilden başka hiçbir şey yoktu ki! Ta ki siz saldırana kadar! Karanfillerle mi kıracaktık camları?
Ama siz karanfilden bile korkuyorsunuz! Hiç sevgiliniz olmadı ki, onun elinden karanfil koklamadınız ki hayatınızın hiçbir anında! Hayata düşmansınız siz, yaşamaya ve sevmeye!
Bu kadar mı çok korkuyorsunuz, hem dirimizden, hem de ölümüzden? Ölülerimizin ruhlarına kırmız karanfiller atarken, yüreklerimizi kanatmanızın başka bir anlamı olabilir mi ki, kırmızı...kırmızı?
Bırakın yalnız şanlı bayrağımızda kalsın kırmızı, kirli ellerinizle kirletmeyin ay yıldızımızı!
Neyse, neyse uzun yazmamdan şikayetçi olan değerli arkadaşlarım, bu kadar sevgi, saygı ve hörmet yeter deyip, sizlere sevgimi göstererek ben baklava, şöbiyet ve kadayıf yemeye gidiyim. Biber gazının altına aperatif olur valla.
Hayde, hoşca kalın. Gazlanın, sulanın, tuzlanın, bezlenin...Gözzel gözzel sevgi köpürtün... Tomalı kalın, pomalara su fışkırtın....Hadi bana eyvallah......
Çarşının hası, Feridun Düzağaç ağabeyimin de dediği gibi, hepinizi boğazın serin suları gibi seviyom billa, yapmayın su yolu yeniden Marmara’ya, Marmara biranın adı, çok da güzel oluyo tadı, balık tutarken iyi de gidiyor hani, tavsiye ederim emeklilerime....
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
NAMIK KEMAL’İN SUÇU NEYDİ?
Böyle bir soru, dizi enflasyonuna uğrayan televizyon dünyamızdaki bir diziyi hatırlatsa da isminden etkilenmemekle birlikte konunun toplumsallığı açısından dizi adı sorusuyla benzerlikler taşımaktadır. Soru’nun oluşumunda ve verilebilecek cevaplarda her ikisi de toplumsal olgu ve oluşumlar içerir.
Namık Kemal’i genel çoğunluğumuz lise ders kitaplarında ‘vatan yahut silistre’ adlı -ki edebiyat kitaplarında uzunca bölümleri yer alırdı- tiyatro eseriyle tanırız.
Namık Kemal eserleriyle, yazılarıyla bizde ‘hürriyet’ ve ‘vatan’ kavramlarını ilk defa gündeme getiren bir şair ve aydınımızdır.
‘Vatan yahut silistre’ adlı eseri edebi yön olarak biraz zayıf ve basit kalmakla birlikte ilk defa ‘vatan’ ve ‘millet’ kavramlarını dile getirmesi açısından önemlidir. Basitliğine rağmen o günkü şartlarda sahnelenmesi büyük etki yaratmıştır. Zaten ne olduysa bu oyunun 1 Nisan 1873 tarihinde Gedikpaşa Tiyatrosu'nda Güllü Agop kumpanyası tarafından sahnelenmesinden sonra olmuştur. Tiyatroyu izleyenler oyunun yazarı Namık Kemal’e beklenmedik bir ilgi ve alaka göstermişlerdir. Devamında ‘İbret gazetesi’ bu oyunu ve halkın ilgisini yayınlarıyla gündemde tutmuştur.
‘Vatan’ ismiyle yazdığı bu oyunda Namık Kemal, o güne kadar dile getirilip kullanılmayan vatan kavramını, vatan sevgisini, vatan için kendini feda etmeyi, milliyet ve milletin önemini anlatır. Okuduğumuzda bizleri de bu kavram ve duygular açısından derin bir şekilde etkileyecektir. Basitliği bozulmadan bir senaryoyla filme alınsa bu film gişe rekorları kıracaktır.
O halde böyle güzel duygu ve düşünceleri ifade eden bir eserin yazarı tiyatroda sahnelenmenin devamında niçin tutuklanıp Magosa’ya sürgüne gönderilmiştir? Diğer ifadeyle Namık Kemal’in suçu neydi?
Burada öncelikle dini değerler ağırlıklı Osmanlı toplumunun ‘lale devri’yle birlikte devlet eliyle ‘batılılaşmaya’ başladığı siyasal ve toplumsal gerçeğini hatırlatmakta fayda var. Devletin ‘batılılaşma’ egzersizleri sonuçta ‘tanzimat dönemini’ doğurmuştur. Namık Kemal ‘tanzimat döneminin’ yetiştirdiği bir aydındır. Tanzimat yaklaşımları da yetmemiş ve bazı yeni yetme aydınlarımız özellikle yönetimde daha fazla özgürlük, hürriyet bugünkü ifadeyle demokrasi istemişlerdir. Tanzimat uygulamalarına rağmen Batıya karşı konumumuzda çokta fazla bir şey değişmemiştir. Bu gerçek karşısında bazı aydınlar devlet yönetiminin daha çok hürriyetler sunmasını, özgürlüklerin genişletilmesini, Osmanlı Sultanı’nın yetkilerinin azaltılmasını bir çözüm olarak sunmuşlar ve buda bilindiği gibi ‘meşrutiyetlerin’ ilanlarıyla sonuçlanmıştır.
Yönetimde hürriyet ve özgürlük isteyenler ve bunu siyasal alana taşıyanlar içlerinde Namık Kemal’inde bulunduğu ‘Yeni Osmanlılar’ı oluşturmuşlardır. Bunlar faaliyetlerini sürdürebilecek ortamı ancak Avrupa’da bulabilmişlerdir. Namık Kemal, devlet yönetimini hürriyet açısından eleştiren yazıları nedeniyle devlet göreviyle İstanbul’dan uzaklaştırılmak istenmiştir. O bir Yeni Osmanlı olarak devlet görevi almak yerine Avrupa’ya adeta kaçmıştır. Ancak grupta bir süre sonra çıkan anlaşmazlık nedeniyle yurda dönmenin en iyi alternatif olduğunu görmüştür. Tabir caizse Namık Kemal, sivri dilli birazda cesur ve sözünü esirgemeyen bir yazardır. Bu tabiatı gereği yönetimi hep eleştirmiştir.
Tiyatronun sahnelenmesinden sonra olay biraz daha siyasallaşınca yönetim, o günkü ‘eleştirel(muhalif) medyanın’ önde gelen isimlerini toparlayıp yayınlarına da son vererek sürgünle İstanbul’dan uzaklaştırmıştır.
Ama devlet, bugünün aksine o gün yetişmiş insanına her ne olursa olsun değer vermiştir. Abdülaziz’in kanlı bir darbeyle devrilmesinden sonra tahta çıkan Sultan V. Murat zamanında Namık Kemal affedilerek İstanbul’a dönmüştür.
Zannedilenin aksine Namık Kemal’i sürgüne gönderen Sultan II. Abdülhamit değildir. Aksine Abdülhamit, Namık Kemal’i ‘meşrutiyet’ ilanında ona değer ve önem vererek anayasayı hazırlayacak ekibe almıştır.
Namık Kemal, kayıtsız şartsız batılılaşmayı kendine hedef edinmiş Osmanlının haylaz, heyecanlı, söz dinlemez ‘Yeni Osmanlı’ çocuğudur. Bu yapısı, Sultan Abdülhamit tarafından anayasa göreviyle taltif edildiği halde bunu görmeyip hararetli hürriyet duygusuyla Abdülhamid’i açıkça eleştiren hatta tehdit eden şiirini mecliste okumasını sonuç verir.
Abdülhamit buna karşılık koruyucu devlet yaklaşımıyla bu değerli insanını sürgüne değil devlet göreviyle İstanbul dışına gönderir.
Devletin kendine bu yaklaşımı karşısında zaman içinde Namık Kemal, bazı şeyleri anlamış olmalı ki o zaman devlet politikası olan ‘İslam Birliği’nin önemini dile getirdiği ‘Celalettin Harzem Şah’ oyununu yazar. Bundan dolayı Abdülhamit tarafından taltif edilir.
Bulunduğu görevlerde devlet ve halk adına önemli ve büyük hizmetler yapar. Kendi isteğiyle görev aldığı ‘Sakız Adası’nda maalesef genç denecek yaşta hayat süresi sona erer.
Gelibolu’da gömülme arzusunu öğrenen Padişah II. Abdülhamit, naaşını Gelibolu’ya naklettirir. Bolayır’da Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömülüdür. Birkaç yıl sonra Sultan Abdülhamit bir türbe yaptırır. Türbenin planını Tevfik Fikret çizer.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Karakol damında asmalar |
|
Karakol damında asmalar,
devriyeler yolumu kestiler.
İki kolumda iki kelepçe,
ciğerimi yerinden söktüler.
Kanıma işlemiş güneş,
umuttandır ekmeğim.
Ölüm dilenmeye yine de
billâh varmaz dilim.
Ak pınarların üstünden geçerek
ecel meydanına koştuk yiğitçe.
Sevdâ çeken bir alın yazısı,
bulutlara aksettirdi bizi.
Dereler çekildi, ağaçlar savruldu;
üzerimize yıldırımlar düştü.
Göğün gümüş merdivenleri,
heyecanla yolumuzu bekledi.
Merhametsizdir toprak,
böyle bakarken güneşe
ve zâlimdir geceler hep;
bütün günler ateş altında.
Karşımda boş duvarlar,
hasretin içime doluyor.
Tüm bağlarım çözüldü,
hayat beni bekliyor.
Belki seneler var önümde,
belki birkaç gün yalnızca.
Fakat kara gözlüm,
ne kadar yaşarsak yaşayalım şu hayatta,
bir devrimci gibi yaşadık,
diyebilmeliyiz sonunda!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KANUNNAME
Kanunlar çelikten olmuş, ne fayda!
Madem ki yay gibidir.
Eğilip bükülecekse basanda
Kırılsın daha iyidir.
Keskin kılıç gibi olmalı kanun
Kimse el vurmamalı
İster şaha, ister paşaya olsun
Kalktı mı durmamalı
Bir kanun ki bütün başlar önünde
Saygı ile eğilir
Mazlumun da, zalimin de gözünde
Bilinir ki adildir
İşte o zaman güçlü olur devlet
Adı hukuk devleti
Haksızlık gitmez ilelebet elbet
Tutar yıkar milleti
YAKUP KİRAZ
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
|
|
|
|