|
|
|
Editör'den : Taksim Meydanına Beyzbol Sahası!.. |
Hergün bir saçmalık, hangi birinden başlamalı bilemiyor insan. Haydi şöyle bir salınalım.
Hariciye nazırı diye ortlalıkta dolaşan biri var, rahmetli Altan Erbulak'a benzetirim arasıra, Davutoğullarından Ahmet namlı bir zat. Sağdan soldan, yukarıdan aşağıdan, başbakanı ile birlikte aldıkları yumruklardan sonra saçmalama katsayıları her ikisinin de tavan yapmış durumda. Bu zat helikopteri düşürdükten sonra demeç veriyor; “Türkiye’ye dönük bir tehdit şeklinde sınırımıza yaklaşanlara karşı dahi her türlü tedbiri alacağımızı, hiçbir tereddüt gösteremeyeceğimizi bütün dünyaya ilan ettik." Karga olsam güleceğim ama bitmiyor devam ediyor aynı zat; "Kimse bir daha Türkiye'nin sınırlarını ihlal etmeye cüret edemeyecek." Hey büyük Allahım sen aklıma sahip ol. Yahu folluk olmuş 900 kilometrelik Suriye sınırın var farkındamısın biraderim? Kimin nasıl girip çıktığı belli değil. Sabah Türkiye'de uyanıp sınırı geçiyor cenk ediyorlar, akşam olup yorulunca tekrar Türkiye'ye dönüp dinleniyor yürek yiyiciler. Sınırdan geçen silahın haddi hesabı yok. Sarin gazının bile burada imal edildiği iddia eadiliyor. Ama nazır bey kalkmış "Cüret edemezler." diyor. Sonra da jet uçaklarıyla bir helikopteri düşürdük diye böbürleniyor. İnanın gülmek için karga olmaya razıyım. Hiç olmazsa tasalanmaz güler geçerim, insan olup mide spazmı çekmekten evladır.
Nazırı böyle de başı farklı mı? Başından beri iddia ediyorum. Bu adam gazetelerin bile manşetini ancak okuyor. Ne okuma ne yazma fiili kendisine yakışıyor. Tek okuduğu şey prompterdan akan yazılar. Yazı yoksa, cümbür cemaat bir utanç girdabındayız. İrticalen yaptığı her konuşmada, düşünmeden konuştuğundan olsa gerek, bir gaf bir patavatsızlıktır gidiyor. Dilinden düşürmediği "izan" da kendisini terkedince, konuşuyor mu kusuyor mu belli olmuyor.
Son olarak ODTÜ'lü öğrencileri kasdederek, "İstiyorlarsa ormana gitsinler." buyurmuşlar. Teveccühleri. Orman mı bıraktın be adam? diye karşılık vermek mümkün ama, bir soruya bir de sorana bakıp iç geçiriyoruz işte. Bu adam 20 yıldır bu memleketin başına musallat. 13 yıldır da tarihi tersten yazmakla meşgul. İnsan bu kadar sürede hiçbir şey öğrenmese bile biraz adap, biraz edep, velhasıl izan öğrenir. Hoş, deveye boynun eğri demişler, nerem doğru ki diye cevap vermiş. Bunların doğru yeri kaldı mı?
***
Okullar açıldı. Ama ne açılmak. Çocuklarımızın yarısından çoğu artık imam hatipli. Sıkıysa gitme. Haziran'da düz lise biraktıkları okulları Eylül'de imam hatip olarak bulanlar şakınlık içinde olmalı. Memlekete imam yetiştirsin diye açılan imam hatipler şimdilerde memlekete çağdaş(!?) beyinler yetiştirsin diye her köşe başında. Eğer puan tutturup adam gibi bir okula gitmiyorsa çocuğunuz bilin ki ya imam ya hatip olmaya zorlanacak. Arada bilim de öğrettiklerini iddia ediyorlar ama kanmayın. Fen 4 saat, Matematik 6 saat, Güzel Sanatlar 2 ve toplam Din dersi 7 saat. İkiye bölmüşler, birinden kaçarsan diğerine yakalan diye. Din dersine karşı olan yok. Ama ona 7 saatse, Fen'e 14 saat, resim müzik te bir o kadar olmalı değil mi?
Açılan okullardan bir başka fotoğrafta, çarşaflı bir Türkçe öğretmeni bahçede salınıyor. Bunu kıyafet özgürlüğü, inanç özgürlüğü diye lanse etmek en büyük aymazlık. Eğer derdin demokrasi ise, senin sınırların benimkilerle sınırlı olmalı. Senin sınırını aşmamı istemiyorsan benim sınırımı aşmayacaksın. Okul dediğin körpe fidanların serası. Işığı da, ısısı da, gübresi de kontrollü olmalı ki, adam gibi nesillerin tohumu atılsın. Ha 7 yaşındaki bebenin başına rahle önünde sopa çalmışsın ha ona çarşaflı hocayla Türkçe öğretmeye kalkmışsın, farkı mı var? Okulda, kamu kurumlarında dini semboller olmaz. Buna hak, demokrasi diyenler en büyük haksızlığı yapmaktadırlar. Eğer çarşaf giyeceksen öğretmen olmayacaksın bacım.
Benim dükkan Ataşehir'de yeni açılan Anafen'in karşısında. Birkaç gündür olan biteni gözlemliyorum. Herşey pek güzel, modern,vs. Zarf iyi yani ama mazruf şüpheli. Bahçede kızlar erkekler ayrı ayrı, kadın öğretmenlerin etekleri yere kadar, çoğunun başı bağlı. Bugün Cuma namazı saat 14:00 sularındaydı, yani ders vakti, saydım tam 21 erkek öğretmen yandaki camiye namaza gittler hep birlikte. Dönmeleri 1 saati aldı. Alan razı satan razı diyeceksiniz, haklısınız ama asıl iç acıtan da bu değil mi? Ve bu okulun ana beden eğitimi etkinliği ne biliyor musunuz? Beyzbol. Hani şu Amerikan menşeeli, sopa, top, eldiven üçlüsü. Çocuklar ellerinde beyzbol eldivenleri birbirlerine top atıp tutuyorlar. Henüz sopalar ortaya çıkmadı. Çıktığında neler olduğunu bir bir anlatırım, söz. Galiba TOKİ yeni bir atılımla Taksim'e Beyzbol sahası yapmayı planlıyor, haydi hayırlısı.
Okul deyince bakan beyin çocuklara dağıttığı şiir kitabına değinmeden geçmek olmaz. Türk şiirinde adam gibi yeri olan, 1987'de henüz bu bademler çiçek açmamışken bu Dünyadan göçüp giden bir şairin, Cahit Zarifoğlu'nun, o günlerin anlam ve önemine binaen yazdığı bir şiir kitabını, güncel siyasete alet ederek, masum çocuk beyinlerine cihadı, savaşı işlesin diye kullanmak ancak bu aklını peynir ekmekle yemiş güruhun işi olabilir. Bunların densizliği yüzünden bir koca şair bile sorgulanmaya, eleştirilmeye başlanabiliyor ne yazık ki. Oysa şaiirin günahı ne? Günah bunların eline o mazbatayı verenlerde.
Epeyce uzattık memeli Salih'e yer kalmadı. Yalamaktan ve yalanmaktan kendini kaybetmiş bu insanlık fukarasını artık hayvan yerine bile koymuyorum. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan YAĞMA YAĞMUR - 1 |
|
Sonbahardan önce daha yaz bitmeden yağmurlar başlamıştı. Tam bir haftadır sabahleyin biraz ara veriyor ama öğleden sonra başlayıp bütün gece durmadan yağıyordu. İnsanlar evlerinde hapis kalmıştı. Kimse fındıklıklara, mısır tarlalarına giremiyordu. Hayvanlar tam bir haftadır ahırlarına gün yüzü görmemiş iyice huysuzlanmışlardı. Sokaklar kırmızı, özlü bir çamura dönmüştü. Basınca ayakkabınız çamurun içinde kalıyordu. Mevlüt Dayı evin içinde deli divane dolanıp duruyordu. Sabahtan beri içtiği çaylar on bardağı bulmuştu. Sigarayı da geçen ay bırakmış. Sigarasızlık öyle vuruyor ki başına. Utanmasa Evin duvarlarını tırmalayacaktı. Sigara bulabilse belki yeniden başlayacaktı. Ama hepsini yırtıp atmıştı. Bir iki kez hanımına çıkışır gibi oldu. Kadın aldırmadı. Yok yere kavga çıkarmaya bahane aradığı ayan beyan ortadaydı. “Yeter ama,” dedi. Yetti artık. Burama kadar geldi. Bütün gök boşalsa yine de durmam. Hayvanlar da aç. Huysuzlanıp duruyorlar. Arabaya öküzleri koşuyorum. Sakın kimse ağzını açmasın. Çıkın, bana yardım edin çabuk,”dedi.
Gelinlik çağda iki kızı vardı. Öteki ikisi daha küçük… Bir de el bebek, gül bebek tek oğlan… Ahır kapısının yanındaki askıdan eski ceket, palto, hırka ne varsa üzerlerine aldılar. Kızlar avluya çıktılar. Arabanın üzerindeki boş bir küfeyi, yarısı dolu bir çuvalı alıp avlunun kenarına bıraktılar. Karısı ile kendi ahıra girdi. Öküzün birini yularından çekip bahçeye çıkardı. Yağmura rağmen ahırdan çıkan hayvan keyiflendi. Sonra öteki öküzü çıkardılar. Kızlar eski giysileri başlarının üzerine çekmiş öyle bekliyorlardı. Babası bir şey derlerse hemen koşacaklardı. Boyunduruğu öküzlere geçirdiler. Zelveyi bağladılar. Hayvanların önce biri yekindi. Öteki kımıldamayınca attığı adımı gerisin geriye yerine aldı. Mevlüt Dayı, hanımına ve kızlarına başıyla girin içeri, yağmurda durmayın, diye bir işaret yaptı. Kızlar içeri girdi, ama karısı yerinden kıpırdamadı. “Bu adam resmen delirmiş, diye mırıldandı. Bu yağmurda nereye gidecekse?
Öküz arabası bahçe çitinden çıkıp arkaya mısırlığı doğru yürüdü. İki yamacın arasında sadece kağnıların geçebileceği genişlikte bir yol vardı. Kağnının tekerleklerinin gıcırtısı ıslak havayı doldurdu. Fındıklıklardan, karşıki yamaçtan yankılanıp geri geldi. Köpekleri Çopur da arabanın peşine takıldı. Eski meşin gocuğun yakalarını başının üzerine kadar çekti. Öküzler bildik bir yolda kendi başlarına gidiyorlardı. Üvendireyi dürtmek, hayvanlara vurmak bile gerekmiyordu. Köpekleri Çopur da nereden çıkıp geldiyse arabanın peşine takılmıştı. Uzaktan bakınca Mevlüt Dayı’yı insana benzetmek mümkün değildi. Yolda öküzlerin arkasında kocaman bir karartı gibi yürüyordu. Arnavut’un bahçesinin başındaki dere beton büzden ileriye fışkırarak akıyor, hatta önünde gölleniyordu. Bunu görünce morali biraz bozuldu. Burası böyleyse, Çavlan adamı götürürdü.
Çamurlaşmış yolda öküzlerin ayakları gömülüyordu. Tekerlekler çamuru bıçak gibi keserek iki derin çizgi çiziyorlardı. Kızılağaçlarla kaplı yolu bitirip Teke Gölü’ne doğru tırmanırken milyonlarca yaprak, dal, ağaç, ot harmanından biraz sıyrıldı. Mahalleye, evlere ve Çayırlı köyüne doğru baktı. İçi aydınlandı, yüreği hafifledi. Günlerdir yağan yağmur gölün yatağını iyice bitirmiş, aşağı kenarlardan Hacı Nuri’nin fındıklığı boyunca akmaya başlamıştı. Kurbağalar gölden çıkıp çimenlere dağılmıştı. Böyle bir şeyi hayatında ilk kez görüyordu. Önce Çavlan deresinin öte yakasına geçip gürgenlikten yakacak odun alacaktı. Dönüşte de ahırdaki hayvanlara kenarlardan taze mısır biçerdi. Bütün ağaçlar, kuşlar susmuştu. Bütün sesler yağmurun kucağından dökülüyordu. Her yerde yapraklara düşen damlacıkların sesi vardı. Derelerin şarıltısı ve çavlanın gürlemesi. Öyle bir gürleme ki, kulakları sağır edecek… Yaklaştıkça bütün sesler siliniyordu. Çavlanın aşağısındaki dereyi görünce Mevlüt Dayı kendi deliliğinin boş olduğunu anladı. Çavlan hepten tepesi atmıştı.. İpten kazıktan kurtulmuş bir deli ancak öfkelenebilirdi. Taşları paralamaya çalışan dere su gibi değil sadece bulanık köpükler olarak akıyordu. Gürgenliğe geçmeyi aklından silip attı. Hatta derenin kıyısına bile yaklaşmadı. Oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi yarım kalmış hevesiyle gerisin geriye döndü.
Hayvanlar için mısır biçerken iyice sırılsıklam olmuştu. Bunu çok dert etmiyordu. Nasılsa bir saate kalmaz soba başında olur, üstünü değişirdi. Hava ılıktı ve üşütmüyordu üstelik. Yeniden yola koyulduğunda mısır tarlalarının arkasındaki evlerden sesler gelmeye başladı. Birileri ağlıyor, feryat figan ediyordu. Yağmura rağmen, arabanın tekerlek cayırtısına rağmen sesler gittikçe çoğalıyordu. Öküzlerin yularını bir ağaca bağlayıp o tarafa doğru koştu. “Koşun, yetişin, yavrum ölüyor. Koşun yetişin gitti, gitti…” Yağmurdan sırılsıklam olan adam çamurlara bata çıka koştu. Köpek öne fırlayıp ondan önce mısırların arasında gözden kayboldu. Dizlerinde dermen tükeninceye, ciğerleri tıkanıncaya kadar koştu. Evlere yaklaştıkça sesler azaldı. O zaman yanıldığının farkına vardı. Sesler yukarıdan geliyor, ama onun koştuğu yerde yankılanıyordu. Yeniden yukarıya doğru koşacak gücü kalmamıştı. Yağmura, çamura aldırmadan olduğu yere çömeldi. Bir iki dakika geçti geçmedi yeniden koşarak öküzlerin yanına döndü. Hayvanların bağını çözüp arabayı yokuşa doğru sürdü. O ne kadar telaşlanırsa telaşlansın öküzler hiç aldırmıyorlardı. Köpek hala geri dönmemişti. Belki de çoktan evin yolunu tutmuştu. Üvendireyi hayvanların sırtlarına dürttü. Yine de hızlanmadılar. Yokuşu çıktıkça kadınların sesleri iyice dayanılmaz çığlıklara dönüyordu. Başını çevirip yukarıdaki evlere baktı. Yokuş bitecek gibi değildi. Daha yarısındaki eriğin yanına bile gelmemişlerdi. Ah bir de ne olduğunu anlayabilse.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu ANNEMİ ANLAT, DEDİM KALEMİME |
|
Kim, seksen sekiz yıllık ömrünün en güzel meyvelerini sorsa, tereddütsüz: “Üç oğul, yedi torun, üç de küçük torun” der; çünkü binlerce fidanı, meyveye çocukları geleceğe umutla baksın diye dönüştürmüştür.
Ömrünü çorağı bitek yapmaya adamış; taşlı tarlalarda cennet bahçeleri yaratmıştır. Ağaçları meyveye durduğunda, bağları üzüm dolduğunda devlet, bağını bahçesini elinden alıvermiştir. Acısını içine akıtmıştır da “Ne bilsin onlar bir fidanı yeşertmenin sevincini” deyip de yürümüştür yoluna. Altmışından sonra yeni kıraçlar aramış, yeni fidanlara can suyu vermiştir. Bir asrı çoktan devirmiş avlumuz, onun sayesinde hâlâ şebboy, mercan köşkü, fesleğenler, gül kokularıyla karşılar bizleri.
Çocukluğumda sık sık hastalanırdım. Bütün gün tarlalarda çalışır, geceleri başımda nöbet tutardı. Bu yüzden Dağlarca’nın dizelerine ilk okuyuşta vurulmuştum.
“Üfleme bana anneciğim korkuyorum,
Dua edip geceleri
Hastayım ama ne kadar güzel
Gidiyor yüzer gibi vücudumun bir yeri.
...
Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum,
Ağlıyorsun, nur gibi.
Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,
Büyüyor göllerde kamış
Fakat değnekten atım nerede,
Kardeşim su versin ona, susamış.”
Oysa ben onun ağladığını hiç görmemiştim.
On bir yaşımda ayrılmıştım ondan. Öğretmen okulu sınavını kazanmıştım. Tatillerin birinde sevgi arsızlığım tutmuş:
- Sen beni sevmiyorsun, demiştim.
Şaşırmıştı.
- Arkadaşlarımı anneleri okula uğurlarken ağlarmış. Senin, benim arkamdan ağladığını
hiç görmedim ben.
Saçları okşamış:
- Seni okula gönderemeseydim ağlardım. Keşke tüm anneler çocuklarını benim gibi
okullara gönderebilse. Sen de kardeşlerin de benim sevincimsiniz. Dönüşü olan ayrılıklara ağlanmaz, demişti.
Yıllar sonra ağlattılar onu. Bağını bahçesini aldırdığı devlete isyan etmedi; ama 26 yaşındaki torununu bir serseri polis kurşunuyla toprağa verince çok ağladı. Hele yargı, o polise gereken cezayı vermeyince daha çok ağladı.
Bir çift öküz, iki üç koyun, üç dönüm tarla sahibi olmanın varsıllık sayıldığı yıllarda bir
üvey anne, bir üvey baba evine gide gele büyümüştü.
Annesi: “Bir gözüm gördü bir gözüm görmedi. Ölürsem kimseler tutmaz elinden” deyip
on beşinde gelin etmişti. Çeyizi bir şişe zeytinyağı, bir eski yatak ve yorgandı.
Yok, deyip yakınmamış, el açmamıştı kimselere. Gecesini gündüzüne katmıştı. Başkaları bir çalışırken o üç çalışmıştı.
Su yok.
Kuyudan sırtında su taşımıştı.
İsli ocakları üfleye üfleye tutuşturmuştu yuvasının ateşini.
Kimlerden öğrendiyse dikiş dikmeyi öğrenmişti ayaksız dikiş makinesinde. Onca işin gücün arasında dikişle aile bütçesine katkıda bulunmaya bile zaman yaratabilmişti. Kazanlarda küllü sular kaynatıp yıkamıştı tütün katranlı giysileri. Çocuklarına yamalı giydirmiş; ama asla kirli giydirmemişti.
Okul sıralarında dinlediği öğretmeni hiç olmamıştı. Ondan bundan öğrenmişti okuma yazmayı. Bu yüzden harfi harfe, heceyi heceye tam çatamazdı. Bulup buluşturduğu dua, masal ve öykü kitaplarını uzun kış gecelerinde gaz lambasının ışığında yüksek sesle heceleye heceleye okurdu.
- Ah, ah güzel gözlerim görmüyor, gelin hele bakın şuna, derdi.
O hecelerken ben de hecelerdim herhalde ki daha beş yaşında söküvermiştim okuma
yazmayı.
Okul yıllarım başlayınca “göz bahanesi” daha da sıklaşmıştı.
- Gel oğul, oku da anneceğin öğrensin. Cahillik kötü. Bana bunu okunsan bak sana ne
vereceğim!
Gittiği bir konuklukta kendisine sunulan bir beyaz halkalı şekeri veya lokumu yemeyip bu
oyunlar için alıp getirdiğini bilirdim.
“Tamam öyleyse. Bunu okuyacağım. Gece evimize girmesin diye akrep ve yılan dualarını öğreneceğim.”
“Meleklerin, evimizi kötülüklerden koruması için yatağa yatınca dualarımı okuyacağım. Ama sen de bana masal anlatacaksın.”
Masallar anlatırdı annem. O an uyduruverirdi birçoklarını. Hansel ve Gretel onun diline “Tan Tan Kabecik” olup nerden düşmüştü, hâlâ çözebilmiş değilim”
Kızım dedi gelinlerine. Kimselerle kıyaslamadı onları. Hâlâ dökme sularla yetiştirdiği sebzeleri “Ona çok verdi, bana az demesinler” diye kendi elleriyle vermez:
“Girin, bahçeye, ihtiyacınız neyse alın!” der onlara.
Her gece altmış sekiz yıl hiç küsmediğin, küstürmediğin; ağır söz duymadığın, söylemediği soluk yoldaşıyla helalleşip yatan annem, üç yıl önce eşini kaybedince birden kanadı kırık kuşa döndün. Nice yıkıma acıya direnen beynin ve kalbin derinden sarsıldı.
Canım Annem, bana bu dünyaya bir canlı sunan tüm annelere saygı duymayı, baskıya, sömürüye başkaldırmayı, yalana talana karşı durmayı sen öğretmiştin.
Bugün sana geleceğim.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Başka Diyarlar |
|
Ezgi, pencere önünde oturmuş dışarısını seyrediyordu. Yağmur usul usul yağıyordu. Rüzgar, karşı kaldırımda sıralanan akasya ağaçlarının dallarını sallarken, yapraklar dökülüyordu. İnce bir köy deresi gibi akan yağmur sularına karışan sokak çöpleri sürüklenip gözden kayboluyordu. Ezgi, su gölcüklerinin üzerine düşen damlalara bakarken derin bir nefes aldı. Canı çok sıkılıyordu. Kış geliyordu ve artık bahçeye çıkamayacaktı. Renkli şemsiyelerle sokakta yürüyen insanları görünce, daha da hüzünlendi. Tek arkadaşı koltukta oturan Sisi adını verdiği kuklasıydı. Arkasını dönüp kuklasına seslendi:
-Sisi, yine o koltukta oturmuş ne düşünüyorsun öyle? Yanıma gelip yağmuru seyretmek ister misin?
-…
-Peki, gelme. Ben de çok sıkılmıştım zaten. Annem hava kararmadan eve dönse iyi olacak, yoksa yine elektrik düğmesine benim basmam gerekecek. Hey Sisi, duydun mu beni? Elektrik düğmesine basmama yardımcı olursun değil mi? Hani geçen şapkanı uzatıp açmıştın ya lambayı? Annem çok şaşırmıştı senin yaptığına?
-……
-Aaa bak! Pencereye güvercin kondu. Gördün mü Sisi?
-…
-Zavallı kuş üşümüş olmalı dışarıda. Bir kuşun kanatları ıslanırsa uçamaz değil mi Sisi? Uçamazsa gidemez istediği yere, ağaçlara, ormanlara, çok uzaklara? Gidemez sevdiklerinin yanına. Belki de hayatına küser sonra. Uçmak onların hayat kaynağı, amacı değil mi Sisi? Kuş olmak güzel olmalı! Ne dersin Sisi, ben de bir kuş olabilir miyim? Ne güzel olurdu? Duydun mu beni?
-…
-Uçmak diyorum Sisi, yürümek değil! Benim istediğim aslında bu işte! Gitmek istediğim her yere uçarak gitmek… Kuşlar gibi masmavi gökyüzünde süzülmek, kırların yeşilinde rüzgarla yarışmak… Yorulunca konmak, hiç kimsenin erişemediği dağ tepelerine, deniz kenarının en sığ koylarındaki kayalıklara ve oralarda seyretmek güneşin doğuşunu ve batışını… Ne güzel olurdu değil mi Sisi, istediğim yerlere uçarak gidebilmek?
-………..
-Merak etme seni de yanımda götüreceğim. Kollarını bir iple bağlayacağım boynuma. İkimiz beraber gideceğiz bambaşka diyarlara. Ben yeni arkadaşlar bulurken sen de tanırsın bambaşka kuklalar. İstemez misin Sisi ha?
-…
-Peki, tamam. Sadece hayal kurmuştum, bir anlık bile olsa mutlu oldum. Sandalyemden kurtulamayacağımı biliyorum Sisi. Başka arkadaşlar bulamayacağımı da? Sen benim en iyi arkadaşımsın. Gel de sarılayım sana. Seni seviyorum Sisi. Canım kuklam.
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Tweet’ine Tweet’ine Tweet’ine Bandım... |
|
“Gezi” ile Genç Fidanlar’ın birer ikişer hayatını kaybetmesi yüreğimi öyle yaralamıştı ki “Dönülmez Akşamın Ufkundayız...” başlıklı yazımı yazdığım 14.Haziran.2013 tarihinden beri elime klavyeyi alamadım. Klavye hep önümde ama parmaklarım bir türlü tuşlarla buluşamıyordu. Temmuz, Ağustos derken ve o yürek acısı hiç bitmez iken, Eylül hüznüyle bir kez daha sarsıldım. Çok sevdiğim ve hastalığını bildiğim Sevgili Esin’in uzak diyarlardan gelen acı haberi de hüznüme hüzün kattı. Bir gün onu da “Portreler” başlığı altında yazdığım yazılar benzeri sizlerle tanıştırmayı arzu ediyorum.
Yazılarıma bu kadar ara verince; “Bari, gerilerden usul usul günümüze döneyim” dedim. O tarihlerde şöyle bir haber okumuştum :
“Sosyal paylaşım siteleri ile ilgili yürütülen çalışmalar varmış. Halkı tahrik eden, yalan haberlerle halkı kışkırtmaya, hatta toplumsal olaylara mal ve can emniyetini sıkıntıya sokacak eylemleri yönlendiren gerek twitter, gerek facebook gibi sosyal paylaşım siteleri üzerinde çalışmalar yapılacakmış. Daha önce İzmir’de böyle bir çalışma yapılmış, şimdi diğer yerlerde de bir çalışma olacakmış. Elbette bu konularda ayrı yasal düzenlemelerin de yapılması gerektiği düşünülüyormuş. Çünkü toplumu bir anda yalan yanlış haberlerle Gezi Parkı olaylarında olduğu gibi yönlendiriyorlarmış. Bunlarla ilgili operasyonlar sürecekmiş.''
Binlerce insanın üstüne gaz bombaları döküldü, çadırlar sopa eşliğinde söküldü, belediye tarafından göstermelik 3-5 çiçek dikildi. Tam ortalık güllük, gülistanlık derken zeka kumkuması vatandaşın biri durdu, eli cebinde AKM’ye baka baka saatlerce dikeldi...
Hani sınavda; “Hocam, biz oralara çalışmamıştık ama...” diye feryat eden sınav çocukları gibi ezber bozuldu. “Kafayı yemiş herhalde..!” diyenler oldu. Orasına baktılar, burasını didiklediler; gaz maskesi, deniz gözlüğü, limon, krem, su gibi anarşik ürünler bulamayınca suratlar indi, ikiz kardeşler olan “bet” ve “beniz” soldu. Hatta; birilerinin her zaman olduğu gibi gözleri doldu ve “8 dakikaya kadar yeterli, fazla dikelmenin sonu fıtık” diye yeni bir vecize buldu...
“Diren” sözcüğü de bu vesile ile “Duran” halini aldı, fıtık olanlar da “Duran” adamlara inat olsun diye “Kuduran” adamları ortalığa saldı, Pala’sını kapan kadın-erkek demeden “Duran” insanların arasına daldı. Karşı “Duran” insanlar için türlü türlü fezlekeler ( hatta tez-lekeler hızı ve kopyala-yapıştır biçimiyle ) düzenlenirken “Kuduran” adamlara ya “Sokaklarda Serbest Dolaşım Vizesi” veya “Kınama” cezası kaldı, böylece %50’nin ağzına verilen bir parmak baldı, kimse yemedi elbette haybeye mi “tencere-tava” çaldı ? Düşişleri’nin yürüttüğü ama sıfırın yerini yanlış bellediği SDSS ( Stratejik Derinlikli Sıfır Sorun ) politikasında toplanan ise sadece naldı...
Olimpiyat hevesleri de “Ooolum bi yat” haline gelince bazıları iyice bunaldı. Tokyonun yanında takunya zaten bir hayli banaldı. Orkestra kızdı; “Kınama” cezasına nispet “Kına” cezası havaları çaldı. Kınasını yakan oynamaya daldı, ee tabi stoklar tükendi ithalat kaçınılmazdı. Hele ithalat lafını duyan dolar için “2 TeLe” bandı dayanılmazdı. Benzin zaten azdıkça azdı, o artık litresi “5 TeLe” olan bir çeşit gazdı.
Gerçekleri açık-saçık yayınlayan malum medyaya göre birileri yine tarih yazdı. Nasılsa haberleri okuyanlar ördek, dinleyenler kaz’dı. Cari Açık; eskiden bir enkazdı. Yersen eğer; şimdilerde Büyüme Endeksi’nin Borçlanma Paritesi’ne desteğinin kırılma noktasına dayanmasıyla, dış piyasalardaki olumsuz hava karşısında takındığı bir çeşit nazdı. Adeta; ihracat avanak, ithalat ise kurnazdı. Ekonomi; tıkır tıkır çalınan bir saz, işsizlik için söylenenler caz, bir türlü beğenmeyenler takımının makamı ise sadece Hicaz’dı...
Tweet’ine Tweet’ine Tweet’ine Bandım...
Bedava mı sandın, para verip aldım...
Tweet’ine Tweet’ine Tweet’ine Yandım...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : H.Senday Özdamar |
KİRLETİLMİŞ YAŞAMLAR
“Canım Babam Ahmet Necmettin ÖZDAMAR’In Anısına"
Anaforlarda saklıdır yaşamın gerçeği
Yarını olmayan yalnızlıkların içinde savrulan
Yitirilmiş benliklerle durgun akan nehir örneği
Söz verilipte tutulmayan bugünler geleceğin simgesi
Lâvlardan fışkıran kor alevler örtmez ruhumuzdaki ateşin
Sancılanan rengini
Ruhu uçmuş yaşamlar uçsuz bucaksız denizlerin uğultusu ile
Yankılanmakta karışmış gökyüzünde
Beyazın kırmızıyla üleştirmesinde olduğu gibi
Alıştık sayılır artık kendimizle dost olmaya
Dost bildiklerimizin bizi arkamızdan vurmaları
Erdemin yüceliğini anımsatarak ana rahminde büyüyen
Bir bebeğin canlılığını korumakta
Direngen kişiliklere gereksinim duyarak
Mücadele etmek gerek
Bu ölgün kişiliklerle
Yarı yolda kâğıtla buruşturulup bir kenara fırlatılmış yaşamımız dorukların tepesinde erimiş buzul örneğidir, sanki. Unutmuşuz geceyi, gündüzü, dinmeyen gürültüsünün evrenin. Uyuyoruz buğulu gözler içinde küçük bir çocuğun masumiyetinin kanatları altında. Böylece devam ediyor yolumuz sınırsız keşmekeşliğin bizi yönlendirmesinde çizdiği harita gibi.
Heyhatların içinden yankılanıp geliyor sesimiz, “Sisfos Söylencesi” ndeki gibi en tepeye çıkıp en aşağıya inmek şeklinde seyretmekte yaşam, düş kırıklığı ve tutku, iniş çıkışlar sırasında yaşanan derin sarsıntının yoğunlaşmasından doğmakta ve bununla birlikte yaşamın doğallığı çocukluğunda yatmakta bireyin. Ebeveynlerin tutarsız davranışlarının etkileri çocuklarının kişilik izleklerine dâhil edilmekte, böylece herbiri gölge oyunundaki gibi gerçekleştirilmeyi bekliyor. Bilinçdışına itilen ve orada tutulan dürtüler, istekler, anılar ve duyguların bilinç düzeyine çıkması genellikle benlik tarafından kabul edilmez, çünkü üstbenlikçe yargılanarak yasaklanan ve benliğe acı, bunaltı veren öğelerdir, bu nedenle bastırılarak bireyin beyninde iz bırakırlar, karşı cinse yönelik aşırı çelişkili tutumların geçerliliği ile bilinen ve uygun olmayan özdeşim belirtileri gösteren “ödipus karmaşını” örnek verebiliriz.
Hüzünlü bir duygusal düşüncenin bakış açısı olan bir gölge oyununda yalanla gerçeğin birbirine ait olguların olmadığı saptanarak varlığın değişik görünümlerinin oldukları geçerlilik kazanmıştır. Oysa bireyin geçmişinde uğradığı düş kırıklıklarını kabullenmek zorunda olması gerektiği benimsetilerek basit arzulara ve dürtülere dayanan sevginin uyumsuzluğu göz önündedir, artık. Bu yüzden sorunumuz, “sevgi” nin “öteki” ile kurduğu iletişiminde elle tutulur gözle görülür somut yaklaşımlar içinde açık ve net olması gerektiğidir, birey’in en büyük kavgasının “sevgi” yi bilinç düzeyine getirmekle birlikte onu eylemleştirme işlevinde gerçekleştirip gütmesidir.
Sevgi bilincini algılama duyarlılığında keşfeden birey yaşamın içsel devinim güzelliğine sahiptir. Bu amaç doğrultusunda; yaşamın odak merkezinde “öz güven” duygusunun ruhu sarmallıdığı davranış niteliğinde yatmaktadır, kendisinin ne istediğini bilen bireyin bilinci “öteki” nin kendisine karşı yönelttiği zorbaca tutumlardan dolayı “kişilik hakları” nı koruyarak değerli olduğunu duyumsamak isteyecektir.
Birey kendisi dışında “dostluk” kuran bir varlık olarak içinde yaşadığı evreni kendine uyarlamaya çabalamaktadır, evrenin kendisiyle çelişik yönlerini yok etmeye çalışıp kendi iç düzenini de yenileyerek yaşamla arasındaki yabancılaşmayı önlemek isteyecektir.
Peki, o zaman bu dönüşüm ile birlikte “insanlaşma” ne zaman yolculuğuna başlayacaktır? Bireyin “içindeki ben” ile “ötekinin beni” nasıl bütünleşecek? İşte, insanlaşma sürecinde insanca yaşama gerçeği için birey doyurulmamış duyuların etkileşimi ile birlikte davranmayarak ( örnek olarak; açgözlülüğü, adamsendeciliği, işine geldiği gibi davranma, menfaat severliği) evreni yönlendirmeye ve “Ben bir bireyim” dik duruşunu sergileyip “Benlik Haklarını” savunmayı uygulamayla ortaya çıkacaktır.
Duyularının esiri altında ezilmiş bireylerin davranışlarıyla bilinçlerini “birey olma” yönünde kullanmış kişiler arasında yaşanan ikilemler ve çelişkiler, bireyi yalnızlaştırıp ölümün sessizliğini ve durağanlığını havada savrulan bir toz bulutu gibi yok olmasına nedendir.
“Öteki” ni sürekli tehlikeli bir oyuncak olarak kalıcı kılıp yaşamı bir amaç olmaktan çok araç gibi görmesi “insanlaşma süreci” nin bir simgesi sayılan “ sevgi” yi satın alınıp kullanılan bir madde biçiminde kabul etmekten geçmektedir.
Hâlâ, bu yüzden, “sevgi” yi anlamayan, niteliksel değerinin bilincinde olmayan bireylerin yeryüzünü emeği ile birlikte biçimlendirmesi olası değildir, olanaksızdır.
H.Senday Özdamar
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
YAZMA SANATI
Ulysses’i okuyorum. Dublinliler’in yazarı da olan Joyce, özgün kalemiyle güzel kurgular yapmış.
İyi yazar olup, başarılı yapıtlar sunabilmenin en önemli kurallarından biri; iyi bir okuyucu olmakla beraber, iyi bir gözlemci de olmaktır. Bu anlamda Capote, Flaubert, Çehov, Turgenev, Rilke, Shaw, Faulkner iyi kalemler olarak aklıma gelen ilk isimlerdir.
Yazar olmak hayal etmekle başlar. Kafanızda oluşturduğunuz konu ve kahramanı kısa sürede ete kemiğe büründürdüğünüz zaman gerisi bir su gibi akar gider.
Yazma sanatında benim karşı çıktığım en önemli şeylerden biri, uzun uzun düşünüp saatlerce not almaktır. Bir şey yazmaya karar verdiğiniz zaman, hiç düşünmeden hemen yazmaya başlayın, ilk kelime, ilk cümle derken satırlarınız dolacak ve kitabınız basılacak hale gelecektir. Yazma sanatında, insanların yaptığı en büyük hata; erteleyip, sonra yazarım demektir.
Ertelemeden duygularımı anında kaleme alsaydım, şimdi kim bilir daha ne çok yazım olurdu.
Bir de kağıt, kalem. Otobüste, vapurda yanınızda küçük bir defterle, bir kalem muhakkak olmalı. İlham aldığınız herhangi bir martıyı, hemen satırlarınıza ekleyesiniz diye. Sonra duygu geçişleri yaşayacağınız için aynı duyguyu tekrar yakalamanız imkansız olabilir.
Ve insanların ne dediğine bakmadan yalnız kalmak ve okumak. Kimi sizi yadırgayacak, normal değil diyecek, kimiyse pısırık. Ama siz onlara aldırmadan okuyun ve yazın!
Yıllar önce Eınstein’a, Edison’a, Capote’e bu okuyamaz denilmiş ve okuldan uzaklaştırılmıştır. Sonra, yıllar sonra bu insanların üstün zekalı olduğunun farkına varılmış ve insanlık tarafından hak ettiği değere yükseltilmiştir.
Bu da insanların, çocukluk yıllarında sahip olduğu tavır ve davranışlardan dolayı, onların normal olup olmadığı hakkında, hüküm vermememiz gerektiğini gösteren örneklerden biri..
Ve yazarın, sanatçının başarısından bahsettiği zaman, unutmadan geçemediği ilk rehberi öğretmenidir. Gerek ailenin eğitimsizliği, gerekse aile ortamının kalabalıklığından dolayı, çocuğunun yeteneği fark edilememiş olabilir. Bu durumda çocuğu yönlendirmek yetenekleri doğrultusunda gelişmesini sağlamak sınıf öğretmeninin görevidir.
Geçmiş tarihteki isimlere baktığımız zaman, yeteneklerini ilk keşfederinin öğretmenleri olduğunu söyleyenler olduğu gibi öğretmenlerini örnek aldığını söyleyenler de çoktur.
İyi bir yazar olmanın başka bir sırrı ise; çok okumak ama okuduklarından etkilenmeden, çalmadan kendi üslubunu oluşturabilmektir.
Bu anlamda, bir çok yazarın hayatını okudum. Hangi yazarları okumuşlar, hangi kitapları tavsiye ediyorlar, nasıl yazmışlar? Öyle ki yazarken çay mı içmiş, yoksa kahve mi buna kadar araştırdım.
Ve sonuçta şuna karar verdim. Her yazarın kendine ait bir çalışma üslubu var.
Çoğunluğu yalnızlığı tercih edip, bir köşeye çekilerek yazdığı gibi kimi de çok çocuklu bir ailede, çocukları uyuduktan sonra yazmayı tercih etmiştir.
Kimi bir kitabı irdeleyerek altı yılda bitirmiş, kimiyse Kafka gibi bir gecede yazmıştır.
Bazısı yazmayı ciddi bir iş olarak görüp, iş yerine gidermiş gibi giyinip çalışma odasına geçmiş, Emile Zola gibi. Kimi de Capote gibi koltuğunda oturarak ya da yatağına uzanarak yazmıştır.
Benim de çok vardır öyle uykulu olarak aldığım kısa notlar. Ya da kantin köşesinde çalan o gürültülü müziğin ortasında karaladığım satırlar.
Ve her yazarın sahip olduğu korkulular. Uğursuz günler, kara kediler. Bu saplantı mı yoksa yaşamın gerçeği midir bilmem ama benim de vardır böyle korkularım.
Gün ışığından hiç hoşlanmam mesela asla perde açık yazamam, loş ışık ya da karanlık olacak oda. Yaz aylarında fazla yazamam bu yüzden. Yazmak için en uygun mevsim kıştır benim için. Kar yağacak ve muhakkak bir odun sobası. Onun yanında uyuyan bir kedi de hiç fena olmaz.
İnsan ne çok şey yazar bu uzun soğuk kış gecelerinde…
Yazmak böyle uzun, karmaşık bir serüvendir işte. Kimi bunu hiç bir menfaat beklemeden, ünlü olmak istemeden yapar, kimi de ünlü oldum Nobel aldım artık yazamıyorum diye sitem eder.
Eğer amaç sadece yazmak ise karşılıksız, bir şeyler beklemeden yazmak en iyisidir. Zaten en güzel iyilik, insanı mutlu eden iyilik, karşılık beklemeden yapılan iyilik değil midir?
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
EĞİTİM SİSTEMİMİZİ ABDULHAMİT’E Mİ BORÇLUYUZ?
Böyle bir başlıktan bazıları gocunacaktır; ama aksi iddia edilse de Cumhuriyet, ‘Tanzimat Süreci’nin bir devamıdır.
İlk belirtileri savaş meydanlarında ortaya çıkan Batı karşısında geri kalmışlığını, Osmanlı, anlar anlamaz ‘Batı gibi olmaktan’ başka bir çarenin olmadığını doğru keşfetmişlerdi.
Adı resmen konulmayıp gizliden de olsa ilk, Batı gibi güçlü olma(batılılaşma), Lale Devri’yle başlar. Tanzimat’la sonunda Osmanlı devlet yönetimi, niyetini açıkça ortaya koymuştur. Tanzimat, batılılaşmanın cesurca atılan resmi ilk adımıdır.
Öncelikle askeri sistemde batılılaşmaya giden Osmanlı, Tanzimat sürecinde bunu diğer alanlara da yaymaya başlamıştı. Bu süreçte eğitimin çok önemli olduğunu anlayan Osmanlı devlet yönetimi, İkinci Abdülhamit döneminde bu alanda büyük adımları atmıştır.
Bu amaçla ilköğretimden başlayarak ‘Batı tarzı eğitim sistemini’ uygulayan İstanbul ve diğer büyük merkezlerin dışında Anadolu’nun önemli merkezlerinde de okullar açan Sultan İkinci Abdülhamit olmuştur. Bu okullarda yapılan uygulama bugünkü laik eğitim sistemimizin temelini oluşturuyordu.
Ancak Batı’nın aydın ve devlet adamlarımız üzerindeki güçlü etkisi, Osmanlı topraklarında o günkü ifadeyle güçlü bir’ hürriyet özlemi’ ve ‘milliyetçilik duygusu’nu kasırda gibi yaymıştı.
Abdülhamit’in açtığı ‘batı tarzı eğitim yuvalarında’ hürriyet idealleriyle Abdülhamit karşıtlığı oluşur ve oluşturulurken Batı’daki pozitivist akım gereği müthiş bir din karşıtlığı da gelişiyordu.
Bu bağlamda o dönemde Ziya Gökalp’in babasının oğlu için şu endişesi manidardır: “okursa dinsiz okumazsa eşek olur”. Gerçekten de dönemin eğitim sisteminin gençlik üzerinde etkin kişisi Abdullah Cevdet, Ziya Gökalp olmak üzere gençliğe din karşıtlığı aşılıyordu.
Aynı zamanda medreselerin ve eski eğitim sisteminin de devam ettiği bu süreçte henüz pek bilinmeyen Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Abdülhamit’in huzuruna çıkıp eksikleri ifade ederken ısrarla doğuda ‘fen ve din ilimlerinin birlikte tedris edileceği’ bir okul açmak istediğini bunun için kendisine imkan ve müsaade edilmesini ister. Zamanın katı bürokrasisinin yönlendirmesiyle Said Nursi’ye deli damgası vurulur ve bir süre hapse atılır.
Bediüzzaman’a, bugünkü üniversite düzeyinde böyle bir okul açmak ve açtırmak nasip olmaz. Ama onun takipçileri olan Nur Ailesinden hiçbir kimse ve grupta böyle bir hayali gerçekleştirmeyi hedeflerine koymaz. Hem sistem olarak hem de yapı olarak temelini Abdülhamit’in açtığı okullardan alan Cumhuriyet dönemi Batı tarzı laik eğitim sistemini çok güzel işleten okullar açarlar. Bunu, adımızı iftiharla cihana duyuracak şekilde tüm dünyaya yaymışlardır.
Dünya çapında gözde Cemaat okullarının var olduğu, Seçmeli Kuran ve Siyer derslerinin okullarda okutulmaya başladığı, ilahiyat fakültelerinde felsefe derslerinin kaldırıldığı günümüzde eğitim ve eğitim sistemimiz üzerinde derin araştırmalar yapılması gerektiğini özellikle vurguluyorum.
Okulları yaygınlaştırıp salt öğretim vermek yeterli oluyor mu acaba? Hedefimiz olan Batılılaşma, uygar ülkeler düzeyine çıkmada hangi aşamadayız biliniyor mu?
Medreselerinde devam ettiği Sultan Abdülhamit döneminde bir din alimi olan Said Nursi Hazretlerinin doğuda ve özellikle de din ve fen ilimlerinin birlikte okutulduğu bir okul kurma gayreti ve cesurca girişimi bizlere ne ifade ediyor? Yoksa asıl çözüm onun hayali mi?
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Serâzat Makâmı |
|
Koynunda uyumak istiyorum senin bu gece;
bir daha hiç uyanmamacasına,
öyle derin ve soluksuz ki,
okyanusların çığlık çığlığa koşuştuğu,
kayalara çarpan köpüklerden daha başıboş
ve hiçbir hüzünlü nâğmenin
değemeyeceği kadar mâhur.
Kollarıma sarmak istiyorum seni bu gece;
anne koynunda bir çocuk gibi değil,
bir erkek gibi;
çılgınca ve delicesine.
Yepyeni şarkılar yazmak istiyorum sana bu gece;
sefahat âlemlerine dalıp gitmiş,
gördüğü rüyâyı anlatır kadar
geçkin bir ruhla dolup taşan
ve olgunluğuna erişmiş
şarklı bir şâirin
titreten kelimelerinden
özene bezene
içli şiirler yazmak istiyorum
sana bu gece.
Bak,
duyuyor musun
radyoda Latin bir şarkıcı var.
Dilini anlamıyorum;
ama, aşktan ve devrimden bahsediyor gâlibâ.
Bu ezgiler, başka ne anlatabilir ki.
Ve içimdeki militan,
kırıyor hızla zincirlerini.
Mor dağlardan süzülüp gelen
ve oluk oluk çağlayan bir ırmak bu gece.
Yaklaşan devrimin çanları
çalıyor kulaklarımda.
Mustafa Kemal’imi görüyorum;
heybetli bir siyah kalpak
ve gri bir palto var üzerinde
ve ayak seslerini duyuyorum;
kafamın içinde çınlıyor.
O, ne büyük bir şimşektir Yâ Rabb;
mâvi gözlerinden
özgürlük kıvılcımları yükseliyor.
Seninle birlikte dinlemek istiyorum bu şarkıları;
hüzünlü, kederli ve mahzûn Latin baladlarını.
Seninle birlikte tanık olmak istiyorum,
Latin Amerika’nın direnişine.
Seninle birlikte görmek istiyorum;
unutulmuş, kendi kaderine terk edilmiş halkımın
emperyalizme attığı tokadı hatırlatan
bu halkların özgürlük ve bağımsızlık mücâdelelerini.
Selâm olsun yoldaşlara!
Selâm olsun Mustafalara, Kemallere!
Selâm olsun tüm direnişçilere!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|