|
|
|
Editör'den : Cumhuriyetimiz Kutlu ve Sonsuz Olsun... |
İçlerinden biri cesaret gösterip "Padişahım biraz ölçüyü kaçırmadın mı?" diye soruyor mudur merak ediyorum. Şirezesinden çıkmış beyin ve çene kombinasyonu ancak bu kadar olur herhalde. Dümen tutmuyor, ne yapsan kar etmiyor. Adam çıkıp, "Yol medeniyettir, önüne cami çıksa yıkar başka yerde yeniden yaparız." diyebiliyor. Demeyi geçtim, yıkıyor ve yapıyor zaten. Hayır, şu lafı yaradana sığınıp bir muhalif söylese, o padişahın hık deyicileriyle, kıl tarayıcıları ne yapardı acaba diye bir düşünelim. Yok ben düşünmekten vaz geçtim. Zira kulaklarımda çınlıyor sözleri. Yahu bu adam değilmiydi, camiye ayakkabıyla girdiler diye höyküren? Camiye ayakkabıyla girilmez ama gerektiğinde dozerle, kamyonla girilir, sevaptır. Acı olan ne biliyor musunuz? Şurada yazdıklarımı bizler aramızda konuşuyoruz ama kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Asıl bu işten alınması gerekenler kıl taramaya devam ediyor. Yazık, çok yazık.
Çevreciyim diye diye memlekette yeşil bırakmamaya yemin etmiş bir boşatanla karşı karşıyayız vesselam. Güneşe karşı attığı nutuklarda gözüne taktığı kara gözlüklerin altında, fıldır fıldır dönen gözlerinde, kimbilir ne şimşekler çakıyor, göremiyoruz. Beyninin kıvrımlarında dolaşan ihtirasın yükselttiği adrenalinden güç alıyor belli. Yeter be adam yeter. Daha doymadın mı? Yedi ceddine, kıllarına, tüylerine, hepsine yetecek Dünyalığı yaptın zaten, kefenin de cebi yok ki, nereye kadar. Gel artık vazgeç bu sevdadan. Yeterince ettin tepemize, defol git artık. Gelmiş geçmiş en demokrat(!?) faşist, kalkmış ormanını savunan, sökülenin yerine yenisini diken gence faşist diyor. Akıllı adam işi mi bu? Değil ama, sana bana hitap etmiyor ki. Hitap ettikleri ya tam salak ya da aldıklarıyla, kazandıklarıyla beyinlerini takas etmiş insanlık fukaraları. Öylesine beyinsizler ki, içlerinden biri çıkıp "Kapatın ODTÜ'yü" bile diyebiliyor. Sizi bilmem, ben artık bu kafalardan, bu insan müsveddelerinden nefret etmiyorum, düpedüz iğreniyorum. Nefes alacak yer bırakmadan her yeri beton yığınına dönüştürmeyi medeniyet sanan bu zihniyete ben artık dayanamıyorum. Küçüle küçüle bit kadar kalan bu adamlardan kurtulmak için yılana bile sarılmaya razıyım.
Yılan sarılayım dedim de aklıma Sarıgül geldi. Hani şu CHP'den İstanbul'a aday olması beklenen zat. Ne mal olduğunu biliyor ve duyuyorum ama dedik bir kere, denize düştük, yılan bulsak sarılacağız, kaçarımız yok. Eğer İstanbul bu adamlardan kurtulacaksa, Sarıgül'e bile oy vermeye razıyım, böyle biline. Hoş gelen haberlere göre, eğer belediye el değiştirirse imar izinleri çevre bakanlığına devredilip iş belediyeden alınacakmış. Yani B planları hazır iğrendiklerimin. Bu rantı kimseye bırakmamaya, dağı taşı AVM yapmaya iman etmişler bir kere. Günah çıkarmak için de her tesisin yanına bir Camii yapmayı ihmal etmiyorlar. Maksat hasıl oluyor mu, artık onu Allah biliyor.
Geçenlerde okudum, İstanbul'da faal 198 tane AVM varmış. Açılmayı bekleyenler de cabası. Zincirlikuyu'da durup 360 derece etrafında döndüğünde gözünle gördüğün mesafede 5 tane var. Kendimce bir karar aldım, yeni açılanların hiçbirine gitmeyeceğim. Çocuklar yüzünden gittiğim birkaç tanesi ile yetineceğim. Bu nasıl bir sevdadır anlayabilmiş değilim. Adam işi gücü bırakıp AVM açmaya gidiyor, açarken de küfrediyor ha küfrediyor. ODTÜ'deki katliamın da müsebbibi bir AVM imiş. Gükünü çektiğimin başkanını geceyarısı tasalluta zorlayan açılışa yetişmesi gereken yolmuş. Belanızı Allahtan bulun. Ben bunlardan iğrenmeyeyim de kim iğrensin. Akşam akşam kusura bakmayın, sizin de midenizi bulandırdım. Özür dilerim.
Salı günü Cumhuriyetimizin Doksanıncı yılını kutlayacağız hep birlikte. Umarım bu aymazlara ders olacak şekilde kutlanır yurdun dört bir yanında. Anıtkabir'e bile göz koyulduğu yavaştan nabız yoklanmasından anlaşılan bir dönemde Cumhuriyeti kutlamak, Ata'mızı hakettiği şekilde yad etmek anlamlı olacaktır kuşkusuz. Ben ve çocuklarım, elimizde bayraklarımız, Cadde'de olacağız 29 Ekim'de. Siz de çıkın sokağa, bunlara inat çalın düdüklerinizi, çarpın elleriniz birbirine. Bunlara inat, Cumhuriyetimiz Kutlu ve Sonsuz Olsun.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ISLANMADAN GİT ŞENAY -2 (Son) |
|
Bu sabah yağmur yağıyor. Bütün mesafeler puslu, bütün ağaçlar ve caddeler hüzünlü. İnce ince düşen damlalar önce saçlarımda birikiyor. Sonra azıcık omuzlarım ıslanıyor. Sinsi ve sokulgan bir yağmur bu… Sırılsıklam olduğumu ancak birkaç durak yürüdükten sonra anlıyorum. Yağmurun puslu örtüsü içimdeki zaman kavramını silip yok ediyor. Saatime bakıyorum. Vakit neredeyse öğleye yönelmiş görünüyor. Bense hala sabahın erken saatlerinde olduğum hissiyle yaşıyorum.
Seninle hiç aynı saçağın altına gizlendik mi biz? Anılarımı karıştırıyorum ama hiçbir iz bulamıyorum. Şenay, beni alıp Almanya’ya götürse hayat daha mı güzel olurdu? Oranın yağmurları daha aydınlık ve daha cana yakın mıdır acaba? Senin yağmurla bir ilgin yok Şenay. Yorgun, bıkkın ve bezgin zamanlarda beynim hep böyle kaçamaklara sığınır. Düşlerimin içinde hiç Almanya olmadı benim. O yaşlarda bütün dünyayı görmek istiyordum elbette. Bütün insanları tanımayı, her şeyi görmeyi ve anlamayı da... Ama özellikle Almanya ile ilgili bir düşüm olmadı benim.
Şenay her yaz daha çok büyümüş olarak kasabaya dönüyordu. Her yas büyüdükçe de daha çirkin mi oluyordu nu? Benim iki katım olan bir kızı sevmek zor olurdu zaten. Liseyi bitirdiğim yaz bana karşı olan ilgisiz tutumunu da zaten değişiverdi. Karşılaştığımız zamanlar neden onu arayıp sormadığıma gücendiğini söylüyordu. Beni yakışıklı, terbiyeli ve kibar bulduğunu da. Sana çikolata getirmemi ister misin diyordu. İçinde bütün fındık olanlar çok güzelmiş. Babası anlarsa kızarmış ama viskili olanlardan vermişti bir gün. Bir başka gün da bir paket HB sigarası getirmişti. Film tersine dönüvermişti işte nasılsa. Ama artık ben onu istemiyordum.
Almancı kızlar güzel olmasalar bile peşlerinde koşanı çoktu. Kasabada Şenay’ın da aklını çelmeyi, gönlünü çalmayı isteyen bir sürü genç vardı. Bazen işlerin içine büyükler de karışıyordu. Yakın akrabalar devreye sokulup kızı bir delikanlıya yapmaya çalışıyorlardı. Delikanlılar övülüyor, kaynanalar cilalanıyordu. Çünkü bu kız Almanya’ya giriş pasaportuydu. Almanya’ya kapağı bir atabilsem hayallerinin altın anahtarıydı. İşte bu yüzden Şenay tam bir ilgi manyağı olarak tatilini geçirip geri dönüyordu. Beni arayıp sorması gururumu okşasa bile bal rengi gözlerine bakmayı, ne de buğday esmeri ellerini tutmayı düşlüyordum. Çocukken çok güzeldi ama artık değil. Onu kasabamızın gençliğine emanet edip ben kendi yoluma gittim. Bir kaç yıl sonra kasabaya döndüğümde Şenay çoktan evlenmişti. Almanya’ya gitme piyangosu kasabamızdan birine değil İzmirli bir delikanlıya çıkmıştı. Viskili çikolataların başımı döndürmesinin üzerinden bu yana otuz yıldan fazla zaman geçti. Bir daha Şenay’ı hiç görmedim. Merak ettiğim oldu ama hiç kimseye de sormadım. Adam sen de dedim. Şimdi eski defterleri karıştırmanın ne anlamı var?
Bu sabah yağmur var. Otobüs durakları sıkış tepiş. Bazıları güç bela bedenlerini bir kuruluğa toplama çabasındayken benim gibi fazla aldırmayanlar da var. Köşesinden geçtiğim televizyoncu dükkanında yirmiye yakın ekran aynı anda açılmış, Kendi bildiğince yağmura yayın yapıyorlar. Beş kadarında katil balinalar foklara saldırıyor. Denizin mavisi kırmızıya dönüyor. Bir balina yakaladığı foku top gibi havaya fırlatıyor. Sular köpük köpük beyaz, sular kıvılcım kıvılcım kırmızı kan çizgileriyle dolu. On kadar ekranda Buz Devri çizgi filmi oynuyor. Sincaba benzeyen sevimli bir hayvan bir meşe palamudu peşinden koşuyor. Tam yakalayacağı zaman meşe palamudu kayıp gidiyor. Uçurumdan buzlara çakılıyor, suyun altında dolaşıyor ama palumudu bir türlü yakalayamıyor. Öteki ekranların hepsinde zehir yeşili parlak giysili bir kadın şarkı söylüyor. Dudakların kırmızısı dükkânın camlarından taşıp sokaklara düşüyor. Kaldırımlardan ıslak bir kırmızı geçiyor. Sonra cam gibi bir yeşil onun ardından koşuyor.
Nereden çıktığını anlamadığım bir tekerlekli sandalye kaldırım ikiye bölüp çarçabuk arabaların aktığı sokağa fırlıyor. Neredeyse adamcağıza çarpacaktım. Aklım başımdan gidiyor. Koşup yetişmek, tutup durdurmak istiyorum. Göz göre göre gidecek adam. Benim şaşkınlığım bir yana adamın öyle bir ölesi, canından bezmişliği falan yok. Yolun ortasına kadar gitti. Gelen arabaya parmağıyla bir işareti yapıyor. Araba mecburen yolun ortasındaki tekerlekli sandalyedeki engelli adamı görüp duruyor. Sonra sandalyedeki adam kaldırımda bekleyip sokağa çıkmak isteyen araca sesleniyor. Sağ yap, kır kır topla gel gel… Araba geri geri kaldırımdan yola iniyor. Basıp Mudanya yönüne gidiyor. Engelli adam neşe ile gülerek sandalyesini kaldırama doğru sürüyor. Trafik yeniden ip gibi akmaya devam ediyor. Yağmura, ıslandığıma aldırmadan öylece baka kalakalıyorum. Şaşkınlığım aptallığın katmanlarını zorlarken on dakika içinde aynı engelli adam bu işi üç kez daha yapıyor. Meğerse adamın işi buymuş. Menekşe Lokantası’na gelen araçları otoparktan geri geri çıkarıp akan trafiğe göndermek... Bütün ömrüm boyunca böylesine korkusuz bir adam görmedim. Engelli sandalyesi ile akan trafiğe çılgın gibi atlayan birini zaten her gün göremezsiniz. Ama adamın işi bu... Çok meraklıysanız gidin görün. Bu adam tam bir korkusuz kahraman... Yağmur, çamur, kar, fırtına, yaz, kış hep Menekşe Lokantasının otoparkında.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KÖYLER YÜRÜYÜŞÜ GÜNLÜĞÜ, FETHİYE -2 |
|
GÜZ TOHUMLARI
Eldirek’ten bakınca Mendos yamaçlarında çoban olup keçi güdesim geliyor.
O ne muhteşem dağ öyle? Doruklarına dek yeşil mi yeşil.
Konsey Başkanı Mustafa Bey’in göbek adı da Mendos’muş… Ona, dağla ilgili sorular soruyorum…
Kim söylemeli şimdi bu türküyü?
“Mendos Dağı dumandır
Bu yıl halim yamandır.”
Bayram Salman Usta kabak kemaneni al da gel hadi, desem; Sekili, Kemerli, Nifli, Dontlu arkadaşlarım okulumuzun bahçesinde şimdi teke zortlatması oynasa. Elbette aramızdan ayrılan sevgili İbrahim Büyüksarı ve Ercan Karabulut da katılmalı bu oyuna, onlar da oynamalı kayadan kayaya seker gibi.
İnsan bazen dağlara çıkmalı. Sorgulamalı hırslarını, arzularını, yaşadıklarını: Zerdüşt olmalı.
Başımı cama yaslayıp zirvelere bakıyorum:
“Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır.
Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır.
Burda insan duman gibi genişler, büyür,
Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.
Buralarda her düşünce sona yakındır,
Burda her şey bizden uzak, «o»na yakındır.
Burda yoktur insanların düşündükleri,
Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.”
Sanki, Sabahattin Ali “Rüzgâr” olmuş zirvelerden bu dizeleri okuyor.
Yıllar önce yaşadığım şaşkınlığı anımsıyorum:
Borç harç, dağ manzaralı bir daire almıştım. Sonra da o borcu nasıl öderim korkusu sarmıştı yüreğimi. Bir hafta sonu, sıkıntı atmak için o dağa çıkınca gözlerim dairemi aramıştı. Daire bir yana apartmanı bile zar zor seçince: “Yahu ben bu kibrit kutusu binadaki daire için mi ömrümüm beş yılını harcayacağım!” diye söylenmiştim.
Barınma bir zorunlu gereksinim. Ancak insanlara, ömürlerinin önemli bir bölümünü minik bir daire sahibi olmak için harcatan sistemin insancıl olduğunu kim söyleyebilir ki?
Marifet yasalarla köylüleri bir gecede kâğıt üstünde kentli yapmak değil; onların, kentin sosyo-kültürel olanaklarından rahatlıkla yararlanabilecekleri ekonomik yapıyı kurmak.
Bu devlet, gerçekten köylünün de kalkınmasını istiyorsa, ahırı kümesi olan köylüye özgü sosyal konutlar üreterek köylülere verir. Üretemeyen, ürettiğini pazara götüremeyen köylü, oğluna, kızına evi neyle yapacak ki?
Yakın zamanda kendi yağıyla kavrulan milyonlarca köylünün elindeki avucundakini satıp, kentlerin varoşlarına sığındığını herkes görecektir.
Eldirek seraları bozulmuş. Eldirekliler de diğer ova köylüleri gibi Seki yaylasına çıkmış. Yaylacılık bu bölgenin göçerlik zamanından kalma geleneklerinden. Göçerlik bitse de yaylacılık sürüp gidiyor.
Köylüler soruyor.
- Fethiyeli mi olacağız, Seydikemerli mi?
Yayla yolları daha bir yokuş artık. Budan böyle yaylalara değil, kent varoşlarına göçeceğiz.
Dont’un adı Esenköy olmuş. Yeryüzünde adlarla oynamaya ne meraklı bir devletimiz var bizim!
Bir yere güzel bir ad verince orası güzelleşmiyor.
Esenköy, Fethiye’nin kulağının dibinde sırtını Mendos’a dayamış. Artık Fethiye'nin varoşu gibi. Ne köy – ne şehir. Biz yıllardır köylüleri kente göce zorlarken kentleri köylüleştirdiğimizin farkında bile değiliz.
Öğleden sonra bir şaşkınlık da Arpacık’ın eski Nif olduğunu öğrenince yaşıyorum.
Muhtar Hüsnü Bey;
- Arpacık, Nif’in yanında küçük bir köydü. Adlarını trampa ettiler, diyor.
Ad değiştiren iki köyü ilk kez duyuyorum.
Nif, gelin anlamına gelen bir sözcük. Nifliler neden rahatsız oldular ki bu sözcükten.
Üzümlü ovasını bir çırpıda geçiyor, İncirköy içinden dağları tırmanıyoruz. Sağımızda derin vadiler. Hava değişiyor. Karşımızda başı çıplak Çal Dağı, geri dönüp baktığımızda
Fethiye Körfezi ve arkada Rodos…Rodos’un bu denli yakın olabileceğini hiç düşünmemiştim.
- 45 mil, diyor Mustafa Bey…
Arpacık, sırtını Çal Dağı’na yaslamış. Yaz sıcaklarında kaçmak için birebir. Çevrede küçük kiraz bahçeleri dikkati çekiyor. Biraz daha dikkatli bakınca farklı meyve ağaçlarının bahçelerde, avlularda sarmaş dolaş olduğunu görüyorum. Bu avuç içi ovalarda, vadilerde büyük tarım işletmeleri görmeyi hayal etmek bile yanlış. Amaç kalkınma ise, köylülerin, tarım- turizm ilişkisi kuracak düzenlemeler yapmalı devlet.
Köy kahvesine yaklaşırken gördüğüm kalabalık beni heyecanlandırıyor. Bu kadar insan bizi dinlemek için gelmiş olabilir mi?
Yanıtı kahveye varır varmaz alıyorum. Kahve önüne sıralanmış oyun masalarının çevresinde kimileri okey oyuncusu, kimileri seyirci onlarca köylü. Bir an, bu keşke bir okey turnuvası olsa diyorum. Neden köyler, kasabalar arasında tavla, briç, dama, okey turnuvaları düzenlenmesin?
Kendilerine amacımızı anlatıyoruz. Bir iki masa oyunu bırakmak istemiyor. Belli ki gelen giden görevlilerden siyasilerden sanıyorlar bizi.
Konuşmaya geldiysek konuşmalıyız. Anlatıyoruz. Biz konuştukça daha bir dikkat kesiliyorlar. Sorular başlıyor ardı arkasına.
Üzülüyorum, hem de çok…
Biz insanımızı darmadağın ettik. Çocukluğumda bir oyun masası bile görmezdim köy kahvelerinde. Ya şimdi? Köylülerim, kül tablaları izmarit dolu masalarda sabahtan akşama oyun oynuyorlar.
Suçlayalım mı onları? Ne hakla! Ne verdik ki ne istiyoruz onlardan…
Bu günlüğe, “İşyeri Açma ve Çalıştırma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik”i de eklemeliyim:
"10 Ağustos 2005 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren İşyeri Açma ve Çalıştırma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik kapsamında ruhsatlandırılan kahvehaneler, çay bahçeleri, kır bahçeleri ve umuma açık mekanlarda günlük gazete bulundurma zorunluluğu getirilmiştir. İçişleri Bakanlığı'nın 16 Nisan 2007 tarih ve 45544 sayılı genelgesiyle de söz konusu yönetmeliğin uygulanması ve yapılacak denetimlerde aşağıda belirtilen hususlara uyulup uyulmadığının kontrol edilmesi istenmektedir. Bu nedenle 1. sınıf kahvehaneler, çay bahçesi ve kır kahvesinde en az 100 farklı kitabın yer aldığı kitaplık, ayrıca ikisi bölgesel veya yerel olmak üzere en az 5 adet farklı günlük gazete; 2. sınıf kahvehanelerde en az 50 farklı kitabın yer aldığı kitaplık ve biri bölgesel veya yerel olmak üzere en az 3 adet farklı günlük gazete; 3. sınıf kahvehanelerde 25 farklı kitabın yer aldığı kitaplık ve birisi bölgesel veya yerel olmak üzere en az 2 adet farklı günlük gazetenin, gelen vatandaşlarımızın hizmetine sunulmak üzere bulundurulması gerekmektedir."
Acaba bu yönetmeliğin bir benzerinin Atatürk zamanında çıkarıldığını ve bu yeni yönetmeliğe kadar geçerli olduğunu kaç kişi biliyor?
Yasa çıkarmak kolay Türkiye’de. Uygulamaya gelince…
Bugün Fethiye’ye erken döneceğiz. Bundan sonraki çalışmaları Fethiye Kent Konseyi’miz sürdürecek.
Belediye Başkanı Sayın Behçet Saatçi’ye, Konsey Başkanımız Mustafa Şıkman’a, Muhtarlar Birliği Başkanı Hüsnü Çalış’a,TEMA Muğla temsilcisi ve Konsey çevre sorumlusu Okyay Tirli'ye, her türlü lojistik desteği düzenleyen Zabıta Müdürü Halime Ok'a ve şoförümüz Gökhan Divrik'e teşekkür edip ve Çalış’a doğru yol alıyoruz.
Fethiye’de umutları pekiştirdik. Bu güz tohumları yeşerecek; bundan eminim. Biliyorum önümüzde bir kış var. Olsun… Hangi kışın arkasından bahar gelmemiştir ki!
ÇALIŞ, ÇALIŞ…
Yarın Dalaman’da olmamız gerekiyordu.“İyi anlatamamanın ve önyargıların” sonucu bir gün ara verip program dışı çalışacağız.
“Uygar” sevgili arkadaşım Nasuh Karaçav ve eşinin emekleriyle yarattığı bir sevgi evi.
Nasuh:
“Kışın da neredeyse dolu çalışırım.” diyor ve nedenini de tek sözcükle açıklıyor: “Sevgi”
Bunda şaşılacak bir yan yok. Öyle yetiştirildik:
“Çözüm üretemeyen, sorunun parçası olur.”
“Öğrenmek için geldin, paylaşmak için yala çık.”
Çalış plajı deniz kum ve güneş turizmi için ideal. Fethiye içinde kilometrelerce uzayan tartan pistli, bisiklet yollu sahil bandının buralara dek uzatılacağını düşününce oldukça keyifleniyorum. Eğer mimaride de özgünlük ve seçicilik yapılabilseymiş, eminim bu sahiller dünya markası olurmuş.
Akşam geç vakte dek Nasuh’la konuştuk. Yarım asırlık bir arkadaşlık. Her ne kadar okulu bitirir bitirmez kum gibi savrulsak da kopmadık birbirimizden.
Söz, dönüp dolaşıp en verimli yıllarımızda yaşadıklarımıza, yaşatılanlara geldi.
Şimdi kaç kişi anımsar, Milliyetçi Cephe yıllarını?
“Sapan taşı gibi, nereye istiyorlarsa oraya düşüyoruz.”
Bugün, Muhtar Hüsnü Çalış’tan duydum bu sözü. Garip bir duyguyla, ona birkaç kez yinelettim.
Okul müdürleri sıradan bir işi yapıyormuş gibi bir sabah elimize zarfı tutuşturuverirdi:
“Tayinin çıktı!”
Çoluk çocuk perişan; öğrenciler perişan.
Çaresiz, yollara düşer, acıları dizelere dökerdim:
“Yine yollardayım erken
Otobüsler gelip geçiyor
Yol uzun şoförler uykusuz
Kamyonlar Allah korusun
Yozgatlı bir bozlakla
Aklıma düşüyor çocuklarım
Pınarları yine mi
Bebekleri durma git diyen gözleri
Ayrılıkları terk etsem
Dönsem yüz geri
Sürgüne durmuş dağ başlarında
Bilmelerin sebili ömrüm
Ne mümkün…”
Anımsarım: 12 Eylül sonrası Buca Eğitim Fakültesi’nden bir anda 76 öğretim elemanını birden almışlardı. Sorgu sual yok.
“Hakkımda soruşturma açılmasını istiyorum.” diye dilekçe vermiştim. “Görevden alındığınız için hakkınızda soruşturma açılamamaktadır.” diye yanıtlamışlardı.
“Unutulmayan acılar sırtımızda yük.”
Öyleyse ben o yılların yazışmalarını hâlâ neden saklıyorum.
Biz Atatürkçüler, solcular, sosyal demokratlar, ulusalcılar… o iktidarlar sahiplerine göre Komünist, vatan haini ve Allahsızdık.
İlginç olan, o günlerde kıllarına bile dokunulmayan bugünkü iktidar sahiplerinin, bugün sanki evleri başlarına yıkılmış gibi zırıl zırıl ağlamaları.
Bugün “Cumhuriyet elden gidiyor.” “Mustafa Kemal’in askerleriyiz.” nutukları çekenlerin birçoğunun, aslında kendi yavrularını yiyen kediler olduğunu da söylemeden geçmeyelim.
Zaman zaman;
“Sevdam benim ülkem
Kimim ben, kiminim ben?”
soruları sorsak da yurtseverlik iliklerimizde her daim kendini yenileyen bir virüs.
İnsan bir kez onun hazzını almış olmasın, gözünde ne mal ne mülk, ne mevki hırsı kalıyor.
Bunca yıllık ömrümde salt bu yüzden onca tokadı yemiş olsak da yine yollardayım ve iliklerime dek mutluyum.
Okul eğitiminin neredeyse tamamını millet parasıyla almış bir köylü çocuğu olarak bu halk ve devlet için yaptıklarımı hiçbir zaman yeterli göremem.
Öyleyse yürüyüşe devam…
Bu halk, elbette kendi içinden çıkan sevdalılarını bağrına basacaktır.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
YAŞAMA SANATI
Dün Fotoğraf Kulübü’ndeki arkadaşlarla Üsküdar’dan Kuzguncuk’a kadar yürüdük. Yol kenarında gördüğümüz sarmaşıklarla, kapı aralarından kaçan sokak kedileri de bu yolculuğumuza eşlik etti.
Sonbaharın en güzel görüntülerinden biridir sararan yapraklar ve beyaz martılar. Bazen bu güzel martı seslerini karga sesleri bastırsa da İstanbul’un en güzel simgelerinden biridir martı ve balıklar.
Eminönü’ndeki balık ekmek satan küçük kayıkları ve onların etrafından dolaşan kedileri izlemek en büyük zevklerimden biridir. Tabii bir de turşu suyu, buranın vazgeçilmezindendir.
Üsküdar, gerek tarih kokan eski evlerinin varlığından, gerekse insanlarının hala kaybetmemiş olduğu dostluk duygusundan dolayı, benim yaşamak için seçtiğim mekândır. Burada ki insan ilişkileri bozulmadan, eski sıcaklığını korumaktadır. İnsanların yüzünde hep bir gülümseme vardır. Hiç tanımadığınız biri size selam verebilir sebepsizce.
Ve eski ahşap evler. Bahçelerinde manolyaları, erguvanları, mor salkımlarıyla size selam duran evler…
Kocaman bir tarihe tanıklık eden bu evler, size gizli gizli bir şeyler fısıldayacakmış gibi bakarlar…
İstanbul tarih anlamında, dünyanın sayılı şehirlerinden biridir. Bunda, geçmişte birçok ülkeye ve millete yaşam mekânı olmasının payı büyüktür. Fatih’ten Eyüp’e, Beyoğlu’ndan Moda’ya kadar bütün ilçelerinde, birçok tarihi eseri görmeniz mümkündür. Bunlar; Mihrimah Sultan Camii’sinden, Studios Manastırı’na kadar uzanan derin tarih hazineleridir.
Kiliselerin, Sinagogların her yerde karşınıza çıkabildiği bu şehirde, insanlar kardeşçe yaşayabilmektedir. Bu geçmişteki Süryanilerin, Katoliklerin, Yahudilerin, Cizvitlerin, Greklerin beraber yaşamalarından kalan güzel miraslardır.
Bu çok kültürlülük, insanların davranışlarına olduğu gibi resimlerine, müziğine ve diğer sanat dallarına da yansımıştır. Mesela Beyoğlu’nda gezerken, bu sanatların iç içe geçmiş bir şekilde dans ettiğini görebilirsiniz. Bir binanın dışına Osmanlı minyatürü çalışılmış ya da eski bir Osmanlı eseri batılılaşma çalışmasıyla yenilenmiştir.
Şehrin yapılaşmasına etki eden bu kaynaşma ve değişim yemek kültürüne de etki etmiş Macaristan’dan gulaşa, Kırım’dan çiğ böreğe kadar daha birçok yemek çeşidi şehrimize girmiştir.
İnci’deki profiterolden, Anadolu Kavağı’ndaki balığa, Sarıyer’deki su muhallebisinden, İstinye’deki salebe kadar, tadılacak o kadar çok şey var ki!
Bence trafikten şikâyet edip, şehrin kalabalığından yakınıncaya kadar, alın elinize fotoğraf makinenizi, başlayın yaşadığınız şehri tanımaya. Yaşamak sadece camdan bakmakla ya da televizyon izlemekle olmaz. Çıkıp temiz hava alıp, yosunların kokusunu duyup, lalelerle sohbet ettiğiniz zaman, şehrin ruhunu yakalayabilirsiniz ancak!
İstanbul, yaşayan, ruhların ölmediği, ne gezmekle, ne de yazmakla bitecek şehir!!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Tuğçe İdikut Uysal |
Hissizlik
İnsanları tanıdıkça insanlardan nefret etmeye hayatı tanımak denir. Ne kadar çok insan tanırsan o kadar içine dönersin. Bir o kadar az konuşur ve bir o kadar az önemsersin konuşulanları. Bir süre sonra masandaki kahve,elindeki kitap ve sırtındaki hırka en iyi dostların olur. İnsanlar acıtır çünkü. Ama gerçek hayatta canının yanmasındansa kitaptaki insanların hayatlarını yaşayıp onlarla ağlayıp onlarla gülmek daha kolay gelir bazen.
Ne zaman ki daha az şaşırmaya başladın anla ki o zaman öğrenmeye başladın. Bitmez ama o öğrenmek 24'de de 54'de de devam eder. Mühim olan neye şaşırdığındır. Zaman geçtikçe ve bu dünyadaki yaşam süren arttıkça insanlara şaşırmamayı öğrenmek gerek ilk önce. İnsanoğlu içinde hem iyiliği hem kötülüğü barındırır çünkü. Onu dengelemesi ise bütün ömrünü alır. Herkes için önce kendi vardır, her bilgiyi kendisi bilir, o emin ol senden hep üstündür kendince. Kendinden sonra aslında değer verdiği ilk şey paradır. Bu böyledir ve kiminle tanışırsan tanış, ilk başta alim görünse de emin ol konuştukça özünde "insan" olduğunu hemen gösterir. O yüzden kızma, gücenme, üzülme ve şaşırma ne duyulana ne de görülene.
Hala yağmurda toprak kokusu hoşuna gidiyorsa, dinlediğin bir şarkı tüylerini diken diken ediyorsa, bir insanı Alevi, Kürt, Türk, Müslüman, Hristiyan değil de sadece insan olduğu için kabul edip seven ve saygı duyan biriyle tanışırsan, sevdiğin birinin ölümü aklına geldiğinde hala kabullenemiyorsan, kaybettiklerini artık düşünmeyip düşe kalka yoluna devam edebiliyorsan, yapamam dediğini yaptıysan, tek başına mutlu olabiliyorsan,işte o zaman şaşır. Bunlar ve bunlara benzer çoğu olay ve çoğu duygu artık kalmadı çünkü. Belki de hiçbir zaman olmadı. Bir cips parası için annemize sokaktan yalvarırken vardı belki. Son saklambacı oynadığımız gün bitti.
***
İki Bilinmeyen
Biliyorum,bana iyi gelmiyorsun.
Biliyorum,aşk eşittir acı.
Biliyorum,sevmek sahiplenmek.
Biliyorum,beni seviyorsun.
Biliyorum,çok belli etmezsin.
Biliyorum,beni anlamıyorsun.
Biliyorum,kimse birbirini gerçekten anlamaz.
Biliyorum,ikimiz için de daha iyisi var.
Biliyorum,umurumda değil.
Biliyorum,bir gün bitecek.
Biliyorum,bitmesinden ölümüne korkuyorum.
Biliyorum,hayatım oldun.
Biliyorum,görmüyorsun ya da görmek istemiyorsun.
Ama,
Bilmiyorsun,ben ölüyorum ve sen bana uzaktan bakıyorsun.
Tuğçe İdikut Uysal
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
TRUM TRUM DEMOKRATİKLEŞMEK İSTİYORUM
“Trum trum makinalaşmak istiyorum” bilindiği gibi Nazım Hikmet’in teknolojinin yaygınlaştığı, ona bağlı oluşturulmaya başlayan yeni hayat tarzıyla ilgili bir anlamda eleştirel şiiridir. Üstad Necip Fazıl tarafından müthiş şekilde eleştirilse de Nazım’ın bu şiiri o günkü bir gerçekliği ifade etmede çok başarılıdır.
Devlet zaviyesinden yeni yaklaşımların konuşulduğu, demokratikleşme paketinin açıklandığı bugünlerde toplumun bu havası bana Nazım Hikmet’i ve onun bu şiirini hatırlattı.
Devletin, dar ve katı ulus devlet yapısından kaynaklı sıkıntılardan biraz daha esneklik anlamında yeni yapılanmaya gitme gayretleri, son olarak Başbakan’ın açıkladığı demokratikleşme paketini ortaya çıkardı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘demokratikleşme paketini’ dünya medyası önünde açıklamasıyla, Mustafa Reşit Paşa’nın 1839’da Gülhane’de “Tanzimat Fermanı”nı okuması arasında benzerlik kuruyorum.
Kişi hak ve hürriyetlerini öngören, daha çok azınlık haklarının ön plana çıkarılmasıyla bilinen Tanzimat Fermanı, I. ve II. Meşrutiyeti sonuç verdi. Çalkantılı, sıkıntılı, ihtilalli, İttihat ve Terakki dönemi, Milli Mücadeleyle Cumhuriyet’e ulaştı.
Kapalı, tek partili Cumhuriyet süreci, dünyadaki demokrasi rüzgarlarına daha fazla muhalif olamayıp çok partili sisteme geçişle Demokrat Parti iktidarını getirecekti. Devlet baskısının gevşetilmesi, vatandaşın biraz daha öne çıkarılmasını ön gören bir süreç olarak bu dönemin, Ak Parti iktidarına benzerliği söz konusudur. Keza 12 Eylül ve devamında Özal dönemi yerli yöneticilerin daha farkındalık konumda olduğu adı geçen iki hükümet sürecinin ortasıdır.
On yıllık iktidarları devamında Ak Parti hükümetinin ortaya koyduğu, devletin demokratikleşmesi kararları ‘yetmez ama evet’ denecek neviden aslında çok önemli kararlardır.
Tanzimat Fermanı’nın bir çok kararı uygulanamamıştı. Aynı şekilde I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyete kadar uygulanmadan askıda kalmıştı. II. Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki belasıyla ortalık bulandırılmıştı. Menderes hükümetleri kanlı ihtilalle sonlandırılmış; Özal dönemi şaibeli ölümle bitmişti.
İmdi on hatta on bir yıldır devam eden, çok önemli demokratikleşme kararlarını açıklayan Ak Parti iktidarı, öncekilerden hareketle elbette ki ‘ne kadar sürecek’ sorusunu zihne getirmekle birlikte asıl önemli olanın ‘demokratikleşme paketinde’ vaad edilen kararlar ne kadar uygulanacak veya uygulanabilecek olmasıdır. Bu iktidar bu kararları tamamen uygulasa bile devamında gelecek hükümetler, yönetimler bu uygulamaları ne kadar sürdüreceklerdir. Sonuçta hepsi istenildiğinde kanunla düzenlenen uygulamalardır. Özetlendiği gibi birbirine zıt çok çalkantılı bir siyasi hayatımız söz konusu.
Bu arada Tanzimat’la birlikte tüm bu oluşum ve süreçler, siyasi anlayış, yaklaşım ve uygulamalar tamamen bizimle ilgili, bizim sorunu teşhis ederek ortaya koyduğumuz çözüm, öneri, plan, proje ve hedeflerimiz değil maalesef.
Ben en çok bu noktaya üzülüyorum. Bunların hepsi geçmişte Avrupa’nın günümüz ve yakın tarihimizde Avrupa ve ABD’nin yönlendirmesi, planlayıp hedef göstermesiyle gerçekleşen oluşumlardır.
“El ağzıyla çorba içmek” deyimini hatırlayarak kendi eksik, hata ve kusurlarımızı kendimiz görmemiz, kendi geleceğimizi başkalarının yönlendirme ve yardımını beklemeden kendimiz planlayıp yeni bir kendimizi, kendimiz oluşturabilmemiz, bizim için en doğru seçenektir.
Neyse madem başta hatırlattık Nazım’ın o şiirine bir göz atıverelim:
trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!
trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!
mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Dedi Kırlangıç |
|
Hazan mevsiminden bir gün,
sabâhın seherinde;
gökyüzü henüz daha turuncuyken,
vardım bir yol,
tırmandım Bozöğük Kalesi’ne.
Çıktım burçlarından birine,
açtım kollarımı,
gerdim göğsümü;
seyre durdum bir cümle âlemi.
Derken, bir kırlangıç geçti yanımdan.
Döndü bir yol, usulca sokuldu yamacıma.
Dedim: N’oldu kırlangıç kardeş,
niye döndün yolundan?
Dedi: Ne ararsın burada, merak ettim seni.
Dedim: İçim daralıyor kırlangıç kardeş,
içine akmak istedim âlemin sonsuzluğunun.
Dedi: Takıl peşime öyleyse,
ben seni götüreyim.
Atladım hemen sırtına,
tutundum hemen boynuna,
gökyüzünde süzüldük bir vakit;
fakat, kırlangıcın rotası bir garip.
Dedim: Niçin böyle bir yükselir,
bir alçalırsın?
Dedi: Kiminin üstünden geçerim,
kiminin altından.
Dedim: Tabiî ya,
buradan gelir tüm yaşama sevincin;
bilirsin yüksekteyken alçalmayı,
alçaktayken yükselmeyi.
Dedi: Evet, ben bilirim de
şu zavallı insancıklara ne demeli?
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|