|
|
|
Editör'den : İyi Bayramlar... |
Bakmayın başlığa, lafın gelişi o. Adettendir diye yazayım dedim. Yoksa ADİSC (Adamı Dinden İmandan Soğutma Cemiyeti) devrede olduğu sürece bize bayram haram. Oldum olası sevmem "kurban" adını. Bana başka başka şeyler çağrıştırır. Mesela bu aralar kendimi görmekteyim "kurban" olarak. Üstü sarı brandalarla kaplı, b.k kokulu barınakların arasında mel mel bakan küçükbaşlara benzetiyorum kendimi. Verilenle yetinen, fazlasını istedimi ümüğü sıkılan bir garip kurbanlık koçum bu aralar. Demokratik hakkımı kullanayım, azıcık daha tuz yalayayım istiyorum ama nafile. Sağımı solumu, sarı yeşil kırmızı boyamışlar, arkamdan "beran beran" diye çığırıyorlar, ne demekse...
Gevezeliğe gerek yok, yekten söyleyeyim. 19 Mayıslar, 23 Nisanlar yasaklanalı beri ben de kendime dini bayramları yasakladım. Vaktim ve param olursa sınır dışına kaçıyorum ya da yok sayıyorum. Ritüellerini zorunlu olarak yerine getirsek te özde değeri bitip gitmiştir. Kimse kusura bakmasın. O nedenledir ki, öncelikle laf olsun torba dolsun, bilahare bayramınız kutlu olsun.
***
Sabah arabada dinliyorum, ağlanç büloyla hık deyici taha söyleşiyorlar. Konu balyoz, ana konu pürü pak edilesi mahkeme üyeleri. Neymiş başkan seksenyedi senedir ordaymış, tetkikçinin yükü pek ağırmış, kılı kırk yarmışlar da içine bade koymuşlar, vesaire vesaire. Maksat hükümetin emriyle hareket etmediklerini ispat etmek. Bir Kuran'a el basıp yemin etmedikleri kaldı. Peki madem bu kadar hakkaniyetli imişler de, o vakit, aynı iddianame ile suçlanan, ilk mahkemede aynı gerekçeyle ve aynı delillerle aynı cezayı alan iki ardışık sıra sayılı hükümlüden birini delil yetersizliğinden serbest bırakırken, diğerini 18 yıl yatıran adalet anlayışını neden kimse sorgulamıyor. Ama adamlar iyi niyetliymiş, şerefliymiş, yürekleri vatan sevgisiyle doluymuş, at artık atabildiğin kadar.
***
Hükümetin yavşak yalaka bir kanalında, dekoltesi amcamızı gerdi diye bir kızımız işten atıldı duymuşsunuzdur. İşin garibi aynı televizyonun eskimiş liberali bir diğer yapımcısı da kanalı savunmak için kıza hakaret üstüne hakaret etti. Ne beceriksizliği ne de yeteneksizliği kaldı. Dön de bir aynaya bak be kadın. Gördüğünden utanmıyorsan biz senin yerine utanıyoruz bilesin. Hüseyin namlı yobazın arzusuna binaen örülen kaderin ağları bir gün senin de üstüne düşerse görürsün ebenin örekesini.
***
Hani bir zamanlar bir korkumuz vardı. "Şeriat geliyor." diye ödümüz patlar, parti kapattırırdık. Biri kapanır diğeri açılır, o korku hiç bitmezdi. Son yıllarda o korku yerini "Aman bunlar mı getirecek şeriatı, yemeyin bizi." ye bıraktı sağolsun. Uyuşturulup uyutulan, kendini kıllığa razı görenlerle bunu demokratik hak çerçevesinde değerlendirenler, bir kazanda kaynadı, hep beraber hoşaf oldu. Hoşaf oldu da, tatlı mı oldu? Ne gezer, acı mı acı, leş gibi bir tad. İşin tuhafı, uyanan da yok, hababam içiyorlar, hababam alkış tutuyorlar. UYANIN BRE KERİZLER!.. Şeriat geliyor diye korkmanıza artık gerek yok. ŞERİAT GELDİİİİ!.. Nasıl gelecek sanıyordunuz ki, işte anlı şanlı türbanı, çarşafı, ahlak bekçileri, içki yasakları, imamları hatipleri, cinsel istismarcıları, benden olmayan ölsün cihadıyla, ŞERİAT GELDİ HANIM, üç vakte kadar ya kapandın ya kapandın...
***
Artık eşeğin kulağına suyu kaçırdınız. Demokratik paketten çıkan tosun edebiyatını hela duvarına yazsan rağbet görmez aslanım. "Türk" sözcüğünden bu kadar nefret ediyordun da ne halt etmeye başımıza bela oldun. Alaydın eline silahı çıkaydın dağa. İlber Ortaylı'nın aylar önce söylediği, altını tüm kalbimle imzalayacağım sözleri şimdi daha bir anlamlı. Ne demişti Ortaylı? "Başkalarının etnik kimliğine eyvallah ama birileri Kürt'üm desin diye ben Türk'üm demekten vazgeçemem." Andımızı kaldırırken herhalde "Doğruyum, çalışkanım" kelimelerine takılmadılar. Takıldıkları "Türküm", yani yıllardır bu coğrafyada yaşayan, çeşitli etnik grupların bir bileşkesi olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olanı ifade eden Türk sözüne takılıyorlar. Ben Atatürk'ün "Türk" tanımından ırkçı kafatasçı bir anlam çıkarmıyorum. Çıkaranları da esefle kınıyorum. Hele Kürt halkına yüzyıllardır verilmeyen hakları kelimelere hapseden anlayışa hepten lanet ediyorum. Eğer amaç, bir başka bayrak, bir başka devlet, bir başka toprak altında yaşamak değilse, "Kürdüm ama Türküm" demek çok mu zul? Gerçekten ne istediklerini, hele bizimkilerin ne vermeye razı olduğunu bir öğrenebilsek hepten rahatlayacağız. İnşallah birgün kısmet olur öğreniriz. Haydi kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ISLANMADAN GİT ŞENAY -1 |
|
Bu sabah yağmur var. Camlardan aşağı kayan damlacıklar bazen birbirleriyle buluşup daha da hızlanarak gözden kayboluveriyor. Bunu bir filmde görmüştüm. Küçük bir çocuk otomobilin yan yan camından kayan damlacıkları içerden parmağıyla yakalamaya çalışıyordu. İrileşip hızlanan damlalar sürekli değişen çizgiler çiziyorlar. Tren hızlanınca çizgiler yana doğru uzuyor. Yavaşlayınca yeniden doğruca aşağıya...
Bu sabah yağmur var. Canım işe gitmek istemiyor. Evde oturmak bundan da beter... O kadın sıkış tepiş trende bir eliyle tavandaki demire tutunmuş öteki elinde tuttuğu kitabı okuyor. İmrenmemek elde değil. Münasebetsizlik olacağını bilmesem okumasını bölüp kutlamayı istiyorum. Uygun sözcükleri bulamıyorum. Gerekli cesaretim de yok.
Kabul ediyorum, Şenay dengim değildi. Ama beni severdi. Babası, annesi Almanya’da çalışıyordu. Ama o zamanlar zengin ile fakir birbirinden bu kadar uzak değildi. Almanya’ya gitmeden önce aynı sınıftaydık. Ödevlerimizi birlikte yapardık. Babaannesi ekmeğimize salça sürerdi. Sana yağı sürerdi. Küçücük tabakları taze peynir koyardı. Biraz pekmez ve kara zeytin? Aç olmasam bile yerdim. Yerlere kırıntı düşürmeden, pekmezi üzerime damlatmadan… Ekmeğimi bitirince bahçedeki tulumbada ellerimi yıkardım. Çünkü temiz çocuklar öyle yapardı. Öteki çocuklar kıskanırdı bizi. Kötü sözler söylerlerdi. Büyüyünce sen Şenay’ı mı alacaksın? derlerdi. İçinde Şenay geçen her lafa kızardım. Bu yüzden Yaşar’ın kafasını yarmıştım. Salak işte, “Şenay’ın donunu gördüm,”demiş. Yakalamaca oynarken düşmüşler falan. Düşmeyle ne olacaksa? Kıza da söyledim zaten. “Oynama şunlarla. Onlar senin sandığın gibi değil. Kime laf anlatıyorsun? Öğretmende bütün kabahati bende buldu. Öğretmenim, Yaşar pis laflar söyledi diyemezdim çünkü. Kulağıma tırnağını bir geçirdi. Kulağım delindi, kanadı sandım. Biber gibi yaktı. Yerime otururken elimi attım. Baktım neyse ki kanamamış. Kızarıklığı günlerce geçmedi.
Bu sabah yağmur var. Usul usul, ince ince yağıyor. Şemsiyelerinden önünü göremeyen insanlar istasyon girişinde çarpışıyorlar. Kimisi kızgınlıkla söylenerek gidiyor. Kimileri de gayet kibar, özür dileyerek işi tatlıya bağlıyorlar. Ağaç altında kümelenmiş bir grup trenden inecek olanları bekliyor. Yağmura aldırmadan Kağıt bardakla çay sigara keyfini çıkarmaya çalışanlar büfenin daracık tentesinin altına sığınmışlar. Biraz yağmurdalar. Biraz kuruda. Yağmurun Şenay’la nasıl bir bağlantısı olduğunu bilmiyorum. Beynim yeni kendi okyanuslarına yelken açıyor.
İlkokulu bitirdiğimiz yazın sonunda ailesi onu alıp Almanya’ya götürdü. Salya sümük içinde kalmadım. Orta yoğunlukta bir kederle kalakaldım. Babaannesi beni hala seviyordu. Kapıdan geçerken üzüm veriyordu. Ekmek, şeker, elma veriyordu. Şenay gittikten sonra ayağım oralara varmaz oldu. Yavaş yavaş uzaklaştım. Bütün Almancılar gibi yaz olunca o da geldi. Kocaman, iri yarı bir şey olmuştu. Gitmeden önce daha güzeldi. Bana çikolata getirmişti, bir de tükenmez kalem. Nedense eskisi kadar yakın değildik. Bir yaz önce birlikte oynadığım kız acayipleşmişti. Benden çok büyükmüş gibi davranıyordu. Bazen kardeşiyle kendi aralarında Almanca bir şeyler konuşuyorlardı. Sonra gülmekten yerlere yatıyorlardı. Ne olduğunu anlamadan aptal aptal onlara bakıyordum. Çok bozuluyordum. Gülünecek bir şey varsa söyleyin de hep birlikte gülelim. Haşlok diyorlardı. Bazen de şvayn. Domuz demekmiş. Bunun neresi komik.
Ortayı bitirdiğim yaz Şenay benim iki katım büyüklüğündeydi. Almanya’ya giden çocuklara bir şeyler oluyordu. Sanki pompa ile şişirilmiş gibi aniden büyüyüveriyorlardı. “Yarim uzun boylu ben kısa kaldım,” demiyordum. Çünkü o artık büyük erkeklerle daha çok ilgileniyordu. Benimle konuştuğu zaman bile mahalledeki ağabeyleri soruyordu. Gizlice, onun ruhu bile duymadan o yaz ben onu terk ettim. Zaten onlar da yaz tatillerinin tamamını artık köyde geçirmiyorlardı. Deniz kıyısında evimiz var demişti. Çok az görüşebiliyorduk. Yüzmek için sulama kanalından daha iyisi yoktur. Tuzlu su adamın gözlerini yakar. Deniz de neymiş?
Bu sabah yağmur var. Trenin camlarında gezinen damlacıklar kararsız böcekler gibi bir öteye, bir beriye kayıp duruyor. Liseli bir kız trene bindiğinden beri telefonuyla konuşuyor. Bir başkası da hipnotize olmuşçasına telefonuna eğilmiş ekrana bakıyor. Orta yaşlı bir kadın kapının yanındaki boşluğa geçmek için takım elbiseli iki gençten izin istiyor. Bankacılar hep böyle giyiniyor. İlla koyu renk takım elbise ve açık renk gömlek. Tren bir tünele giriyor. Bütün ışıklar yanıyor. Tünelden çıkar çıkmaz neredeyse kurudu kuruyacak cılız akan derenin üstünden geçiyoruz. Kavak ağaçları süklüm püklüm, kıpırtısızca yağmurla tatlı bir sohbete dalmış.
Sakallı, keten pantolonlu iki genç terdeki kalabalığa aldırmadan muhabbet ediyorlar.
- İsmail Abi’ye söyledim. Yapar mı bilmem. Çalı’da açılan fabrikaya kapağı atabilirsem iyi.
Bin yüz lira veriyorlarmış. Emektar aralığında takıldığımız bir yer vardı. Çınar Çay ocağı… Geçerken uğruyorum arada. Tanıdık kimse de kalmamış ama. Hatırlarsın orda bir Gürsel Abi vardı. Bizi de severdi yani. İşte o hastalanmış. Kalp ameliyatı olmuş.
- Ben de duydum onu. Bak o olsaydı. Fabrika işini kesin yapardı. Adamın acayip bağlantıları
var. Tanımadığı kimse yok. Neyse iyileşsin bakalım. Baktık olmadı ona söyleriz.
- Sen evlenmişsin. Durdun durdun demek.
- Evlendim, iyiymiş böyle ya… Bir de şu iş oluverse.
- Ben sonraki durakta ineceğim. Sen nereye… Kurura bakma ya. Bilmez miyim? Sen hala
hastane kantinindesin.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KÖYLER YÜRÜYÜŞÜ GÜNLÜĞÜ, FETHİYE -1 |
|
GÖRÜNEN KÖY…
Bugün hayatımın en anlamlı günlerinden biri. İnandığım bir yürüyüşü, inandığım bir köyden başlatacak olmanın mutluluğu içindeyim.
Fethiye'de güneşin doğuşunu seyrediyorum. Güneş, dağları kızıla boyayarak yükselirken denizin gümüşü yavaş yavaş kayboluyor. . Liman uykuda. Caddede telaşlı birkaç kadın yürüyor. Belli ki onlar, temizlikçi, hizmetçi kadınlar. Efendiler uyanmadan varıp çayı ocağa koymalı...
Önceki gece Muğla Gazeteciler Cemiyetinin Yüzbaşı ve Gazeteci Cavit Aker adına verilen Yerel Basın Büyük ödülünü alırken söylediklerimi yeniden değerlendiriyorum.
Cavit Aker, Kurtuluş Savaşının bu bölgedeki ilk müfrezelerini kurarken benim gibi Mendos’a, Babadağı’na bakmış mıydı acaba?
Deniz durgun. Bir gulet ayrılıyor limandan sessizce. Aklımda Kayaköy’ün eski sakinleri. Onlar, bu limanı terk ederken ne düşünmüşlerdi ki?
Bir gün bu topraklar bizi de silkip atar mı ki sırtından?
Biliyorum, kapıda bekleyen onca uluslar arası tarım şirketi bu toprakları ele geçirdiğinde köylü, ya ırgat olacak ya da köyünü terk ederek kentlerin, kasabaların varoşlarına sığınacak
“Görünen köy kılavuz istemez” mi demiş eskiler… Hadi canım, görünen mahalle… diyelim de bir an önce “köy” sözcüğünü türkülerimizden, atasözlerimizden, şiirlerimizden atalım...
Köygöçüren’lerin sonuçlarını yaşayayacağız Fakir Usta…Yılanların Öcü, karabasan gibi çökecek köylünün üstüne. “Irazca Ana”lar gecekondularda ölmeye mahkûm.
“Çatallı Köy” yok Ali Yörük. Zeliş’ler zaten tütüne gitmiyordu nicedir Necati Cumalı. “Köyün Kamburu” nu unuttuk, artık köyleri devletin sırtında kambur olarak görüyorlar Kemal Tahir Üstat.
İki saat sonra yürüyüş başlayacak. Her adım, çok büyük bir eylem aslında. Biz bu adım niçin attığımızı biliyoruz:
"Topraksız yurt, yurtsuz millet olmaz."
Belediye Başkanı Behçet Saatçi kabul ediyor bizi. Son derece güler yüzlü. Cıva gibi biri desek yeri. Bizi bu denli sıcak karşılamasında Konsey Başkanı Sayın Mustafa Şıkman’ın önemli bir etkisi olmalı.
Basın çağrılıyor birkaç dakikada basın toplantısı tamamlanıyor. Arkasından FTV’de bir programa çıkıyoruz. Yürüyüşümüzün gerekçelerini ve programını anlatıyorum.
***
Vadilerden, yamaçlardan Kayaköy'e tırmanıyoruz. Körfez bir anda aşağılarda kalıyor. Sağımız solumuz orman denizi.
Burası avuç içi bir ova. Bir uçtan bir uca 15-20 dakikada yürü. Doğru dürüst su yok. Neyle geçinmiş olabilir ki yüzyıllarca buralarda insan?
Havası güzelmiş; ama hava karın doyurmaz ki!
Ah keçiler! Siz, dağların asi ve soylu çocukları. Yoksanız bu dağlar ıssız. Biz yoksuluz.
Kayaköy’de birkaç masa… Masada taş ve iskambil oynayan köylüler… Avlunun dışında birkaç jandarma birkaç da polis. Bizim için burada olabilirler mi acaba?
“Haydi köylülerimiz, buyurun masamıza sohbet edelim?”
Galiba yürüyüş başladı.
Onlar yoksul, onlar yıllarını okullarda da geçirmemiş olsalar da inanılmaz bir sağduyunun insanları.
Biliyorum, biliyorum…”Bizim köylümüz ağır kazandır; geç ısınır. Ama ısındı mı da kolay kolay soğumaz.”
Öğleden sonra bir ova köyü Kargı'ya iniyoruz. Kargı, Fethiye’yle birleşmiş gibi. Bir kahveye doluyoruz. Çiftlik Köyü’nden de katılımlar var. Bunda Konsey Başkanı Mustafa Bey kadar çalışma arkadaşları Okyay Tirli ve Muhtarlar Birliği Başkanı Hüsnü Çalış beyin payı çok.
Konuları anlatmaya başlar başlamaz Muhtar Mithat Sarı alıyor sözü. Konulara öylesine vakıf ki sevinçten uçacağım. Umutluyum, hem de çok...
Üzümlü, birçok okul arkadaşımın, kardeşimin beldesiydi. Pırıl pırıl sokakları özgün mimarisiyle İngilizlerin ilgisini çoktan çekmiş. Villaları benim diyen kentlerde bulmak olanaksız. Böyle bir beldeyi bir mahalle muhtarına emanet eden sistemi konuşmak gerçekten sıkıntı verici. Ölmeden Üzümlü'yü görün.
Günün son durağı İncirköy.
Kızılbel yakınından geçerken Prof. Dr. Cahit Kavcar ağabeyi, Prof. Dr. Nevzat Kavcar arkadaşımı anımsıyorum.
Muhtar Hüsnü Bey bir patika yolu gösteriyor: “Kızılbelliler bu ovada kırdıkları tütünü şu yoldan eşeklerle köye götürürlerdi.” diyor.
Ova, dediği çevresine birkaç köyün dizildiği bir avuç toprak.
Biz de biliyoruz bu kadar toprak artan nüfusu beslemez. Köylü bu toprağı verimli kullanamıyor. Ama onların bu topraktan doyunmaları için onlara destek olmak, yol yordam göstermek varken, neden onları bu topraklardan söküp atacak oyunlar peşinde devlet.
Herkes biliyor ki yapılanlar, bu toprakları üç beş zengine, firmaya peşkeş çekmenin hazırlıkları.
“Halk yoksul; ama devlet zengin”
Ben, her akşam kaç köylünün yarına, düne göre daha umutla baktığına, bakarım. İhracat ithalat rakamları yıllardan beri bu halk için kuru gürültüden başka bir şey olmamıştır.
İncirköy, yoksulluğun ağır yükünü sokaklarına yığmış, encamını bekler gibi.
Keşke diyorum şu daracık sokaktaki sağlı sollu kagir binalar restore edilse, buralarda keçi sütleri, yoğurtları, peynirleri satılsa, kasaplar sıralansa… Fethiye’ye gelen turistler bir günlerini buralara ayırsa…
Bunlar olmayacak şeyler değil.
Bir araya gelmeli, birlikte olmalı…
Ya şimdi ya da hiç…
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Yara
Demem o dur ki Sevdiğim..
Başını çevirme benden. Uzağına dayanamam.
Kahretme beni yoklukluğunla. Yaran say, belan say, öyle sıradan, öyle herkesten biri say.
Olur..ses çıkarmam.
Efkarımdan boğulurum bazen düşündükçe bensiz seni. Nasıl olurdu diyorum ben olmasam hayatımın anlamının hayatı. Yutkunamıyorum. İtiraf edemiyorum ama muhtemelen farksız.
Kederimden geberiyorum kendimi düşündüğümde sensiz. nasıl renksiz nasıl huzursuz.
Sabahları uyanırken o güzel yüzünü görmenin heyecanı olmadan başlamak güne..
Geceleri seni almadan yastığımın ucuna uyumak.. yanıyor etim saçlarım çekiliyor.
Sızlayarak sevdim seni ben. Bir gece vaktiydi sarı bir taksideydik beraber ilk defa. İlk önce senin elin geldi delerek göğsümden içeri girdi. Yanaş dedin usulca bana. Güldüm içimden. Dedim ne garip anlamamış hala. Ben sana yanaşmadım kayboldum. Ben içerdeyim ki. Ben sendeydim ki diye haykırdım dişlerimin arasından.
Her gece ağlıyorum. Varlığını yokluklarına ekliyorum. Olduğun günleri geceleri olmadıklarına sayarak ağlıyorum. Ne çok uzuyor o zaman “zaman”. Nefes alamam diye korkuyorum.
Uykularım kaçıyor sensiz uyuyamıyorum. Dudaklarına değdiğinden beri nefesim azalıyorum.
Zerrelere ayrılıyorum. Hücre hücre kanıyorum. Sesim soluğum. Seni yanındayken bile özlüyorum.
Göğsüne dayadım göğsümü. Yandım. Yanıyorum. Kıyma bana sevgili. Yokluğunla sınama beni.
Rüzgarına bırakıyorum saçlarımı sürükleyip götür diye. Biliyorum. İnanıyorum. Sonum olacaksın diyorum..
Yanıyorum gülüşüne diyorum. Ama sen inatla sön diyorsun.
Oysa ki ben sana yalvarıyorum Gitme !
Sevmesen bile sevdin sayarım. Gitme ! görmesen bile baktın sayarım.
Başka bir yaraya tutulsanda ben seni kendime saklı sayarım. Gitme ! ağlat beni.
Saçların geziniyor durup durup içimde. Her bir teline asılıyorum. Ellerin geziniyor sonra yüzümün kıvrımında incecik bedenine dokunuyorum defalarca. Hiç bilmediğim bir adreste kaybolmanın huzuru içinde.
Gül yaprağından ince göz kapaklarını hatırlıyorum ve sonra.
Ben öperken yüzünü sımsıkı kapadığın. Sedeften ince kirpiklerini. Elim kolum kesiliyor sanki.
O kirpiklerin ucunda tutunurum çoğu zaman baktığında beni gör diye.
Başını her çevirdiğinde önüne dikilirim. Kaza ile gözucuna çarparım belli mi olur..
Sevdiğim nasıl çırpınırım orada bilir misin?
Uzun bir cümlenin arasından çekip çıkarıyorum bana dair olanları. Birgün sevgilim diye yazmıştın. Diyorum ya kaza ile de olsa üzerime alınmıştım. Ve defalarca defalarca okuyup okuyup yanmıştım.
Affet beni şöyle göğsümü gere gere elini tutamıyorum. Dostun düşmanın içinde ağzımı doldurup sevgilim diyemiyorum. Affet beni her gece soluma yatırıp uykulara salamıyorum.
Affet beni sahip olduğum ne varsa sana adayamıyorum. Affet beni ömrümü sana yazsın diye Allaha sığınamıyorum. Affet beni sevdiğim sana senden bir parça doğuramıyorum.
Sen benim gözümün ışığı. Sen benim başıma gelen en güzel şey. İmkansızım. Uzağım.
Sızlayarak sevdim seni ben dedim ya. Tuzları basa basa sürtünen yerlerime. Kanayarak sevdim ben seni. Pişman olmadan. Savaşarak içimde ki tüm iyi niyetimle. Bir gün gideceğini hesap ederek sevdim.
Çok mu geç kaldım sana. Sen mi bana erken geldin anlayamadım ki. Niye sana doyamıyorum.
Dönüp dönüp niye sana çarpıyorum yeniden.
Sessizliğinle boğma beni.. sensizliğinle tükenirim. tepkisiz kalma haykırışlarıma.
Bir ses ver nefesim ! ben burdayım de..Birden bire gel bana yada bana gel de sessizliğinle yorma beni dayanamam.
Sana gelinen yolların, kendi ellerimle dizdiğim taşların arasında eziliyorum.
Yeşil gözlerine öldüğüm ben sana sevmeyi öğretemedim. Ama sevilmeyi öğrendin mi?
İçimde kahkaların yankılanıyor. Mis kokan bağrına gömüyorum başımı senden izinsiz. Kokun hücrelerime değiyor..İçimde geziniyorsun benden bağımsız. Salınarak dolaşıyorsun beni. Öyle kedersiz öyle gamsız. Bastığın yerleri öperim sevdiğim. Yaktığın sigaraları saklarım.
Olur ya birgün yitirirsem seni onlarda kendimi yakar yakar yine kendime basarım.
Seni sevmenin baldan kahrı içindeyim. Yemin ederim. Durup durup acıyorum kendi halime. Beni sevebilmen için acıyorum tüm varlığımla çektiğim acılarıma.
İçmesini bilemediklerimin içinde yüzüyorum.Sarhoş olmadan kendimle konuşamıyorum.
Sensin içimde ki en gizli yara. en güzel. Kimse bilmesin diye avuçlarımın içine sakladığım sımsıkı kapadığım.
Sanadır bu haykırışlarım. Yazdıklarım hece hece sanadır. Her bir harfe iğnelemem bedenimi senden sebeptir.
Kör bir bıçakla kesmiyor musun beni şöyle derinden, inceden.
Korkutmuyor musun beni başka bir sevdanın hayaliyle.
Demiyorum haşa daha güzeli yoktur benden diye. Hemde en iyisi yok mudur ne haddime illaki de vardır. Ama inanma sevileceğine bu biçim kahrolarak. İnanma olur ise yalandır sevgilim.
Hep dedim ve de derim bakamaz bir çift göz sana benim baktığım gibi.
Pamuklara sararda basarım seni bağrıma. Saramazlar seni kanma sakın. Bana inan sevdiğim hatta incitirler bile anlayamazsın.
Gerçek olamayacak kadar güzeldir seninle yaşadığım her an. yalan kadar güzeldir.
Saygımla eğiliyorum galata köprüsüne avucumun içindeyken ellerin üzerinden geçtiğimiz.
Şişhane ye sevgiler hani şu gülüşünle benim içimi deldiğin yer.
Cezayir sokağı..Ah bir dile gelsen ! öptü beni sende gördün.
Ayrıldığımız adımları sokakları caddeleri bile severim sevdiğim. bir biçimde yine seni bana getirir.
Sarı damalı taksilerin müptelasıyım hani şu için de öpüştüklerimiz.
Karaköyü içimde saklarım olduğu gibi çünkü o da içinde seni saklar.
İstanbul’a adıyorum güzel olan herşeyi. Gezdiğin bastığın her yeri göğsüme basıyorum minnetle.
Sevdiğim sendedir biliyorsun diyorum bu şehre.
Yani demem o dur ki sevgilim,
Özürlüğümsün sen benim. Bana örülen duvarların üzerinde ki pencerem. Yıldızı yaldızı görebildiğim gökyüzümsün. Farzet ki seni gördüğüm, duyduğum, öptüğüm her dakika Doğumgünüm.
Hadi bana iyi ki doğdun de !
Ve ben bir mumum..Yansam da yanmasam da yine sana adanıyorum.
Bir dilek tutuyorum şimdi,
Ömrüme, kendim kendime yine seni diliyorum.
Ama dersen ki boşuna!
Arama bulunmaz ben de o susadığın merhamet.
Sende beni, rahatsız etmeden sessizce parmaklarımın üzerinde gittim farzet.
Elçin Koçlan
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
YAZARIN ODASI
''Bir roman yazarın kafasında ilk nasıl belirir, gelişir, hikâye nasıl planlanır ya da hiç planlanmaz gibi roman yazma konularında Paris Review röportajlarından çok şey öğrendiğimi hissederim hep. Bazen de bu röportajlarda okuduğum bir çeşit roman anlayışına, kendi kendime öfkeyle karşı çıkarak roman hakkında kendi düşüncelerimi geliştiririm.’’
Orhan Pamuk
Yazarın Odası, Philip Gourevitch tarafından hazırlanıp, Öznur Ayman tarafından çevrilip, Timaş Yayınları tarafından basılan 302 sayfalık kaliteli bir röportaj kitabı.
Kitapta, yüzyıllar önce yaşamış yazarların yaşantılarından ve yazarlık sırlarından bahsediliyor. Bu yazarlar; Truman Capote, Ernest Hemingway, T.S. Eliot, Jorge Louis Borges, Rebecca West, Gabriel Garica Marquez, William Faulkner, Graham Greene ve Stephen King’dir.
İsimleri geçen yazarların kaliteli olması kadar, kitabın önsözünü Orhan Pamuk’un yazması da, kitabın kalitesini gösteren en belirgin özellik olmakla beraber, içerisinde benim ilgimi çeken, severek katıldığım birçok nokta var. Özellikle, yazmanın sırları anlatılan paragrafların altını itinayla çizdim.
İçerisinde, rüzgârın sesinden, müziğin ahengine kadar birçok sırları barındıran bu sözcükler, çoğu zaman bana da ilham kaynağı olmuştur.
Benim dikkatimi çeken, altını çizerek okuduğum sözcüklerden bazıları şunlardı;
“Benim tek bildiğim yöntem çalışmak.” (Capote)
“Eğer bir yazar teknikle ilgiliyse, ameliyat yapsın veya tuğla döşesin. Yazma işinde mekanik bir yöntem veya kestirme bir yol yoktur. Genç bir yazarın teori peşinden koşması deliliktir. Kendinizi hatalarınızla eğitin; insanlar sadece yanlışlarından öğrenirler.” (Faulkner)
“En güç şeylerden biri ilk paragraftır. Bir ilk paragrafta aylar harcarım, bir kere onu halledince gerisi kolayca geliyor.” (Marquez)
“ Belki de her romancı ilk önce şiir yazmak ister, yazamayacağını anlar, şiirden sonraki en meşakkatli iş olan kısa öyküyü dener. Ve onda da başarısız olunca işte o zaman roman yazmaya yönelir.” (Faulkner)
''Fark ettim ki, gerçek anlamda yazabildiğim saatler günde üç saati geçmiyor. Aynı gün içinde daha sonra yazdıklarımın üstünde tekrar çalışabilirim. Bazı zamanlar daha uzun saatler çalışma isteğim oluyordu ama yazdıklarıma ertesi gün baktığımda, ilk üç saatten sonra yazdıklarımın yeterince iyi olmadığını gördüm. O noktada yazmayı bırakıp tamamen başka bir konuya yönelmek en iyisi.'' (T.S. Eliot)
“Çalışmayı aksatan telefon ve ziyaretçilerdir.” (Ernest Hemingway)
“Bir konuyu bilmenin gerçekten bir önemi varsa, o zaman hep buz dağı prensibi uyarınca yazmaya çalışıyorum. Yani yazdığım kadarı, aslında buz dağının suyun üzerindeki kısmı, geri kalan sekizde yedisi hâlâ bende saklı. İyi bildiğiniz bir konuyu yazının dışında bırakabilirsiniz, bu da buz dağını daha da büyütür. Bu yazılı olmayan kısım. (Ernest Hemingway)
“Kitap listeleri yaptınız mı acaba? Evet, yaptım ancak sık sık hüsranla sonuçlandı. Modern romanları genelde çok sıkıcı buluyorum. (Rebecca West)
“E-kitapla, başımda bir yayıncı olmadan iki yüz bin dolar kazandım bu işten. Düşününce inanılmaz görünüyor. Bütün yaptığım öyküleri yazmak oldu, sonra da bir servet kurduk. (Stephen King)
'Nerede yazarsanız yazın o mekân bütün dünyadan kaçıp saklandığınız yer, yani bir sığınak olmalı biraz da. Orada ne kadar etraftan kopuk olursanız o kadar hayal gücünüzle baş başa kalıp derinliklere inersiniz. Demek istediğim, örneğin yazarken bir pencere kenarında oturuyorsam, bir müddet dikkatim dağılmadan çalışırım ama sonra yoldan geçen kızlara bakmaya başlar insan, sonra arabalara kim inip biniyor gibi ufak tefek meraklar…'' (Stephen King)
“Bankacılık, yayıncılık gibi başka alanlarda çalışmak benim için çok faydalı oldu. Bir de tabii istediğim kadar zamanımın olmaması konsantrasyonumu toplamam için daha büyük bir baskı getirdi. Yani bir bakıma çok fazla yazmamı engelledi.” (Eliot)
“Henry James noktalı virgül ustasıdır. Hemingway birinci sınıf bir paragraf kurucusudur. Virginia Woolf kulağa hoş gelmeyecek hiçbir kötü cümle yazmamıştır.” (Capote)
“Yedi tane iki numara kalemi körletecek kadar yazdıysam iyi bir iş günü geçirdim demektir.” (Hemingway)
''Edebiyatı kendi güzelliği için sevmeli, kendimi sanata hiçbir karşılık beklemeden bütünüyle vermeli ve üne, başarıya ve ucuz ilgiye sırtımı dönmeliyim. (Faulkner)
“Kendinden Daha İyi Ol!” (William Faulkner)
Bu ve bunlar gibi daha pek çok güzel cümlelerin bulunduğu, insana ilham kaynağı olacak birçok sırların paylaşıldığı, yazmakla alakalı birçok sorunun cevabını bulabileceğiniz, gerçek edebi eser okumak isteyenlerin, büyük bir zevkle okuyabileceği değerli bir kitap; “Yazarın Odası”.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Dedi Minâre |
|
Mîmar Sinan’ı bilir misiniz?
Bilirsiniz, bilirsiniz...
Nasıl bilmezsiniz ki.
Şu vakit, beni de bilin öyleyse:
Ben, İstanbul Lâleli’deki
Şehzâde Câmîsi’nin minâresiyim.
Haşmetli Sultân’ım,
Yüce Hünkâr’ım,
Kânûnî Sultan Süleyman’ın emr-i ilhânıyla
1547 yılında, oğlu Şehzâde Mehmed’in anısına
diktiler beni buraya.
Demek ki, vardır yaşım 466;
lâkin, yoktur beni tanıyanınız.
Oysa, vardır bizim de iki çift sözümüz;
lütfen, ihsan buyurup dinleyiniz.
Mîmârım Sinan
câmîyi bitirip benim omuzlarımdan
İstanbul’u seyre daldığı bir vakit,
aşağıda; o zamanki zeytin ağaçlarının sol yamacında,
sekiz-on yaşlarında bir erkek çocuk,
mânâlı mânâlı gezinir,
ellerinin arasından beni seyreder,
etraftakilere beni işâret ederek dedikodumu yapar.
Mîmârım Sinan,
bu veledi pek merak etti;
bir yol yanına gidip
ne yaptığını sordu.
Dedi veled: Şu minârede, eğrilik var Mîmarbaşı.
Dedi Sinan: De bakayım, nasıl bir eğrilikmiş bu.
Dedi veled: Kuzey cephesi, batıya doğru
on beş derece kadar yan yatmış.
Dedi Sinan: Üzme tatlı canını,
şimdi çağırır ustalarımı,
urganla çektirir;
düzeltirim minâreyi.
Ve dediğini yaptırdı da...
O vakit pek kızdım, pek hiddetlendim;
bir veledin aklına uyup
bağlattı urganı boynuma, dedim.
Ama, veled ortalardan kaybolanda,
etrâfına ustaları doluşanda,
niçin böyle yaptırdığını soranda,
Mîmârım Sinan şöyle konuştu:
–Ben de bilirim, minârenin düzgün olduğunu;
lâkin, çocuğun aklında kalmasın istedim eğri olduğu.
Ya bu çocuk, ileride vezir vüzerâ olur da
minâreyi yıktırıp yeniden yaptırmak isterse;
fırsat mı vereydim,
bunca emeğin bir çırpıda
yok olup gitmesine...
İşte Mîmârım Sinan,
benimle böyle ilgilenir,
bana bu şekil değer gösterirdi.
O zamandan beri,
yapamadınız bir başka eşimi;
lâkin, beni ne bildiniz,
ne tanımak istediniz,
ne de ziyârete geldiniz.
Cumâ’dan Cumâ’ya gelip
önümden geçtiniz de
kafanızı kaldırıp
bir selâm bile vermediniz.
Ey Sinan’ım,
nerelerdesin?
Rengim soldu,
gövdem yıprandı,
bezemelerim harâp...
Yoktur bana senden başka bakan...
Kaç vezir,
kaç nâzır,
kaç reis gördüm;
ama, senin gibisini görmedim,
ey Koca Sinan...
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|