|
|
|
Editör'den : Yeni mağduriyet konuları aranıyor!... |
Ne haftaydı ama. Detaylara girmeye gerek yok. İki önemli ama farklı olay herşeyin önüne geçti. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında illa açılması için büyük uğraş verilen Marmaray ile Meclis'te arz-ı endam edecek türbanlı vekiller gündemin baş köşesine kuruldu.
Marmaray'ı yıllar evvel daha sadece bir tünel iken gezmiştim. "Japonlarlar yapmış gene yapacağını." diyerek ayrılmıştım oradan. Herşey kitabına uygun tek tek defalarca kontrol edilerek oya gibi işleniyordu. İki köprünün yanına bir üçüncüsünün dikilmesindense böyle çevreyle dost projelere imza atılması gururumu okşamıştı ne yalan söyleyeyim. Hele yanına bir de arabalar için açılacak tünelin kazılması kadayıfın kaymağı gibiydi. Hep takdir ettiğim Karayollarının yanına bir de DLH'yi eklemiş, o zamanlar başında bulunan arkadaşımla gururlanmıştım. O vakitler ne 29 Ekim 2013 tarihi telaffuz ediliyordu, ne de "çanak-çömlek" (!?) için gecikme söz konusuydu. Yerin dibine, yürüyen merdivenlerle değil, bir kuyudan döner merdivenle nefes nefese inmiştim üstelik. Çıkışı ise ayrı bir felaketti ama gel gelelim, herkesten önce o tünele girmiştim ya herşeye değerdi.
Günler, aylar, yıllar geçti. Yenikapı kazısında çıkan çanak çömleğin projeyi geciktirdiğini, Tayyip'in "Birkaç çanak çömlek için vakit kaybediyoruz." demesinden anlamıştık. Şaşırmamıştık tabi, arkadaşın kültür düzeyi ancak bu kadarına cevaz veriyordu. Bir de 29 Ekim 2013 olarak tarih verilmeye başlandı. Daha resmi bayramlar yasaklanmamıştı. Atatürk anıtlarına çelenk koyabiliyor, TOMA'yı çizgi roman kahramanı sanıyorduk. Hiçbirimizin aklına 29 Ekim'i gölgelemek gibi bir komplo teorisi gelmiyordu o zamanlar.
Devran döndü, referandum, seçim derken, ağızlarının kenarından sarkan makarnayı hüüp diye çeken yüzde elliyi kucaklarında buldular. O yüzde elli önce kul sonra kıl oldu ama Tayyip'e iyi merhem oldu. Bayrmalar sembolik kutlamalarla geçiştirilmeye, Türk, Cumhuriyet, Atatürk göz önünden çekilmeye başlandı. Dağ, taş, orman denilmeden hemen heryer, TOKİ'nin emrine, oradan müteahhitin cebine yollandı. Van'da deprem oldu, deprem konutu yapıldı, konutları asgari ücretle çalışanlara seksen bin liradan pazarladı. Kentsel dönüşümle Sulukuleyi yıktı, yerine inşa ettiği villara zengin Suriye'lileri oturttu. Her yer Taksim diye çıktık yola ama aslında her yer inşaattı. Üsküdar, Sirkeci, Yenikapı metal duvarlarla çevriliydi, görmüyorduk. 29 Ekim yaklaştığında işin vehametini anladık. Kanla imzalanmış intihar yeminleri ediliyormuş meğer. Asrın projesini o hastalıklı beyinler hayata geçirmeye çelışıyormuş. 29 Ekim'e yetişsin diye her şeyi göze almış bu zeka fukaraları. Kaderde varsa denizin altında büzülmek, neye yarar üzülmek demiş, çalışmışlarmış meğerse.
Gün geldi açıldı o tünel. Asrın projesini alkışlamaya taa Somali'den gelmişti bir garip Cumhurbaşkanı. Çıktı kürsüye 15 dakika Tayyip'i baştan aşağı yaladı, son 15 saniyede Marmaray aklına geldi, hayırlı olsun dedi. Sıra sıra çıktılar kürsüye ama Recebim bir taneydi. Yaptı balkon konuşmasını, Atatürk demese de Gazi Mustafa Kemal diyerek çaktı selamını. Yıllarca "Bunlar ne yaptı ki, Vahdettin verdi altınları gönderdi Samsuna kraliyet yatıyla..." diye yalan üstüne yalan söyleyen, çıktığı kovuğu inkar eden bu beyne yukarıdan vahiy geldi, döktü şakıdı bülbüller gibi; "Kırık dökük Bandırma vapuruyla Samsun'a çıkan Gazi Mustafa Kemal...", "Kazarken tarih bulduk istasyonları süsledik." dedi de başka birşey demedi. Eee Allahın sopası yok, böyle tepiyor tepeceğini işte.
Japon mühendisler, harakiri için hazırladıkları kılıçları belde, açtılar test edilmemiş treni. Açarken yoldaşının bedava isteğini kırmayıp "15 gün bedava yapıla" fetvası veren Tayyip'in neşesi de yerindeydi. Birkaç milyona malolacak, yük altında yapılması gereken test sürüşleri, bizzat kendi kılları tarafından Allaha emanet, ücretsiz canlı kobay sürüşü ile yapılacaktı. Bundan iyi kayısı Şam'da bile zor bulunurdu. Ertesi gün elektrik kesintisi, kapı sıkışması, imdat kolu muamması, yürümeyen merdiven macerası, varken yok sayılan Sirkeci durağı diyerek akşam edildi. İki gündür binen binene. Daha çok işi olan bir proje, sidik yarışı uğruna kör topal açıldı. Ben 6 aylık test sürüşleri bitmeden binmeyeceğim. Binenlere kolaylıklar, selametle evin yolunu bulmalarını dilerim. Marmaray bayramınız cümleten kutlu olsun.
***
Seçimler yaklaştıkça buzdolabından defalarca çıkarılan türban gene çıktı meydana. Bu sefer Meclis'e girecekti. Hayatları boyunca açık kafayla dolaşmış, adı var kendi yok dört kadın vekil, 1 hafta önce Hac'dan "Resetlenmiş" olarak döndüler. Hidayete erip temizlenmişler, bir daha kirlenmeyeceklermiş. Oha be oha. Kadınsınız diye daha fazla nida çıkaramıyorum kıymetini bilin. Hiç lafı uzatmaya gerek yok. Başta CHP, sonra MHP ve BDP'nin aklı başında tepkileri nedeniyle, Tayyip'in Meclis'e attığı bomba "Fıss" dedi patlamadı. Zira artık türbanın son kullanma tarihi geçti. Bir başka konu mutlaka bulur eminim ama artık türban diye diye oy toplayamayacak ondan eminim. Tabi bunların hepsi kendisi sarık ve şalvarla Meclis'e gelmek istemezse geçerli. Eğer isterse yeni mağduriyet haşemadan girer şalvarın lastiğinden çıkar. Olmaz demeyin, bal gibi olur. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SONBAHARDAN ZEMHERİYE -1 |
|
Saatin alarmıyla uykusundan uyandı. Yastığını duvara yaslayıp oturdu. Komidinin üzerindeki zeka küpünü aldı. Kırmızıları tek bir yüzeyde toplamayı başarmıştı ama ötekiler sarılar, maviler, yeşiller ve beyazlar dağınıktı. Her sabah bununla yarım saat kadar uğraşıyordu. Mavileri bir yüzeyde toplamaya başlayınca kırmızılar karışıyordu. Adım adım yaptıklarını sayıyor, kırmızıları bozmadan geri dönüyordu. Üzerinden yıllar bile geçse zeka küpünü düzeltmeye kararlıydı.
Sekiz yıl önce emekli olmasına rağmen hala sabahları erken kalkıyordu. Birkaç aydır sıcak suya kahve keyfinin yanına bir sigara ekleyip güne başlıyordu. Her sabah çay demleyip zeytini, peyniri, reçeli masaya çıkarıp olduğu gibi dolaba geri koymaktan bıktığı için kahvaltı yapmayı bırakmıştı. Kahve ve sigara keyfinden sonra üzerini giyip dışarı çıktı. Sakalları iyice uzamıştı. Birkaç gündür sabahları sokakları sis kaplıyordu. Güneş ancak öğleye doğru sisleri dağıtıp ortaya çıkıyordu. Uzun zamandır her sabah bacaklarının dermanı tükeninceye kadar yürüyordu. Ana yollardan ve egzoz dumanlarından uzak sokakları seçiyordu. Seçtiği sokakları her sabah değiştiriyordu.
O sabah cephanelik tarafına gitti. Dik yokuşu kendini yormadan yavaş yavaş çıktı. Daha tepeye ulaşmadan ağaçlıktan kuş sesleri gelmeyi başladı. Çamlar olduğu gibi dursa bile dişbudaklar ve meşeler sararmaya başlamıştı. Taş duvarı çevreleyen demir parmaklığa tırmanmış sarmaşıklar tuğla kırmızısı ile kavuniçi arasında bir renge dönüşmüştü. Grup halinde yürüyen kadınlar, köpeğini gezmeye çıkaran orta yaşlı erkekler, kan ter içinde koşu yapan gençler vardı. Burada günün her saatinde hep birileri olurdu. Evden çıktıktan iki saat sonra ayaklarının gücü tükenmeye başladı. Oturduğu mahalleye tepeden bakan bir banka oturdu. Sis neredeyse dağılmış, güneş puslu görüntüyü yavaş yavaş açıyordu.
Epey bir süre öylece oturdu. Geldiği yolu bırakıp Kara Fatma meydanına doğru yürüdü. Emekli Öğretmenler Derneği açıktı ama henüz gelen olmamıştı. Bir kahve daha söyledi. Garsondan bir kahve istedi. Canı sigara istiyordu. Böyle olacağını bildiği için paketi özellikle evde bırakmıştı. Günde sadece altı sigara içmeye karar vereli birkaç ay olmuştu. Kararını büyük bir disiplinle uyguluyordu. Her bir sigarayı önceden belirlediği saatlerde içiyordu. Ve her gün birkaç saat yürüyordu. Bir gün oturup bunu hesaplamaya çalıştı. Otuz yaşından beri her gün yedi veya on kilometre yürümüş olsa dünyanın etrafında iki kez dolaşmış olurdu. Kahvesini içtikten sonra kalktı. Lokalin sahibinden dünkü gazetelerin bulmacalarını istedi. Bir kısmı doldurulmuş olsa bile yine de evde vakit geçiyordu. Üstelik Alzaymır’a iyi geldiğini söylüyorlardı.
Dört yıldan beri yalnızdı. Emekli olduktan sonra düzenleri bozulmuştu. Kırk yıllık eşi Esma Hanım, “Sen böyle değildin. Emeklilik senin huyunu suyunu değiştirdi. Her şeye karışıyorsun. Uçana kaçana sinirleniyorsun. Akşama kadar evde oturup sürekli kendine hizmet ettiriyorsun,” diyordu. Bir iki kez tartışmışlardı. Birkaç küslükten sonra Esma Hanım arada sırada kaçıp kızının evine gitti. Geri gelip ortalığı toparlıyor çok kalmadan geri dönüyordu. Sonra torunlara yakın olabilmek için kızının yaşadığı kasabada küçük kiralık bir ev tuttu. Geri gelmeler, ortalığı toparlamaların arasına uzun mesafeler girmeye başladı. Oturup konuşmadan, mahkemelik olmadan, uzun boylu itişip kakışmadan, derin dargınlıklara dalıp çıkmadan herkes kendi haline çekiliverdi.
“İnsana eş yaşlılıkta lazım,” derler. Hiç de öyle değil. Yaşlanınca insanın sabrı azalıyor. Geçimsiz, huysuz oluveriyor. Üstelik farkına bile varamıyor. Esma Hanım birkaç haftada bir ya da aydan aya arayıp telefonda sorar. Sağlığım nasıl, ne yiyip içiyorum, ilaçlarımı düzgün alıyor muyum? Boş konuşmalar bunlar. Ölsem cenazeme bile yetişemez. Bu konuşmalardan çok sıkıldım. Ama aradaki bağı koparıp atan ben olmak istemiyorum. Kolay değil. Kırk yılın hatırı var.
Çocuklar büyüyüp evden gittiklerinde yavaş yavaş değişmeye başlamıştık. Önceleri onlar sık sık gelip ortalığı şenlendirirlerdi. Yeniden eski günlere dönüverirdik. Sonra çoluk çocuğa karıştılar. İşleri ve dertleri arttı. Ziyaretler bayramdan bayrama düşüverdi. Sonra bayramlara da bir şeyler oldu. Çocuklar bayramlarda ziyaretlerini bir an önce bitirip tatile kaçmak istiyorlardı. Baktık ayak bağı oluyoruz. “Önceden haberimiz olsun. Boşu boşuna beklemeyelim,” dedim. İsteyen tatiline gitsin. İsteyen buraya gelsin. Esma Hanım, çocuklar ne yaparsa yapsın hep onları haklı bulur. Hep beni eleştirir. Kırk yıllık evliliğimiz boyunca bu hep böyleydi. Zorda kalınca “Ben anneyim,” der. “Sen anneliğin ne olduğunu anlamazsın?” Sayesinde baba olmanın kof bir sahiplenme olduğunu öğrendim. Doğruyu bulmayı, uzlaştırıcı olmayı bir türlü beceremedim.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu HALİKARNAS’ TAN HALİKARNAS BALIKÇISI' NA |
|
Bu yıl Balıkçı’nın 40. Ölüm yıldönümü. Aylardan beri ona layık bir anma gerçekleştirebilmek için çabalıyoruz. Bugünkü Turgutreis – İstanköy etabı ona adandı.
Teknelere baktım. Ne yazık ki onun hiçbir resmini göremedim. Bu ayıp başta ben olmak üzere tüm Halikarnas Balıkçısı Forumu’nun; düşünemedik.
Gümüşlükten çıkarken dağların buğusunu seyrediyorum. Tavşanada’da Myndos’un kalıntıları iyice ortaya çıkmış. Adanın görüntüsü değişmiş.
Çatalada’ların kuytusunda durup bu kez Turgutreis’e denizden bakıyorum. Dağ taş bina.
Akın var akın,
“Dağları tepeleri binayla dolduracağız.
Yarımadayı zapt etmenin vakti yakın.”
Nazım’ın o dizelerini, böyle bir görüntüyle kullanmanın hoş olduğunu elbette söyleyemem. Ne var ki birçoklarının Bodrum’a işgalci mantığıyla baktığını kim inkâr edebilir: Yık, yap, sat.
Balıkçı’nın Bodrum’daki can dostlarından birinin Kaptan İsmet Cengiz’in babası Ali Cengiz olduğunu herkes bilir.
İsmet Kaptan telefonuna yüklü siyah beyaz bir fotoğrafı gösteriyor.
“Ben onun omuzlarında büyüdüm.” diyor ve ekliyor:
“Bodrum o zamanlar küçüktü. Herkes birbirini tanırdı. Anımsarım. “Balıkçı, bana yaz, Bodrum’u tanıt diyorlar. Ben de yazıyorum. 20 -25 yıl sonra Bodrum’a çok insan gelecek. Çok para kazanacaksınız. Ama kemiklerime, küfredeceklerini biliyorum, derdi. Dedikleri gerçek oldu, olacak da.”
Bugün sözcüğün tam anlamıyla yelkenci rüzgârı var. Yatlar başlangıç noktasında dünle kıyaslamayacak bir coşku içinde. Hepsi birden gemi boşalmış küheylanlar gibi fırlayıverecekler. Menzil karşıda. Şunun şurası ne kadar yol ki!
Önce küçüklere yol veriliyor. Yelkenler yetmiyor balonlar açılıyor. Deniz üstü şenlik.
Biz küçüklerin dansına dalmışken ahşaplar harekete geçiyor. Aman Allah’ım bu ne görkemli güzellik böyle. Her birini belleğime odaklıyorum. Yaşadıkça anımsanması gereken bir manzara bu.
“Hayde bre efeler!”
Evet, evet, bunların her biri zeybek…
Özgüveni tam, vakur, çalımlı…
Az önce yatlar için yüz metre koşusu olarak gördüğüm parkurda yanıldığımı anlamakta gecikmiyorum.
Desem ki şimdi “Yelkencinin yolunu rüzgâr çizer.”
Teknelerin çoğu, kuzey doğuya, İstanköy’e gideceklerine güney doğuya Bodrum’a gidiyorlar.
Arkalarından yetişip bağırsam:
“Heyyy, İstanköy orada değil burada.”
Kanal B televizyonu yapımcısı Erdal Kumbasar ve kameraman Yusuf Türker işbaşındalar. Onun için İsmet Kaptan, teknelerin ortasına dalıyor. En önde Bodrum okul gemisi kırmızı balonu da açmış. Öyle hızlı ki yakalamamız olanaksız.
Kovalamaca bir hayli sürüyor. Akyarlar önünde yaklaşabiliyoruz Bodrum’un gururuna. Kaptan köşkünde sevgili kardeşim Mustafa Demiröz var. Ustaların da ustası Yücel Köyağası gençlere komutlar veriyor. Gençler pır dönüyorlar.
Galiba yukarıdaki cümleyi değiştirip “Yelkenci rotasını rüzgârına göre seçer.” Demeliyim.
İstanköy’de dış limana demirliyor ve yelkenlileri izlemeye başlıyoruz. Bitiş şamandırası hemen önümüzde…
İşte okul gemisi en önde…
Daha önce yola çıkan küçük teknelerden de önce göğüslüyor ipi. Geride ta tek sıra dizilmiş gibi yelkenliler anakara ile ada arasına bir köprü kurmuş gibi.
Evet, evet bu bir köprü
Burası Karya. Tarih böyle çünkü.
Haydi çıkalım, Hipokrat’a saygılarımızı sunalım.
Bir bayan polis dikiliyor karşımıza:
“Pass please!” diyor.
“Pass?!”
“ Teknenizde bekleyin!”
Ah nasıl da unutmuşum. Balıklar niye anımsatmadınız bana deniz dibindeki sınırı? Ya siz martılar! Gökyüzüne neden çizmediniz sınırı?
Burası başka bir ülke.
Teknede tam 6 saat bekliyoruz. Gelen giden yok. Gerekçe nedir, onu da bilen yok. Gün kararıyor.
Balıkçı, Bodrum’a kalebentliğe mahkûm edilmişti. Ben de İstanköy Kalesi’nin dibinde Neptün’de akşamı buluyorum.
- Üzgün müyüm?
- Evet.
- Kırgın mıyım?
- Kime kırılmalıyım?
Burası Karya. Bin yıllar süren birlikteliği yıkanları tarih bilmiyor mu?
Benim işim yapmak.
Merhaba Hipokrat. Sana, karşı yakadan, Herodot’tan, Balıkçı’dan selamlar getirdim. Biraz karanlığa kaldım kusura kalma. Umarım seneye daha erken gelirim.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
FUARLI GÜNLER
Sonbahar’ın gelmesi İstanbul için fuar mevsiminin ve etkinliklerin başlaması oldu. Gelen Ekim ayıyla beraber söyleşiler ve konferanslar da arttı. Bu etkinliklerden biri ‘Altın Eller Geleneksel El Sanatları Günleri’ydi.
Beyoğlu Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle düzenlenen, Altın Eller Geleneksel El Sanatları Günleri’nde, Türkiye’nin 29 ilinden toplam 73 sanatkar el sanatlarını sergiledi.
Bu fuarda sanatçılar, etkinlik alanında üretim yapabildikleri gibi ürünlerini satma fırsatını da buldular. 14 gün boyunca sanatlarını icra edip, satış yapan bu sanatçılar arasında; bakırcılar, sepetçiler, dokumacılar, yemeniciler vb. vardı.
Gelecek nesillere milli kültürümüzün aktarılması ve bu mesleklerin ölmemesi açısından, bu fuarın yapılması çok faydalı olmuştu.
Gezerken insanların nasıl çalıştığını ve ürünün nasıl ortaya çıktığını görebiliyorsunuz. Bu da bizim gibi köklerini arayan, benliğini unutmak istemeyen, insanlar için güzel bir şey. Özellikle çocukların bu tür ortamları görmesinde fayda görüyorum.
Ve turizm. Turistlerin bu çalışmaları dikkatle incelemesi ve satın alması. Bunları, yurt dışında tanıtarak, ülkemizin bu ürünlerden para kazanmasını ve ekonomimizin güçlenmesini sağlayabiliriz.
Anadolu’da, tanıtım yapılırsa üretim yapılabilecek birçok yeni kaynağımız var. Halılarımız, kilimlerimiz, bakırlarımız, keçelerimiz, deri yemenilerimiz. Bunlar gerçekten değerlendirip, yurt dışında kendimize pazar bulabilirsek, ülkemiz kalkınacaktır.
Tepebaşı’ndaki bu etkinliğe milli kültürümüzden olan “atışma”larda eklenmiş ve bu etkinlik için tanınmış olan sanatçılar, çağrılmıştı. 3 Kasım 2013 tarihine kadar gezebileceğiz bu etkinliğin konukları; 1 Kasım’da İlkin Manya (Aşık Sarıcakız) ve Sürmelican Kaya (Aşık Sürmelican) 2 Kasım’da Ali Rıza Ezgi ve Fuat Çerkezoğlu (Aşık Çerkezoğlu)dur.
Altın Eller Geleneksel El Sanatları Günlerini Pazar gününe kadar Tepebaşı’n da ziyaret edebilirsiniz.
Kasım ayının önemli etkinliklerinden biride; 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı. 2 Kasım 2013 tarihinde başlayacak olan fuarın bu yıl ki konuğu; Çin Halk cumhuriyet’iydi.
Çok sayıda katılımcının olduğu fuar, geçen yıllarda renkli geçmiş, edebiyat alanında birçok konuk ağırlanmış ve kaliteli birçok söyleşi yapılmıştı.
Yeni çıkan indirimli kitapların bolca bulunduğu fuar, kaynak
açısından da çok çeşitliydi. Bu yıl fuarın yine aynı güzellikte geçmesini dileyerek, etkinliğine katılacağım isimleri sizlerle paylaşmak istedim; Banu Avar, Deniz Kavukçuoğlu, Sibel Oral, Doğan Hızlan, Atilla Dorsay vb.
32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na sizleri de bekleriz…
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KADINLARLA OYNAMAK
G. Okuma Tiyatrosu sunumuna hoş geldiniz. Bugünkü konumuz: KADINLARLA
OYNAMAK! Aslında Ben oynamayı çok severim. Çocukluğum, sokaklarda yalınayak
başıkabak oynayarak geçti. Gençliğimde bir tiyatro grubu kurdum; oynamaya devam
edebilmek için tabii. Yetişkinleştikçe – ne zaman yaşlanacağımı bilmiyorum – bir
gerçeği fark ettim: aslında biz zaten hep oynuyormuşuz. Öyle, sokaklara çıkmaya,
tiyatro grupları kurmaya hiç gerek yokmuş. Yaşam dediğimiz şey, aslında büyük bir
oyunmuş gerçekte. Hem kendimizle hem de başkalarıyla oynayarak tüketiyormuşuz
yaşamımızı.
Ş. Gündüz Bey, kıvırmayın lütfen! Konumuz oyun oynamak değil, Kadınlarla Oynamak!
G. Ne fark eder? Biz zaten oynamak için doğmamış mıyız?
M. Erkek mantığı bu olmalı: Bizimle oynadıklarını, yaşamın doğal yapısı olarak kabul
etmemizi istiyorlar. “Sizin başınıza gelenler, bizim suçumuz değil, doğanın suçu”
diyerek işin içinden sıyrılmak istiyorlar.
G. Kimin suçu sizce?
Ş. Bugün bunu sorgulamayacak mıydık?
G. Sorguluyoruz işte: oynamak kötü bir şey mi? Eğer kötü bir şeyse, çocuklara, oynasınlar
diye neden oyuncak alırız?
Ş. Pes doğrusu! Bugün buraya gelenler – özellikle bayanlar – kendileriyle neden ve nasıl
oynandığını sorgulamak ve çözümlerimizi öğrenmek için geldiler.
G. Biz de onu yapacağız; üstelik oynayarak! Öyle değil mi Oğuz?
O. Doğrusu aklım karıştı. Sen bana, kadınların, bizlerin - yani erkeklerin - yüzünden
yaşadığı sorunları sorgulayalım ve çözümler üretelim, demiştin.
G. Hayda! Gördünüz mü sayın izleyiciler! Kadınlarla anlaşmak ne kadar zor. Ben daha ne
dediğimi yeterince açıklayamadan, onlar hemen araya girip ortalığı karıştırdılar. Tabii
kırk yıllık arkadaşımı – yani bir erkeği de - yanlarına çekmeyi başardılar.
M. Arkadaşlar, bırakalım Gündüz Bey sözünü bitirsin. Kadınlarla nasıl oynanırmış bize
anlatsın. Sözünü bitirince, biz de kendi düşüncelerimizi açıklayalım. O, şimdi biz, araya
girdikçe, konuklara “Bakın ne kadar haklıymışım” mesajını sunacak.
Ş. Ama anlamadığım bir şey var: Bize bu toplantının konusunun KADIN
SORUNLARI olmasının uygun olacağını kendisi söylememiş miydi? Biz de “iyi olur”
dememiş miydik? Hatta konunun başlığının da KADINLARLA OYNAMAK olmasında
mutabık kalmamış mıydık?
G. Evet, konuyu da başlığı da birlikte saptamıştık. Ama size “konuyu herkes kendi
açısından yorumlasın, ona göre metinler yazalım. Böylece seyirciye değişik
seçenekler sunmuş oluruz” dememiş miydim? Erkek arkadaşım Oğuz, sen ne diyorsun:
öyle konuşmamış mıydık?
O. Öyle konuşmuştuk. Ama gene de bayan arkadaşlar gibi benim de aklım karıştı. Sen
sanki KADINLARLA OYNAMA’yı doğal bir sonuç gibi anlatmaya başladın gibi geldi
bana da. Oysa biz bu durumu sorgulayıp eleştirecektik, çözümler sunacaktık.
G. Vay be! Demek ki erkek arkadaşım bile kadınların yanında yer aldı. Peki değerli
bayanlar ve de bayanların yanında bana karşı tavır almış değerli erkek arkadaşım; size
zor bir sorum olacak: KADIN nedir? (Üç oyuncu birbirlerine bakarlar. Sanki herkes
sorunun yanıtını diğerlerinden bekler gibidir.) Tabii soru zor olunca, herkes yanıtlama
görevini birbirinin üstüne atar.
Ş. Soru zor değil. Sadece aramızda hangimiz cevap vermek ister gibi bir bakışma yaşadık:
KADIN, İNSAN TÜRÜNÜN DİŞİSİDİR!
G. Aferin! Bir de bravo! On üzerinden On puan aldınız! Gelelim ikinci soruya: KADIN’ın
doğal işlevi nedir? Dikkat edin TOPLUMSAL İŞLEVİ demiyorum DOĞAL İŞLEVİ
diyorum!
M. Erkeğin doğal işlevi neyse, kadının doğal işlevi de aynıdır.
O. “Erkekle kadın, doğal olarak eşittir” mi diyorsunuz?
M. Siz “eşit değildir” mi diyorsunuz? Zaten, “eşit değildir” diyenler yüzünden kadınlar bu
hale gelmedi mi?
O. Ben, “kadınla erkek, toplumsal açıdan eşittir” diyorum. Ama doğal açıdan eşit değildir.
Ş. Gördün mü? Oğuz bey de karşı tarafa geçiverdi hemen. Ne de olsa erkek! Erkeklerle
eşitsizliğimizin kaynağını bulup yapışıverdi o da.
O. Hanımlar lütfen duygusal tepki göstermeyin! Ben; “kadınlar doğal olarak erkeklerden
farklıdır ama toplumsal olarak eşittir” diyorum.
M. Böylece toplumsal olarak eşitmişiz gibi açıklamalarda bulunup, biz kadınlara
çektirdiklerinizi doğal farklılığımıza yükleyerek suçlarınızdan kurtuluyorsunuz.
O. Gündüz, bir konferansında “erkeler iki boyutlu, kadınlar üç boyutludur” demişti.
“Erkekler enine - boyuna bakarlar yaşama, kadınlar derinliğine de iner yaşamın. Ama
bazen derinliklerde kaybolup, yukarı çıkmayı beceremezler” demişti. Ne kadar
haklıymış.
Ş. Kadınların üç boyutlu olması, onların erkeklerden üstün olduğunu gösterir. Yaşamın
derinliklerine dalmaları da sorunlara doğru çözümler arama çabasının bir gereğidir.
G. Arkadaşlar, savaşmaya değil barışmaya geldik buraya. İlk çağları düşünün biraz.
Erkekler, soğuk-sıcak, yağmur-çamur demeden yiyecek toplarken bütün gün; kadın
mağarasında çocuğuyla ilgilenmenin ve ortalığı toparlamanın dışında ne yapardı ki?
M. Gündüz Bey! Ben anlamadım bugünü! Siz, bizi, buraya, kadın - erkek ayrımcılığını
savunmanızın objesi olarak mı çağırdınız?
Ş. Hani kadın sorunlarını sorgulayacaktık?
G. Gördüğünüz gibi sayın izleyiciler, kadınlarla erkekleri uzlaştırmak ne kadar zor.
O. Gündüz bir dakika! Ben de anlamadım bu oyundan bir şey. Bayanlar haklı: biz kadın
sorunlarını irdelemeyecek miydik bugün?
G. Oğuz, irdeliyoruz işte.
O. Ama “kadınların sorunlarının kaynağı kadınlardır” mesajı çıkmıyor mu bu
konuşmalardan?
G. Ben, mesaja karışmam. Ben, gerçekleri tartışırım. Mesajlar, o mesajları çıkaranlara
aittir.
M. Gündüz bey, tam siyasetlik biri oldu bu akşam. İktidar partisinden biri gibi konuşuyor.
Yani bir yandan sorunlarımızı savunuyormuş gibi açıklamalarda bulunuyor, bir
yandan da “sorunları üreten sizsiniz” sonucunu sunuyor bizlere.
Ş. Arkadaşlar, benim aklım iyice karıştı. Acaba Gündüz Bey, özellikle uyguluyor olabilir
mi bu yöntemi? Yani erkeklerin, kadınlarla nasıl oynadığını anlatmaya çalışmanın
değişik bir versiyonunu sunuyor olmasın?
O. Vallahi benim de aklımdan geçmedi değil o konu. Ama gene de çözemedim.
M. Yani, Gündüz bey, bizimle gerçekten oynuyor mu sizce?
G. Değerli izleyiciler, ben yaşamım boyunca, kadınlarla oynayabilen bir erkeğe
rastlamadım. Ama erkeklerle oynayan çok kadın tanıdım. Bu, KADINLARLA
OYNAMAK deyimi, daha çok toplumsal anlamda kullanıldı. Geçenlerde iki haber
okudum gazetelerin birinde. Tecavüze uğrayan bir kadına 120 kırbaç cezası verilmiş.
Yani kadın, tecavüze uğradığı için cezalandırılmış. Başka bir haber de; eşi evde yokken
Televizyonda bir erkek sunucunun sunduğu programı izleyen kadın, eşi tarafından
suçüstü yakalanmış ve eşinin boşanma davasını haklı bulan hakim de onları boşamış.
(İzleyicilere) Gördüğünüz gibi sayın izleyiciler, adalet sonunda yerini bulmuş. Tabii
Türkiye’de değil, Suudi Arabistan’da! Gazetede okuduğum bu iki olay da o ülkeye ait.
Aslında bu haberleri okuyunca, “anladıysam arab olayım” diyecektim ama olay
Arabistan’da geçtiği için arab da olamıyorum. Neyse, şu bir gerçek ki kadınlar
olmasaydı, yaşam çekilmez olurdu. Yaşamı renklendiren, güzelleştiren kadınlardır.
Bunu cinsel anlamda söylemediğimi vurgulamak isterim. Elbette kadınların da
erkeklerin de birbirlerine cinsel anlamda ihtiyaçları vardır. Ama ben, cinselliğin
dışındaki ayrıcalıklardan söz ediyorum. Kadınların olmadığı hiçbir ortam güzel
olamaz. Buna Büyük Millet Meclisi de dahil. Saygıdeğer konuklar, bizim oyunumuz
burada bitti.
Gündüz Badak
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın İşte, budur yaşamak! |
|
I.
Adımsız bir kenar dibinde,
bekâreti bozulur gecenin.
Ağız dil vermez duvarlar,
üstüme birikir kederlerin
ve bıçak gibi keser ellerimi.
Renge boyar zamânı anılar,
sanki çalım atar gibi.
Yıldızları sayarak geçirdiğim anlar,
güneşle bir olup üzerime gelir
sanki nafaka ister gibi.
Saçlarına takılır demir parmaklıklar;
gördüğüm bu, iğnelenmiş bir halat.
Özgürlük şarkımı söylemek isterim.
Sana yazdığım bu şiirler,
boşalır gider dizginsiz.
II.
Bulunduğun yerde olmaktan övünüyorsan,
ileri gidemeyeceğini bildiğin içindir.
Nasıl durdurabilirsin hayâtı,
nasıl dışında kalabilirsin gerçekliğin?
Gördüğün bu zeytin ağacı,
fakir toprakların zengini;
dallarını örter, korur kendine sığınanları.
Zenginliği, cömertliğinden gelir;
sen de verdikçe çoğalacaksın
ve senin şarkılarını söyleyecek martılar.
III.
Şâirler,
doğayı yeniden yaratmaya çalıştı;
doğa ise dayanamadı,
kendi şâirlerini yarattı.
Taklit ettiler pek çok;
güneşe bakıp imrendiler,
denizle kederlenip
geceyle kendilerinden geçtiler,
boğazlarına kadar yalana battılar
ve sonra, kiloyla satılan kitaplara
karıştı yazdıkları.
Anlat minik kelebek,
“şâir”e çıkmış adım,
karşında konuşamam.
Ben susayım, sen anlat;
altmış yıllık ömürde
insanın göremediğini,
bir günlük ömre
nasıl sığdırdığını anlat:
–İsimsiz bir ırmak gibi
kendi yolunu çizmek,
karışacağın denizleri de bilerek
ve bir okyanus olmak;
kıtaları yerinden oynatmak;
işte, budur yaşamak!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|