|
|
|
Editör'den : Olsan olsan "Koyvermiş Despot" olursun!... |
Yine yaptı yapacağını, giderayak bir öttü pir öttü. Neyi nasıl söylediğinden çok neden söylediği ile ilgiliyiz cümleten. Türbandan boşalan gündemi "Muhafazakar demokrat" garabetiyle doldurmayı amaçladı belki. Nedir bu Muhafazakar demokrat Allah aşkına? Muhafazakar, onun kastettiği anlamda olmasa da, kendisine cuk oturuyor hiç şüpke yok. Dinin arkasına saklanıp, yorgan altından dikizlediği hayatı, tüm kullarına empoze etmeye çalışması olarak açıklanabilir onun muhafazakarlık anlayışı. Evrensel anlamda bir muhafazakarlığın yani tutuculuğun da ötesine geçiyor zaman zaman. Zira tutmakla kalmıyor, dibe çekiyor hayatı. Yıllarca içine hapsettiği duygularının dışa vurumu ile kustukça kusuyor. Pisliğini temizlemek te yanına ilişmiş zeka fukaralarına kalıyor. Ama bu sefer gerçekten şaşırttılar biz garibanları. İlk sözün üzerine takla atmaya çalışan ağlak baba bile pes etti bu kadarına. Her daim yalamaktan ağızlarında tükürük kalmayan köşeciler bile isyanda. Biz dememiş miydik diyeceğiz de, kime diyeceğiz? Bugün eleştirenlerin yarın tekrar kapısında sabahlamayacaklarının garantisi var mı? Yok. Barlas'ı, Ilıcak'ı bir arada çuvala tık, sonra salla salla vur duvara, gör bak ne ses çıkıyor. Önce cık cık, sonra ayy ay, en sonunda ben ettim sen etmeeee. Bunlara güvenip yola çıkanın vay haline.
Muhafazakarmış. Yalan üsütüne yalan söyleyen, bugün dediğini yarın inkar eden, kul hakkını sefahat uğruna çarçur eden, çocukların tecavüzüne göz yuman, kadın hakkını yok sayan, faizi dibine kadar kullanıp faiz lobisine küfreden bir muhafazakar olur mu? Olursa işte tam böyle olur.
Gelelim "demokrat"a. Hey Allahım sen aklımızı koru. Gelmiş geçmiş en istibdat yanlısı adam "Ben demokratım." diyor. En ufak bir eleştiriye tahammül edemeyen, demokrasiyi sadece sandıktan ibaret gören, dediğini kayıtsız şartsız kabul etmeyeni defterinden silen, karşı çıkanı ise ölmekten beter eden adam "Ben demokratım." diyor. Sen olsan olsan "koyvermiş despot" olursun o kadar. Ayrıca, ne olursan ol bana ne. Kendini nasıl tanımlarsan tanımla ama bana karışma arkadaş. Benim çoluk çocuğumun namusu ne zaman senin iki dudağın arasına sıkışıp kaldı? Sen kimsin birader? Allah mısın, Peygamber mi? Yoksa pabuçlarımın uçkur bekçisi mi? Hangi demokraside, hangi çağdaş hukuk devletinde, insanların en doğal hakkı olan barınma hakkı böylesine gasp etmeye kalkılır? Ondan geçtim, hangi aklı başında ülkede halkın bir kısmı diğer kısmını ispiyonlamaya zorlanır? Ve hangi ülkenin devlet görevlileri başbakanın ağzından çıkan ne idüğü belirsiz cümleyi emir telakki edip hemen uygulamaya girişir? Demokratmış, senin demokrasi anlayışını, demokrat kişiliğini yesinler.
Bir tarafından bakınca, böyle düşünmek, düşündüğünü böyle dillendirmek adamın hakkı. Allahı var, bu konu da zerre sapmadı. Dün neyse o. Arada balkona çıkıp seçim ertesi bol maval okusa da, hep aynıydı. Baktı ki, o tükürdükçe, varlığından nemalananlar "Yarabbi şükür" diyor, gittikçe cesaretlendi. Sözde ağızlara çalınan balla kendinden geçen "Yetmez ama evet"çileri, istasyona girene kadar peşine taktığı katarın son vagonunda taşımayı da göze aldı. Eh daha ne isterdi ki? Şimdi o aymazlar sürüsü "Yetmez ama evet"çilere seslenmek istiyorum. Aldınız mı üçün birini? Evet dediklerinizin bir hayal olduğunu gördükçe kendinizden geçtiniz mi? Kendinizden geçtikçe, beyninizin en ücra köşelerine afyonu çektiniz mi? Bu millet bu adamı her daim sitayişle(!?) hatırlayacak ona şüphe yok ama sizi nefretle anacak göreceksiniz. Palazlandırdığınız iktidarın "İlk fırsatta feda edilecekler" listesinde olmak ne demekmiş anlayacaksınız. Siz sessizce bir kenarda olan biteni seyrederken biz size lanet okumayı sürdüreceğiz, hiç merak buyurmayınız.
Marmaray n'oldu yahu? 15 günlük test sürüşleri bitti mi? Bundan sonra soytarılık nasıl devam edecek bileniniz var mı? Hala aranızda bir fırsatını bulsam da şuna binsem diyeniniz varsa şu linkteki videoyu mutlaka izlesin. TMMOB İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Süleyman Solmaz'la yapılan söyleşi akıllara ziyan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu açıkça ortaya koyuyor. Hala binerim diyorsanız da, Allah yardımcınız olsun.
***
Pazar günü Ulu Önder Atatürk'ün ölüm yıldönümü. Ona Atatürk demeyi bile zul gören adam halen yurt dışında. Büyük olasılıkla programında gene bir değişiklik yapacak ve 10 Kasım'da sap gibi durmaktan yırtacak. Nankörlükten uzak, saygıda kusur etmeden Ata'mızı ananları, varlığıyla rahatsız etmesin zaten. Bizler, en yüce takdir duygularımızla Ata'mızı, Atatürk'ü bir kez daha hasretle analım, o bize yeter. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SONBAHARDAN ZEMHERİYE -2 |
|
Benim yaşıma geldiğinizde çok önemli bir gerçeğin ayırtına varıverirsiniz. “Çok çalıştım. Her şeyi evim ve ailem için yaptım. Onlardan artarsa yedim. Onlardan sıra eğer bana gelebilirse kendime yeni giysiler alabildim” lafları boş bir avuntudur. Sevilmeyi, kendimi sevdirmeyi başaramadım. Yaşam eğer bir yarışsa ben kaybettim. Kırk yılın sonunda elimde avucumda ne var? Sıfıra sıfır…
II
Kadın duşa kabinin sürgülü cam kapılarını aralayıp çıktı. Sıcak suyun buharından lavabonun aynası tamamen sislerle kaplanmıştı. Fayansların üzerinde biraz su birikmişti. Duşa kabinin metal teknesi yine su sızdırıyordu. Kocası burada olsaydı suyun sızdığı yeri arayıp bulurdu. Ne yapar eder tamir ederdi. Evde bir sorun olduğunda hemen aklına eşi geliyordu. Bu durum onu sinirlendiriyordu. Sadece musluk bozulacak diye de evlenilmezdi ya… Banyodan çıkıp elbiselerini giydi. Dolabın kapağındaki aynada ıslak saçlı haline baktı. Yüzü pembeleşmişti. Kendini olduğundan daha genç ve güzel hissetti.
Yirmi altı yıl öğretmenlik yaptıktan sonra on yıl önce emekliye ayrılmıştı. Okuldan, öğrencilerden ve arkadaşlardan ayrılmak zor olmuştu. İlk birkaç ay sık sık okulunu ziyarete gitmişti. Ama hiçbir şey aynı kalmıyordu. Herkesin işi gücü, kendine özgü bir koşuşturmacası vardı. Okul ziyaretleri yavaş yavaş anlamını yitirmeye başladı. İşte tam o günlerde kendisini tükenmiş, işe yaramaz ve değersiz hissetti. O artık sadece bir ev hanımıydı. Sabahları yeni erken kalkıyor, eşinin kahvaltısını hazırlıyor ve o kapıdan çıktıktan sonra gidip yatıyordu. Bazen akşama kadar yataktan çıkmıyordu. Çünkü hiçbir şeye hevesi kalmamıştı. Sürekli gittiği sağlık ocağındaki eski bir tanıdık olan doktor bir psikologa gitmesini önerdi.
İşte depresyon kelimesi ve hafif yatıştırıcı ilaçlarla o zaman tanıştı. Yataktan çıkamıyordu ama yine de uykusuzluk çekiyordu. Ütü, çamaşır, bulaşık, temizlikle uğraşacak gücü yoktu. Kemal Bey kendi derdindeydi. Bir gün olsun karısına neyin var diye sormadı. İşten gelince televizyonun karşısına geçip akşam yemeğini bekliyordu. O sadece yemek düzenli pişsin, gömlekleri yıkanıp ütülensin derdindeydi. Otuz yılın ardından ilk kez tartışmaya ve birbirlerini kırmaya başlamışlardı. Kocası onu pasaklı ve beceriksiz olmakla suçluyordu.
Saçları kuruyunca dışarı çıkacaktı. Sahil boyundan sonbahar yaprakları ayaklarına sürünürken uzun uzun yürüyecekti. Dönüşte lokantadan kıymalı bir pide yaptırırdı. Bir de çam demledi mi dokunma keyfine. Bundan güzel akşam yemeği mi olur? Bu akşam televizyonda sevdiği dizi vardı. Yatma saatine kadar sürer, onu oyalardı. Diziler bir yana kitapları vardı. Buraya yerleşir yerleşmez kasaba kütüphanesine üye olmuştu. Ve yıllar sonra kendini çok iyi hissediyordu. Ne karışanı vardı ne de görüşeni. İlaçları da bırakmıştı. Birkaç gün arayla akşamları kızına gidiyordu. Torununu seviyor birlikte akşam yemeği yiyorlardı. Yatmak için ne kadar geç olursa olsun mutlaka evine dönüyordu. En büyük sıkıntısı emekli maaşıyla geçinebilmekti. Elektrik, su, kira derken elindeki para uçuveriyordu. Ama mutluydu ve sağlığı düzelmişti.
İçine mavi bur gömlek giydikten sonra üstüne öğretmenlikten kalma etek ve ceket takımlarından birini geçirdi. Ayakkabıları eskimişti ama giyilmekten ayaklarına iyice uygun hale geldikleri için çok rahattılar. Sokağın köşesine duvarın boydan boya kaplayan büyük afişler asılmıştı. Birkaç gün sonra incir festivali varmış. Bir sürü şarkıcı türkücü gelecekmiş. Ve elbette bu yılın incir güzeli seçilecekmiş. Ben de incir güzeli yarışmasına adım yazdırayım bari dedi. Kendi kendine yaptığı bu şaka onu güldürdü. Kurul onu incir güzeli seçmese bile çok eğlenirdi. “Abla git işine allasen. Biz incir teyzesi seçmiyoruz,” derlerdi. Seyirciler kim bilir ne kadar çok güler ve alkışlarlardı.
Birkaç gün önce telefonla kemal beyi aramıştı. Bir kere olsun o arasa ne olurdu. Evde telefon da vardı. Can çıkmadan huy çıkar mı? Üstelik ne söylese geçiştiriyor. Kısa cevaplarla konuşmayı bir an önce bitirmeye çalışıyordu. Ben senin kırk yıllık karınım be adam. İki çocuk büyüttük. Kırk yıl aynı yastığı baş koyduk. İnsan bu kadar odun, bu kadar bencil olur mu? Halimi hatırımı bile sormaya üşeniyor. Yeniden birlikte yaşayalım istemiyorum. Ama kendisi çıkıp gelirse gelme diyemem. Ben bir daha oraya ve kocam olacak bu oduna dönmeyeceğim. Kuş kadar ömrümüz kaldı. Geriye kalan yıllarımı sağlıklı ve tasasız yaşamak istiyorum. Bu yaştan sonra hem hizmetçilik yapıp hem Kemal Bey’in aşağılayıcı sözlerine katlanarak yaşayamam. Benden bu kadar…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BÜLENT ECEVİT’İ ANARKEN |
|
“Sanatçılar gerçekleri açıklamak, politikacılar ise örtmek için yalan söyler” miş. Bu sözü kim söylemiş, nerede okudum bilmiyorum. Eğer bu sav doğruysa hem sanatçı hem politikacı olanlar, ne yapar ki?
Dünyada sanatçı da politikacı da çok. Ama hem sanatçı hem politikacı sayısı ne yazık ki pek çok değil.
Tarihimizde devletin zirvesinde görev alan önemli sanatçı ve devlet adamlarımız olmuş: Tonyukuk, Ebulgazi Bahadır Han, Ali Şir Nevaî…
Osmanlı padişahlarının birçoğu sanatla çok yakından ilgilenirdi. Fatih ( Avnî), Yavuz ( Selimî), Kanunî ( Muhibbî) bugün bile birçoklarının dilinde gezen şiirler yazmışlardır. 3. Selim (İlhamî), Sultan 2. Mahmut “Adlî” mahlasıyla şiirler yazdıkları gibi önemli bestelere de imza atmışlardı.
Tanzimat döneminin birçok devlet adamı, (Ziya Paşa, Ethem Pertev Paşa, Ahmet Vefik Paşa…) hem yazar hem de batılılaşma hareketlerinin önderiydi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında da Atatürk ya mecliste, ya bürokraside sanatçılara önemli görevler vermiştir. Yakup Kadri, Abdülhâk Hamit, Yahya Kemal, Halide Edip Adıvar, Mehmet Akif hemen akılımıza gelenlerden birkaçıdır.
Son zamanlarda siyasete daha çok popüler sanatçıların davet edildiklerini görüyoruz. Bunun, onların siyasete sağlayacakları katkıdan çok kamuoyunda tanınmış olmalarının getireceği oya bağlı bir durum olduğu açıktır.
Sanatçıların, siyasete uzak durması (tutulması) elbette Türk siyasetinin kaybıdır. Ancak Türk siyaseti en önemli kayıplarından birini 5 Kasım 2006’da yaşamıştı.
Bülent Ecevit’in siyasetçi kimliğini kavrayabilmek için onun şiirlerini defalarca okumak gerekir. Bugün yaşadığımız karmaşayı çözeceğiz diye sabah akşam nutuk çekenler, çözümün ipuçlarını “Pülümür’ün Yaşsız Kadını” nda bulabilirler.
Pülümür’ün yaşsız kadını
Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu
yaşını sordum bir giz gibi güldü
kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz
yüzüne baktım bir giz gibi güldü
bir asa vardı elinde
bir solmuş krallığın
kadifeden harmanisi üzerinde
bir hititliydi o bir selçukluydu
bir ermeniydi bir kürttü
bir türk
yaşını sordum bir giz gibi güldü
koluma girdi bir soylu kadınca
tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini
beni tek gözlü sarayına götürdü
köy yapısı kulübesinin.
zamanı onda yitirdim ben
yitik zamanlara onda eriştim
en soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında
bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim.
Bu toprakların ebrusunu kavramadan aydınlık geleceğe yürümenin olanaksızlığı bilelim. Siyasetçinin de sanatçının da varlık nedeni “Bu kubbede bir hoş sadâ” bırakmaktan öte bir şey değildir.
Bülent Ecevit, o hoş sadayla gönüllerde yaşamaya devam edecektir.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Sonbahar ve yirmibeş kuruş |
|
Sisli bir sonbahar günü. Yürüyorum sarı yaprakların öbeklendiği kaldırımda. Düşüncelerim sonbaharda ve geçmişin izlerinde… Her sonbaharda olduğu gibi hissettiğim… Sararmış bir yaprak, kızıl bir ağaç gölgesi, sisli ve puslu bir hava, toprak kokusunu getiren rüzgar… Bunların hepsi ve birçok neden daha var sonbaharı sevmeme neden olan. Ben kendimi iyi hissettiğim bir mevsimdeyim. Tek ihtiyacım olan yalnızlık, onu da zor buluyorum bu sıralar. Hayat karmakarışık, tıpkı şu ayağımın altındaki yapraklar gibi. Bir günü bir yaprak farzedersek, kimisi solmuş, kimisi kararmış, kimisi renklere bürünmüş, kimisi capcanlı, kimisi de daha taze kopmuş dalından ne hissettiği belirsiz… Hayat da böyle değilmidir işte?
Yürüyorum. Aklımda düşünceler, kovmak istiyorum başımdan. Ne geçmişe dair ne şimdi ne de geleceğe… Sadece sonbaharı düşünmek istiyorum, bir ormanda olmak, yaprakların nasıl toprağa tane tane düştüğünü görmek ve koklamak nemli toprağın kokusunu. Oturup bir banka sonbaharı seyretmek. Sadece seyretmek değil, yazmak da lazım renklerini. Görüntü, ses, duygu… Hepsi birarada. İşte bu zamanlarda birşeyler karalayamadığıma yanıyorum, sanki ödevimi yapmamışım gibi. Hayat öyle tuttu ki kolumdan, o çekiştirdikçe ben daralıyorum zamansızlığın içinde. Bir de bakıyorum gözlerim kapanıveriyor erken saatlerin birinde, rüyalar bile karanlık artık.
Birazdan karşı kaldırıma geçmem gerek, her yer yol, her yer araba. Nasıl bir candır ki bu yolun karşısına geçerken bile ölümden korkan? Hey gidi hayat? Şuracıktan şuraya geçeceğim, durmayan saygısız araçlardan tırsıyor kalbim. Bir adım, bir adım daha ve işte güvendeyim. Biraz daha yürüyünce açıyorum marketin kapısını. Öyle daldım ki sonbahar havasına, ne alacağımı unuttum. Bir kilo un, yağ, birkaç gofret ve yoğurt, bütün alışverişim bu. Kasa kuyruğunda iki kişi var, bekliyorum. Kasiyer, güzel gözlü bir kız, yaşı daha yirmi olmalı, hızlı hızlı çalışıyor elleri. Yüzünde ciddi bir ifade. Müşterisi gidince bir de bakıyorum ki sırada küçük bir kız, elinde hüptürülen yoğurtlardan var. Küt kesilmiş saçları çok kirli, pantolonundaki yırtıktan bacağı görünüyor. Yüzünde güzel bir tebessümle yoğurdu veriyor kasiyer kıza. Kasiyer kız okuturken makinesine yoğurdu, küçük kız paranın hazır olduğunu gösterircesine uzatıyor bir lirasını. Kasiyer kız bir lirayı eline alarak şöyle diyor: “Bu para çok az, bana bir lira yirmibeş kuruş daha vermen lazım.” Küçük kız gözlerini kasiyere kocaman dikiyor, ne dediğini anlamadığı belli. Düşüncelerinde biranönce yoğurdu alıp gitmek, hatta yolda dayanamayıp bir tanesini açıp hemen hüptürmek var. Bu düşünce suskunluğunda orta yaşta kısa boylu bir adam geliyor, babası olmalı: “Ne kadar vereceğim?” soruyor. Kasiyer “bir lira, yirmi beş kuruş daha” dese de adam cüzdanında bir lira bulup uzatıyor. Kasiyer “yirmibeş kuruş” daha diye tekrarlıyor. Kızına bakıyor, cüzdanına bakıyor yok. Küçük kız elinde hüptirik yoğurtları ile endişeli bekliyor babasını. O bakış ki, yüreğimi oracıkta yaralıyor, çıkarıp ben vericem yirmibeş kuruş. Tam uzatacağım parmaklarımın arasındaki yirmibeş kuruşu, baba ceplerini karıştırıp yirmibeş kuruş buluyor ve kasiyere veriyor. Küçük kızın bakışlarındaki endişe kaybolup yerine mutluluk ışıltısı doluyor. Bir eli hüptirikleri sıkı sıkıya tutarken diğer eli babasının kocaman ellerini tutuyor. Bu sıkı dokunuşta teşekkür olduğunu düşünüyorum.
Marketten çıkıyorum, hava alacakaranlık, akşam vakti gelmiş. Sis daha da çökmüş sokaklara. Yapraklar hışırdıyor ayağımın altında, toprağın kokusunu içime çekiyorum. Yüreğimde bir boşluk var, aklım küçük kızda. Acımak değildi hissettiğim, aynı duyguyu yaşamak ve paylaşmaktı onunla. Küçük mutlulukların peşinde bir çocuk kalbinin nasıl parasızlığın çaresizliğinde kaldığının duygusuydu. Yüreğimdeki boşluğu haykırmak istiyorum, akşamın alacakarnığına: “Neden hayat, yeterince adil değilsin!”
Yürüyorum. Suskunum. Hangi kızıl ağacın altından geçsem geçmişin gölgeleri peşimde. Ne mutlu bana sonbaharı yine yaşamak, bir yıl daha yaşlanırken!
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ZENGİN KONU VE KONUKLAR
Geçen hafta sonu Tüyap Kitap Fuarı’nın başlamasıyla beraber, yeni yazarlar ve kitapları aldı stantlarda yerini.
Ben de bu renkli dünyayı daha yakından görebilmek ve kitapların cazibesine kapılmak için tuttum Beylikdüzü’nün yolunu.
Metrobüs hattını kullanarak çok rahat ve kısa bir sürede ulaşabiliyorsunuz fuara.
Sabahın erken saatlerinde olmasına rağmen, neredeyse bütün salonlar doluydu. Çocuğunu, eşini, arkadaşını alan tutmuştu salonun yolunu. Benim ilk olarak uğradığım salon, Marmara Salonu’ydu. Burada Canan Tan, az ama anlamlı bir kalabalıkla söyleşisine başlamıştı. Daha önce Piraye’sini okuduğum yazar, kitaplar ve onların oluşum öyküleri hakkında bilgiler veriyordu.
Her yazarın hayatında olduğu gibi onun hayatında da iniş çıkışlar ve değişik mesleklerde çalışma tecrübeleri olmuştu. Yazar, gözlem gücüyle bu tecrübelerini kullanarak, kendine karakterli kahramanlar yaratmıştı, özellikle kadın kahramanlar da bu özelliğini çok iyi kullanmıştı. Kahramanı olan kadın ya Boğaziçi mezunu güçlü bir kadın ya da mesleğini yapan bir diş hekimiydi. Yazarın kitabında ki bu karakterlerle, Türk Filmlerindeki karakterleri düşününce, ne kadar farklı olduklarını, birbirinden zıtlıklarla nasıl ayrıldıklarını görebiliyorsunuz, bazen de hemen hemen aynı.
Türk Filmlerindeki karakterler genelde, aldatılan, dayak yiyen, ikinci plana itilmiş, metres hayatı yaşayan, cahil kadınlar. Kitaptaki “Piraye”de ki kadın ise iyi eğitim görmüş, kendini yetiştirmiş başarılı fakat sonradan ezilmeye mahkum bırakılmış bir kadın karakter.
Bu özelliğiyle, eski filmlerle ortak yanları olduğu gibi aykırılıkları da olan bir kitap “Piraye.”
Fuarda dikkatimi çeken, iyi ki katılmışım dediğim diğer etkinlik ise Gülgün Feyman’ın söyleşisi oldu. Gülgün Feyman, TRT’den emekli eski kıdemli sunuculardan. Dikkatli televizyon izleyicileri, onun ne kadar düzgün konuşan bir sunucu olduğunu bilir.
İnkılap Yayınları’ndan çıkan; “Spiker” adlı kitabının tanıtımını yaparken, bir taraftan da Türkçemizin nasıl bozulduğunu ve yıkıma uğradığını anlattı bize. Bunu yaparken, Osmanlıca kelimelerden örnekler vererek, dünle bugünü bir güzel bağdaştırdı.
Takım elbiseli, şapkalı, dilinden saygıyı ve hürmeti düşürmeyip, efendim diyerek, eski İstanbul Türkçe’siyle konuşan insanları hatırlayıp, sonra da şimdi yolda yürümesini bilmeyip, omuz atarak geçen insanları düşündükçe, gerçekten her şey bozuldu diyesi geliyor insanın.
Bozulan sadece konuşma dilinde değil kıyafette, davranışta, komşuluk ilişkilerinde vb. daha birçok şey de maalesef bu durumda.
Bu hafta da devam edecek olan fuarda, bunun gibi daha birçok konuk ve zengin konuyla karşılaşabileceğinizi belirterek, fuarlı günler diliyorum…
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Özgürlüğün olmadığı bir ülkede, demokrasi olanaklı değildir! |
|
31 Ekim’de AKP, mecliste “türban şovu” yaparak Kürt-İslâm Devleti’ni ilân etti. Cumhuriyet’e bağlılığın sınandığı bu günde, CHP yönetiminden de en az Ecevit’inki kadar büyük bir tepki bekliyorduk. Oysa, bir oldu bittiye getirerek türbanı meclise sokmayı başaran AKP’ye karşı CHP yönetimi sessiz kaldı; öyle ki, genel başkan düzeyinde bir tek kınama bile yayınlanmadı. Bu ülkede laiklik, bir günde inşâ edilmemiştir, bir günde kaldırılacak da değildir. Türkiye’nin Cumhuriyetçi güçleri, karşı-devrimci zevâta haddini bildirecek güçtedir; ancak, 31 Ekim’de CHP yönetimi, bizi temsil etme konusunda kötü bir sınav vermiştir ve Kılıçdaroğlu, üzerindeki târihsel misyonu anlamaktan hâlâ uzaktır.
Bugüne kadar hep CHP-MHP koalisyonu seçeneği üzerinde duran Cumhuriyetçiler, bu partilerin mevcut yönetimleriyle bu koalisyonun olanaklı olmadığını artık anlamalıdır. 31 Ekim’de tüm Türkiye’nin gözü meclisteyken Kılıçdaroğlu, bırakınız Ecevit kadar onurlu bir duruş sergilemeyi, meclise adımını bile atamamıştır. Seçimler öncesinde oy kaybına neden olmamak düşüncesiyle, türban konusunda hiçbir açıklama yapmamış ve AKP’nin bu karşı-devrim hamlesine tâviz vermiştir. MHP yönetimi ise AKP yanlısı tutumlarını sürdürmüştür. Bundan böyle, AKP’ye karşı mücâdelede ilk hedef, CHP yönetimini Kemalistlerin ele geçirmesi olmalıdır. İnanınız ki, Nur Serter bile CHP’yi, Kılıçdaroğlu’ndan çok daha iyi yönetir!
Diğer taraftan, “türban sorununa erkekler karışmasın, kadınlar kendi aralarında çözüm bulsun” düşüncesi de son derece yanlış bir düşüncedir. İslâm dîninde örtünme, kadınlara yönelik bir tavsiye amacındadır; iffet konusunda şüpheyle karşılaşacağını düşünen kadınları teskin etmek için, örtünmeleri tavsiye edilmiştir. (Ahzap, 33/59; Nûr, 24/31; Nûr, 24/60) Fakat, siyasî İslâmcılar için türban, ailesinden olmayan erkekleri “tâcizci” gören bir zihniyetin ifâde aracıdır da. Meclise türbanla gelmek ise verilen siyasî mesajın ötesinde, erkek milletvekîllerinin olası “tâciz”lerinden sakınma anlamı da taşır ve bu yönüyle, erkekleri de ilgilendiren bir konudur.
Türbanlı milletvekîlleri, erkek milletvekîllerinin “tâciz”de bulunmasından sakındıkları için mi kafalarını örttüler? Kaldı ki, bir erkek milletvekîli bir kadın milletvekîline “tâciz”de bulunacak olsa, bunu genel kurul salonunda mı yapar? Genel kurula türbanla girmek, bir “inanç sorunu” değildir, bir “özgürlük sorunu” ise hiç değildir; bu yapılan, hem erkek milletvekîllerine, hem de laik Türkiye Cumhuriyeti’ne hakârettir! “Yol yapmak” adına gerekirse câmî yıkmaktan bahseden bir iktidârın “inançlara saygı” konusunda nasıl bir gaflet içinde olduğu ortadayken, türbanı eleştirmenin “inançlara saygısızlık” olduğunu iddiâ etmenin de hiçbir haklı gerekçesi yoktur.
Nitekim, diktatörlerin ortak özelliklerinden biri, kutsal mekânlara yönelik saldırılarda bulunmalarıdır. Napolyon, Hitler, Stalin ve diğer tüm diktatörler, kendilerinden başka bir otorite kabûl etmeyip kendilerine yüksek bir kutsiyet atfetmek için, egemenlikleri altındaki bölgelerde tüm kutsal mekânları yok etmeye çalışmışlardır. Aynı şekilde, RTE’nin diktatörlüğü de yaptığı bu konuşmasında bir kez daha tescil edilmiştir. Hangi gerekçeyle olursa olsun bir kutsal mekânı yıkmak, ancak ve ancak diktatörlük belirtisidir ve tüm diktatörler, târih önünde er ya da geç hesâba çekilecektir. Onları iktidâra taşıyanları da târih aslâ affetmeyecektir.
Öğrencilerin gerçek sorunlarıyla yüzleşemeyen RTE, popülist çıkışlarla ailelerine şirin görünmeye çalışmaktadır. 18 yaşına gelen ve yöneticileri kendi oylarıyla seçmeye yeterli görülen gençleri RTE, aynı evde yaşamak istedikleri kişileri özgürce seçme hakkından yoksun zannetmektedir. Üstelik, komşulardan ihbarda bulunmalarını; vâlîlerden de “baskın” yapmalarını istemektedir. İçki yasağı konusunda başlattığı popülizm furyası, türbandan sonra öğrenci evlerine gelmiştir. Sırada okulların ve hattâ, ulaşım araçlarının bile “İslâmî anlayışa göre düzenlenmesi”(!) vardır. Hâl böyleyken liberal zevât, RTE’ye boşu boşuna öfke kusmasın; onu iktidâra getiren süreçte, kendilerinin de büyük bir payı vardır.
On bir yıl önce, işin buralara varacağını söylemiştik; bundan sonra da söyleyeceğiz: Türkiye Cumhuriyeti, İslâmiyet ve demokrasi arasında kurduğu hassas dengeleri hızla yitirmektedir ve bu süreçte hem İslâmiyet, hem de demokrasi zarar görmektedir. Aynı evde yaşayan kız ve erkek öğrencileri zînâyla ithâm etme cüreti gösteren bir zat hem İslâmiyet’in, hem de demokrasinin yara almasına neden olmaktadır. Popülizm batağı, işte böyle bir şeydir; bir kez bu yola girildiğinde popülizm, yaşamın amacı hâline gelmektedir ve empatiyi ortadan kaldırmaktadır. Böyle bir zat, özgürlüklere aslâ saygı duyamaz. Kız öğrenciler birlikte ev tutsalar, bu kez de apartman görevlisinin erkek olmasına karşı çıkacaktır!
Kezâ, Cumhuriyet’in ilânının 90. yıldönümünü kutlamak adına RTE’nin bolca reklâmını yaptığı Marmaray projesi de tam bir aldatmacadır. “Pekin ve Londra’yı birbirine bağlamak” söylemi, yakın dönemde duyduğumuz en ahmakça söylemlerden biridir. Pekin’den Londra’ya uçakla yarım günde gidebilecek bir kimse, niçin haftalarca trenle yolculuk yapsın? Velev ki, demiryollarını tercih etti; peki, İstanbul’u gezerek karşıya geçmek dururken, niçin denizin dibinden geçsin? Marmaray, Pekin ve Londra’yı birbirine bağlamıyor, bütçe açıklarını gizlemek için Türk milletinin gözlerini bağlıyor! İstanbul dışında yaşayanlar için son derece anlamsız bir projenin bu kadar reklâmının yapılması, Türkiye’yi İstanbul’dan ibâret sanma yanılsamasıdır.
Üstelik, asrın rezâleti Marmaray’da asıl rezâlet, daha yeni başlıyor. 15 gün boyunca seferlerin ücretsiz olması nedeniyle, “fordcular”a gün doğdu. Medyaya yansıyan görüntülere göre, en çok da türbanlı kadınlar tehlikede. Sanırız, “olay çıkartıp rezilliği göze almazlar, durumu kabûllenirler” düşüncesiyle bu tâcize en çok onlar mâruz kalıyor. “Asrın projesi” diye bu kadar reklâmını yaptıkları bir projede bile kadınları koruyamayan bir iktidâr, meclise yüz türbanlı vekîl de soksa, yine de onları koruyamaz. Çünkü bütün mesele, popülist çıkışlarla seçimlerde başarılı olmaktır, haklar ve özgürlükleri savunmak değil!
“İki kıtayı birbirine bağlama”nın sözde “gururuyla” kasım kasım kasılan devlet erkânı, fakir fukarânın iki yakasını birbirine bağlamak için proje üretse, memlekete daha faydalı olur. Oysa asıl dertleri, kendi reklâmlarını yapmak ve oy devşirmektir. Dahası, RTE’nin bu göz boyama çabasına koşut bir biçimde Abdullah Gül’ün Kürt faşizmine desteği de dikkatlerden kaçmamalıdır. Şu gerçeği apaçık bir biçimde ifâde etmek isteriz ki, Kürt faşizminin müzik neferi Ahmet Kaya, Kürt asıllı olduğu için değil, PKK söylemlerini dile getirdiği için protesto edilmiştir. Bu şahsiyeti “yılın müzik yıldızı” olmaya lâyık görenler, aslında PKK bayrağındaki kızılyıldızı sahneye dâvet etmişlerdir.
Kaya’nın açıklamaları, aynen şu şekildeydi: “Bu misyonu bana kim yükledi, diye sormasınlar; bunu, bana târih yükledi. Önümüzdeki kasette, Kürtçe bir şarkı yapıyorum ve Kürtçe bir de klip çekiyorum. Bu klibi yayınlayacak yürekli insanların da olduğunu biliyorum. Yayınlamazlarsa, Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da biliyorum.” Bu tehdidin ardından Kaya, şarkısını söylemeye başladı. Şarkısı da bir şeye benzese! Bunda bile meydan okuma var: “Ezdirmem sana kendimi, kafama sıkar giderim!” Daha sonra, sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Kürt halkının realitesini reddeden insanların kafasından inmeyeceğim. Bunları kim, ne şekilde anlarsa anlasın. İşte devlet, işte halk, alsınlar gideyim, ne yapayım!”
İşin aslı şu ki Ahmet Kaya, olay günü linç edilmek istenmemiştir; Türk milleti adına protesto edilmiştir. Linç etmek, cana kasıt amacı taşır; olay günü Kaya’ya, öldürme kastıyla yaklaşılmamıştır. Ortada, bir “insanlık suçu” değil, büyük bir nankörlük vardır. Türk milletinin varlığına, devletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik saldırılarda bulunan Kürt faşizmi ve neferleri, Türk milletinin parasıyla bu itibârı elde etmiştir. Bugün de Abdullah Gül, elindeki siyasî gücü kullanarak bu şahsiyeti onore etmiştir. Bunu kabûl etmek mümkün değildir. Ahmet Kaya, büyük Türk milletinin vicdânında sonsuza kadar mahkûm edilecektir. Gül’ün verdiği ödül, Kürt faşizmi ve siyasî İslâm arasındaki dirsek temâsını açık bir biçimde göstermektedir.
İmdi, özgürlüğün olmadığı bir ülkede, demokrasi olanaklı değildir. Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Türk milletinin özgürlüğünü tüm dünyâya kabûl ettirmiş ve Türk milletini, târih içindeki saygın konumuna yükseltmiştir. Ne var ki, Türk milleti bugün, sözde “demokratikleşme” adına hem özgürlüğünü, hem de târih içindeki saygın konumunu yitirme tehlikesi altındadır. AKP iktidârı ve RTE, Kürt faşizmine teslîm olmuş, Türklüğü basit bir alt-kimlik hâline getirmiş, Cumhuriyet değerlerini İslâmî değerlerle dönüştürmüş, millî kaynaklarımızı peşkeş çektirmiş ve Türk milletinin târih sahnesinden silinmesine yol açacak bir süreci başlatmıştır.
RTE’nin sözde “demokratikleşme paketi”, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiye edilip Kürt-İslâm Cumhuriyeti’nin ilân edileceğini göstermiştir. Büyük Türk milleti, çocuklarının “Türküm, doğruyum, çalışkanım!”; “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun!” demesine bile tahammül gösteremeyen bir iktidâr tarafından baskı altına alınmakta ve kanıyla, canıyla kurduğu Cumhuriyet’inin Kürt-İslâm fazşimine boyun eğmesine rızâ göstermeye zorlanmaktadır. Kamuda türbanın serbest bırakılması, “hacı” sıfatının bir üniversitenin adında yer alması, “Kürtçe” harflerin Türkçeye eklemlenmesi, Devrim Kânunları’nın yürürlükten kaldırılması amacındadır.
Kürt-İslâm faşizmine karşı Cumhuriyet’imizi, ancak millî demokratik devrim koruyabilir. Bu devrimin ilk adımı, Taksim direnişiyle atılmış ve ODTÜ direnişi, bu adımı ileriye taşımıştır. Cumhuriyet’imizin ilânının 90. yıldönümünde, Türkiye’yi yeniden Kemalist çizgiye taşımak için hepimiz, elimizden geleni yapmalıyız. Kürt-İslâm faşizmi, meclise türbanlı vekîl sokmayı göze alacak bir konuma gelmiştir. Cumhuriyet değerlerine bağlı Türk milleti, bunu kabûllenecek değildir. Demokrasinin ön koşulu, özgürlüklerin güvence altına alınmasıdır; bunu sağlamanın yolu ise laiklikten geçer. Bugün yanlış yerde duranları, târih aslâ affetmeyecek!
Bu yazımızı, Oktay Rifat’ın bir şiiriyle bitirelim. Kendisi, Garip akımına ve toplumcu gerçekçiliğe bir tepki olarak ortaya çıkan İkinci Yeni’nin en önemli şâirlerinden biri olarak bilinir. Oysa toplumsal sorunlar, şâirlerin içine o kadar işler ki, kendileri karşı çıksalar bile, bu sorunlara kayıtsız kalamazlar. Rifat bile Menderes dönemi Türkiye’sinin “hürriyet” aldatmacasına dayanamamış ve Hürriyet isimli şiirini yazmış. Bugünleri görseydi eminim, bu şiirini RTE’ye ithâf ederdi.
Hürriyet
Hadi ordan
Hâin-i vatan
Sümüklü cenâbet
Hürriyet var, bu memlekette hürriyet
Yenişehir’de hürriyet
Kavaklıdere’de hürriyet
İçerde hürriyet, dışarda hürriyet
Gelsin hürriyet, gitsin hürriyet
Mis Sokağı’nda çakır gözlü Hürriyet
Karpuzu yar göbeğinden
Hürriyet çıkar içinden
Dişle Gümüşhâne elmasını
Dilinde hürriyet
Burnunda hürriyet
Kulakların hür değil mi kulakların
Kulaklarda hürriyet
Kuşlarda, tavuklarda, sineklerde hürriyet
Bu memleketin sinekleri
Bu memleketin sinekleri hür
Bu memleketin aydınları
Bu memleketin aydınları hür
Bak, Ali Bey’e
Girer dilediği berbere
Bir güzel tıraş olur
Kimin karışmak haddine
Hür çünkü herifçioğlu
Hür oğlu hür
Gelgelelim, bizim Kara Memiş’in
Hiç açma Kara Memiş’ten
O köftehor da hür
Hür işte baksana
Bitleriyle hür
Sıtmasıyla hür
Koştu muydu körpe gelini sabana
Çatlak toprağın üstünde hür
Hür mâvi göğün altında
Canım ciğerim mâvi gök
Bu hürriyet bize çok
Sen, bize rahmetinle birlikte
Sıtmasız bitsiz
Ağanın öküzleri gibi semiz
Gelinin memeleri gibi dolgun
Bize yaraşır
Bize uygun
Bir hürriyet gönder
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|