|
|
|
Editör'den : Usta n'apıcan bu hususta?.. |
Ben adamın sesine tahammül edemiyorum, değil ki, hakkında yapılan yağnameyi seyredeceğim. Tabi ki seyretmedim. Ama yandaşın çarşaflarından pek güzel anladım ne güzellemeler yapıldığını. Bir yapana bir de yaptırana baktım durumu çaktım. Bozacının şahidi şıracı. Ünlü geçinen rantiyeleri hiç hesaba bile katmıyorum. Onların bir suçu günahı yok. Ama tüpçü tarafından yönetilen, eskinin Vatan'ı bugünün Yatan'ı yalaka gazete hakkında pek güzel sözler(!?) söylemekte pek behis görmüyorum. Beyoğlu'ndaki AVM'nin tepesine açılan muhallebicinin yüzü suyu hürmetine karşılıklı gerdan kıran tüpçü ve muhallebici Topbaş tiyatrosuna şapka çıkarıyorum. Bu ne bitmez tükenmez bir hırsmış ki, üç kuruşluk menfaat için insanlıktan çıkmayı, tüm itibarını iki paralık etmeyi göze alabiliyor. Eminim bu millet Demirören ailesini, tıpkı bizim Usta gibi, sitayişle(!?) anmaya daha uzun yıllar devam edecektir.
Anladığım kadarıyla Usta belgeselinin sonu açık kalmış. Şam'da başkanlık sarayında çektireceği zafer fotoğrafıyla taçlandıracaklar herhalde. Bu adam neden bu kadar savaşa meraklı diye düşünmeden edemiyor insan. Muhtelif cevapların arasından en doğrusunu seçmek için, sırtlarını sıvazladığı sırtlanların ne mal olduklarını görmekte yarar var kanımca. Son videoyu seyretmişsinizdir. Suriye'de muhalifler 5 askeri nasıl kurşuna diziyorlar görmüşsünüzdür. Amca şiir okuyor, şiir bitince sırayla infaz geliyor. Yıllar önce bu adam şiir okudu diye hapse girmişti değil mi? İşte o şiir sonunda okunup bitti. Amca şiiri bitirdi, sıra infazda. Bizden başladı yetmedi, sırada Suriye, sonrası Allah Kerim.
***
600 kişilik anlamsız organizasyonla Arjantin'e giden olimpiyatçılara ne diyorsunuz? Yok yok bunlar sporcu değil, kuliste pazarlama yapacak seyyar satıcılar ordusu. Birkaç sene evvel birisi bana İstanbul'da yapılması muhtemel Olimpiyatları desteklemediğimi söyleseydi, üstüne yürürdüm. Ama bugün açık kalplilikle söylüyorum işte, 2020 olimpiyatlarının İstanbul'a gelmesini hiç ama hiç istemiyorum. Sporda, siyasette, ekonomide, eğitimde, yeşilde, doğada, insanlıkta, hakta hukukta, çevrecilikte yaya kalmış ama dopingte, rüşvette, şikede, savaş çığırtkanlığında, hak hukuk tanımamazlıkta tavan yapmış bir memlekette olimpiyat organize ederek rezil olmayı kendime yediremiyorum. İnşallah vermezler, vermezler de bu yüzsüzler kuyruklarını sıkıştırıp dönerler memlekete.
***
Haftanın en hayati konularından biriydi yeni SBS, ya da her ne halt ise, yönetmeliği. Bakan bir şekilde abimiz olduğundan can kulağı ile dinledim dediklerini. Sorulacak onca soru varken, abuk subuk sorularla basın toplantısını sirke çeviren basın mensuplarını da izledim mecburen. Yapa boza bir hal oldukları eğitim sistemini gene bir hakkaniyetsiz kurallar silsilesi haline getirmişler. Aklı sıra bu sistemin dershane ihtiyacını sıfırlayacağını dillendirirken bir yandan söz konusu sınavların 1 yerine 12 olacağını söylüyordu sağolsun bakan abim. Okullar arası dengesizliği, eğitimdeki eşitsizliği, sınav sayısını artırınca çözebilme yeteneğine sahipmiş benim bakan abim. Heyecan önleneceği için eşitsizlik en aza inecekmiş. Sıralama gene olacakmış ama bu sefer adil olacakmış. Bir kadayıfın altı yanacak mı onu söylemedi. (Erbakan Hoca rahmet istedi benden.)
Eğitimdeki reformdan sadece şekil değiştirmeyi anlayan bu zihin fukaraları olduğu müddetçe bizim çocuklarımız daha çok dershane besler bakan abim. Eskiden bir yılla kurtuluyordu çocuklar, artık 6 ve 7. sınıflarda da dershane peşinde koşacak ana babalar, yeni dershaneler, yeni sınıflar açılacak. Eskiden milletin kaale almadığı Din Kültürü Ahlak dersleri için de ek ders almak gerekecek bakan abim. Hadi siz uyanıksınız, vallah billah dershaneler kendiliğinden kalkacak diye kendinizce birşeyler yaptınız, kendiniz oynadınız kendiniz inandınız, iyi de, şu bizim usta yedi mi tüm bunları yahu? Yediyse helal olsun ve afiyet olsun. Bu yeni düzenle, Bilal dershane işine de el atmnazsa gel yüzüme tükür bakan abim. Bizi güldürecek nice yeni senaryolar yazman dileğiyle ellerinden öperim bakan abim. Kal sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KEL BAŞA ŞİMŞİR TATİL- 2 |
|
Ayvalık’a kadar gidip tekne turu yapmayanları dövüyorlarmış. Bir de Şeytan Sofrası’na çıkmayanları. Cunda (Alibeyli) Adasına geçmeyenleri ise bacaklarından yüksek bir ağaca asıyorlarmış. Hepsinin ayrı ayrı hakkını vermek, sırasıyla bir bir anlatmak gerek. Her şey iyi hoş ama bizim ekip tam bir baş belası. Her gördüğünden istiyor. Ayvalık tostu yemeliymişiz. Karadutlu ve sakızlı dondurma yemesek olmazmış. Buraya kadar gelmişken Papalina yemeden mi gidecekmişiz? Bizim bütçe malum, taleplerin ucu bucağı yok. Gelin sizi eski taş evlerin serin sokaklarında gezdireyim dedim. Eski Rum mimarisiyle Cunda tam bir açık hava müzesi gibi ama bizimkiler kılını bile kıpırdatmadı. Papilana yemedik ama Ayvalık Tostu güzel değildi. İçinde bol miktarda ince dilimlenmiş sosis vardı.Başka bir şey yoktu. Bu başıma ilk kez gelmiyor. Bazı lezzetler adıyla anıldığı yerlerin dışında daha güzel yapılıyor.
Midemiz Çıfıt çarşısına döndü. Papalina bari yemeyelim dedim. Dedim ama dinleyen kim. Her zaman Ayvalığa mı geliyor muşuz? Hazır gelmişken denememek aptallık olurmuş. Papalina değdin bir minik balık. Bin tane yersin ancak doyarsın. Burada papalinayı çerez olarak lüpletmeden birayı hüpletenleri kınıyorlar. Lokantacıların dediğine bakılırsa Papalina için sadece Ayvalığa özgü bir balık türüdür deniyor. Sardalyanın yavru hali yakalanıp pişiriliyor. Lezzetine sözüm yok ama bu resmen yavru katliamına neden oluyor. Denizlerimizdeki balık sonsuz bir kaynak gibi algılanıyor. Oysa on yıl sonra bu balığı hiç bulamayabiliriz. Bütün işletmeciler ve turistler şimdilik sefasını sürelim derdinde. Biz gittikten sonra isterse kıyamet kopsun rahatlığındalar. İnanmayacaksınız ama biz ailecek o kadar duyarsız değiliz. Biranın yanında Papalinayı götürürken epey kederlendik. Orhan babadan şarkılar bile dinledik.
Sakızlı dondurma, sakızlı kurabiye ve içinde sakız olan başka ürünler Ayvalık’a özgü bir Pazar yaratmış. Satıcı yedi sülalesinin içindeki aileye gelen olarak gelmiş, büyük büyük büyükanne olan bilmem ne adındaki kadının yüz bilmem kaç yıl önce sakızlı ve karadutlu dondurmayı Sakız Ada’sından getirdiğini müşterilerine bağıra çağıra anlatıyordu. Oysa sahildeki bütün kahvelerde aynı ürünler satılıyor. Demek ki hepsinin büyük, büyük, büyük anneleri sakızdan Ayvalığa gelin gelmiş. Sakızın ithal olduğunu, hala ülkemizde doğru düzgün sakız ağacı yetiştirilemediğimizi kimse söylemiyor.
Turizm insanlarımızı iyice fırsatçı ve yalancı yapmış. İnsanlarımızı da bir o kadar soyulmaya, kandırılmaya gönüllü hale getirmiş. Burada bir şişe su neden iki lira dediğinizde cevap hazır. Abi burası turistik yer. Satıcı ile alıcı arasında gizlice yapılmış bir anlaşma var. Neden sakızlı dondurma sekiz lira? Ama burası Cunda be abi. Sanki cunda adasına gidenlerin şıp diye maaşlarına zam geliyor. Kazandığı para altına dönüyor. Turistik bölgelerdeki bütün satıcılar ürünlerini satmak için gerçek olmayan öyküler uyduruyorlar. Örneğin Keçiboynuzu pekmezinin bin tane faydası arka arkaya sıralanarak Ayvalık’a özgüymüş gibi pazarlanıyordu. Ege’de keçiboynuzu ağacı göreniniz var mı bilmem. Satıcıların yerinede olsam belki ben de öyle yaparım. Çünkü her önerileni tatmak, her satılanı almak zorundaymış gibi davranan bir müşteri profili buluyorlar. Sunulan ürünlerin pahallı olmasından da kemse şikayet etmiyor. Tatile gelen insan elbette kesenin ağzını iyice açacak gibi bir genel kabul var gibiydi.
Ayvalık birkaç satırı boş verin kitaplara sığacak gibi değil. Paylaştıklarımı akademik olmaktan çok tamamen lay lay lom. Cumhuriyetin ilanından önce bu kentte sadece Rumlar yaşarmış. Dış işlerinde Osmanlıya bağlı, iç işlerinde bağımsız küçücük federal bir devletmiş. O yıllarda bu küçük kentte sekiz tane büyükelçilik bulunduğu söyleniyor. Deniz ticareti son derece canlı bir ekonomik hayatı da beraberinde getiriyormuş. Zaten mimarisi ve zeytinlikleri onlardan kalmış. Ayvalığın üç şeyi meşhur diyorlar. Delisi, kedisi, ölüsü... Neden ölüsü diye sordum. Genellikle emekliler gelip yerleştiği için nüfus oldukça yaşlıymış. Her gün çok sayıda cenazesi oluyormuş. Bizim gezip dolaştığımız saatlerde deliler ve ölüler siestaya çekilmişti. Limandaki lokantaların çevresi kedilerle doluydu.
Tekne turuna saat on gibi çıktık. Güneş yağımızı, havlularımızı aldık. Şortlarımızı, mayolarımızı da önceden içimize giydik. Gezinti tekneleri aynı anda altı yüz hatta bin kişiyle denize açılabiliyor. Kocaman bir sektör olmuş çıkmış yani. Daha denize açılmadan üst katta gümbürtülü bir müzik başlıyor. Teknenin üç katı var. Birincisi en alt kat yaşlılar ve yorgunlar için. İkincisi daha tekneye binmeden önce eğlence havasına girenler için. Üçüncü kat sadece bikinili genç kızlar ve güneşlenmek için. Ben çıkıp oraya hiç bakmadım. Çünkü yaş ortalamasını anında iki katına yükseltirdim. Konmuş bir kural olmasa da erkeklerin oraya pek yaklaşmadığını gözlemledim.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu EYLÜL KIZ |
|
Güneş, Yarımada’yı ısıtmaya başladı başlayacak. Gecenin dinlendirdiği suya bir an önce girmeliyim. Yatların uğultusu, balıkçı motorlarının pat patları denizin dibini şeytan düğününe çevirmeden birkaç balık avlamalıyım.
Burnumun dibinde bitiveriyor. İrkiliyorum. Bu saatte benden başka kimseler uyanık olmaz buralarda.
- Günaydın, diyorum.
Galiba şaşkınlığımı gizlemek için başvurduğum yol bu.
- Ben Eylül, diyor.
Adımı söylerken elimi uzatıyorum. Bir erkenci martı üzerimizden hızla geçip suya dalıyor. Kaşla göz arasında yakaladığı irice bir kefali sarkıtarak karşı kayalıklarda yitip gidiyor.
- Siz de bu martı gibisiniz. Sabahın köründe geliyorsunuz her gün. Bırakın balıklar
yeni güne ulaşmanın tadını çıkarsın.
- Yaşın kaç senin?
Soru, dilimin ucunda ama sormuyorum. 14 -15 yaşlarında genç irisi bir kız.
- Eylülde mi doğmuşsun sen?
Gülümsüyor.
- Bir insanın adının Eylül olması için eylülde doğması gerekmez ki…
- Bizde çocuklara doğdukları zamanın adı verilir: Ramazan, Bayram, Recep, Şaban,
Güz, Bahar, Ekim, Nisan…
- Niye aralık, ocak, şubat, mart yok?
Bir an duralıyorum.
“Allahın emri, peygamberin kavliyle kızınız rebi-ül ahir’i, oğlumuz cemâziyel
evvel’e istiyoruz.”
Aklıma geliveren bu garip cümleye gülüyorum. Çünkü içimden bir ses çoktan “Kızın babası da ‘ Ben senin cemâziyel evvelini bilirim!’ desin mi?” demiş.
Bu çocuk da kendisine güldüğümü sanıp ayıplayacak beni. Şimdi bu deyimin öyküsünü Eylül kıza anlatsam...
“Osmanlılar devlete ait her belgeyi çuvallarda saklarmış. Her çuvalın üstüne de belgelerin ait olduğu ayın adı yazılırmış. Memurlardan biri çuvallardan birini aşırmış. Kendisine bir don diktirmiş. Komşuları da nasılsa üstünde “cemâziyel evvel” yazılı bu donu görmüş. Donun çalıntı çuvaldan yapıldığını anlayıp gülüşmüşler. Zamanla memur yüksele yüksele hatırı sayılır makamlara ulaşmış. Artık samur kürkler, mücevherli kaftanlar giyer olmuş.
Onun bu halini gören eski bir tanıdığı:
- Siz onun bugünkü durumuna bakmayın. Biz onun cemâziyel evvelini biliriz, demiş.”
Demek ki cemâziyel evveli bilinen kişileri baş tacı yapmak, bu toplumda yeni bir adet değilmiş.
Şimdi bu öyküyü Eylül Kız’a anlatsam “Ne alaka?”diye soracak.
Öyle ya Bodrum garajında “İşsizim, açım!” çığlıklarıyla kendisini yakan delikanlının çaresizliğinde kıçında cemâziyel evvel yazanların ne çok payı olduğunu Eylül nerden bilsin?
****
- Sana bu adı kim vermiş?
- Dedem!
Gözümde sıra dışı bir dede torun ilişkisi canlanıyor.
- Eylül, doğanın hasat ayıdır. Yeni doğumların ilk tohumları yine bu ayda atılır.
Bu kız reenkarnasyon ürünü olmalı:
- Hasat ayını anladım da ikinci cümleni pek anlayamadım.
Gülüyor:
- Hasat olmadan bitki ve toprak yeni ürüne durur mu?
- Ama arada kış var. Kışın dinleniyor doğa.
Bu son sözüme kendimde tam inanmıyorum. Çünkü güz ekininin buğdayının daha özlü
olduğunu biliyorum.
Başını yana sallıyor.
- Sebzeler, meyveler ürünlerini insanlar, hayvanlar yesin diye vermez. İneğin
memesi biz içelim diye sütlenmez.
Ne diyor bu çocuk. Anlaşıldı, bu gerçek bir reenkarnasyon.
- Onlar o canlıların soylarını sürdürme çabasının sonucudur. Ağaç, meyvesini
verince; kuş, yavrusunu yuvadan uçurunca varlığının sürdüğünü anlar. İşte o an beden kendisini yeni ürüne hazırlamaya başlar.
Yahu ben “Eylül”ü konuşacaktım. Söz nereye gitti.
“Sen nisansın daha, ben sarı eylül
sen goncasın açan, ben kuruyan gül”
Ta ta dam…Kutlu Payaslı Üstadın Muhayyerkürdi eseri dökülüyor dilimden. Bekir Mutlu bu güfteyi kaç yaşında yazdı ki?
Yok, yok sevmedim bu serzenişi. Eylülü, nisanlara, mayıslara ezdiren anlayış bana göre değil. Mart nerden bilecek eylülün tadını? Oysa Eylül, onları yaşamış da gelmiştir. Eylül, ömrün demlenmişi, kıvamlanmışıdır bilene.
Yahya Kemal’in,
“ Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri”
dizelerinde eylülü övmesini severim; ama
“Günler kısaldı Kanlıca’nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları”
dizelerindeki melankolisini kabullenemem.
Eylül şiirlerini yaşlı şairlerin yazması, yaşlı bestecilerin eylül şarkıları bestelemeleri pek de önemsenmeyecek bir gerçek olmamalı.
Dur, dur, dur! Eğer bu açıdan bakarsak bir bebeğe Eylül adını vermek ne büyük sorumsuzluk değil mi? Bebek Eylül, Eylül Bebek... Filiz Nine ne denli denk düşmüyorsa Eylül Bebek de öyle değil mi?
Dedesi torununa neden bu adı vermiş olabilir ki?
Kışkırtıcı bir sorunun yanıtı belki beni aydınlatabilir:
- Sen dedenin hasadı mı oluyorsun?
Benim kendi dünyasından ne denli uzak olduğumu, iflah olmayacağımı düşünmüş olmalı
ki elinin tersiyle iter gibi bir hareket yapıyor:
- Sen dal kendi denizine. Ancak her balığı da vurma. Bak martıyı gördün. Onun
büyük balık yakalamasından ibret al.
Bacak kadar kız çocuğunun benim gibi yaşlı birine böyle ders vermesi olacak şey mi? Renk vermesem de iyice bozuluyorum.
Renk mi dedim?
Kaç gündür denizin mavisi değişti. Bir bakıyorsun gümüşî, bir bakıyorsun tirşe… Bu yaz yanan yamaçlar canlanıyor gözümde. Eylülü yaşamadan ölmek ne acı!
- İyi de deden sana neden Eylül adını vermiş.
- Sen de dedem yaşındasın. Senin de torunun vardır elbet. Adı ne onların?
- Farz et ki, Ali, Ayse…
- Zamandan kopuk…
- Farz et ki Filiz, Çiçek…
- Yaşamı tam kavramıyor…
- Ya Eylül?
- Dedem, ömrümün Eylül’üne ulaşmam ve o yaşlarımın da mutluluğunu yaşayabilmemi
dilediği için bana bu adı vermiş,
Aklımda Yunus’un dizeleri:
Bu dünyada iki şeye yanar özün göyner gönlüm
Yiğit için ölenlere, gök ekini biçmiş gibi.
- Off!
Akdeniz’de İki balistik füze atıldı, diye haber geçiyor savaş tamtamları çalan medyamız.
Her yanı TOKİ’nin kibrit kutusu beton yığınlarıyla dolduran Başbakan, "Yeşile hayranım." diyor?
Merdivenleri rengârenk boyayıp tüketime çanak tutan safdillerimizi izlerken
başbakanın hayran olduğu yeşil hangi yeşil ola ki diye düşünüyorum:
Dolar yeşili… Yeşil sermaye…
“Vur kaç olmaz!” diyor Başbakan yardımcısı…
Yemen türkülerine Halep, Hama, Humus, Şam ağıtları mı eklenecek şimdi de?..
Peki, “Ne Arap’ın yüzü, ne Şam’ın şekeri… Demek yakışır mı bize?…
Şimdi,
“Bir gecede gittimdi hazirandan eylüle
Eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda.”
Dese Haydar Ergülen. Hilmi Yavuz da
“eylül! daha çocukluğumdan
beri size bakardım ben
bir yazın azalmakta olan
sözcüklerinden nasıl da
ansızın sökülürdünüz
bahçelerle ve kül
dolardı içim...eylül!”
dizeleriyle eylüle can verse, fesatsın derler, barışa çomak sokuyorsun.
Oysa ben Eylül çocuklar eylüllerine ulaşsın diye gerekirse kan kusup kızılcık şerbeti içmeye çoktan hazırım.
1 Eylül Dünya Barış Günüymüş…
“Bütün gün kırlarda dolaştım
Şapkam dolusu eylül filizleri topladım
Sarıp sarmaladım sarı yapraklarla
Gün batıyordu
Koştum
Şapkamı denize bıraktım.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
İşte O Resim
Apartman, caddenin başında denecek gibiydi
‘İşte o apartman ! ‘ dediğinde kalbim daha da hızlı atmaya başlamıştı.
Evet, bir şey yapmaya karar vermiştim ve bir kaç adım kalmıştı tanışmaya.
Her bir adımda heyacanım artıyor ama bir o kadarda sakinleşiyordum
Garip duyguydu daha önce yaşamadığım.
Kapı açıldı .
Bir an bakamadım, gözlerim karardı.
Salona doğru baktığımda, kendi köşesinde oturuyor gördüm onu .
O an anladım ,bir o kadar da sakin olmamı.
Çok asil bir hanfendi idi.
Kahverengi, bir bayanı bu kadar asil gösterir dedim kendimce.
Dizlerinin altında , üzerine oturmuş , şık bir elbise ile otuyordu köşesinde.
Minik bir eşarp ile tamamlamıştı güzelliğini .
Şirin yüzünde, edalı ve tatlı bir gülümseme hakim oldu beni gördüğünde .
Ama derin bir hüzün vardı gözlerinde
Bunun tüm bedenımde hissettim
Çok kibar bir ifade ile başladı sözlerine,
İlk tanışma cümleleri
İlk ifadeler
Bir an olsun pişmanlık duymadım orda olduğuma.
Heyacanım da kalmamışdı bir süre sonra.
Saygı duymaktan başka bir duygu hissetmiyordum o manzara , o bakışlar karşısında
Arada sırada bakışlarını kaçırmıyor değildi ama öyle sanıyorum ki içinde yaşadığı depremlerden ,hüzünden kaynaklıyor demıştım o an için.
Evladım demişti bana , benimsemişti sanırım .
Bir süre sonra anlatmaya başlamıştı ve anlamaya başlamıştım yüzündeki derin hüznün sebebini.
Hayatınde en değer verdiği , saygı duyduğu ve neredeyse tüm yaşam biçimi olduğu eşinin yokluğu idi tamamıyla gözlerinde ki ifadenin acısı.
Ruh ikizim, derler eşler bir birine
Ben o ana kadar bu ifadeyi resmeden bir çift görmemiştim .
Yine görmemiştim o anda
Belki o resımde yan yana görünmuyorlardı ama aslında yan yana idiler
Görünmüyor ama çok derin bir şekilde hissedilebiliyordu
Ruh ikizini , eşini anlatmaya başladı bana .
Ama o minicik edalı gözlerden inci taneleri gibi düşen damlaları tutamıyordu
Hakım olamıyordu sesinin titremesine,
Yaşlı kalbinin hızla atmasına.
Hafifce elini dizinin üzerinden indirip sanki eşinin elini tutuyor gibi
Sanki bana bakıyor ama aslında yanı başında oturan eşine bakıyor gibi
İşte o an ‘ Keşke sende görseydin ,bu mutluluğu birlikte yaşasaydık ‘ cümlesi
Sessizce ama bir solukta
Hüzünle ama derin bir mutlulukla
Yanında olmadan ama hissederek çıkıverdı ağzından.
….
Hayran kamıştım
Bu sevgiye, bu tutkuya
Bu yaşda bu özleme .
Bu yüzde o hasrete ,
Bu asalette bu yalnızlığa
Hayran kalmıştım
…
Çok üzülmüştüm
Belki çevremde görmediğimden
Bunca birbirine bağlı kalmış iki insan,
Belki bunca eşine hasret bir bayan.
Çok üzülmüştüm
…
Yaş, hiç bir şey çoğu zaman
Kim bilir daha neler yaşamak istiyordu birlikte ama insanın bu durumda gelmiyor elinden hiçbirşey.
Bunları kendi içinde yaşarken bir o kadar da teslim olmuştu Yaratan’dan ötürü ,
Yalnızlığına ,hüznüne ,mutsuzluğuna
Bu yalnızlık Yaratan dan geliyordu buna teslimatını tüm bedeninde yaşıyordu
Ama her zaman amalar olucaktı ömrünün yettiğince
Kavuşana kadar .
…
O kadar ki sanki hiçbir yiyecekten lezzet almiyordu Onsuz
Sanki hiçbir yere gitmekten mutlu olmuyordu.
Hiçbir sohbetten,
Hiçbir ziyaretten.
Her bir an, her bir ifade ,her yeni bir insan,
Her yeni gezme ,
Her yeni gün Ona Onu hatırlatıyordu .
Odamızda yatamıyorum O gittiğinden bugüne dediğinde anlamıştım bunu kalbimin en derinliklerinde .
…
Büyüklerimiz çok ifade etmekten hoşlanmaz ama tabiri caizse vücudunun her bir noktasında hissedicek kadar aşıktı kocasına .
İlk andan başlayıp koskoca bir çınar olacak yaşa geldiği anla devam eden yalnızlığı ve bağlılığı ile…
Yalnızdı ama değildi hüzünlü idi ama mutlu değildi
İşte o resimde görünen tek bu duygulardı.
Ayşegül Yalız
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
BİRAZ DAHA MI GERİYE GİDİYORUZ?
"Para kazanın, kendinize ait, ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın."
Virginia Woolf
Elimde Afa Yayınları’ndan çıkan "Kendine ait bir oda" var. "Kendine ait bir oda" kadın harekâtının, elinden düşürmediği kitaplarından biridir. Kitabın yazarı 1882 doğumlu Virginia Woolf’tur, konusuysa; "Kadın ve Edebiyat" tır.
Kitapta; kadın hakları, sınıf farklılıkları, aşk, evlilik, özgürlük, mücadele ve umutlar anlatılmaktadır. Ayrıca 1866 yılının İngiltere’sinde kadınların okuması için iki fakülte olduğu, 1880’den beri kadınların yasal servetlerine sahip olabilecekleri de anlatılmaktadır.
Geçen gün okuduğum kitap ise Florence Nightingale’in hayatını anlatmaktaydı; Florence Nightingale 1820 Floransa doğumlu İngiliz Hemşire, yaptığı hizmetlerden dolayı 1907 yılında Liyakat Nişanı ile ödüllendirilmiş kadın bir hasta bakıcı, 12 Mayıs tarihinin Dünya Hemşireler Günü olarak kutlanmasını sağlayan ve Florence Nightingale sağlık kuruluşlarının kurucusudur.
Bunları okuduktan sonra Suriye’yi düşündüm. Çok uzak bir günü değil daha dün’ü. Kimyasal bombalarla acımasızca öldürülen kadın ve çocukları. Onların, cansız, betonlaşmış donuk bakışlarını…
Bundan yüzyıl önce kadınlara “Para kazanın, kendinize ait, ayrı bir oda ve boş zaman yaratın ve yazın” diyen bir kadın yazarı. Ve daha dün öldürülen, bırakın okumayı yazmayı, kendi haklarını bile bilmeden, can çekişerek ölen kadınları.
Yine 1907 yılında yaptığı hizmetlerden dolayı Likayat Nişanı ile ödüllendirilen bir kadın hemşire ve onun ardında bıraktığı kalıcı mirası ki bu mirasın her gün önünden geçiyorum ve “İyi varsın Florence Nightingale!” diyorum.
“Bu hizmetleri yaptığın için, bir kadın olarak beni temsil ettiğin için!”
Sonra Mısır’ı düşünüyorum, kan içinde yerde yatan, acı çeken insanları. Haklarını alamamış hatta haklarından bile habersiz olan insanları.
Onların suçu ne diyorum kendi kendime, cahil olmak mı? Yoksa cahil bırakılmak mı?
Televizyonda gördüğüm her cinayet beni biraz daha korkutuyor. Kocası tarafından öldürülenler, burnu kesilenler, elinde çocuğuyla sokak ortasına terk edilenler…
1917 yılında Hogart Press Yayınevini kurup özgürlük, mücadele ve umuttan bahseden bir kadın yazar ve şimdi 2013 yılında Suriye’de neden öldüğünü bilmeyen kadınlar ve anneler…
1800’lerden bu yana gelişen olay akışına baktığımız zaman, durumun tam tersine döndüğünü görmememiz mümkün değil.
Bunları görmek, düşünmek istemesem de mecburen görüyor ve düşünüyorum. Ve düşündükçe de acaba her geçen yıl bizi biraz daha mı geriye götürüyor demekten vazgeçemiyorum??
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Ailenizin Delisi : Abuzittin Tırlak |
SENİ LEYLEK GETİRDİ YAVRUM
Efendiiiiim, son günlerde aklı donunda gezen erkek milletinin insanı dumura uğratan vecizeleri ile şaşırmaktayız, malum!
Hamile kadınların sokakta dolaşmalarının sakıncalarından giriniz, kızlı erkekli aynı merdivenleri kullanmanın ne menem bir iş olduğuna uğrayarak, gençlik kamplarının haremlik-selamlık olarak ayrılmasından çıkınız lütfen......
Böyle olunca, tam da zamanıdır diyerek, bir süre önce kaleme aldığım, ancak araya daha derin mevzular girdiği için bir türlü yayınlanması kısmet olamayan bir yazımı, tam da vaktidir şimdi diyerek tedavüle sokuyorum.
Buyurunuz, gülümseyerek okuyunuz!
Anaaa, başımıza bu da mı gelecekti da! Bir hayvanat bahçesinde, çalıştığı yer ile tatlı bir özdeşim kurmuş olan bir iki ayaklı “hayvan”, dişi ve erkek hayvanların ayrılması gerektiği yolunda bir beyanda bulunmuş.
E, hayvan tabi bunlar. Doğal olarak ayıp nedir bilmeyip çoluk çocuğun gözü önünde çiftleşmek gibi münasebetsizlikler de yapıyorlar. Bu kardeşimizin TV programlarına ceza yağdırmakla görevli ünlü Kuruluştaki izdüşümü de yakında tüm belgeselleri yayın öncesi taratarak uygunsuz sahneleri ayıklatacaktır zati. Bekleyiniz efem, yakındır!
“Seni leylek getirdi benim güzel yavru Fil’im.....Leylek yavrucuğum, Leylek....” yersen......
Bu arada, saksıyı çalıştırırsam acaba bana bir kazanç kapısı çıkabilir mi bu mevzudan diye derin derin düşünmekteyim de....
Mesela, yine utanmaz kedilerin malum ayda çatılarda sergiledikleri görüntüleri özellikle çocuklarımızın gözünden saklamak üzere etrafı siyah perdelerle çevrili portatif çiftleşme odaları yapıp satsam....
Uygunsuz durumda gördüğün hayvanların hemen üzerine fırlat bu portatif odayı mesela.... Nasıl fikir ama?
Garip gezegenimizin, bu biraz garipsediğim kara parçasında bu “netameli” konu ile ilgili olarak bugünlerde sürekli garip işler olmakta aziz okurcumlarım. İyiki de oluyor yani, neden derseniz bana yazı konusu çıkıyor işte, fena mı?
Hemencecik “Anlaşıldı, Abuzittin. Bir bu eksikti, şimdi de başımıza dümenci Haydar efendi kesileceksin öyle anlaşılıyor!” demeyiniz reca ederim.
Bizim de fikirlerimiz var icabında......Her ne kadar 10 kez evlenip, 9 kez boşanmış felan olmasam da, (nihayette halen evliyiz malum) biz de her Adem ve Havva kadar anlarız bu işlerden herhalde....
Anaaaaa, şu fetvanın güzelliğine bakar mısınız bi yol ya????
Bak, bak.... Suudi Müftü neler de söylüyor hele...Hemi de en harbisinden “Vahabi” bu amcam ha! Suriyeli muhalif savaşçı kardeşlerim uzun süredir cephede bulunduklarından cinsel ilişkiye girememişler de, onların cinsel ihtiyaçlarını karşılamak cennete gitmek için kutsal bir görevmiş!!!!!!
Bakın dı hele şuna? Yani şu mu demek benim güzel müftüm: Gördüğün ÖSO’cu ağabeyimin üstüne atla, yallah cennete...Cennet işi bu kadar da garanti yani......
Eee peki o zaman niye kadınlara “Örtünün lan, yoksa yersiniz kafanıza sümsüğü!” diye de fetva veriyorsun ki, madem ilk rastladığı ÖSO’cunun kucağına hoplamak kutsal görev, o zaman bırak bu işi başları açık yapsınlar bari garipler......
Haaaa, ben yanlış anlamışım! Bu iş için bi de muta nikahı gerekiyormuş....
Eee, kolay be ağabeycim, ne var ki o dediğini yapmakta “aldım, sattım ben seni yendim” gibi, yani “yağ satarım, bal satarım” oynamak gibi, basit bir iş o muta nikahı meselesi...
Suudi kadınlar kararlılıkla cennete giderlerse, ÖSO’cuların adam öldürme kararlılığı artacakmış....
Amma velakin bu işi yapabilmek için dul, boşanmış veya da 14 yaşından böyyük olmak gerekiyo fetvaya göre....
Küçük olan hatunların yaşını büyütsek olmaz mı benim güzel imam abim? Ne de olsa onları da cennetten mahrum bırakmamalıyız! Eşitlik, adalet, hakkaniyet felan falan yani.
Şimdi sıra geldi “ulema” pozu takınarak yorum yapmaya! Bu fetvadan ne sonuç çıkartılabilir?
Bence, her şeyden önemlisi erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını karşılamayı bir meslek edinmiş ne kadar kadın varsa hepsi cennetlik demektir mesela!
Ne güzel.......Ulan sevdim ben bu işi be.....
Aslına bakarsanız, imamın bu politikası yeni de değil. Gerçi Vahabi imam bunu yeni keşfetmiş gibi yapıyor amma, bu topraklarda kara kaşlı, kara gözlü ismi lazım olmayan bazı vatandaşlarımız yıllardan beri bu kadınları cennete gönderme ayaklarını kullanarak, kalaşinkoflarını ellerinden bırakma fırsatı buldukları her durumda kendi kadınlarını cennete gönderme işine aracılık ediyorlardı haddı zatında!!!!!
Kadınlarımız bana kızmasınlar n’olur? Kendilerini bu denli aşağılayan da, kızmaları gereken adres de bellidir: Vahabi İmam
Tabii bu işler, daha çocukken bilgisayar alıcam diyip, kupon karşılığında camiye giderek namaz kılmakla başlıyor aslında.......
Hani hoca din dersinde sormuş, ilkokul 3.sınıf öğrencisine “Evladım, ibadet ne için yapılır?” El cevap: “Bilgisayar almak için hocam!”
E, bu işe böyle başlayıp, her şeyi “ayıp, günah, cehennemlik suç” belleyerek büyüyüp imam olunca da, “seni cennete gönderecem” ayaklarına göbeğe muska yazmakla işe başlanır, oradan toplu namaz gösterileriyle devam edilerek “tüm kadınları cennete gönderme” aşamasına geçip, özgürlük savaşçılarına hizmet sunan cariyeler aşamasına da doğallıkla kendiliğinden sıçranıverir bittabi.....
Yahu, sahi bugüne kadar basına yansımış kaç tane “dini bütün Müslüman erkek” tecavüzü hatırlıyorsunuz ki? Ben neredeyse hep “satanist tecavüzcü” haberi duyuyorum desem yeridir yani!!!!! Hani tek tük başka tecavüzcüler de çıkmış olabilir, o başka!!!!
Eeeee, imam hatiplerden hiç kötü kişi çıkmıyor ya,,,.....
Başta Çoşkun olmak üzere, şu bizim tecavüzcülere haksızlık etmeyelim ya.... Aslında tecavüz eyleminin neresi kötü ki? Tecavüze uğrayan cennete gittiğine göre......
Tam, birilerinin tepesini fena halde attırma pahasına da olsa bu yazıyı gevrek gevrek döktürürken, birden ana haber bültenlerinden bir haber fışkırmaz mı? Fışkırır elbette!
“Öğrenci Velisi” etiketli bir takım zat-ı muhteremler, gözzel ülkemin eğitiminin en bi böyyük otoritesi tarafından belirlenen 100 büyük eser içinde yer alan John Steinbeck namı ile maruf mümtaz ecnebi şahsiyetin “Fareler ve İnsanlar” ismi ile münteşir eserindeki bazı cümleleri uygun bulmayarak, eserden çıkarılması için “ilgili makama” dilekçe vermeye kalkmışlar....
- Abuzittin, sen gene kafayı mı yedin oğlum? Yoksa rüyanda dedenin dedesini filan mı gördün? Ne lan öyle, münteşir, neşir filan.......Adam gibi yazsana şu yazıyı...
- Yav canım kardeşim asıl maksat bu yazıyı anlaması gerekenlerin anlaması değil mi? Eee o zaman senin istediğin gibi yazarsak onlar hiç anlamayacaklar, zaten de üzerlerine alınmak gibi bir niyetleri de yok....Hiç olmazsa onlar anlasın da, sen nasıl olsa anlarsın. Takıldığın yerler olursa Osmanlıca-Türkçe bir sözlük buluver artıkın ne yapalım..... Kesme lan yazımı, bak kızdırma kafamı.......
- Tamam lan tamam, nasıl biliyosan öyle yaz hergele...
Evet sayın okurcumların, nerede kalmıştık..... Hah John ağabeyin ünlü kitabındaydık değil mi?
Bak benim güzel John ağabeycim, benim bildiğim yazar dediğin üstelik de öyle çok ünlü ve de klasik mertebesine yükselmiş olanları öngörülü olur.....
Ne bu yaaa...İnsan yazarken düşünür değil mi, yıllar sonra garip ademlerin ele geçirdiği bir ülkede birileri çıkarda kitabımda ahlaka mugayir bir şeyler bulup, sinirlenirler mi diye.....
Adam gibi yazsana lan şu romanı..... Bak sonunda benim ehlakım da bozuldu........
Şimdi çabuk mezarından doğrulup üzerindeki toprakları atarak buraya geliyosun ve de “Fareler ve İnsanlar”ın 2013 yılı versiyonunu yazıyorsun!!!!
Üstelik, benim ülkemin güzide insanlarının kafalarına uygun biçimde olacak bu yeni yazım!!
Yoksa, haberin olsun senin yerine başkaları yapacak bu işi bak ona göre! Kendi ayağınla tıpış tıpış gelerek güzellikle bunu yapmazsan, bizim bu işlerden de sorumlu olan Görmez’imiz (Not: Bkz. önceki yazılarım. Üranüste her türlü yürütmeye!!?? yetkili kişilere verilen ad. Bizde ki izdüşümü ‘Bakan’ olarak bilinmektedir!) hemen alır bir komisyon kararı, o dakka zorla ve mevcutlu olarak getirtilirsin bak ona göre......
İkna olmadıysan şunu bil ki, ülkemin mümtaz şahsiyetleri devletin en tepesindeki ölüleri bile mezarlarından çıkartma hak, yetki ve becerisine sahiptirler, bunu bil......
Bundan böyle yazılı eser neşreyleyecek münteşirlere bir genel duyuru yapmak lüzumu hissediyorum, o da şudur: Yazacağınız eserin edebi, ahlaki ve ulvi olması bakımından böyyük gamusal otoritemiz tarafından hazırlanacak bilumum kurallara uyulması fevkalade elzem ve lüzumlu olup, uymaz iseniz başınıza gelecek şer-i olaylar ve belalardan kendinizin sorumlu olacağını bilmeniz gerekir.
“Şeytan Ayetleri” nam neşriyatın ve münteşirinin başına gelenleri, her dakka hatırlayınız reca ederim.
Siz en iyisi, düşünmeyin, kaşınmayın, konuşmayın, tartışmayın, okumayın ve dahi yazmayın. Gül gibi geçinip gidin şu iki günlük dünyada......
Haydi bakalım, kalınız sağlıcakla......
Abuzittin
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Dâüssılâ Makâmı |
|
I.
Ey gökte öyle tay tay gezinen
Çoban Yıldızı!
Beni bu gece şâirlikten azlet.
Bu gece, bir damla içmedim/içemedim,
yazacak cesâretim yok.
Tüm haklarımı, nöbetçi şâire devrettim.
Varsın, bu gece de o eğlesin biraz gönlünü.
Az ilerde;
Yalnızistan’a sapan yolun bitişiğinde,
ay ışığı rölyefleriyle
pembe ve turuncu yüzlü denizkızları,
sana selâm verip eğiliyorlar.
Suyun üzerinden karanfillerimi topluyorlar,
çalıların arasına karışıp
onları seyrediyorum.
Gece,
ağır ağır yükselen bir su gibi;
efkârım içinde beni boğmaya hazırlanıyor.
Yabânî patikalarıma akan göz yaşlarım,
adam boyu korkular besliyor.
Korkularım bir çekiç,
Ege’nin sularına kederimi çakıyor.
Vurgun yemiş hayâllerim,
hâl-i pür melâlîyle bir çalım atıyor;
yüzümde biriktirdiğim
beş karışlık sigara dumanı içinde ben,
gecemin üstüne kapaklanan sise karışıyorum.
Gabrielle Colette,
“Şehrimin tüm duvarları yıkılıyor;
mâsumiyet, şimdi taşların altında!” demişti,
onu anlayabiliyorum.
II.
Ey gökte öyle kalabalıklaşan
Çoban Yıldızı!
Çimen kokusunu içime çekmeyeli çok olmuş.
Evet evet, ayda hiç olmazsa bir gece,
beni şâirlikten azât et.
Gökte yıldızlar,
yerde erguvanlar,
havada kırlangıçlar,
bana eşlik etsin.
Ben gelmeden,
göz dağından dönen
haberci güvercinlerini yolla çayıra;
zakkum yüzbaşıya tekmil vererek
kuzuları uyarsın:
Bütün ölüler gibi hareketsiz
ve bütün ölüler gibi sarı
ve soluk yüzlü kasabın
elindeki satırı anlatsın.
İnsan,
bir yakınının öldüğünü kabûl edebilmek için,
onun sarı ve soluk yüzüne
mutlakâ bakmalıymış.
Yoksa tüm hayâtı,
yolunu beklemekle geçermiş.
Sen,
târihin şanlı tanığı
Çoban Yıldızı!
İsa’nın çarmıhta yüzü nasıldı,
bize anlatsana...
III.
Gecenin bir vakti,
balıkçı gemilerinden birine atlayıp
Hera’nın tapınağına doğru açılıyorum.
Bir vakit sonra,
Phasiene’de karaya çıkıyorum.
Yalın ayak kalbur zaman yürüyor,
ay ışığında gölgemi dinliyorum.
Zaman artık yok,
mekân ise geçmiş rıhtımlarıma
demirlemiş bir gemi;
hızla su alıyor.
Ve tüm adalelerimle
kaskatı kesiliyorum.
Tapınağın önüne geldiğimde,
Yalnızistanlı bir bilge karşılıyor beni.
–Καλως ηρθατε, diyor tok bir sesle;
–Ευχαριστω, diyorum.
Bana kendisini tanıtıyor;
adı Ηανοιξη.
İki bin sekiz yüz elli altı yıldır,
tapınağın baş râhipliğini yapıyormuş Ηανοιξη.
İçeriye;
dev kanatlı simurg kuşlarının koruduğu
Hera heykelinin önüne geçiyoruz,
bana Homeros’un tragedyalarını anlatıyor.
Ben
ve gökte yıldızlar
ve yerde erguvanlar
ve havada kırlangıçlar,
Ηανοιξη’yi dikkatle dinliyoruz.
Ve eşlik ediyor Râhip Τοфθινοπωρο,
Ege’nin dalga seslerine akort ettiği buzikisiyle,
kıyıya çarpan dalga seslerinden ritimleriyle.
On sekiz dalga beresi sonra;
güneş tapınağa vurmamışken,
dışarıda;
sunağın hemen yanında,
Emilia beliriyor birden.
Hera’ya armağanlar sunarak
İago’yu diliyor.
Desdemona içinse artık çok geç,
Othello’nun da eli kulağında.
Emilia’nın hemen ardından,
Karyotakis beliriyor sunakta.
Diademasını Naksos’ta bırakmış;
belli ki kendisini, daha güçlü hissediyor.
Johannes’in ayakları,
geri geri gidiyor şimdi.
Oturup bir köşesinde Aspro’nun,
Megisti’ye baka baka ağlıyor,
sonra da amansız bir
kürekçi kavgasına tutuşuyor.
Umut bu,
yeri yurdu olmaz.
Sâhibi bulunmaz;
o şimdi, her yerde
ve hiçbir yerdedir
ve herkesin
ve hiç kimsenindir.
Güneş,
nazlı bir sevgili gibi
açıyor tellerini.
Ve ben
ve gökte yıldızlar
ve yerde erguvanlar
ve havada kırlangıçlar,
Ηανοιξη ve Τοфθινοπωρο’ya
teşekkür ederek ayrılıyoruz.
IV.
Sen,
tüm sevişlerimin demirbaşı
Çoban Yıldızı!
Sana minnettârım.
Bana şiir yazmayı, sen öğrettin;
şiirlerimle insanlığa
yeni bir dünyâ sunmayı
ve şiirlerime uygun
makamlar yaratmayı.
Her makam, bir derde devâ;
söz gelişi rast makâmı, havâle ve felce,
bûselik makâmı bel ağrılarına,
hicaz makâmı böbrek hastalıklarına.
Lâkin bunlar, eski dünyânın makamları;
benim şiirlerime uymaz.
Fakat, çok yoruldum;
artık bu yüreği taşıyamıyorum.
Yeni makamlar duymak,
yeni makamlara ses vermek,
beni bitiriyor;
senden bir süre
izin istiyorum.
Duyuyor musun
şimdi de dâüssılâ makâmından
bir şiir besteledim senin için.
Bak, iyi dinle:
Gitti gider garibim, şol değe tırmığa.
Sel gider garibim, kalırım bir başıma.
Kum gider garibim, kireçsuyu akar musluklardan.
Can gider garibim, bayrak olur kalanlara.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|