|
|
|
Editör'den : Bana SEHVEN geldiler!... |
Geçen hafta yazımı "Bunlardan birşey çıkmaz, yine bal börek olurlar." diyerek kapatmıştım, gene arkasındayım. Ben bazı konulara tersten yaklaştığımda kendimi daha iyi hissediyorum. Örneğin, cemaat akepe çekişmesinde kim zarar görür diye değil, kim yararlanır diye bakıyorum olaya. Biz, yani bunların ikisine de külliyen karşı olanlar, bir bölünme, bir çatırdama beklentisi içindeyiz. Yıkılırsa böyle yıkılır bu ittifak, verin gazı, verin gazı, sürünsünler fikrindeyiz. Oysa kazın ayağı öyle değil. Bu ittifakın kader birliği etmişliği var. Tepede devler güreşirken, oy verecek kulların olan bitenle ilgisi yok. Ne yani, bugüne kadar cemaatten nemalanmış ahali, akepeyle ters düştükleri için gidip başka bir partiye mi oy atacak. Gülerim ben buna. Bunlara tabanlık olan kesimin, cehaletle zenginlik arasına sıkışmış beyinleri bu tür oynak manevralara hazır değil henüz. Dediydi dersiniz. Ben bu konunun muhalefeti rehavete sokmak için bir manevra olduğunu düşünüyorum. Olmaz demeyin. "Bölündüler, parçalandılar, cemaat artık Tayyip'in kellesini istiyor,vs." diye vehme kapılan muhalefetin çarkları hepten durursa bizi bunların elinden sittin sene kimse kurtaramaz.
Bavul Baransu yeni bir belge servis etti sağolsun. 2004'te MGK, cemaati bitirme kararı almış ta, ikilik oradan başlamış, vesaire. Biz de yedik. Bunlar kimin talebesi yahu? Kadayıfın altı yandı mı siz ondan haber verin. Şaşkın Şamil'in itirafından da anlıyoruz ki, polisin cemaate devri de 2004'ten sonra olmuş. Şaşkın, aklı sıra kafa bulacak; "2004'te akp cemaati bitirme kararı aldı, hııı, ardından da emniyeti cemaate bağladı." Bu cümleyi konuşurken, tonlamalarıyla söylese olabilir ama kuş beyniyle tvite sığdırmaya kalkınca bal gibi itiraf oluyor işte. Bu ve bunun gibi yaratıklar, son 10 yıldır memleketin içine ediyorlar ve biz birşey yapamıyoruz, yazıklar olsun bize.
Haydi bunlar aynı çöplükte tepişiyorlar, birbirini yermiş gibi yapıp aslında bizle dalgalarını geçiyorlar. Peki ya, ikinci Cumhuriyetçi(!?) Altan ailesinin Sanem ön adlı dişi ürününe ne demeli? Sabah sabah okudum tepem attı. "Tayyip Erdoğan da tıpkı Atatürk gibi birlikte yola çıktığı herkesi siyasi alandan temizlemek istiyor ve temizliyor." demiş yazısında hasbam. 1920'lerin savaş ortamında yoktan var edilen ulus olgusunun gerekleriyle, bugünün, bir eli yağda bir eli balda, rantı bol, serveti gırla, satış ortamını bir tutup Atatürk'e çemkiriyor. Yahu sen ne kendini bilmez bir ukalasın. Sizin aileden bir tane aklı başında adam çıkmayacak mı? Sözde hepiniz okumuş, yazmışsınız ama okuduklarınızdan bi b.k anlamamışsınız. Bir öyle bir böyle geçinip gitmeyi, nabza göre şerbeti hem verip hem de kana kana içmeyi marifet bellemişsiniz. Abinin durumu ortada, senin de "Yangında ilk terkedilecekler." listesine girmene ramak kaldı şirin şey.
***
Vatandaşına "GAVAT" diyen valinin arkasında duranlar, Emine'ye "Hangi sıfatla konuşuyor?" diye soran Kamer Genç'i linç edecekler. Dinime küfreden bari müslüman olsa. Evet ya, ben de soruyorum, kimdir Emine? Hangi sıfatla tayyipin yanında kafa sallamakta, Japon kimonosu benzeri kıyafetiyle beni temsilen kürsülere çıkmaktadır. Hayatı boyunca Emine Beder'in yemek kitabından başka kitap okumamış, hasbelkader evlendiği adamın eteğine tutunarak, hayal bile edemeyeceği mevkilere gelmiş bir kadının elle tutulur birşey yaptığına şahit olduk mu? Hayır. Haydi o kendini bilmez, davete icabet eder ve kürsüye çıkar. Ya ona göğsünü siper eden sakallı bakanın hali ne ola? Ne terbiyesizliğini, ne alçaklığını, ne ahlaksızlığını bıraktı Genç'in. "Hangi sıfatla?" sorusuna yanıt vermek yerine, Genç'i tartakladı herif. Bu konu Genç'e daha önce izah edilseydi, eminim bu tepkisini orada değil, çıktıktan sonra meclis kürsüsünde dile getirirdi, her zaman yaptığı gibi. Ama kraliçe payesi verilmiş pabuçlarımın först leydisini öyle görünce dayanamadı zahir adamcağız. Ben olsam ben de dayanamazdım. Bir sözüm de, Kamer Genç'e ahlak dersi vermeye çalışan parti mensuplarına. Keşke her biriniz Genç kadar olabilseydiniz de bugün muhalefeti mumla arar durumda olmasaydık.
***
Bunca kargaşa içinde bir sürü şey gargaraya geliyor. Dün öğrendik ki, SEHVEN teğmenin telefonuna veri yükleyen polisler beraat etmiş. Şeytan diyor ki, al eline birşey, SEHVEN saldır şu adamlara, SEHVEN kır bir yerlerini. Biz bunları yaparsak TAAMMÜDEN suç işlemekten ceza alacağımızı biliyoruz ve kendimizi tutuyoruz. Ama o polisler, daha çok SEHVEN milletin kanına girecekler, bunu bilip kahroluyoruz. Kalın sağlıcakla kalabilirseniz.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan SONBAHARDAN ZEMHERİYE -5 |
|
Zor olan arada sırada gidip evin temizliğini yapmak ve ortalığı toplamak değil. Kemal Bey’in beni görmezden gelmesi, her söylediğime kulak tıkamasıydı. Her gittiğinde mutlaka pişman olarak geri dönüyorum.. Bu adam neden bu kadar içine kapanmıştı? Neden bu kadar ilgisiz, somurtkan ve mutsuzdu? Ne olduysa son birkaç yıl içinde olmuş, başka birine hatta yabancı birine dönüşüvermişti. Hayli zamandır komşular da Kemal Bey gibi tuhaflaşmışlardı. İçlerinde selamı sabahı kesenler bile vardı. Sanki onlara karşı bir kusurum varmış gibi… Eşimle aramızdaki sorunlar başkasını niye ilgilendiriyor? Böyle davrandıklarına bakılırsa arkasından dedikodunun bininin bir para olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi. Onlarca yıldır can ciğer kuzu sarması olduğu Zehra Hanım bile ayağını kapısından tamamen çekmişti. En son gittiğinde sokağa çıkarken merdivende karşılaşmışlardı. Buz gibi bir suratla kuru kuru bir hoş geldin dedi. Hemen ahret sorgusuna başlamıştı. İyi ki artık burada sürekli yaşamıyordu.İnsan birkaç hafta içinde kafayı yer, deli olurdu..
En son gidişinde önce alış verişe çıkmış temizlik malzemeleri, yağ, tuz şeker, peçete ve tuvalet kâğıdı gibi eksik olan ne varsa tamamlamıştı. Evi temizlemiş, ütülerini yapmış hatta bozulan bulaşık makinesi için servis çağırmıştı. Börek açmış, sarma sarmış, bir kısmını pişirmiş, bir kısmını ise pişirmeden dolabın dondurucu kısmına koymuştu. Birlikte aynı sofraya oturduklarında bile adam başını kaldırıp yüzüne bakmıyordu. Ağzını açıp tek bir cümle bile söylememişti. İşte o zaman insanın sabrı iyice tükeniyor. Ne halin varsa gör diyesim geliyordu. Bunca emeğin, çabanın ne anlamı vardı? İşte o son akşam bir daha bu eve geri dönmeyeceğine yemin etmişti.
V.
Kemal Bey artık o sabah her zamanki vakitte uyandı. Üzerini giyip her zamanki gibi yürüyüşe çıkmaya niyetliydi. Yataktan çıkınca ayaklarında dermansızlık, vücudunda farklı bir ağırlık hissetti. Belki de üşüttüm diye düşündü. Dolabın kapağını açtı. Ne zamandan beridir orada durduğunu hatırlamadığı ilaçlardan bir tablet alıp içti. İçtikten sonra bu hapların tok karınla alındığını anımsadı. Hemen ekmek poşetini açtı. Canı hiç istemediği halde kendini zorlayarak küçük bir parça peynir ile ince kesilmiş bir dilim ekmek yedi. Artık tok karınlı sayılırdı. Ekmeğin üzerine bir bardak su içerken buzdolabındaki börek aklına geldi. Böreği çıkardı ve evyenin üzerine bıraktı. Buzu çözülünce tavaya koyup kızartacaktı. Biraz yağ koyup kısık ateşte yavaş yavaş pişince tazesini aratmayacak kadar güzel oluyordu. Dolaptan çıkardığı donmuş börek ile gözlerinin buluştuğu ilk andan itibaren karısı Esma gelip aklının orta yerine kuruluverdi. Karısı her aklına geldiğinde içinde önce bir öfke seli oluşuyordu. Bir süre sonra öfkesi derin bir pişmanlık ve kocaman bir başarısızlık duygusuyla yer değiştiriyordu.
Bu kadın neden böyle yapıyordu? Evini barkını terk edip gidecek ne vardı? Bir kez olsun ona el kaldırmamıştı. Ekmeksiz, susuz, harçlıksız bırakmamıştı. Onu başka kadınlarla aldatmamış, kazandığı parayı kumar masalarında, içki sofralarında zevki sefaya dalıp havaya savurmamıştı. Bütün kazançlarını ortak bir hesapta toplayıp evin idaresini ona bırakmıştı. Evliliği boyunca Esma Hanım bir kere bile kendisinden para istemek zorunda kalmamıştı. Kazanılan her kuruş çocuklar için, bu ev için harcanmıştı. Kişisel harcamalarında her zaman birbirlerine danışmışlardı. Kadın otuz yıldan sonra kendince icatlar çıkarmıştı. Çekip gidince insan geride bıraktıklarını da düşünmeliydi. Sorulduğunda karısının neden gittiğini söyleyemiyordu. “Torunum hasta, kızım çağırdı, gelinimiz ameliyat oldu,” yalanlarının hepsi eskimişti. Mecburen sürekli yalanlar uyduruyordu. Çünkü başkalarına söylenecek akıllı, mantıklı bir neden bulamıyordu.
Geldiği zaman da sanki bir yabancı gibi davranıyordu. Her zaman tetikte, gözleri kapıda emaneten bir geliş işte. Gelme o zaman. Sanki dibi mumlu davetiye mi gönderdim? Madem geldin uzatalım ayaklarımızı. Evimizde oturalım. Beni görmekten bu kadar bıktıysan odalarımızı ayıralım. Herkesin kendi odası, kendi televizyonu olsun. Çocukları da avucunun içine almış. Hiç birisi de sesini çıkarıp. “Anne sen ne yapıyorsun?” demiyor. Son gelişinde üşenmedim saydım. Tam tamına beş gün dayanabildi. Bana sormaya bile gerek duymadan valizini hazırlayıp gitti. Kanlı bıçaklı düşman değiliz biz. İnsan iki laf eder. Gidecek olanı zorla tutamam ya… Gerekirse biletini ben alır, otobüse ben götürürüm. Otuz yılı aşkındır karı kocayız. Yakında postacı mahkeme celbi ile kapıma gelirse hiç şaşırmam. Ortada evlilik, aile falan kalmadı. Bir tek nikâh cüzdanımız var. Birkaç gece önce rüyamda gördüm. Boşanmışız. Evi satmışız, eşyaları paylaşıyorduk. Çocuklar da karşımıza geçmiş sinema izler gibi bize bakıyordu. Birbirimize karşı da pek saygılıydık. Hiç tartışmıyorduk. O istediğini alıyor, geriye kalanlar benim oluyordu. Şimdi sokak sokak dolaşıp kiralık ev arayacak olmak canımı fazlasıyla sıkıyordu. Bütün olan biten olağanmış da sanki en büyük sıkıntı kiralık ev bulmak ve taşınmakmış.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu SİYAH ANTİLOP'UN ŞARKISI |
|
Bilgisayar posta kutumda bir not buldum:
Merhaba Hocam,
1970’lerde bir eğitim yılını geçirdiğim Demirköprü Kasabası’ndan toplam 4 isim anımsıyorum;
2 tanesi köyden kasabaya her gün birlikte 12 kilometre yürüdüğüm, imamın oğlu Hanefi ve 1 kilometre sonra bize katılan “sıtmalı” çocuk İsmail.
3. sü ayaklarım sobaya yapıştığında haftalarca bana bakan ve hatta sırtında okula götürüp getiren, ev sahibimizin kızı Hacer,
ve son olarak Türkçe öğretmenim Hamdi Topçu.
O, olmanızı umarak sevgilerimi sunuyorum.
Tersi bir durum için de, çok özür dilerim.
Devrim Yaman
Devrim, 40 yıl önce öğretmenliğe başladığım Manisa Köprübaşı’ nda okuttuğum bir öğrencimdi. O, dönemin acımasız siyasi baskılarının acılarını iliklerine göre yaşayan bir ailenin çocuğuydu. O küçük kasabadaki yabancı çocuğu unutmamıştım elbette.
Ona, hemen bir yanıt yazdım.
Sevgili Devrim,
Beni güzel duygularla anımsamana sevindim. Sana bir armağanım var.
Hamdi Topçu
Armağanım aşağıdaki resimlerdi.
***
Çok iyi anımsıyordum. Devrim, bir gün bana yine o gülen gözleriyle gelmişti. Elinde Götz R. Richter’in ünlü eseri Siyah Antilop’un Şarkısı vardı.
“ Öğretmenim, demişti, bu kitabı okudum ve çok beğendim. Size armağan etmek istiyorum.”
Bir öğrencinin okuduğu bir kitabı öğretmeniyle paylaşmak istemesi elbette çok anlamlıydı.
Kitabı aldım. Siyah Antilop, oradan oraya sürgün edildiğim yıllarda kitaplığımla birlikte
de Anadolu’yu dolaştı. 12 Eylül darbesinden sonra, birçok kitabım gibi onu da samanlıklarda, çatı aralarında saklamıştım.
Birkaç dakika sonra posta kutuma bir not daha geldi:
Hocam,
Bu çok ağır geldi. Ergenlik sonrası, onca zorluğa, ölümlere rağmen, sadece oğlum Can doğduğunda ağlamıştım, şimdi de gözlerim yaşlı.
Devrim Yaman
Siyah Antilop, artık ilk okuyanına dönmeli; Can’la yeniden geleceğe doğru koşmalıydı.
Öğretmenler günümü kutlayan tüm öğrencilerime, meslektaşlarıma ve dostlarıma teşekkür ediyorum.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı KORKU-LUK... |
|
Çoğu kişi, “Ben Allahtan başka hiçbir şeyden korkmam”, “Ölmüş eşeğin kurttan korkusu yoktur”, “Acı patlıcanı kırağı çalmaz”, “Senden korkan senin gibi olsun” der ama gene de korkar, kuşkulanır, ürker. “Korkunun ecele faydası yoktur”, “Cesur bir kere, korkak bin kere ölür” biliriz de korkunun gölgesi düşer içimize gene de... Korkuyla ilgili atasözü ve deyimlerimiz de pek boldur: “Korkak bezirgân ne kâr eder ne ziyan”, “Kork aprilin beşinden, öküzü ayırır eşinden”, “Korku dağları bekler(bekletir)”, “Korkulu rüya görmektense, uyanık yatmak(durmak) hayırlıdır”... Dost ve arkadaşlarımızı bir tehlike karşısında soğukkanlı olmaları için uyarır, “Korkma, bir şey olmaz” deriz. Kimi dostlar da, “Korkma, arkanda ben varım” diye bizi cesaretlendirirler ama bıçak kemiğe dayanınca tabanları yağlarlar, bizi korktuğumuz şeyle baş başa bırakırlar. Bu yüzden düşmanlarımızdan değil, böyle sözde dostlardan korkmalı, kendimizi ateşe atmamalıyız. Korkuyu yenmek için çalışmaz, moralimizi bozarsak korktuğumuz başımıza gelir ve korku bizi yener, un ufak eder.
Kimi kişiler korkutmakla düzeni sağlayacaklarına, herkesi disiplin altına alacaklarına inanırlar, bağırıp çağırarak, dövüp söverek, işkence ederek amaçlarına ulaşmak isterler. Düzen bozukluğunun nedenini insanlarda Allah korkusu kalmadığına bağlayanlar dini bu düşüncelerine alet ederler, cehenneme gitmek, günah işlemek korkusuyla çocukları, gençleri tedirgin ederler. “Kork Allahtan korkmayanlardan” derler, insanları korkutan, cehennem azabıyla herkesi tir tir titreten hocaları çok severler. Öğretmenler arasında korkuyla öğrencileri yola getireceklerini sananlar vardır. İmam Hatipleri yaygınlaştırmak isteyenler belki de bu görüşün savunucularıdırlar.
Ya korkuyu sevenlere, korkuyla yatıp kalkanlara, korkudan söz eden yazı ve şiirlerle ilgilenenlere, korku filmi seyretmekten, korkutan sözler duymaktan hoşlananlara, kendilerini korkutan kişilere saygı hatta sevgi duyanlara ne demeli?
Müge İplikçi, “Korkma Diye Diye” başlıklı yazısında bu konuda şöyle yazıyor:
“Neredeyse tamamı korku ve korkutmak üzerine kurulmuş bir eğitim sistemine her pazartesi ‘korkma’ diye başlar ve her Cuma ‘korkma’ diye veda ederdik.
Hal böyleyken korkmamak mümkün değildi!
Şunu eğitimimiz hiçbir zaman tam olarak anlamak istemedi: Korkutularak büyüyen çocuklar korkan büyükler haline gelir. Korkak büyüklerse bu korkularını kendilerinden yaşça küçük ya da mevkice aşağıda olanları korkutarak gidermeye çalışır.
Böyle bir kısır döngüdür gider... Ta ki... Bir gün birileri çıkabilir ve diyebilir ki ‘Yahu korkunun ecele faydası yok, haydi yaşamayı öğrenelim.’” (Vatan Gazetesi)
“Nerede o günler!” diyerek korkunun romanını yazan ve her romanında korkuya yer veren, 1960’ların sonunda yazdığı Tek Kanatlı Kuş adlı romanı bugünlerde yayınlanan Yaşar Kemal’e kulak verelim şimdi de: “Ben hep korkudan korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün bir kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin derdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim.”
Yazarımızın toplumda bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan korkuyu dile getirmediği hemen hiçbir romanı yoktur. Bakın 4 ciltlik İnce Memed romanında ne diyor: “En çok zulüm görenden korkacaksın. Fırsatını bulursa bin misli zulmeder.” İnce Memed 4(Sayfa 25)
“İnsan korktuğu için öldürür, kendini de başkalarını da. En çok korkan, korkunun son sınırına dek korkan, korkudan başka hiçbir şeysi kalmamış insan en yürekli insandır.”
(Aynı romanın 472. sayfasından.)
Korkmayan insan yoktur. Anlı şanlı kahramanlar, cesur görünen kişiler bile korkarlar ama korkularını saklarlar. Ayrıca görünüşe aldanmamalı. Bir yerde, “karısından korkanlar ayağa kalksın” demişler. Herkes ayağa kalkmış, bir kişi kalkmamış. Niye kalkmadığını sormuşlar. “Onun adını duyunca elim ayağıma dolaşıyor, dizlerimin başı çözülüyor da ondan” demiş. “Kim korkar hain kurttan” diyeceğine kurda yem olmamak için önlem al, kendini koru. Fare kediden korkar, kedi adamdan, adam da karısından... Gizler, inkar ederiz ama hepimizde bir ölüm korkusu vardır. Cahit Sıtkı Tarancı bu korkuyu şöyle dile getiriyor:
“Ne doğan güne hükmüm geçer ne halden anlayan bulunur/Ah aklımdan ölümüm geçer/Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.../Ve gönül Tanrısına der ki/Pervam yok verdiğin elemden/Her mihnet kabulüm/Yeter ki gün eksilmesin penceremden.”
Engin Geçtan, ölüm korkusu hakkında şunları vurguluyor: “Ölmekten korkmak ve ölüm korkuları aslında birbirinden çok farklı hallerdir. Ölümden korkmak igüdüseldir, hayatta kalmamızı sağlar. Mesnetsiz ölüm korkuları ise yaşamazlığın ifadesidir.” (Hürriyet Gazetesi)
Stanley Jones; “Korku, yaşam motoru içerisine konulmuş kum gibidir” diyor.
Claudius’a göre; “ Başkalarını korkutanın kendisi de hep bir korku içinde yaşar.”
Goethe, korkak tehlike olmadığı zamanlarda yumruğunu sallar, diyerek güldüren, düşündüren bir gerçeğe değiniyor. Horatius da, “Korku içinde yaşayan insan asla hür değildir” der. Albert Hubbart’a kulak verecek olursak hayatta yapacağımız en büyük hatanın, sürekli bir hata daha yapacağımız korkusu olduğunu anlarız. Korkaklık bizi nereye götürür? İşte yanıtı: “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık da ölüme götürür.” Yavuz Sultan Selim
Mehmet Akif Ersoy, padişah Abdülhamit için yazdığı bir kıtada şöyle yazıyor: “Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek/Otuz üç yıl biz, korkuttu ‘Şeriat!’ diyerek”
Neyzen Tevfik’e göre; “Kanlı kin, öfke, ateş fırsatı bekler pusuda/Kalmamış müntekimin sabrı gibi korkusu da...” (Kurt Masalı)
Necati Cumalı, kimi insanları(!) tarla ve bahçelerde karga gibi zararlı kuşların şerrinden korumak için dikilen korkuluklara benzeterek şair ve yazarların bu tür kişilerin foyalarını ortaya çıkarmalarını istiyor:
KORKULUKLAR
Kum torbası bu adamlar
Ne diye acıyorsun
Alıştırmaya yarar
İçleri saman dolu
Çuvallar korkuluklar
Batır kalemini
Ne mal olduklarını
Ortaya çıkar!”
Ataol Behramoğlu, korkak bir aydın tipini şu dizelerle taşlıyor:
“Mangalda kül komazsın teorik konularda
Pratiğe gelince ayağın suya erer
Kendi korkaklığına kılıf arasın boyuna
Bu arada faşizm gelir tepene biner.”
Ben de diyorum ki:
“Korkmayın aydınlar korkmayın
Korku siler aydınlığınızı
Karanlığa iter kişiliğinizi
Alır aklınızı başınızdan
Serseri mayına dönersiniz
Her şey biter bir gün
Ne kadar gizlemeye çalışsanız da
Çıkar ortaya korkaklığınız
Kirlenir ak adınız
Ölürsünüz utancınızdan
Korkmayın aydınlar korkmayın
Sevindirmeyin korku sevicilerini ürkekliğinizle
İnsanca yaşamak istiyorsanız
Kafanıza korkunun zerresini sokmayın.”
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
TARİHİ YAŞAMAK
Küçüklüğümden beri Mısır Piramit'leri ve Mısır’la ilgili filmler dikkatimi çekmiştir.
Gerek tarih okuma merakımdan, gerekse belgesellere olan ilgimden dolayı, Mısır’la ilgili ne bulmuşsam okumuş ve izlemişimdir. Özellikle mumya ve mumyalama sanatı çok ilgimi çekmiştir.
Zaten tarihin derinliklerine baktığımız zaman, ilk olarak papirüsü bulan ve yazının gelişmesine katkıda bulunan millet Mısır’lılardır.
Mısır’lılar Hiyegrofik yazı ile şekilleri canlandırmış, çizgilere can vermişlerdir. Bu açıdan, her yazarın, her okuyucunun dikkatini çeken bir ülkedir Mısır.
Bu kadar zengin bir tarihi dokuya sahip olmasından dolayı, Mısır'la ilgili birçok kitap yazılmıştır.
Gülten Dayıoğlu’nun Mısır'a Yolculuk’u ile Turhan Uğurkan’ın Nil’in Çocukları bu konuda yazılmış olan kitaplardan bazılarıdır.
Mumya ve mumyacılık ne kadar kitaplara ve araştırmalara konu olmuşsa, bir o kadar da filmlere konu olmuştur. Mumya ile ilgili M. Ö. 1700 yılında Mısır'da yaşayan başrahip Imhotep (Arnold Vosloo)'in, hayatının anlatıldığı yönetmenliğini ve senaristliğini Stephen Sommers üstlendiği macera filmi Mumya, vizyonda gösterildiği dönemde, hasılat rekorları kırmıştır.
Bunun yanında Mısır’la ilgili; Stargate, Land of the Pharaohs, Cleopatra, Immortel (ad vitam), Tale of the Mummy, Yildizlara geçit, The Egyptian vb. filmlerde yapılmıştır.
Bu ve bunun gibi daha birçok yazı, makale ve filmi gördükten sonra Mısır’a gitmem gerektiğine karar verdim. Çünkü Mısır, tarihin başlangıcı ve görülmesi gereken bir yerdi.
Bu gezinin bir amacı da Tutankhamon'un ruhunu aramaktı…
Bu hayalimi gerçekleştirmek için Mısır’a gittim ve piramitlerin içine kadar, her yeri gezdim.
Buraları gezerken, eski okuduğum kitaplar, izlediğim belgeseller bir bir gözümün önünde canlandı.
İnsanoğlunun daha M.Ö. yıllarda bile ne kadar çalışkan ve azimli olduğunu gördüm. Baktığım her yerde, Tutankhamon’un hazine odasını, takılarını ve beraber gömüldüğü eşyaları aradı gözlerim.
Gerçekten bu kadar altın ve mücevher onunla mı gömülmüştü?
Kahire Müzesi’nde gördüğüm büyük lahitler, hazine odası, takılar, nazar ve lanetin gücü. Bu gezide dikkatime çeken şeylerden bazılarıdır.
Bundan yıllar önce, insanların büyüye, lanete inanması, korunmak amacıyla takı takıp, gözlerine sürme çekmesi çok ilginçti. Aynı şekilde kutsal saydıkları kedi ve köpeklere olan saygıları.
Bu ve bunun gibi inançlar, bana ilginç gelen şeylerden bazılarıydı.
Ve Nil Nehri. Tarihi değiştiren, insanoğlunun tarım yapmasını sağlayan, en eski yerleşim yerlerinden biri olan nehir. Gerek yeşilliğinin bolluğundan, gerekse suyunun bereketinden olacak, tarih boyunca insanların gözbebeği olmuştu. Hatta öyle ki insanlar onun taşma zamanını bulmak için takvim bile yapmıştı.
Nil Nehri’ne gidince görülmesi gereken en önemli yerlerden biri de Firavunlar Köyü’ydü. Buradaki insanların yaşamı, eski tarihi doku korunarak çok güzel bir şekilde anlatılmıştı.
Eğitim açısından, canlı anlatımlarla dolu olan bu köy, insanoğlunun tarihi gelişimini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu.
Buradaki yaşamı gördükten sonra, nereden nereye gelmişiz diyor insan. Sabanla çift süren köylüden, dibekle un yapan kadına kadar bütün tarihi, geçmiş gözlerinizin önünde.
Tarihi gerçekten yaşayıp, insanoğlunun geçirdiği evreleri bir bir görmek isteyenler için bulunmaz bir kaynak Mısır...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KAR'A AŞIK
Sonra kar'a aşık olmaya karar verdim ben de
Tuhaf, değil mi? Aslında değil..
Sözleştik sonra karla, her kış uğruyor yanıma. Görüşemediğimiz günlerin, ayların hasretini gideriyoruz. Çok özlüyoruz birbirimizi. Anlatacağımız çok şey oluyor..
Gidecek olmasının sancısı daha o gitmeden sarıyor içimi. Daha o gitmeden üşüyorum. Hem de çok üşüyorum. Kar'a sarılıyorum sonra. Soğukluğu içimi ısıtıyor.
Tuhaf, değil mi? Aslında değil..
Ruhum ısınıyor. Hissediyorum.
Sonra kar'a aşık olmaya karar verdim ben de.
Güzel anıların hatırına. Hep seni hatırlatsın diye.
Çok özlüyorum onu. O gelse, anılarım gelse aklıma. Hiç aklımda çıkmayan anılarım tekrar gelseler. Yine ağlasam karla beraber. Sonra gülsek. Hatta, kadar çok gülsek ki, Güneş'i kızdırsak, küstürsek. Hiç doğmasa birdaha üzerimize. Kar hep yanımda kalsa.
Derken bir şey farkediyorum. Aslında kar her ilkbahar beni terk ediyor. Her kış geri dönüyor. Kızamıyorum. Geri dönsün de diyorum, gitmek istiyorsa gitsin; farketmez. Dönecek, biliyorum.
Sonra kendime itiraf ediyorum:
Ben aşık oluyorum..
Melda Tecirli
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Rönesans Üzerine I |
|
Rönesans kavramının içeriği konusunda târihçiler, farklı görüşler ileri sürer ve Rönesans’ın ne zaman başladığı konusunda farklı târihler verirler. Rönesans’ın nerede başladığı konusunda da farklı görüşler mevcuttur ve bunlardan Floransa, Napoli, Roma ve Avignon, isimleri en sık geçen şehirlerdir. Ancak şüphesiz ki, bu şehirlerin İtalyan şehirleri oluşu, Rönesans konusunda İtalya’nın önemini ortaya koymaktadır. Rönesans’ı başlatan kişi olarak ise kaynaklarda sıkça, Francesco Petrarca’nın (1304-1374) adı geçer. (Burke, 2003:21)
Dahası, rönesans kelimesinin anlamı ve ortaya çıkışı konusunda da farklı görüşler vardır. Nitekim, Rönesans’ın İtalya’da başlaması konusunda genel bir fikir birliği var gibi görünse de rönesans kelimesinin İtalyanca rinascita değil de Fransızca renaissance kelimesinden gelmesi önemlidir. (Batur, 1988:19) Rönesans konusunda en önemli incelemeleri yapan iki târihçi olan Jacop Burckhardt ve Johan Huizinga’nın konuyu ele alış biçimleri de farklıdır. Burckhardt, çalışmasında daha çok İtalya üzerinde odaklanmıştır; Huizinga ise Rönesans’ı, Avrupa odaklı ele alır ve Flemenk bölgesi üzerinde yoğunlaşır.
Ernst Cassirer’e bakılırsa Burckhardt, “Rönesans uygarlığına ilişkin dev portresinde, Felsefe’ye yer vermez. Burckhardt, Rönesans felsefesine Hegelci anlamıyla ‘uygun odak noktası’ ya da ‘dönemin tinsel özü’ olarak bakmak şöyle dursun onu, bütün zihinsel hareketin kurucu itici güçlerinden biri olarak dahi görmez.” (Cassirer, 1988:26) Diğer taraftan, Jules Michelet’e göre rönesans kavramının içeriğinde, en temelde üç noktanın öne çıktığı görülmektedir. Bunlardan ilki, Ortaçağ ve Yeniçağ arasında belirli bir târihsel dönemi nitelemesidir.
İkincisi ise Grek felsefesinin yeniden keşfedilmesi, üçüncüsü de Tanrı-merkezli düşüncenin yerine insan-merkezli düşüncenin geçmesidir. Bu yönüyle Rönesans, burjuva sınıfının gelişmesiyle feodalizmin tasfiyesini, matbaanın îcâdıyla geniş halk kitlelerinin bilgiye ulaşma olanağı bulmasını, bilgi üzerinde Skolastik tahakkümün zayıflamasını, güzel sanatlara değer veren ve bunları teşvik eden yeni bir toplumsal kesimin ortaya çıkmasını, çoğulcu ve insan merkezli yeni bir perspektifin yaygınlaşmaya başlamasını ifâde eder. (Michelet, 1998:11)
Paul Faure’a göre de “rönesans kelimesi ilk anlamda, dînî kelimeler dağarcığına girer. Notre-Dame Mucizesi’nden itibâren, yaşamını yitirmiş bir kişinin ikinci kez doğuşu anlamına gelir. Yunan teolojisindeki Palingenesis’in (yeniden doğuş) eşi gibidir. Bundan bir ‘yeniden dirilme’ ya da ‘hayâta dönme’ anlamı çıkartılmamalı, yeni temellerden yola çıkılarak ‘yeniden başlamak’ anlamında alınmalı. Özellikle mistik kullanımda yeniden doğuş (rönesans) ve yenileşme, canlanma (régénération) eş anlamlıdır. Tanrı’nın lûtfuyla, arınmayla (vaftiz veya tövbe istiğfar) ya da dünyâ zevklerinden el etek çekme yoluyla, daha iyi bir başka yaşama geçilir; yeniden doğulur.” (Faure, 1992:7)
Erwin Panofsky, Rönesans’ın başlangıcına Petrarca’yı koyar ve bu kavramı “yeniden doğmak”, “canlandırma”, “diriliş” biçiminde içeriklendirir. Petrarca, Latinlerin söyleyiş ve yazış biçimlerine, Ortaçağ yorumlarından uzak bir Yunan düşüncesine geri dönüşü ifâde eder ve klasik sanatların yeniden doğuşunu temsil eder. (Panofsky, 1988:22) Rönesans kavramı “gerek İngilizcede, gerekse Germanik dillerde, Fransızca olarak kullanılır; çünkü, renaissance kelimesinin anlamının sınırlı ve fakat, spesifik olmayandan (herhangi bir şeyin belirli bir zaman içinde canlandırılması) kapsamlı olana (belirli dönemin modern çağa öncülük edeceği düşünülen her şeyin canlandırılması) dönüşmesi Fransa’da olmuştur.” (1988:22)
Dolayısıyla “Rönesans insanının, sanat ve edebiyattaki yeni çiçeklenmeyi yalnızca bir renovatio olarak betimlemek yerine yeniden doğuş, aydınlanma ve uyanış gibi dînî teşbihlere başvurmasının temel nedeni, şu olsa gerek: Yaşadığı yenilenme duygusu öylesine köklü ve yoğun olmalıydı ki bunu, Kitâbı Mukaddes’inkinden başka bir dilde dile getirmesi, ona olanaksız gözükmüştü.” (1988:24) Huizinga’ya göre ise “Rönesans, yeni bir çağın başlangıcındaki küçük bir aşamadır ve on altıncı yüzyılın Rönesans’la özdeş kılınamayacağını kanıtlamak için Savonarola, Luther, Thomas Münzer, Calvin ve Loyola’nın adlarını saymak, yeter de artar bile.” (Batur, 1988:20)
İmdi “Rönesans, bildiğimiz eski tarzı benimseyerek otoriteye inancı sürdürmüştür.” (1988:21) Yeniden doğmak kavramı, Rönesans’ın çok öncesinde de kullanılmıştır; İncil’de pek çok kısımda renasci, regeneratio, renovari, renovatio, reformari gibi kavramlar geçer. Bu kavramlar, Fransisken keşişler tarafından on üçüncü yüzyılda sıkça kullanılmıştır. (1988:19) Huizinga’ya göre de Rönesans, aslında bir geçiş dönemidir ve Avrupa kültürü içinde Ortaçağ ve Yeniçağ arasında köprü kurar. Rönesans’ta, Antik Yunan mîrâsı keşfedilmiş, Roma ve Yunan dünyâsı yeniden canlandırılmış, Hıristiyanlık hümanizmiyle Hıristiyanlığın ilk çalışmalarına geri dönüş amaçlanmış ve Skolastik felsefenin temelleri sarsılmıştır.
Yine de Huizinga “gelişkin bireyi, bu dönemin simgesi olarak saymaz; Rönesans’tan çok önce ve çok sonra devreye girmiştir bireycilik.” (1988:21) Zîrâ, Huizinga’ya göre Rönesans, “güzellik dürtüsünün uyanışı, dünyâsallığın ve joie de vivre’in zaferi, dünyâ gerçekliğinin akıl tarafından fethedilmesi, pagan yaşam zevkinin yeniden canlanması, dünyâyla olan doğal ilişkisi içinde kişilik bilincinin gelişmesidir.” (Huizinga, 1988:28) Rönesans kelimesi, dar anlamıyla ise “Antikçağ üzerindeki incelemelerin yenilenmesi ve yeniden doğması”nı anlatır.
Rönesans en temelde, Justitinian’ın Atina’daki Akademi ve Lyceum’u 529’da kapatması ve Kilise’nin, paganlığa ilişkin unsurlar barındırdığı gerekçesiyle Grek felsefesini mahkûm etmesinden sonra, bu felsefenin aslî kaynaklarına geri dönülmesini ifâde eder. Fakat, bu dönemde yalnızca bu incelemelerin yenilenmesi veya yeniden doğması sağlanmamış, aynı zamanda da çok daha köklü bir değişimin temelleri atılmıştır. Antikçağ ve Ortaçağ’ın kültür ve felsefelerinin yeni bir gözle incelenmesiyle, yeni bir insan anlayışı ortaya çıkmıştır.
Bu insan anlayışının kendine özgü bir dünyâ görüşü ve değerler sistemine sâhip olduğu, pek çok araştırmacı tarafından iddiâ edilmiştir. Bu bağlamda, yeni ve yaratma sevinci kavramları, bu değerler sisteminin özünü oluşturmaktadır. (Gökberk, 1999:161) Bu yönüyle, “Rönesans’ın evrensel âdem kategorisinin arkasında, bu sürecin öncülerini, öncülüğünü görmemek elde değildir. Doğa ve toplum karşısındaki ilk köklü silkiniş olmasa bile, Rönesans’ın ve çekirdeğinden çeperine yayılan hareketlerin özünde, tümelliğinde kavranmak ve belki de dönüştürülmek istenmiş bir dünyâya dimdik bakış okumak gerekir.” (Batur, 1988:21)
Rönesans’ın mîmarları arasında ise şüphesiz ki, Roma İmparatorluğu’nun vârisleri olan Latin-Germen halklarının payı büyük olmuştur. Bu halkların oluşturduğu değerler sistemi, zamanla Avrupa’ya yayılmış ve benimsenmeye başlanmıştır. Ancak, Rönesans’ın yayılması konusunda da farklı değerlendirmeler vardır; “belli bir yılda İtalya’nın Rönesans’ta epey bir yol almasına karşılık Fransa, Almanya ya da İngiltere’de, henüz ilk kımıldamaları buluruz. Ayrı ayrı kültür alanlarında da durum böyle; sanat ve bilimde yeni anlayış ve görüşler hızla gelişirken, ekonomik-politik yapıda belki de henüz ilk belirtiler görülmektedir.” (Gökberk, 1999:162)
Bununla birlikte, Rönesans’ın başladığı dönem olarak on dördüncü yüzyılı esas almak da mümkündür; ilk defâ bu yüzyılda, Rönesans’ın temel özellikleri gözle görülür hâle gelmiştir. Bu yüzyılın ikinci yarısından itibâren, çeşitli nedenlerden dolayı Kilise’nin gücünün zayıflamasına bağlı olarak millî devletlerin kurulma süreci başlamıştır. Orta sınıfın ekonomide güçlenmeye başlaması, siyâset alanında da temelli dönüşümleri berâberinde getirmiş ve Kilise’nin uhrevî otoritesinin yanında, ekonomik gücü ve tekeli de sarsılmaya başlamıştır.
Feodalizmin aldığı ağır darbeler sonucu şehirlerde güçlenen burjuva, yeni bir dünyâ görüşü ve siyasî sistemin doğmasını sağlamıştır. Sanat, kültür ve eğitim alanlarında da burjuvanın çıkar ve gereksinimlerinin ön plânda tutulduğu yeni bir döneme girilmiştir. Nitekim, Burckhardt’a göre “Floransa, Venedik ve Roma’yı canlandıran para akışı, şehrin genişleyen damarlarında târihin akışına damgasını vurmak isteyen bir seçkinler tabakası yaratmıştı; Kilise ve tâcın yanı başında, üçüncü toplumsal güç olarak büyüyen bu yeni sınıfın kültürle ilişkisi, daha önce (belki daha sonra da) benzeri olmamış/olmayacak nitelikler taşıyordu.” (Batur, 1988:21)
Faure’a göre de “Rönesans, bir bütünlüğe sâhiptir; bu da tüm şekilleriyle aşırı özgürlüğe düşkün olmaktır. Serveti arayış ve ona tapma, dînî veya sanatsal bireycilik, milliyetçilik, bilgece merak; dayanaksız yorum, kural ve göreneklerden sıyrılmış metinlere başvuru, tensel istek ve şatafat; kısacası yaşam sevgisi, bu tek özgürlük ruhunun değişik ortaya çıkış biçimleridir. Servet ve bilgi, özgürlük sağlar; yâni, bazı ayrıcalıklılara mutluluk getirir. On altıncı yüzyılın yeniden doğmak fiiline ve rönesans kelimesine verdiği dînî tanıma dönmüş oluyoruz: Biz burada, on dördüncü yüzyılda karanlık bir biçimde başlayıp 1550’lere doğru parlak bir olguya dönüşen Avrupa’nın yenilenmesini inceliyoruz.” (Faure, 1992:11-2)
Not: Bir süredir kanser tedâvisi görmekte olan canım annem, 16 Kasım 2013 günü vefât etmiştir. Acımı paylaşan ve annem için hayır duâlarını eksik etmeyen tüm okurlarıma teşekkür ederim.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
GİTTİ OZAN
Şiir yazar, saz çalardı. Söyle niye gitti ozan?
Sözü yürek parçalardı… Deruniye gitti ozan!
“Irkımızı dereceğiz, düsturuna ereceğiz.
Her birimiz Atsız Beğ’iz.” diye diye gitti ozan!
Kendi gitti sazı kaldı. Akıllarda sözü kaldı.
Gökte yıldız izi kaldı. Kaya kaya gitti ozan!
Batur Han’la aynı anda… Savaşlarda koştu önde.
Ödül vakti geldiğinde en arkaya gitti ozan!
Üzerine kefen sarmış. Ablukalar, setler yarmış.
Anayurtta savaş varmış… Bindi taya gitti ozan!
Bulutlardan kurşun yağa, seni alan kahpe çağa!
Yükselerek Tanrı Dağ’a, kurultaya gitti ozan!
Kızılelma düşü ile hakka bağlı, hakka köle…
Bir dem gibi düşüp göle battı suya gitti ozan!
Gece vakti Ötüken’de… Yaylar oku bırakanda…
Giray göğsü kaldı kanda, kör pusuya gitti ozan!
Mesut İlkay YANIK
Yazdırmak için tıklayınız.
Yukarı
|
|
|
|
|
|