|
|
|
Editör'den : Gurbetteyim!.. |
Bu hafta sizlerden epey uzakta, bir miktar dijital yoksunluk içindeyim. Haftaya kaldığımız yerden devam etmek üzere hoşçakalın.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan KEL BAŞA ŞİMŞİR TATİL- 3 (SON) |
|
Metal yapılı, ahşap görünümlü teknemiz daha limandan ayrılmadan cıs tak ve dım tıs müziklerle yeri göğü inletmeye başladı. Çocukluk günlerimi hatırladım. Panayırlarda tel cambazlarının gösterisi için büyük patırtı koparılırdı. Gürültüyü duyan gelsin, nerde hareket orda bereket hesabı... Gezi tekneleri de aynı yöntemle insanların teknelere doluşmasını sağlamaya çalışıyordu. Sorun şu ki aynı limanda beş altı tane tekne aynı anda aynı yaygarayı koparınca insanın oradan kaçası geliyordu. Tekne limandan ayrılır ayrılmaz ortaya iki animatör çıktı. Dans müzikleri eşliğinde yolculara Ayvalık, adalar ve koylar hakkında bilgiler verdiler. İçlerinde bir tanesi ilginçti. Küçük bir koy ve ağaçların arasına gizlenmiş bir yapı gösterdiler. İşte orası Türkiye’nin en kalburüstü adamlarının tatil yeriymiş. Koçlar, Sabancılar oraya gelirmiş. On iki yaşından küçük çocuklar alınmıyormuş. Ağlayıp kimsenin huzurunu kaçırmasınlar diye elbette. Onun az ilersinde daracık bir boğazdan görünen denizin ve yeşilin içinde gömülmüş parlamenterler sitesi vardı. Orayı görünce politikaya atılasım geldi. Tekne yolcularının neredeyse tamamı animatörlerin çağrısına kulak verdi. İnsanlar daha tekneye binmeden eğlence moduna geçmişlerdi. Bizim gibi ak saçlı, ağır ağabeylere dansa ve yarışmalara katılmadığımız için çok hakaret ettiler. Basurunuz büyüsün, üstüne oturamayın, prostatınız azsın, helâdan çıkamayın dediler.
İleride, epey uzakta üstünde ot bile yetişmeyen bir ada gösterdiler. Adını şimdi unuttum. Onun görünmeyen yüzünde kavun tarlaları varmış. (Ada küçücük bir şey) Ve mola yerimizde dünyanın en lezzetli kavunlarının tadına bakabilecekmişiz. Elbette ücretine mukabil… Malum kavunlu dondurma hikayesi... Teknenin durduğu koylar gerçekten çok güzeldi. Suları serin ama pırıl pırıldı. Üç ayrı koyda yüzdük. Birinde öyle yemeği verildi. Dondurulmuş hamsi ve çoban salata. Sonradan karpuz verdiler de durumu biraz toparlayabildik. Öğle yemeğinden bıkanlar veya sevmeyenler kumanyalarını denizdeki balıklarla paylaşmak istediler. Biraz önce girip yüzdüğümüz pırıl pırıl deniz yolcuların attığı yağlı hamsilerle kirlendi. İnsanların kimisi ekmek attı. Denizdeki balıklara çoban salata bile atanlar vardı. Sigara izmaritlerini saymıyorum bile. Yediğin kaba pislemek tam da bunun için söylenmiş olmalıydı. Gözlük ve şnorkelle yüzmeyi severim. Gezi teknelinin çapaları da dipteki yosun tarlalarına çok fazla zarar veriyor. Adeta demiri tararken denizi pulluk gibi sürüyorlar. Kimsenin aldırdığı falan da yok. Tekne gezisinin en can alıcı yanı final yarışmasıydı. Zorla ve nazla sahneye alının bikinili kızlar bir çeşit dans yarışması yaptılar. Yarışma hem çok kışkırtıcı, hem de çok ateşliydi. Kızlar önce final için yarıştı. Sonra da birincilik için. Dans ve müzik çok uzun sürdü. Yolcular alkışlarıyla ve ıslıklarıyla birinciyi belirledi. Başkalarını bilemem ama benim ağzım Çarşamba Çanağı gibi açık kaldı.
Tekne gezintisini (mavi yolculuk) eğer bir tur şirketinden satın aldıysanız gün Şeytan Sofrasında sonlanıyor. Cunda adasındaki son moladan sonra tekne bizi alıp sabahki limana bıraktı. Oradan minibüslerle bizi Sarımsak Plajı yoluyla Şeytan Sofrası’na çıkardılar. Şeytan sofrası Ayvalık ve civarındaki bütün koylara, hatta karşıdaki Midilli Adasına yukarıdan bakan gözetleme kulesi gibi bir yer. Konuklarına dantel gibi koylar ve yemyeşil çam ormanları ile tadına doyulmaz güzellikte bir şeyir zenginliği sunuyor. O tepede şeytanın ayak izi olarak belirtilen bir yer var. Etrafı demir parmaklıklarla koruma altına alınmış. İnsanlar oraya ıslak mendil bağlayıp dilek tutuyorlar. Şeytan sofrasının önemli bir kısmı uçurumlardan oluşuyor. O nedenle kıyılara fazla yaklaşmadan tadını çıkarmak gerekiyor. Gün batımına daha saatler varken tıklım tıklım insan doluyor. Tepede park edecek yer bulmanız mümkün olmadığından arabanızı aşağıda bir yerde bırakıyorsunuz. Yokuşun birazını yürüyerek çıkıyorsunuz. Gün batımına yakın kalabalık iyice yoğunlaştı. Adım atacak yer kalmadı. Güç bela güneşi karşımıza alacak bir yer bulabildik. Güneş iyice alçaldı. Tam adaların üzerinden denize inecekti. Küçük bir aksilik oldu. O anda bir bulut duvarı yükseldi. Güneşin sulara inemeden bulut perdesinin ardına gizleniverdi. Heveslendiğimiz gün batımını göremeden geri döndük.
Kıl insanlar tattil yapamaz. Yapsa bile tadını çıkaramaz. Her baktığım yerde bir aksaklık, bir terslik görmeden edemiyorum. Kilometrelerce yol tepip Zeus Altarı’na çıkıyorsunuz. Ayağınızın altında cennet gibi bir körfez… İnsanlar çekirdek çitleyip kabuklarını iki veya üç bin yıllık tarihin içine atıyorlar. Yıllar önce Şeytan Sofrası’na bir kez daha gelmiştim… Her gittiğimde daha ticari bir yer oluyor. Kahvelerin, bahçelerin, lokantaların sayısı çoğalıyor. Bu kadar güzel manzaralı bir yerde acıkmak ve susamak elbette pahallı... Bir sosisli sandviç ve bir kola on bir lira. (Sanki babam da sosisli sandviç yerdi?) Biraz sabırlı olursanız o paraya Ayvalık’ta güzel bir yemek yiyebilirsiniz.
Tur şirketleri veya bütün turistik organizasyonlarda hep aynı numarayı tezgâhlıyorlar. Önceden anlaşmalı kahvelere veya lokantalara götürülüyorsunuz ve kazıklanıyorsunuz. Anlaşmalı bir tekne size tatsız tuzsuz bir kavunun içinde dondurma servisi yapıyor. Özellikle yöresel gözleme muhabbeti beni öldürüyor. Adam gitmiş hazır yufka almış. Bir saç üzerinde içine bir şeyler koyup azıcık pişirip veriyor. Bunun adı da yöresel lezzet veya otantik tat. Anadolu’yu karış karış gezdim. Bu kadınlarımıza, kızlarımıza hakarettir. Bizim insanımız yüzlerce çeşit börek yapar. Bu kadar uydurma bir şeyi çıkarıp hayatta konuklarına sunmaz. Yöremizin meşhur gözlemesi, dokuz lira. Hangi yöremizin? Siz gönlünüzce seçin. Bütün konaklama yerlerinde aynı terane. Üstelik kazıklama ve kazıklanma arasındaki bu uyum, bu razı oluş, bunu olağan bir şeymişçesine algılama ortaklığı ömrümü tüketti. Hepimiz mi aynıyız arkadaş? Hepimiz mi aynı … soyu?
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu KARANLIĞIN İÇİNDE BİR YALNIZLIK – 6 |
|
Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Babaanneyi arada bir ziyarete gittim. Elimde bir poşet, poşetin içinde babaanneyi sevindirecek yiyecekler vardı. Fakat yaşlı kadının gözü getirdiklerimde değil, benim gözlerimde ve yüreğimin sıcaklığındaydı. Sanki o küçücük odasında karanlığını aydınlatan bir ışık gibiydim. Onu her ziyaret edişimde içime bir huzur doluyordu. Yaklaşık bir yıl geçmişti ve ben adeta torunu olmuştum. Julide ile arkadaşlığımız diğer günlerde de samimiyetini yitirmedi. Julide mutluydu çünkü babası artık eve dönmüştü. İstanbul’a tayinini aldırarak aile yeniden bir araya gelmişti.
Soğuk bir sonbahar akşamında kandil gecesi ziyareti için bir şeyler alarak babaanneye gittim. Kapıyı arkadaşımın annesi açtı. Babaannenin evde olup olmadığını sormama gerek yoktu, artık beni kendi kızları gibi biliyorlardı. Oturma odasına girdiğimde hiç hoş olmayan bir manzara ile karşılaştım. Julide’nin babası, mezeler serili bir masa başına oturmuş rakı içiyordu. Bana çakır keyif haliyle selam verdi. Arkadaşımın babasına duyduğum saygı, işte o anda bitiverdi. Hatta yaşlı annesine karşı olan ilgisizliğini de düşünerek ona karşı nefret duygularım oluştu. Midemde sinir kramplarını hissediverdim. Hızlı adımlarla babaannenin odasına gittim. Kapıyı açtığımda oda karanlıktı. “Ben geldim, Sevinç” diye seslendim. Yatağında doğrularak bana sarıldı ve beni yanaklarımdan öptü. Dışarıda hava ne kadar soğuksa odası da o kadar soğuktu. O zamanlar daha doğalgaz yoktu. Işığı açtığımda elektrikli küçük bir sobanın yatağın yanında durduğunu gördüm. Hemen fişi prize soktum. Dört rezistanslı sobanın sadece tek teli çalışıyordu, diğer üç teli de bozuktu. Oda küçük olduğundan belki bu da yeterdi. Sessizce kandilini kutladım, babaanne şaşırarak bana baktı. Haberinin olmadığını söyledi. Nasıl olabilirdi ki, odaya hapsedilmişti ve ailesinin dinden, imandan, saygıdan haberi yoktu? Duvardaki saat gözüme ilişti, pili bitmişti ve aynı saatte duruyordu. Babaannenin tarihten, saatten bile haberi yoktu, namazlarını ya ezan sesine göre ya da tahmine göre kılıyordu. Neden bu evde hiçbir şeye hakkı yoktu? Bu yaşlı kadının suçu ne olabilirdi ki bu kadar acımasızca yaşamdan yoksun bırakılıyordu? İçimdeki nefret daha da büyüdü. Onların yanına giderek yaptıkları yanlışlığın ne denli büyük olduğunu haykırıp, yüzlerine tükürmek istedim. Ama yapamadım. Çünkü bu babaanneyi bir daha göremememe neden olurdu. Babaanne ile biraz sohbet edip, elini öptüm ve vedalaştım. Arkadaşım oturma odasında beni bekliyordu. Onunla birkaç şey konuşarak kapıya yöneldim. Tam o anda artık iyice sarhoşlaşmış babası seslendi:
“Sen fal baktırmaya mı geldin?” Bu sözleri duymak beni derinden yaralamıştı, bu kadarı da fazlaydı artık. Hemen cevap verdim:
“Hayır, bugün kandil ve ben babaanneyi ziyarete geldim.”
Arkadaşımın babası alkolden kan çanağına dönen gözlerini Julide’nin annesine doğrulttu:
“Kız için neden böyle söyledin?” dedi. Arkadaşımın annesi utancından kıpkırmızı oluverdi. Demek ki bu saçma düşünce, babanın değil, karşımda kırmızı suratla duran arkadaşımın annesine aitti. Mırıldanarak kocasına cevap verdi:
“Şeyyy ben düşünmüştüm ki…” dedi.
Utanma duygusundan yoksun, insanlıktan anlamayan bu adi insanların arasından hemen uzaklaşmalıydım. Kendimi dışarıya nasıl attığımı hatırlamıyorum. Tek bildiğim vücudumda dolaşan sinirli kanın başımda zonklamalar yaratması ve ateş içinde kalan yanaklarıma soğuk rüzgarın çarpmasıydı. Eve gittiğimde gözyaşlarıma hakim olamadım. Bir yaşlının çaresizliği, kaybolmuş bir hayatın varlığın içinde hiçliği, insanlıktan zerre kadar anlamayan bir ailenin acımasızlıkları beni üzmüştü. Hayat böyleydi, hayat acımasızlıklarla doluydu, bunu biliyordum. Fakat gelecek düşünülmeden yapılan kötülüklerin, bir gün o düşünülmeyen gelecekte kendini bulacağını düşünmemek, çok korkutucuydu. Bunlara ağlıyordum.
Aradan uzun zaman geçmişti. Julide ile arada sırada görüşüyorduk. Fakat evine o geceden sonra hiç gitmemiştim. Bana babaannesinin beni hep sorduğunu, çok özlediğini söylüyordu. Ben de babaanneyi çok özlemiştim ama ailesiyle tekrar karşılaşmak istemiyordum. Yine bir kandil gecesini mana ederek, babaanneyi ziyaret etmeye karar verdim. Bir şeyler aldım ve arkadaşımın evine gittim. Çok ilginçtir ki yine aynı manzara ile karşılaştım. Babası yine içki masasındaydı ve sarhoştu. Kendimi yine çok kötü hissettim, sanki o geceyi tekrar yaşıyordum. Fakat bu sefer hiç konuşmadan hemen babaannenin odasına girdim. Beni görünce öyle sevindi ki bir çocuk gibi sesle gülümsedi. Ben de onu gördüğüme çok mutlu oldum. Birbirimize sarıldık. Bana:
“Senin için çok dua ettim, hatim indirdim.” dedi. Ses tonu değişmişti. Yüreğinde hıçkırıklar düğümlendiğini hissediyordum. Ailesinden korkmasa bana hayatını çığlık çığlığa anlatacak, sanki haksızlığını, karanlığını haykıracaktı. Ben de yaşlı çehresinin hüznüne baktıkça gözyaşlarımı zor tutuyordum. Bu akşam da karşılaştığım aynı muamele karşısında çok rahatsız olmuştum. Babaanneye her şeyi anlattım ve ne kadar kızdığımı söyledim. Babaanne başını önüne eğdi:
“Ben çok utanıyorum böyle bir oğlum olduğu için. Sen onu yine de affet!” dedi.
“Hayır babaanne, ben artık bu eve gelmek istemiyorum,” dedim.
Sohbetimizden sonra son kez karanlık odanın nemli kokusunu içime çektim ve babaanneye sarıldım. Onu özleyecektim. Elini öptüm ve sessizce odadan çıktım. Bu eve bir daha ayak basmayacağıma kendi kendime söz verdim. Sözümü de tuttum. Zamanla içimdeki nefret yok olsa da ziyaret için vakit bulamadım. Julide ile ikimiz işten ayrılıp, farklı şirketlerde çalışmaya başladık. Birbirimizi daha az görür olmuştuk. Babaanneyi kim ziyaret etse benden bahsettiğini, beni anlattığını duydum. Çok mutlu oldum. Onu ziyaret etmeyi planladıysam da yine yoğun iş temposundan fırsat bulamadım. Zaman geçti, bir akşam mahalle arkadaşımla ayaküstü sohbetimizden sonra tam ayrılırken bana kalbimi parçalayan haberi verdi:
“Şimdi aklıma geldi, biliyor musun Julide’nin babaannesi vefat etmiş!”
Donup kaldım, vücudum taş kesilmişti. Dudaklarımdan sadece şu sözler çıktı:
“Ya, ne zaman?”
Zamanın ne önemi vardı ki? Ben ziyaret planı yaparken, babaanne Allahın rahmetine kavuşalı tam üç hafta olmuştu. Yüreğimi korkunç bir pişmanlık kapladı. Ayaklarım yürümüyordu, sanki ağırlıktan kaldıramıyordum. Güçlükle eve gittim ve kendimi yatağa attım, hayatımın en derin hıçkırıklarına annem şahit olmuştu. Gitmeliydim, son bir defa da olsa ona sarılıp onu ne kadar sevdiğimi söylemeliydim. Babaannenin ton ton yanaklarından dökülen sevinç gözyaşlarını yine silmeliydim. Hayatı hakkında anlattıklarını son bir kez olsun dinlemeliydim. Ama bunlar için artık çok geç kalmıştım.
“Beni affet babaanne! Biliyorsun ki seni ne çok severdim, her gelişimde senden ayrılmak istemezdim. Beni bağışla babaanne, beni özlediğini haber gönderdiğin halde sana gelmediğim için. Oğlunu şimdi daha çok affediyorum babaanne, çünkü sen öyle istemiştin! Senin bir torunun var, o benim ve sana sürekli dua edeceğim. Sana söz veriyorum babaanne. Toprağın bol olsun canım babaanneciğim.”
Benim sözlerim:
*İlahi adalet daima vardır, hayatımızı bunu bilerek yaşamalıyız.
*Gelecek düşünülmeden yapılan kötülüklerin, bir gün o düşünülmeyen gelecekte kendini bulacağını düşünmemek, çok korkutucu… (Nevriye H.)
SON
Sevinç Gürel Bozkurt Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
GÜNAYDIN!!
Yaz tatilim, işlerimin yoğunluğundan dolayı, havaalanlarında bekleyerek ve uçakta kaybettiğim zamanla geçti.
Hele o sert koltuklarda oturup saatlerce beklemek tek kelimeyle işkenceydi. Yapacağınız hiçbir şey yok, kapıya odaklanmış bekliyorsunuz kapı açılsın ve uçağa
bineyim.
Uçakta süren sessiz bekleyişte ayrı bir mesele. Herkes susmuş, konuşmadan bekliyor. Ne kadar can sıkıcı bir durum!
Ömrümüz yol ve yolculuklarla geçiyor bu sadece uçak yolcuğu değil. Durakta beklediğimiz saatler, trafikte kaybettiğimiz saatler ve köprüde hiç bir şey yapmadan boş yere harcadığımız saatler. Bu zamanları toplarsak günler, aylar, hatta yıllar ediyor.
Bu vakitler, ömrümüzden çalınan bir daha asla geri gelmeyecek zamanlar…
Büyük bir metropolle de yaşadığımıza ve trafik sorununda kaçış olmadığına göre zamanımızı nasıl değerlendirebiliriz onun çaresine bakmamız lazım.
Birinci seçenek okumak…
Otobüste, metrobüste eğer oturacak bir yer bulmuşsak bunu çok rahat yapabiliriz. Çantamıza koyduğumuz cep boy bir kitabınızın birkaç sayfasını kısa seyahatinizde bitirebilirsiniz. Ya da telefonumuzdan, sesli kitabınızı dinleyebilir ya da köşe yazarlarını okuyabiliriz.
Ben genellikle sabah haberlerini telefonumdan alır, ardından da Doğan Hızlan’ın o günkü yazısına göz atarım. Sonra da sesli kitabıma geçerim.
Havaalanların da okuma seçenekleriniz otobüslerden daha çoktur. Çünkü alışveriş merkezi içinde bulunan gazete bayileri ve D&R size kitap seçme şansını sunuyor. Buralardan her türlü aylık dergi, gazete ve kitapları alabilirsiniz.
Bizim toplumumuzun kitap okumayı sevmemesinden dolayı olacak ki, hiç kimsenin ilgisini çekmiyor kitaplar. Bu yüzden uçak yolculuğu boyunca herkes uyuyor.
Uyumak bizim milletimizin en önemli karakteristik özelliklerinden biridir zaten. Düşünme, okuma, yazma, uyu!
Sanırım bazı gerçeklerden kaçmak, unutmak için yapılacak en kolay şeydir uyumak.
Oysa gerçeklerle yüzleşebilsek, kendi yanlışlarımızı görebilsek, ben yanlış yaptım diyerek hayatı kabul edebilsek ne güzel olurdu her şey!
Yapılan araştırmada; insanların hayatların üç de birinin uykuda geçtiği saptanmıştır. Bu da demek oluyor ki altmış yıllık yaşamımızın yirmi yılı uykuda geçiyor, yani toplamda topu topu kırk yıl yaşıyoruz. Ve yapmak istediğimiz her şeyi, bütün hayallerimizi bu kırk yıllık zamana sığdırmaya çalışıyoruz. Tabii bu zamanı, lüzumsuz hastalıklar, zamanın ne olduğunu bilmeyen komşular ve bizi dert babası sanan dostlarımız da çalıyor. Kalan zamanı siz hesaplayın artık…
Kalan ömrümüzü daha iyi kullanmak dileğiyle; GÜNAYDIN!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Meserret Makâmı |
|
I.
Kulağının üstüne yatma n’olursun;
sesimden önce gelir yakarışlarım,
sesten hızlı gider yalnızlıklarım;
karanlıktan korkar, boğulurum.
Benim sana çizecek süslü lâflarım yok,
ben heykellerimi giydirmem.
Çıplaktır her biri;
çünkü, saf ve temizdirler;
tıpkı Cennet’te, Âdem ve Havvâ gibi.
Yalan söylemektir ilk günâh
ve ölümsüzlüğü istemek,
en büyük günâh.
Bilirim ki öleceğim,
ben de benden öncekiler gibi;
öyleyse, niye kandırayım seni?
Sırtını dönme bana n’olursun;
kayıp düşmekten korkar, üşürüm.
Yalanlarımı çıkartıp attım,
masallarım kapı duvar.
Öyle saf ve temizim,
meserret makâmında
seni beklerim.
II.
Akrep ve yelkovan,
Tom ve Jerry gibiler bu akşam.
Medyabaz şöhretler, tüm ışıklarını yakmış;
haspam yâveler eşliğinde geçiyorlar,
şehrimin uzak ve kimsesiz
ve iklimsiz limanlarından.
Arkama dönüp bakıyorum;
sarhoşlar livası kurulmuş,
herkes hâlinden memnun.
Bense acılarıma gömülmüş,
boğazıma kadar birikmiş kederlerime
şarap demliyorum.
Esâmem okunmuyor bu akşam;
fikrimin üzerini dolaşan maya perdesi,
îmânımı gevretiyor
ve raşitik bir titremeyle irkiliyorum.
Bir el uzanıyor sâhillerime,
karaya vurmuş bir yengecin
kabuğunu arıyorum.
Denizime düşmüş bir tomruk,
parlak ve sedef kakmalı bir
Acem kılıcına doğru koşuyor.
Bir başka el değiyor dallarına,
kireçtaşından yapılmış bir
zımparayla parlatıyor,
bembeyaz kesiliyorum.
Çıbanımı açıp
zehrimi boşaltıyorum,
gölgelerimde
azâmetimi görüyorum.
III.
Ayrık otlarını ayırt edebiliyorum,
henüz o kadar yaşlanmadım.
Toplayıp kır çiçeklerinden bir demet,
taç yapıp saçlarına takıyorum.
Birden,
bir klârnet çıkıyor sahneye;
lâ sesi basıyor,
lâ’nın üç değişik tonunu duyuyorum.
Lâ sesinden bir şarkı,
dökülüyor dudaklarımdan;
makâmına rast demişler;
ama aslında,
meserret makâmı
ve bunu,
yalnızca ben biliyorum:
Sevmekten kim usanır
Tadına doyum olmaz
Hangi gönül uslanır ah
Sevenle oyun olmaz
Kaç kere yemin ettim
Kaç gönüle de girdim
Sensiz yapamıyorum ah
Bak yine geri geldim
IV.
Kurtuluş Parkı’ndayım,
günlerden Salı,
saat sekize çeyrek var.
Seni seviyorum Gizem, diye yazmış
bankların birine herifin teki,
susuyorum.
Ben sustukça,
yerin orta yerinde,
dev bir sallantı başlıyor;
sanki II. Mehmet’in topları,
Konstantinapolis’in surlarını dövüyor.
Ve şâirimi,
bir hüzün kaplıyor
ve bir gecenin koynundan
bin geceye geçiyorum.
V.
Pelikan kuşları,
yavrusu aç kalınca,
kendi etinden et,
kendi kanından kan,
kendi canından can kopartıp
verir çocuklarına.
Bir de şu insanoğluna bak!
Peygamber’in eşi bile
kızına karşı savaşmadı mı?
Bir devenin üzerine atlayıp
dâmâdını yere sermeye
çalışmadı mı?
Biz, nerede yanlış yaptık,
nerede ha?
Yabancı bir ülkede yaşar gibi,
bu güzel ülkeyi talan ettik.
Aşklarımızla,
âşıklarımızla büyüyüp çoğalmak dururken
“Cana can, kana kan,
intikam intikam!” dedik.
Çuval dolusu paralar döküp saçarak
birbirimize namluları doğrulttuk.
Yok yok,
tüm pelikanlar ölmüş olamaz;
biliyorum, bir yerlerde mutlakâ
son birkaç pelikan kalmıştır.
Neredesiniz,
ey güzel pelikanlar,
ha neredesiniz?
Yoksa,
meserret makâmından
içli şiirlere mi gizlenirsiniz?
VI.
Vakit iyice geç oldu,
son otobüse yetişmeliyim.
Yalan yüzlere azâmetimi kaptırmadan,
bir sağanak yeli olup
kendime akmalıyım.
Yine târifsiz kederlere dalıp gittin Alkım Saygın;
hadi, topla tasını tarağını, gir yuvana.
Böyle içli mısrâlar yazıp yazıp
sevenlerini hüzünlerinle boğma.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|