Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 12 Sayı: 1.978

 23 Ağustos 2013 - Fincanın İçindekiler


  • TEMMUZ ... Hamdi Topçuoğlu
  • METİN ELOĞLU ... Bertan Onaran
  • DUYGULAR ZİNCİRİ ... Nuray Şahin
  • NEYDİ ZAMAN? ... Tuğçe Şahin
  • ABSÜRT HİKAYE: HAK HUKUK GUGUK MUKUK, ADALET ANAAA ÇOK GÜZELMİŞ NEBALET!!!! ... Abuzittin Tırlak
  • Son ... Özgenur Aktan
  • RTE’nin Demokrasi Anlayışı ve Mısır Olayları Üzerine ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Tadımlık Şiirler, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Ahret'te de yalnız kalacaksın yalnız!..


    O fotografları görüp kahrolmamak mümkün mü? Daha gün yüzü görmemiş bebeler, sıra sıra dizilmişler. Nasıl katlediklerine dair her kafadan bir ses çıkıyor. Esad, ÖSO, El Kaide, ne farkeder. Kim vurduya giden o bebeler masum. O bebeler bu kirli savaşın şanssız kurbanları, tek suçları o lanet coğrafyada doğmuş olmaları. İnsanın katli zaten korkunç, ama böyle masumların gidişi yürek dağlayıcı, kahredici. Yapan her kimse şeytanın ta kendisi.

    Gelelim madalyonun öbür yüzüne. Bu katliamın failleri bence hiç te meçhul değil. Esad hiç değil. Bunun tek sorumlusu, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının besleyip büyüttüğü ÖSO ve onun El Kaide bağlantılı canileri. Batının dikkatini çekmek için kendi çocuklarını bile harcayacak tiyniyettedir hepsi. Hatırlayın 2 ay evvel Adana'da bulunmadı mı 2 kilo Sarin, sahipleri el nusra militanları çıkmadı mı? Onlar bulunanlarıydı, ya bulunmayanlar? Kimbilir kaç kilosu kullanılmak üzere Suriye'ye geçirildi. Peki, Esad kendi kontrolündeki bir bölgede BM gözlemcileri kimyasal silah araştırması yaparken, havadan gaz bombası atacak kadar kafayı yemiş olabilir mi? Bazıları Taksim'de gençlerin üzerine biber gazı bombalarını helikopterlerden yağdırdı ama şimdilik bu konuyu açmayalım. Akıl var mantık var. İç savaşın eşiğindeki bir ülkede, hakimiyet elindeyken BM'yi karşısına almayı seçebilir mi bir diktatör? Hele bunların üstüne bizim muktedirlerin yırtık dondan çıkar gibi olayın failini bulmalarını ekleyince, sizi bilmem amam bende zırnık şüphe kalmıyor. Bu işi Tayyip Beyimizin beslemesi ÖSO ve yandaşları organize etmiştir. Nokta.

    Bir de son zamanların moda söylemi "Değerli Yalnızlık" var. Utanmasalar "Yüzyıllık yalnızlık" deyip geçecekler ama o başlığın patenti sahipli. Dolayısıyla yeni uydurma "Değerli Yalnızlık".

    Kavga etmediğin, diklenmediğin, tokat yemediğin tek bir memleket kalmayacak, elindeki tek gücün ancak %50 kıl dibi olduğunun farkına varacaksın ve buna bir "Değer" yükleyeceksin. Buna, değerli değil dibine kadar yalnızlık denir ve ancak eksi değer yüklenebilir. Cahil kıllarından geriye kalan, paylaştığın ranta kanan sermaye de, toplayacak nema kalmadığında seni öyle bir yalnız bırakacaklar ki, işte asıl yalnızlığı o zaman göreceksin. Teselliyi arada bir tarayacağın bir miktar kılda bulacaksın. Sen "Değerli Yalnızlık" dedikçe Değerli köpek gülüyor haline "Kıh kıh kıh". Senin adına değil memleketim adına utanıyorum düştüğümüz halden.

    Dolar iki liraya dayandı ya, buna en çok sevinen Tayyip ve ekibidir herhalde. Çünkü bunların geliri dolarla. Dolar değerlenirse, gemicikler, yatırımlar çok para kazanır, komisyonlar artar, kazanılan paralar Türkiye'de iyi iş yapar,vs. Bakın bu işe en çok sevinenlerden biri Ağaoğlu. Neden, çünkü herif dolar kazanıp tele harcıyor. Tıpkı bizim muktedirler gibi. Ön tarafta ekonomi korosu hala yaygarada, "Ekonomi tıkırında". Ya bunlar sayı saymayı bilmiyorlar ya da iyi bir yumruk yememişler. Bir tanesini yumruk sıyırdı, herifin feleği şaştı. Kendi çıkardığı kanunu bile unutup, hukukçulara veryansın etti. Hep diyoruz ya, bunlar nalıncı, ellerindeki keser hep kendilerine yontmalı. Biri işe çomak sokup kıymık sıçratsın gör sen bunlarda ki şerefsiz yalnızlığı. Haydi kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      TEMMUZ

    Çocukluğumda bu ay, geceleri tarlalarda tütün kırarak, gündüzleri damlarda tütün dizerek geçerdi.

    Zor günlerdi; ama hayata tutunmak için ana baba, çoluk çocuk bir şey üretmenin ne değerli olduğunu bilirdik.

    Biliyoruz ki, yurdumuzda köyler de köylülük de son demlerini yaşıyor. Bu ülkenin bankalarını, fabrikalarını, tersanelerini, iletişim sistemlerini ele geçiren uluslar arası sermeye ve işbirlikçileri, topraklarımızı da ele geçirmek için düzen üstüne düzen kurmakla meşgul.

    Bodrum Kent Konseyi olarak, bu pazartesi günü bir çoban ateşi yaktık. Türkiye’de ilk kez Kent Konseyi bünyesinde Köyler Meclisi’ni kurduk. İlk etkinlik için de Muğla Milletvekillerimizi çağırdık.

    Sayın Tolga Çandar ve Mehmet Erdoğan sağ olsunlar geldiler.

    Onlara Meclis, köylüyü yok eden, köylerin arazilerini uluslar arası sermayeye hazırlayan yasaları bir bir çıkarırken ne düşünüyor, hele anlatın bakalım, dedik.

    Biz dertliydik, meğer onlar, bizden daha çok dertliymiş.

    Keşke bir iktidar milletvekili de davetimizi kabul etseydi. Belki o, bize iktidarın kötü bir niyetinin olmadığını anlatır; biz de geleceğe umutla bakardık.

    ***

    Temmuz, Sümer mitolojisinde bereketin ve çoğalmanın sembolü İnanna’nın çoban kocasının adıdır.

    Sümer ekonomisi tarım ve hayvancılık üzerine kurulmuştu. Ürünler ne kadar bol olursa halkın zenginliği ve rahatı o kadar çok olacaktı.

    Rivayete göre İnanna ile çiftçi, çoban, balıkçı ve kuş avcısı evlenmek ister. Çiftçi gelirken henüz biçilmiş arpa; çoban, taze süt ve kaymak; avcı, çeşitli kuşlar, balıkçı da sazan balığı getirir. Tanrıça, bunların içinden Çoban Tanrısı Dumuzi'yi, yani Temmuz’u seçer.

    Bizim, “dam” sözcüğümüzün de “damızlık” sözcüğünün kökeni de “temmuz”dur.

    Damızlık, varlığın sürüp gitmesi için elde tutmak zorunda olduğumuz en iyidir. Damızlık yoğurt, damızlık koç… Küle sakladığımız kor da damızlıktır bizim için.

    Anadolu’da bir de “Damızlık kesmek” deyimi vardır ki damızlığın yitirilmesi anlamına gelir. Damızlık kesilirse işe yeniden başlamak gerekir. Ya komşudan köz istenecek ya da koyunlar komşu çobanın koçuna emanet edilecektir.

    “Evde acı var!
    Evde inilti var!
    Yayık sessiz, sütü yok.
    Çanak kırıldı Dumuzi yok.
    Rüzgâr süpürdü ağılı yok.”

    Bu dizeler, Temmuz’unu yitiren Tanrıça İnanna’ın ağıtıdır.

    Aslında her gün, her ay, her mevsim bize bir bilge gibi dersler sunuyor, temmuz da öyle. Alabilene, anlayabilene…

    **

    Oktay Akbal’ın ölçülü, bilgiye yaslanan ve hayata olumlu bakan yazılarını her zaman kendime yakın bulmuşumdur. Bu yüzden kimi kez yolda, kimi kez bir kitabı okurken aklıma onun bir kitabı, birkaç cümlesi gelir, mutlanırım…

    Dün, Köyler Meclisi’nin panelini izledikten sonra her zaman olduğu gibi yorgunluğumu atmak için kendimi bahçeye attım, birden yanı başımda minik bir serçe dolaşmaya başladı.

    Serçeler çok ürkek kuşlardır. Oysa o, neredeyse avucuma konacak. İşi gücü bıraktım, onu izledim. Aklımda Oktay Akbal’ın “Temmuz Serçesi”. Anımsıyorum, o serçe de böyle evcimen ve sokulgandı.

    Neredeyse ahbap olacaktık ki, serçem birden havalandı, mandalina ağacına kondu ve sık yapraklar arasında kayboldu. Şaşırmıştım. Ama biri duvar üstünde, diğeri asma dalları arasında pusuya yatmış kedileri görünce her şeyi anladım.

    Ne yazık ki o an, Oktay Akbal gibi Cahit Külebi’nin;

    “Sonbahar da geliyor/ Yuvanı nereye yapacaksın.” dizelerini bile söyleyemedim.

    Bunca düşmanın cirit attığı bu yerde, böylesine sıcak, içten ve sevecen serçelerin ömrü nice olabilir diye düşündüm.

    Yarın 24 Temmuz.

    Bundan 90 yıl önce, Lozan’da, Sevr’i bir paçavra gibi yırtıp atan bu ulusu, bugün yönetenler Lozan’ı tanımayanlarla kol kola. Bakalım yarın Mısır ve Mursi sözcükleri kadar Lozan ve Mustafa Kemal sözcükleri çıkacak mı ağızlarından.

    Bir temmuz daha gelip geçerken ömrümüzden, temmuz serçelerinin tedirginliğinde, İnanna’nın ağıtını söylüyorum ben.

    Yazık, çok yazık.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    [Henüz Oylanmamış]
    0 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Bertan Onaran

     Güzelin Ardında : Bertan Onaran


      FAKİR BAYKURT

    Sık sık yinelerim, biliyorsunuzdur, bence öğrenebileceğimiz bütün öbür sanatlar sonunda hepsinin toplamı olan YAŞAMA SANATI’na ulaşmamızı sağlar.

    Üstünyetenekli dediğimiz insan kardeşlerimiz bu ustalığı doğarken gözelerinde getirirler; onların en benzersizlerinden biri olan Mustafa Kemâl; Çanakkale’de gündüzleri kurnaz, boyunsuz sömürgeci uşağı Churcill’in  üstümüze saldığı gariban Anzaklar ile vuruştuktan sonra, geceleri çadırında, kandil ışığında, roman okurmuş “ruhu sertleşmesin” diye; biz de gittikçe kana bulandırılan dünyamızda kendimizi zombileşmekten korumak üzere gelin Metin Eloğlu’nda birkaç şiiri yeniden okuyalım.

    İlk şiirini ilk kitabından seçtim:

    DÜDÜKLÜ TENCERE

    Pazarları daha gündüzden,
    Aşçıbaşı, aklını başına devşir;
    Börekler kızaracak nar gibi;
    Kıymalı, ıspanaklı, peynirli…
    Sonbahar, yağmuru oluklarda,
    Çüşbalığı haşlanacak!   Mesela zamkinülzarefe yemeğinin
    Akşama yetişmesi lâzım, başın darda.
    Al eline şu nesneyi,
    Dibini bir güzel yağla,
    Sovanını da doğra, düt! Desin;
    Bir  tutam tuz, bir tutam kimyon;
    Şıpın işi pişiverir.
    Baksanıza göbek atıyor,
    Beylere selam, hanımlara selam!
    Çengi misin be gâvur icadı,
    Düdüklü tencere misin?

    DEDİKODU 

    Kadın şimdi birisini bekliyor
    Zannederim para babası
    Bu bekârlık çekilmez doğrusu
    Herifçioğlunun kanına girmek gerekiyor
    Yan oda sandık odası
    Soyunmuş dökünmüş anakuzusu
    Çamaşırı kirli de onu değişiyor
    Gıdı gıdı hanımısı.

    Dolapta üç beş kuruş parası
    Aferin sana ölü Ahmet karısı
    Belli mi bu hayatın ötesi
    Bak millet yaşıyor
    Komşunun kırk odalı hanesi
    Herif eşek yükü erzak taşıyor
    Hanımın hizmetçisi küçükbeyin dadısı
    Tüyleri yoluk bobi çilhoroz pisipisi
    Bir lokmaya el pençe divan hepsi
    Aklına esen sövüp sayıyor.

    Bu sokak Üsküdar’ın neresi
    İnsan dedikoduyu alışıyor.

    “Yumuşak G”’deki şiirlerinin her birini bir dostuna adamıştı; bunlardan Edip Cansever’’e  adadığını en başa koymuş:

    A

    Şu yabanıl hergeleler var ya;
    - hergele, yabanıl at anlamındadır zaten-
    Diyeceğim, dündüyse bir güzelim taya bindim;
    Ne koşum, re gem, dizgin, yular, üzengi, eyer de ne?
    Hergele koşuntusunun kıtlığına kıran mı girdi; afallamaktır
                işim.

    At nemize? diyeceksiniz;
    At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;
    İnsanoğlu basbayağ.



    Yumuşak G’yi – uyakça ola- ilk Dıranas değerlendirmişti;

    O çoğumuzun pek sevdiği yapayalnız şiirinde.

    Bir ara yakın yaşama talihine ermiştik, yazık ki yavaş yavaş hastalandığı dönemde; o günlerde şiirlerinden birini de bana ayırmış, öfkesi soylu dostumuz.

    D

    Kunt, arı/duru,berk
    Kırlangıç ibiğinde rüzgâr izi
    Tek, ağırca, dik
    Kini bomboş
    Us közü, yürek tınazı, hız
    Diş diş, yoğun
    Pençe kök gibisine
    İrikıyım, çağ dirisi
    Kıldan ince/kılıçtan keskin
    Gez-göz-arpacık
    Kıvılcımlar kördüğümü ve tetik
    Tan tipisi
    Ak kan
    Çil çil, ilkyazlar gümeci, kuşul
    Koçanımsı da, dikenliçiti andıran
    Okkalı, silme onur, kundak kokusu,
    Dikkafalı bir keçiyolunda
    Da.

    Öbür adı şiir gövdesi.

    Bir şiir de “Rüzgâr Ekmek”ten okuyalım.

    TA/Tİ

    Dostlarım değil, dostları hayın.

    Felekçe bir denizden
    Karşı tınaza vardık
    Kum gibiydi gök
    Sesi genizden.

    Ağaçlara tırmanalım
    Öylesine bir tasa var
    Yumurtlamasa n’olur
    Karıncalanıyor elim

    Komşu muyduk nedense
    Şişede sülük yoktu
    İstanbul’u kim ekti
    Yağmurlar hünsa

    Sonra çivilendi topaç
    Sevişmeyi severiz ya
    Haşim’le Nâzım’ı..aa
    Şiir de güç, çağ da güç.

    Anlamla oynamayın.

    Aman Metincim,  dediğine bak! Şimdi biz anlamla da, yaşamla da korkusuzca oynuyor, her şeyi alt üst ediyoruz, nasılsa ölümsüzlük bizi bekliyor

    Bertan Onaran
    bertan37@hotmail.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    [Henüz Oylanmamış]
    0 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Nuray Şahin


    DUYGULAR ZİNCİRİ

    Ne sebepsiz gidişin kanattı yüreğimi, ne de sözlerin battı derine… Hassas zamanların kuytusunda yanımdaydın sen. Zaman geçtikçe alışıyor, yüreğim yüreğinle kaynaşıyordu işte. Karanlıklarda seni düşünme zamanı geçmişti çoktan. Sen artık bende hep vardın. Bir diğer gün olamayacağın korkusunu bile yenmişim. Ne cesarettir! Sanki hiç gitmeyecekmişsin gibi. Öyle ya nasıl alıştırdıysam kendimi buna, nasıl bağlandıysa yüreğim sana… Anlamsız kılınanlara bile anlam bulabilmişim. Hiç kurmadığım cümleleri kaleme almış, gözlerimi buna şahit etmişim. Sıktığım dişlerim, başkaldıran kaşlarımla beraber beynimle öylesine selamlaşıyor ki önceden haberdar edilmiş gibi bu sızılar. Yaşanılacak olan acılar… Hemen ardından saracak olan hissiyatlar… Nedir peki bunlar?

    ŞÜPHE…

    Duygular zincirindeki bu duygu, yüreği kemirendir. Aynı zamanda beyini en çok meşgul eden. Kanıt, sebep, başrol… Aranan bu durumların kişiyi sürüklediği vaziyet, kendi iç dünyasında verdiği savaş nedeniyle göremediği bir durumdur. Olumsuz duyguların ilk verdiği hasar beyinen bencillikken, bedenen körlüktür. (mecazen)

    NEFRET…

    Onsuz olunur mu hiç? O’nsuz olunmaz elbette. Kalbini delik deşik ediyorsa o insan, canından canlar çekiştirip umurunda olmayacak kadar hadsiz durumlardaysa nefretin ne kadar olursa olsun aşkın da vardır halen. O gidince aşk biter, nefret başlar zannedersin. Oysa en büyük yanılgı payını yaratırsın. Duygular zincirinde yer alan AŞK’ın hemen ardından gelir nefret. Aşkın serüveni yaşanırken kopukluk gösteren kişiye duyulur. Nefretin ardından hazmedilemeyen hisler var olur. Ve bunlar yerini, yurdunu, zamanını bilmeyen hislerdir. Çat kapı gelenlerden.

    KİN…

    Bu duygu kişiye en çok zarar verenlerdendir. Sürekli geçmişe bağımlı yaşıyorsa kişi, affetmek nedir bilmez. Bu duyguyu düşünemez dahi. O anki fikri intikam, öç, kendini kanıtlama isteğidir. Mazide yaşadığın durumu sürekli hatırlıyorsa, daimlik gibi görür bunu yürek. Oysa her şeyin sonu vardır. Kiminin vadesi uzundur, kiminin kısa. Bu duyguda vadeyi uzatmak can sıkar. Zaman zaman kişilikten bağımsız olarak ortaya çıkan düşünceleri kafasından atmayı başaramayanların durumu hastalık, takıntı haline kadar ilerleyebilir. Olumsuz duygulardan kurtulmanın en iyi yolu, beyni devreye sokmaktır.

    PİŞMANLIK…

    Hemen hemen biliyordu oysa insan bu duyguyu yaşayacağını. Önceden hep planını yapmak istemiş, yapamamıştır bir türlü. Fakat dersini çıkardıktan sonra kararlarını almıştır. Oysa hayatın içinde yaşadığı durumlar sebebiyle fark etmesi mümkün değildir. İnsan tek bir şeye odaklanma gücüne sahiptir. Pişmanlığı her insan yaşar. Ve zamanla anar.

    YENİ SAYFA FİKRİ…

    Hassasiyetinizi bir kenara bırakıp, yaşadıklarınızı gözler önüne serin ve alacağınız kararları yaşatın.

    Nuray Şahin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Tuğçe Şahin


    NEYDİ ZAMAN?



    Kalemimin ucundan umarsızca akıp giden; elime, yüzüme bulaştırdığım mürekkep miydi zaman?

    Annesini kaybeden bir yavrunun çığlıkları kadar sessiz miydi?

    Gece o kadar çokken sabah kaybolan yıldızlar misali elimizde durmayanımız mıydı zaman?

    Kimsesiz şairin mısraları kadar arkadaş olabilir miydi ya da iyiliğin kötülüğe olduğu kadar düşman...

    Günün ilk ışıkları kadar huzur verebilirimiydi zaman? Yoksa ölüme bir adım daha yaklaştığım için iliklerime kadar hissettiğim endişe miydi?

    Neydi zaman?

    Herkesin anlamak için peşinden koşturduğu; ama kimseye yüz vermeyen arsız bir güzel miydi?

    Çekip giden sevgiliyi beklemek kadar zor muydu zaman, her hıçkırık kadar nefes kesici miydi?

    Sokağın başında oturmuş hain rüzgara meydan okuyan miniğin elleri kadar soğuk muydu?

    Yoksa,

    Sıcak bir yazın

    Sıcak gününde ki

    Sıcacık yüreğinden gelen

    Sıcak bir gülümsemen miydi, neydi zaman?

    Peki, duracak mı?

    Ne zaman duracak zaman?

    Gözlerim akrebi yelkovanı kovalamaktan yorulduğunda mı ya da karanfiller eskisi gibi kokmadığında mı duracak

    Esir olduğumuz yalanlar bizi azaat edince mi, çıkmaz sokaklar dudaklarına açılınca mı duracak zaman?

    Ne zaman yüreğin, sıcaklığının küllerini savurur göklere; o "zaman" durur... İşte o zaman durur "zaman"...

    Tuğçe Şahin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    [Henüz Oylanmamış]
    0 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak


    ABSÜRT HİKAYE: HAK HUKUK GUGUK MUKUK, ADALET ANAAA ÇOK GÜZELMİŞ NEBALET!!!!

    Efendiiiim, geçenlerde gazeteye göz atarken Emin Çölaşan ustamızın yazısının sonuna takıldı gözlerim: “İnanılır gibi değil ama burası Türkiye ağabeycim, her yol açık!” diye bitmiş yazı.

    E, haliyle biter, anormalin aslında normal olduğu bi ülkede yaşıyoruz ne de olsa. Olunca öyle, görün bakalım nasıl oluyor böyle?

    Aşağıdaki tamamen kurgusal, bi o kadar da duygusal manyak hikayeyi bir okuyun hele, güler misiniz, sinirden ağlar mısınız, artıkın ben orasını bilemem vallahi........

    Hem bu arada belki de; Silivri, Hasdal ve de bilumum toplama kamplarında hala esir tutulmakta olan yiğitlere küçük bir gülümseme de göndermiş oluruz, kim bilir?

    Hep mücadele, hep kavga......Arada bir gülümsemek de lazım, değil mi ama? Gerçi onlar yakın zaman önce verilen Mahkeme kararlarına daha çok güldüler, hem de acı acı ama olsun!

    (ilgili ilgisiz ve yetkili yetkisizlere çok möhem not: İşbu yazı bir mizah denemesi olup, karakterlerin tamamı hayalidir. Onları gerçek sanarak, filmin sonunda kapıcı katil çıkıyor diye, ayaklanan apartman kapıcıları gibi davranmayınız, reca ederim!)

    Tak tak tak

    -      Kim ooooo?

    -      Poliiiiiiis

    -      Haydaaaa, buyurun memur bey ne vardı?

    -      Sizi tutuklamaya geldik, yok yav önce gözaltına alacaz da savcı tutuklatıcak yani

    -      Sebep?

    -      Ülkemizin henüz icad edilmemiş ilk uzay gemisi ile uzaya göndereceğimiz, kim olduğu henüz belli olmayan ilk astronotumuzu öldürdüğünüz ihbarını aldık da.

    -      Ne, neeee, neeeeee! Bi da söölesene şunu, olmayan uzay gemisinin, henüz kim olduğu ve dahi hatta cinsiyeti bile belli olmayan astronotunu öldürdüm öyle mi?

    -      Heeee

    -      Dalgamı geçiyonuz hemşerim ya, kimliklerinizi görebilir miyim? Siz harbiden polis misiniz yani?

    -      Haydaaa, valla bu kimlikler doğru gibi duruyo.... Hemi de terörle mücadele şubesi, şimdi bu durumda ben “terörist” mi oluyorum yani?

    -      He hemşerim, resmi sıfatın aynen ööle, bu elimdeki kağıtta da zati terörist  Hakan’ı gö.....pardon göz altına alın diye yazıyo......

    -      İyi de onun ben olduğuma emin misiniz kardeşim? Yani mesela aradığınız kişi meclisteki şükür hakan olamaz mı?

    -      Çüşşş lan! O bi kerem Türk değil, Arnavut...Onunla heç işimiz olamaz! Aklın sıra bizi mi kazıklıcan, yürü hadi gidiyoz. Hem ülkemin güzide astronotunu öldür, hem bizimle kafa yapmaya kalk

    -      Anaaa, bunlar harbiden inanmış lan, benim belki de henüz doğmamış astronotu  öldürdüğüme.....

    Biraz sonra Savcı’nın odasının önünde ve dahi odasında........

    -      Sayın savcım Zanlı’yı getirdik.........

    -      Hıııım. O kadar çok zanlı var ki önüme gelicek yani!? Kimdi lan Refik bu dümbük?

    -      Sayın savcı......benim bir adım var! Dümbük değil o......

    -      Höst lan, sana konuş denmeden neden ağzını açıyon ki! Sayın savcımın tepesini attırıcan şimdi görecen gününü.....Seni aç karnına 8-10 saat bekletip ondan sonra alsın ifadeni de gör gününü......

    -      Kesin lan geyik muhabbetini kafam  iyice karışık zati.....Konuşsana lan Refik kimdi bu herif, neden alındı, niye buraya geldi? İfadesi hazır mı? Ne yapcaz şimdi bunu, tutuklama talebiyle mahkemeye mi sevkedecez, yoksa ittir ol git mi diyecez!

    -      Bi dakka sayın savcım ya.......listeye bakıyom bakalım niye gelmiş bu inek......

    -      Haydaaaa, şimdi de inek olduk iyi mi? Hani sayın Komser, avukat arkadaşımı arasam da gelse diyorum!?

    -      Ha ha ha, güldürme lan kendine, gecenin bu saatinde yazık, adamı buralara yorucan. Bizim Hilmi’nin söylediğine göre, senin girişin var çıkışın yok oluuum ya! Hani yani mevta olursan o başka o zaman......Cenazeni de içeriye gömcek halimiz yok bittabi. O zaman sittir olup gidecen haliylen....Hem garibim astronotu boğazla, ilk ve tek uzay gemimiz öksüz kalsın, hemi de serbest kalma hayalleri kur iyi mi?

    -      Kesin lan gürültüyü!!! Şuna bir ifade yaz Refik, imzalasın da atalım içeri bunu. Madem polis “girişi var, çıkışı yoklar” kategorisine koymuş, o halde biz de gereğini yapalım. Elini çabuk tut, daha dünya kadar işimiz var yani......

    -      Pardon, sayın savcı....Benim bildiğim ifade göz altına alınan kişinin beyanlarına dayanır! Yani benim konuşup sizin yazmanız gerekmiyor mu?

    -      Çüşşşş be! Sen kaç yılında kaldın evladım? Yaşın başında da yerinde ama......Bu işler senin zannettiğin gibi olmuyo artık.... Polis, adliye madliye her şey tek elden yürüyo..... Hukuk devleti guguk devleti ayaklarını da unut yani, sen bizim TV kanallarına çok bakıyon zaar, oralarda günde kırk kere hukuk devleti diyollar diye, kendini heç hukuk devletinde zannetme! Bitti o “hukuk devletine güveniyom” ayakları artıkın.... Merak etme yav, asıl suçunun ne olduğunu bir süre sonra sen bile unutacaksın. Bak ben hiç merak bile etmiyom onu..... Yani niye köşedeki bakkal Ali değil de, sen buradasın beni hiç ilgilendirmiyor! Üstüne giydirilen “suç”a göre ifadeyi biz yazarız, sen de imzalarsın paşa paşa.                                         Yok arkadaş ben bunu imzalamam dersen, işin ne bekle dur aç, susuz nezarethanede......Sayın savcım haftanın beş günü sabah 9 akşam 5 burada nasılsa......Allahın günü tükenmedi ya..... Senin de bir direnme gücün var nihayetinde.....

    -      Vay be, işkence böyle mi yapılıyor artık yani........

    -      Neeee, ne dedi Refik duydun mu? Kim lan bu! Tansiyonum çıkacak şimdi...Çabuk içeri atın bunu, devletin Cumhuriyet Savcısına hakaretten......

    -      Bi sakin ol patron yaaa..... Ne çabuk unuttun, bu herifi zaten içeri atacaaaz.......         Bir savcıya bu kadar da yüklenilmez ki canım. Fazla çalışmaktan sürmenaj oldun  patron valla......Artık zanlıları da birbirine karıştırıyon. Ulan kes yapıştır iddianameler karışmasa bari, onları da okumadan imzalıyon zati....

    -      Karışırsa sen onları düzeltirsin artıkın Refik.....Haydaaaa, peki bu yaşlı başlı kadının burada ne işi var yav! O niye burada ki?

    -      Bu moruk tencere çalıyordu amirim! Ahan, bu da suç delili tencere ile çorba kepçesi......

    -      Dilinizi eşek arısı soksun len! Ne o öyle, herkese “amirim” “amirim”........Koskoca savcıya da “amirim”, komsere de “amirim”.....

    -      Ya Refik oluuum ya, hadi bu adamı anladık, şu malum partinin azılı üyelerinden biri kendileri, o yüzden uydurulmuş bir kılıf, içeri atacaz kendilerini.....tamam da işin boku iyice çıkmaya başladı billa.....Takım taraftarlarını da örgüt mensubu yaptık, ona da okey! Aslında örgüt üyesi olmayıp da, her nedense örgüt adına eylemde bulunanlar diye bir yapı da icat ettik durup dururken..... Hatta ve hatta tek başına saatlerce ayakta dikilen zibidileri de örgüt üyesi olmaktan içeri atabiliriz...... Bu arada aklıma gelmişken söööliyim, adam gibi bi örgüt uydurun artık tamam mı? Bayatladı ya, kimseler yemiyor artıkın DHKP-C’yi filan....İyi de oluuum neredeyse 70’ini devirmiş bu kadıncazı tencere tava çalıyo diye nasıl içeri atcaz yav....???

    -      Ya, sayın Savcım ya, yüreciğin yufkaladı birden valla! Yoksam sana birilerini mi hatırlattı, bu teyzem yav......Unuttun galiba “tencere tava çalmak suçtur” fetvası verildiğini...Bırak abi, vicdan, micdan ayaklarını da, atalım şunu nezarete kalsın aç susuz 24 saat, aklı başına gelir zati. Bida yemek yapmak için bile eline tencere tava alırsa namerdim! İşlem mişlem de yapmayız, ittir et gitsin! Gözaltında kayıp ayakları yani.......

    -      Aç olur da, susuz olmaz evladım! Valla tansiyon hapım cebimde, onu almayınca olmaz. O mereti de bi türlü susuz yutamam ben! Bak sonacıma elinizde ölürüm, kalırım da, başınıza daha beter bela olurum yavriiiim......

    -      Anaaaa, şuna bak, şuna. Yufka yürekli olmaya da heç gelmiyor bunlara yani......Dile bak dile, pabuç kadar.......

    -      Ya, zati bunu neden karşıma çıkardınız ki, direk atın nezarete, yarın bu saatlerde çıkarın bakalım, pabuç kadar dil ne kadar uzamış yani......Ulan yakında anlamlı bir tempoda öksürenlerle durduk yere hapşıranları da gözaltına alıp gönderecekler bana billa, böyle giderse stadyumları nezarethane, spor salonlarını da cezaevi yapmak gerekecek valla.......Zati çok lüzumsuz şeyler bu taş yığınları canım....Ne o öyle spor, mıpor

    Yeni ekip yeni bir gözaltı vakası ile gelir...........

    -      Öfff, yorgunluktan öldük be, ne manyak bi adresmiş bu, ara ara bulamıyon bi türlü...

    -      Amirim, şu “Kabataş’da dövülen türbanlı bacı” olayının zanlısını getirdik.

    -      Manyak mısınız lan siz? Burası Ankara oluuum, Kabataş nereeee, Sıhhiye nere....

    -      Valla ben onu bilmem komserim, bize istihbarat şubeden verdiler Kabataş’ta türbanlı bacı döven hıyarın adresini, biz de aldık getirdik. Ara, tara anamız ağladı zaten........

    -      Len millet iyice manyadı valla ya! Kaplama, maplama da bu iş nereye kadar be abi? Koskoca İstanbul’da bu işi üzerine yıkacak adam kalmadı mı da, Ankara’dan adam ayarlıyoruz yani?

    -      Öööle diil amirim, şimdi bu çocuğu ile birlikte dayak yiyen kadın var ya......Hani gerçekte olmayan sanal bacımız..........

    -      Eeeee......

    -      Hah, sözde ona robot resim çizdirmişler bi tane.....O resim de bizim daha önce Abidinpaşa’da bi örgüt evinde göz altına aldığımız bi KCK’lıya çok benziyomuş....Onun için gözaltına aldık bu hıyarı.....Yani hesapta İstanbul’dan Ankara’ya kaçmış ayakları yapacaz......Ööööle yani......

    -      Haaaa, anladım şimdi!

    Benim manyak hikaye şimdilik bu kadar. Devamını nassolsa hergün yazmaya devam ediyorlar, bi zahmet günlük gazetelerden takip ediverin artıkın canım!

    Abuzittin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Özgenur Aktan


    Son

    "Bundan tam üç sene önce hayatın iyi olduğuna, benim için o kadar kötü olmayacağına inanıyordum. İşler kötüleşse de iyi bir tarafı görebilme arayışına yöneltiyordum kendimi. Bu beni umutlu kılıyordu, daha güçlü ve daha az sarsılabilir, daha az şaşırabilir, üzülebilir, ağlayabilir v.s. Ama bu arayış beni bu sonuçlara götürmedi. Beni, sanki hep yürümüş ama bir türlü iyi bir yere, güvenli bir yere varamamış gibi hissettirdi. Bu beni kötü, çok kötü hissettirdi.

    Adım, ailem, kimliğim ve beni bağlayan her şeyden kurtulabilmek için çok uğraştım ama zamanla özgürlüğün bir ütopya olduğunun farkına vardım. Arayışlarım bir ütopyaydı. Beni belli bir zaman oyalamışlardı ama bundan ötesi yoktu ve hiçbir zaman olmayacaktı.

    Umutsuzluk her geçen gün etime işlerken, kendimi her geçen gün daha kötü hissederken zamanın ötesinde veya gerisinde var olabilmeyi diledim. Başka koşullar altında, başka insanlarla, başka bir yerde acaba ben de başka olur muydum? Daha mutlu, daha az mutsuz. Bunu isterdim, bunu anlatabilmek, birkaç sayfaya dökebilmek, konuşabilmek ve daha fazla gülebilmek isterdim. Çünkü şu yirmi senelik hayatıma sığdırdığım her şeye bakınca doğmuş olmamın, var olmuş olmamın amaçsızlığını kavradım. Bir amaç, gerçekleştirilebilecek bir ideal yoktu ve eğer var olmuş olmasaydım her şey aynı kalacaktı, hatta belki de daha iyi olacaktı. Bu da bir fark yaratamadığımı gösteriyordu.

    Yalnız hissetmek, kan bağının olduğu pek çok kişi olmasına rağmen gerçekten bir bağ kuramamak insanlarla, ne kadar trajik bir şeydi. Hep arada hissetmek, asla belli bir yere geçememek ve amaçsızca, havada asılı duran ama sık sık düşen bir toz zerreciği gibi oradan oraya sürüklenmek... Kendine bir yol çizememek, sadece her yola sürekli itilmek ve sık sık yalnız bırakılmak... Biliyorum yaşamanın kolay olmadığını ve kolay olmayacağını ama dayanılabilir olacağına inanıyordum, inanmak istiyordum.

    Size hayatımı baştan sona anlatacak halim yok. Şu an bir köprüdeyim ve birazdan intihar edeceğim. Sadece belki de, son olacak düşüncelerimin bilinmesini istedim. Dolduğumun bilinmesini istedim. Size ne diye hayatımı anlatayım ki? Bu hayatımı bir anda iyi mi yapacak? Hiçbir şeyin iyi olacağı yok ki. Eğer inancınızı kırdıysam özür dilerim ama bu benim düşüncem. Benim düşüncelerimi anlamanıza ya da beni anlamanıza ihtiyacım yok. Zaten böyle bir şey de mümkün değil.

    İnsan sona yaklaşınca fark ediyor; söylenecek çok şey var, belirli insanlara anlatılması lazım gelen çok şey var ama ne fırsat oldu ne de zaman. "


    Sevgili Deniz, atlamadan önce işte bunları düşünüyordu. Ve...

    Atladı.

    Özgenur Aktan


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      RTE’nin Demokrasi Anlayışı ve Mısır Olayları Üzerine

    Madımak trajedisinden sonra Çiller, “Güvenlik güçlerimize hiçbir şey olmamıştır.” şeklinde açıklama yapmış ve konuyu, katledilen yurttaşlarımız açısından değil, “devlet otoritesi” bakımından ele almıştı. Taksim olaylarından sonra RTE’nin yaptığı açıklamalar da aynı yöndeydi; RTE, polis kurşunuyla öldürülen ve gaz bombaları nedeniyle zarar gören yurttaşlarımızı değil, “devlet otoritesi”ni dikkate almıştır. Üstelik, Ethem Sarısülük’ü katleden polis memuru serbest bırakılmış ve kendisine özel korumalar tahsis edilmiştir. Demek ki, yirmi yıldır Türkiye, demokratikleşme konusunda bir adım bile atamamıştır. Siyasî iktidârlar bugün bile, farklı düşünen halk kitlelerinin katlini “vâcip” görüyor ve “devlet otoritesi” adına kendi otoritelerini tesis etmeye çalışıyorlar.

    PKK’yla müzâkere sürecinde Türk milletinin ağır öfkesine mâruz kalan RTE, “gönülleri okşamak” adına alkol yasağı konusunu gündeme getirdi ve yasakların kapsamını genişletti. Alkolden sonra sırada ne var diye düşününce, kahveye sıra gelebilir! Osmanlı döneminden beri zâten, hep böyle yapılmıştır; seferlerden ne zaman başarısız dönülmüşse, halkın “gönlünü okşamak” adına tütün, alkol ve kahve yasakları gündeme gelmiştir. Ebussuud Efendi adıyla nam Alevî düşmanı ve târihimizin en büyük yobazı, Kânûnî ve II. Selim dönemlerinde seferler kötü gidince, İstanbul’a kahve taşıyan gemilerin batırılması yönünde fetvâlar vermiş ve içki içenleri “kâfir” saymıştır.

    Bu gidişle, kahve yasağı da RTE’nin gündemine gelebilir! Ve hattâ, “içkiyi özendirdiği” gerekçesiyle Ömer Hayyam’ın kitaplarının yasaklanması ve toplatılması, isminin dahi anılmaması da gündeme gelebilir. Yobazlık ve popülizm bataklığına bir kez düşüldüğünde, işin nerelere uzanacağının hiçbir sınırı yoktur; yakın târihimiz, bu gibi pek çok trajikomik olaya sahne olmuş ve her bir olay, ileride daha büyük bir başka trajikomik olaya ilham kaynağı olmuştur. Fakat, târihimizden aldığımız dersle şunu apaçık görmeliyiz ki, bir devlette bu gibi tasarruflar, “çöküş ve dağılma süreci”nin habercisidir.

    Bu bağlamda, ünlülere yönelik uyuşturucu operasyonunun zamanlaması da ilginç. Ergenekon dâvâsından çıkan kararlarla komutanlara ve aydınlara bir mesaj verildiği gibi, bu operasyonla oyunculara da mesaj verilmek istendi: “Taksim direnişi gibi toplumsal hareketlerden uzak durun!” Türk milleti, yüksek gönüllü bir millettir ve ünlü olsun ya da olmasın, yanlışa sapan kimseleri de bağrına basmasını bilir. Uyuşturucunun doğru bir şey olmadığını hepimiz kabûl ediyoruz; fakat, ünlülerin bu yola sapmasında, hepimizin sorumluluğu var. Gözaltına alınan isimler, yüksek izlenme oranlarına sâhip dizilerin oyuncuları.

    Başka deyişle, hemen hepimizin kalbine işlemiş rolleri canlandırdılar; acılarımıza, sevinçlerimize, hüzünlerimize, vb. ortak oldular. Onlardan beklentilerimiz yükseldi, bu da onları daha fazla çalışmaya ve zaman içinde mânevî boşluğa sürükledi. Tesellîyi ise uyuşturucuda aradılar maalesef. Bugün bu isimlere destek olmak, hem insan olarak, hem de yurtsever olmanın gereğidir. Toplum olarak onlara elimizi uzatmalı, yalnız olmadıklarını hissettirmeli, uyuşturucu belâsından kurtulmaları için destek olmalı ve yurtseverlerlik dayanışması içinde saflarımızı sıkılaştırmalıyız. Aynı durum, tüm bağımlılar ya da marjinal gruplar için de geçerli.

    Diğer taraftan Alevîleri Sünnîleştirmek, eski bir Sünnî fanatizmidir. Halîfeliğin Osmanlı’ya geçmesinden bu yana Sünnî fanatikler, Anadolu’da Alevîliğin kökünü kazımak istemişlerdir. Bu amaçla, Alevîlerin yaşam biçimlerine yönelik her türlü çirkinliğin içinde olmuşlar; onları kâfir saymışlar, nikâhlarını geçersiz kabûl etmişler, Alevî kadınları helâl görmüşler, kadıya gitmelerini harâm kılmışlardır. “Müslümansanız câmîye gidin!” söylemi, aslında Ebussuud Efendi’ye âittir ve bu söylem, AKP sözcüleri tarafından da sıklıkla dile getirilmiştir.

    Gülen ve AKP projesi olan câmî ve cem evini birlikte ibâdete açma çabası, bu söylemin tersten bir ifâdesidir: “Alevîleri câmîye getiremedik, câmîyi Alevîlere getiriyoruz.” Başta İzzettin Doğan olmak üzere bu projeye destek veren tüm Alevîleri kınıyorum ve Anadolu Alevîliğini korumak için etkin bir mücâdeleye dâvet ediyorum. Bu proje gerçekleştiğinde, târihsel nedenlerden dolayı câmîye girmek istemeyen Alevîlere, namaz vakitlerinde câmîye girme dayatması yapılacak. Bu dayatmayı “kardeşlik” diye yutturmaya kimse kalkışmasın.

    Ulusal Kanal’a verilen cezâlar ise Taksim direnişiyle başlayan Üçüncü Kuvâ-yı Milliye Hareketi’ne katılan yurttaşlarımıza yönelik bir sindirme hareketidir. 1970’lerde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının başlattığı İkinci Kuvâ-yı Milliye Hareketi, halk desteğinden yoksundu ve iyi örgütlenememişti; bu nedenle, başarılı olma şansını yitirmişti. Bugünse tamâmen sivil ve güçlü bir halk desteğiyle, yeni bir Kuvâ-yı Milliye hareketi başladı ve bu hareket, RTE’nin gözünü korkutuyor. Demokratik meşrûiyet çerçevesinde bu hareket, siyasî örgütlenmesini kurmalı ve demokratik yöntemlerle iktidâra gelmeli. Bu noktada, medya desteği çok önemli. Borçları nedeniyle bu kanala el konulursa, önemli bir mevzî kaybetmiş oluruz.

    İmdi Türk milleti, 90 yıl önce Lozan’la elde ettiği tüm haklarını, RTE’nin 10 yıllık iktidârı boyunca aşama aşama kaybetmektedir. Lozan’daki “azınlık” tanımı değiştirilmiş, Patrikhâne’ye Vatikan’a eş bir statü verilmiş, her türlü bölücü harekete meşrûiyet yaratılmıştır. Kürt faşizmine ve arkasındaki güç odaklarına boyun eğen RTE, Kürtlere anayasal statü verilmesi konusunda elinden geleni yapmış; Türk üst-kimliğini aşındırarak Türkleri kendi ülkelerinde azınlık hâline getirmiştir. “İdârî özerklik” adı altında otonom bir Kürdistan’ın kurulması, Sevr’in amaçlarından biridir ve bu süreç hızla ilerlemektedir. Lozan’ın imzâlanmasından 90 yıl sonra Türkiye, yeniden 1919 koşullarına dönmüştür.

    Taksim olayları sırasında yurtsever gençlik, Cumhuriyet’i ve kazanımlarını korumak için kendiliğinden harekete geçmiştir; Bursa Nutku’nda Paşa’nın bahsettiği gençlerdir onlar. Cemaatçi gençlik ise AKP yöneticilerinin tâlîmâtları sonucu “fake hesap” açarak hem kara-propaganda yaptı, hem de polisin uyguladığı orantısız güç nedeniyle yurtseverleri suçladı. Sosyal medya üzerinde uygulanmak istenen örtülü sansür, aslâ amacına ulaşamaz; yurtsever gençlik, Cumhuriyet’i ve kazanımlarını korumak için kimseden tâlîmât alacak değildir ve birbirleriyle iletişimleri, ortak kaygıları paylaşmaları nedeniyle kalbîdir. AKP’nin yönetici kadrosu, cemaatçi gençliğe tâlîmât yağdırmakla ve örtülü sansür uygulamakla yurtsever gençliğin birlik ve berâberliğini bozamaz.

    RTE’nin “tavsiye”si üzerine, Taksim direnişi sırasında polisin orantısız güç kullanmasını “tencere tava çalarak” protesto eden bir yurttaşımız –üstelik, çocuklarıyla birlikte– komşusu tarafından mahkemeye verildi. Bu olayın örnek teşkil etmesi ve yurdun değişik bölgelerinde de aynı konuda dâvâların açılması muhtemel. Siyasî hesaplarını RTE, Türk milletinin ayrıştırılması üzerinden yapmakta ve başkanlık hayâllerini, bu ayrışmayla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Kürt faşizmi ve etnik milliyetçiliğe verdiği destek ortadayken, şimdi de mahkemeleri âlet ederek komşuları birbirlerine hasım hâle getiriyor; ayrışmalar arttıkça, kendi safını sıkılaştırıyor.

    Bu dâvâya “misilleme” olarak bir yurttaşımız gidip de Ramazan davulcularını ve onları görevlendiren belediye yetkililerini dâvâ ederse, sahura davul sesiyle uyandırmanın yasaklanması yönünde karar alınmasına vesîle olursa ne olacak? Bu tür dâvâlar, Türk milletini daha da kutuplaşmaya sürükler ve RTE’nin ekmeğine yağ sürer. Sahura davul sesiyle uyandırılmak nasıl bir “inanç ve ibâdet hakkı/özgürlüğü”yse, yurttaşların çeşitli konularda görüşlerini ifâde etmek ve protesto yapmak için değişik araçlarla seslerini duyurmaları da aynı derecede bir “ifâde özgürlüğü hakkı”dır.

    Hukuk devleti olmak, hukuku siyasî meselelere âlet etmekle değil, hukuka saygıyı esas almakla mümkündür ve bu saygı, farklı toplumsal kesimlerin kendi vâroluşlarına ve yaşam pratiklerine ilişkin yüksek bir hoşgörüye dayandığı zaman anlamlıdır. Bu tür dâvâlarla komşunun komşuya hasım hâle getirileceği ortadayken, kimse bize “hukuk” dersi vermeye kalkışmasın. Siyâsete âlet edilen hukuk, hukuğa da zarar verir, siyâsete de. En önemlisi, sorunların çözüm yeri olmaktan çıkar, kaynağı hâline gelir. Nitekim, “adâlet” ve “intikam” arasında, oldukça ince bir çizgi vardır. Öyle ki, çoğu zaman bu ikisi, birbirine karıştırılır ve adâlete olan inanç sarsılır.

    Bunun önüne geçmek için, temel bir hukuk ilkesi ortaya atılmıştır: Hiç kimse, kendi dâvâsında hâkim ve/veya savcı olamaz. Bu ilke, sanırım tüm medenî toplumlarda kabûl gören bir ilkedir. AKP yöneticilerinin değerler dünyâsında ise bu ilkeden eser yok. Bunun bir örneğini, Gül’ün bir demecinde görmüştük; PKK saldırıları için Gül, “İntikâmını alacağız!” şeklinde demeç vermişti. Oysa devlet, intikam almaz; hukukun gereğini yerine getirir ve adâleti tesis eder. Adâlet eğer intikam aracı hâline gelmişse, ortada devlet diye bir kurum da yok demektir. Aynı şekilde, kendisine yönelik saldırıdan sonra Bekir Bozdağ’ın açıklamaları ve RTE’nin bu olaya verdiği tepki de intikam kokan söylemler içermektedir.

    Saldırıda bulunan şahsın serbest bırakılması, kânunların gereği olarak yargı organının tasarrufudur; bu tasarrufa yönelik açıklamaları ise Bozdağ’ın intikam peşinde olduğunun ifâdesidir. Eğer ortada bir yanlış varsa, yasama organında gerekli düzenleme yapılır ve bu yanlış düzeltilir. Fakat Bozdağ, şahsın denetimli serbestlikten yararlanarak salıverilmesine tahammül gösterememiş; üstelik, bu saldırının hâkimlere yapılması durumunda ne cezâ vereceklerini tartışma konusu hâline getirmiştir. Bozdağ’a şunu hatırlatmak isteriz ki, bir hâkime böyle bir saldırıda bulunulursa, kendisi zâten dâvânın hâkimi olamaz ve karar verici bir konumda bulunamaz; çünkü hiç kimse, kendi dâvâsında hâkim ve/veya savcı olamaz.

    Bozdağ’ın açıklamaları, AKP’nin nasıl bir “adâlet” anlayışı içinde olduğunun bir diğer ifâdesidir. “Adâlet” ve “intikam” arasında ayrım yapamayanlar, adında “adâlet” kelimesinin geçtiği bir partide siyâset yapabilir; hattâ, başbakan yardımcılığına kadar yükselebilirler; ne var ki, adâlet taleplerinde aslâ samîmi olamazlar. Nitekim adâlet, hukuka aykırı bir biçimde faaliyet gösteren özel yetkili mahkemelerde Ergenekon ve Balyoz gibi belirli birtakım tezgâhlarla yurtseverler üzerinde baskı kurmak, muhalif medyayı susturmak, aydınları hapse atmakla değil, İstiklâl Mahkemeleri gibi devrim mahkemelerinde hâinleri ve işbirlikçileri yargılamakla tesis edilebilir/edilecektir.

    Yabancı medya, Mısır’daki olayları “İslâmcıların iktidârdan tasfiyesi” olarak duyurdu; besleme medya ise içlerine işlemiş asker düşmanlığının bir yansıması olarak “demokrasiye darbe” diye. Bu zevâta göre demokrasi, dokuz yaşındaki kız çocuklarının evlenme “özgürlüğü”nü(!), kadınların “korunması” adına sosyal yaşamdan uzaklaştırılmasını, İslâmî yaşam tarzının her alanda yaygınlaştırılmasını, içkinin yasaklanmasını, vb. ifâde ediyor. Mısır’daki son gelişmeler, aslında 27 Mayıs’a çok benzemektedir; iktidârın yanlış tasarrufları sonucunda oluşan demokratik tepkiler, Türkiye ve Mısır’da askerî müdahâleyi hazırladı.

    Mısır’da yaşananları, “demokrasiye darbe” olarak göremeyiz; demokratik tepkilerin asker öncülüğünde ifâde edilmesidir bu. Şeriata dayalı bir anayasayla demokrasi olmaz/olamaz. Fakat Mısır’daki olaylar, gerçek anlamda demokrasinin önünü açabilir. Bu süreçte önemli olan, Mustafa Kemal Paşa’nın tam bağımsızlık ilkesini yaşama geçirmektir. Bu yönüyle 27 Mayıs, Mısır ordusuna esin kaynağı olur umarım. Besleme medyadaki “Mısır uzmanları” ise trajikomik bir durum içinde; “Nusri”, “Nursi”, “Musri” gibi değişik birtakım isimler zikrediyorlar. Mısır’la ne kadar ilgilendikleri ortada! Üstelik söze başlarken, Mısır’daki Osmanlı yönetiminden başlıyorlar.

    Mısır’ı hâlâ vilâyetimiz zannediyor bu zevât. Hâlbuki Osmanlı, Mısır’da hiçbir zaman tam bir denetim kuramadı. Mısır halkı, bağımsızlığına düşkün ve ferâset sâhibi bir halktır. Cumhurbaşkanlarının ismini bile telâffuz edemeyen bir zevâttan akıl alacak değiller! “Yeni anayasa” konusunda RTE’nin acelesi ise BDPKK’nın baskılarından kaynaklanıyor; “idârî özerklik” maskesi altında otonom bir Kürdistan’ın kurulabilmesi için Kürt faşizmi bastırdıkça, RTE’nin kaygıları artıyor. Taksim direnişi, RTE’nin itibârını epeyce sarstı; bir de şehit haberleri gelirse, sözde “çözüm süreci”ne şartlı destek veren AKP’lilerin desteğini arkasında göremeyeceğini iyi biliyor.

    Mısır’daki askerî müdahâleye tepkisi ise Ortadoğu’daki tek müttefîkini kaybetmesinden kaynaklanıyor. RTE yalnızlaştıkça ve koltuk sevdâsı arttıkça, can havliyle anlamsız birtakım hamlelere girişiyor. Bu bağlamda, uzlaşma komisyonunun kabûl ettiği maddelerin TBMM’den geçirilmesi, siyâseten hiçbir anlam taşımaz. Bunlar zâten, mevcut anayasada da olan maddeler; ilke maddeleri. Esas konu, başkanlık sistemi ve federatif devlet düzenidir. Gerçekten de “demokrasi yanlısı” olsaydı RTE, 12 Eylül döneminde de askerî yönetime karşı “mücâdele” irâdesinde olur ve meydanlara inerdi. “Demokrasi”den tek beklentisi, kendisine oy verenlerin dünyâ görüşlerini kamusal alana taşımaktır.

    Mısır’da gerçekleştirilen kitlesel katliâmlar karşısında RTE’nin Müslüman Kardeşlere yönelik açıklamaları ise bir tür “geçmişi aklama” çabasına dönüşmüştür; Müslüman Kardeşleri silâhsız, mâsum ve demokratik bir sivil toplum örgütü gibi göstermeye çalışmıştır. Oysa bu örgüt, kurulduğu günden beri hilâfeti yeniden getirmek isteyen, bu amaçla birçok defâ silâha sarılan, türlü siyasî cinâyetler düzenleyen, gerici bir harekettir ve gerçek demokrasilerde bu tür örgütlere aslâ yer yoktur. Bu o kadar öyledir ki, güvenlik güçlerine silâhla karşılık veren örgüt üyelerinin varlığı, dünyâ kamuoyunun dikkatine sunulmuş; besleme medya ise bu görüntülerin de provokasyon olduğunu iddiâ etmiştir.

    Öbür taraftan, Mısır’da güvenlik güçlerinin orantısız güç kullanmasına tepki gösterenler, Taksim’de ve yurdun diğer bölgelerinde RTE’nin emriyle polisin orantısız güç kullanmasına niçin seyirci kaldılar? Üstelik, olaylar devâm ederken, polis kurşunlarıyla insanlar öldürülürken, “Türkçe Olimpiyatları” adı altında şarkılı türkülü eğlenceler düzenlediler; “Lâle Devri”ni yeniden başlattılar. Bugün bu zevât, Batıyı ikiyüzlülükle suçluyor; önce kendilerine baksınlar. Demokratik hakların kullanılmasını “bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayrımı üzerinden değerlendirmekle, nasıl bir demokrasi anlayışına sâhip olduklarını gösterdiler. Bugün de Mısır’da güvenlik güçleri “destan yazıyor”.

    Bu zevât dünyâyı “biz ve ötekiler” şeklinde algıladığı sürece, halkına zulmeden yöneticiler, kendilerine meşrûiyet zeminini kolaylıkla bulacaktır. Meydanlarda “İhvan’a selâm, direnişe devâm!” diye slogan atanlar, 12 Eylül 1980’de neredeydiler; niçin direnmediler? Askerî yönetimler arasında da “bizden olanlar ve bizden olmayanlar” ayrımı yapan bu zevât, askerî yönetim karşıtı eylem ve söylemlerinde aslâ samîmi olamaz. Değişen uluslararası güç dengelerine bağlı olarak değerlendirme yapan besleme aydıncıkları da bu samîmiyet testinde sınıfta kalmışlardır; anlam dünyâlarını kendi çıkarları üzerinden şekillendirenler, toplum vicdânında sonsuza kadar mahkûm edilecektir.

    Unutulmamalıdır ki, Suriye’de de seçimle iş başına gelmiş bir iktidâr var ve RTE, Esad yönetimine karşı muhaliflere her türlü lojistik desteği sunmuş, Suriyelileri seçimle gelmiş bir yönetime karşı ayaklandırmıştır. RTE için önemli olan, bir iktidârın seçimle gelip gelmemesi değil, ortak çıkarlarına hizmet edip etmediğidir. 12 Eylül yönetimi, “Türk-İslâm sentezi” bağlamında siyasî İslâm’a yakın durduğu için o dönemlerde, RTE ve arkadaşlarının tepkilerini çekmedi; 28 Şubat’tan sonra ise asker düşmanı kesildiler. Müslüman Kardeşler, darbeyle de iktidâra gelseydi, en büyük desteği yine RTE’den görürlerdi; Suriye’de Esad’a karşı gayrımeşrû yollarla iktidâra gelmeye çalışan muhaliflerin en büyük destekçisinin RTE olduğunu kimse unutmasın.

    Mısır’da yaşananlara benzer bir durumun RTE için söz konusu olamayacağı tezine gerekçe olarak TSK İç Hizmet Kânunu’nun 35. maddesinin değiştirilmesini gösteren besleme medya, şunu çok iyi anlamalıdır. Askerî müdahâleler, yürürlükteki kânunları uygulamak amacıyla yapılmaz ve müdahâlelerin meşrûiyeti, yürürlükteki kânunlara dayandırılmaz. Demokratik meşrûiyet (halk desteği), hukukî meşrûiyetten (pozitif hukuk) dâimâ önce gelir. Nitekim, hukuku belirleyen de halkın kendisidir ve halk tarafından destek gören askerî müdahâlelerin, “kânunlara uygunluk” gibi bir şartı yoktur; Mısır’daki olayların benzeri, RTE için de dâimâ gündemdedir.

    Mustafa Kemal Paşa yaşasaydı, bize elbette patates soydurmazdı; yapacak daha önemli işlerimiz olduğundan, bizi başka işlerle görevlendirirdi. “Mustafa Kemal’in askerleri” olarak ilk işimiz, İmralı’ya girip Öcalan’ın kellesini almak olurdu. Sonra, Kandil’e operasyon düzenler ve öldürülen 40 bin yurttaşımıza karşılık oraya 40 bin füze yağdırır; Irak’ın kuzeyindeki tüm terör kamplarını haritadan silerdik. Ardından, NATO’dan ve AB sürecinden çekilir, komşularımızla ikili ilişkilerimizi geliştirerek Ortadoğu Federasyonu’nu kurar, ortak çıkarlar esâsına dayalı ekonomik ve siyasî ilişkilerimizi güçlendirir, bölgeden tüm emperyalist güçleri kovar, dünyâ petrol ve doğalgaz akışını kontrol altına alır ve tüm dünyâ halklarına huzur ve barış getirirdik.

    Paşa yaşasaydı bizim yerimiz, onun yanı olurdu; bize dil uzatma çapsızlığı gösteren ve emperyalistlere taşeronluk yapmayı “lîderlik” zanneden karşı-devrimci zevâtın yeri ise Şeyh Said ve diğer gericilerin yargılandıkları İstiklâl Mahkemeleri! Bizim ordumuz, 35. madde değiştirilsin ya da değiştirilmesin, Cumhuriyet’in dâimâ savunucusu olmuştur. RTE’nin gücü yetiyorsa, Harbiye Marşı’nı da yasaklasın bakalım! Bu marşı özümsemiş askerlerimiz, RTE’ye karşı artan demokratik tepkileri mutlakâ dikkate alır. Harbiye Marşı’nın sözlerinde, tüm bunlar açıkça ifâde ediliyor. Türk milletine ve Cumhuriyet’ine yönelik açık bir tehdit hâline gelen RTE, Harbiye Marşı’nı hiçbir askerin yüreğinden sökemez!

    Harbiye Marşı

    Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfâdıyız
    Tufanları gösteren, târihlerin yâdıyız
    Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyet’i
    Cehennemler kudursa ölmez nigahbânıyız

    Yaşa, vârol Harbiye yıkılmaz satvetinle
    Göklerden gelen bir ses, sana ne diyor, dinle
    Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen
    Kartal yuvalarında hürdür millet seninle

    Yüzyıllardır Harbiye, bu orduya şan verir
    Çıkardığı dehâlar semâlara yükselir
    Baştan başa târihtir mektebin her zerresi
    Sarsılmayan azminle çelik kal’alar erir

    Şâhikâlar üstünde meydan okur bu erler
    Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler
    Bağlayamaz bir kuvvet, bu kasırga milleti
    Târihlere sorun ki, bize “Ölmez Türk” derler


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    21 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Tadımlık Şiirler


    Aladderecat

    I - GÜRGZADE TÜRK EFESİNE

    Ey aziz Türk genci hak dinden, yüce ırktansın!
    Setlenmiş saraylar dağıtan seçkin kırktansın!
    Esaret nedir bilmezsin sen... Hürsün ezelden!
    Yazılacak olsa bir destan sana tez elden
    Kağıda usulca dökülür bir sedef ter
    Yazdıkça kılıçlaşır kalem, yırtılır defter!
    Gururla övün tarihinle... Bu senin hakkın...
    Senin gazandan başka var mı kutsal bir akın?
    Hazreti Sultan Süleyman'ın, torunusun sen
    Cihan senin olur ceddinin yolundan gitsen!
    Türk'Ün kılıcı asırlardır durmamış kında.
    Ne kadar ve ne biliyorsun ceddin hakkında?
    Türk için zaferli fetihler ne hoş bir aştır!
    Türk'ü besleyen yegane şey mutlak savaştır!
    Kalın kaplı, bilgin kitaplar senin adına...
    Düşmanların asla varamaz zafer tadına!
    Türk tarihi sair milletten elbet şanlıdır.
    Cedel-gâhın korktuğu harple, Türk nişanlıdır!
    Şimdi titre ve özüne dön Gürgzade genç Türk!
    Doğsun artık Tanrı Dağı'nda üçüncü Göktürk!

    II - SEGPEÇE ÇİN KATİLİNE

    Bana gücün yetmez Çinli git başka ırk sına!
    Türk'ün kanını içmek için koşarcasına
    Seddin arkasına sığınmış itler örünür...
    Mete Han'dan ferman var; kurda savaş görünür!
    Hedef çıkarmış Türk'ü, Çin'in pis tombalası...
    Gözleri yaşlı ağlıyorsa bir kurt balası;
    Sesini duyan Türk gençleri, duramaz gelir
    Bir Türk'e karşı milyarlarca Çinli az gelir!
    Tatung-fu ovasında Türk'ten azar işiten
    Bile bile ölüme doğru kaç kişi iten;
    O ahmak imparatorunuz, alçak Kao-ti
    Öğrendi ki: "Durdurulamaz kurt hareketi! "
    O gün devletiniz binlerce mürd çinli saydı!
    Çoğunuz ölürdü Metahan bin yaşasaydı...
    Türkistan'daki bu pis zulüm devam ederse
    Müslüman bir Türk önder olup: "vurun" emrederse;
    Aynı noktadan hareketle Çin'i basarız...
    Az daha azarsanız yine gelir asarız
    Ay-yıldızlı Türk bayrağını gönderinize...
    Sözümü böylece iletin önderinize! ...

    Mesut İlkay Yanık

    Yazdırmak için tıklayınız.

    Yukarı


     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    Google Gruplar KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Anason
    Zakkum









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20130823.asp
    ISSN: 1303-8923
    23 Ağustos 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com