Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 12 Sayı: 1.991

 6 Aralık 2013 - Fincanın İçindekiler


  • SONBAHARDAN ZEMHERİYE -6 (Son) ... Seyfullah Çalışkan
  • 5 ARALIK SİZE NE ANIMSATIYOR? ... Hamdi Topçuoğlu
  • ÖÇ VAKTİ ... Nevriye Hamitoğlu
  • Kar Tanesi, Küçük Kırmızı Çiçek Veee… ... Buket Çetin
  • MIZRAKLARIN UCUNDAKİ DERSHANELER ... Hasan Tülüceoğlu
  • Rönesans Üzerine II ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Ben dememiş miydim!...




    Sevgili Ergin Asyalı pek güzel resmetmiş durumu. Bunlar işini bilirler. 11 yıldır cenk ettikleri savaş meydanında birbirlerine dokunmadan yaşamanın zevkini pek güzel sürdüler, kaybetmek istemezler. Filler tepişir, olan altta yaşamaya çalışanlara olur.

    ***

    Önümüz seçim. Belediye başkan adayları bir bir açıklanıyor ama belli başlı yerlerde CHP'nin suskunluğu sürüyor. İstanbul üç aşağı beş yukarı belli ama İzmir muamması aldı başını gidiyor. Aziz Kocaoğlu'nun ikbal uğruna yapıştığı koltuğu terketmemesinin ceremesini İzmir'in demokrasi aşığı, Atatürk sevdalısı, ilerici halkı çekiyor. Her bakımdan yıpranmış bu adam, kendiliğinden çekilmediği sürece de bir başkasının aday olması zor görünüyor.

    İzmir akepeye pabuç bırakacak değil elbette ama İzmir'de CHP'nin yenilenmesi, tekrar eski parlak günlerine dönmesi, özetle, İzmir'e iade-i itibar gerekiyor. Böyle diyor benim sevgili dostum, şimdinin Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer. Yerden göğe kadar haklı. Vizyon sahibi, yaptıkları yapacaklarının garantisi, kendi için değil hizmetinde olduğu halk için çalışan, dürüst, güleryüzlü, sevecen bir adam Tunç Soyer. Seferihisar'da geliştirip pekiştirdiği belediyecilik anlayışını kısa zamanda tüm İzmir'e yayabilecek bir beyin o. Bakın ne diyor; "Gezi bir milattır. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi olmayacak Türkiye’de. Ne siyaset, ne sosyal yaşam, ne siyasi partiler... Hiçbiri! Herkes kendine çekidüzen vermek zorunda. Nasıl? Daha katılımcı bir yönetim modeli belirlenmek zorunda. Birileri benim için “İzmir fuarlar kenti olacak” dememeli. Çünkü o kentte ben yaşıyorum. Ne düşündüğümün bir değeri olmalı. Belediyecilik anlayışı konusunda Cumhuriyet Halk Partisi’nin bambaşka bir vizyonla ortaya çıkması lazım. Bunun en iyi yapılacağı yer İzmir. Çünkü İzmir, en güçlü olduğumuz yer. Eğer yeni yerel yönetim politikaları anlatılacaksa, bunun en güzel yapılacağı yer, İzmir." ve devam ediyor; "Aday olursam ilk iş fuarın duvarlarını yıkacağım. Sonra dünya kadar iş var."

    Bu vizyon İzmir'den başlayarak tüm memlekete yayılabilir. Modern ve insan odaklı belediyeciliğin ilk örneği olan Eskişehir'in Yılmaz Büyükerşen'inden sonra İzmir'e de Tunç Soyer yakışır. Yıpranmış Kocaoğlu'nun bundan sonra İzmir'e gem vuracağını düşünerek, bir an evvel aklı selimin galip gelip, Tunç Soyer'in aday olarak açıklanmasını diliyorum. Kendisine destek olmak için; Facebook'ta https://www.facebook.com/tuncsoyerlutfen adresini ziyaret edebilir, bir küçük not bırakabilirsiniz. Kalın sağlıcakla.

    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      SONBAHARDAN ZEMHERİYE -6 (Son)

    VI.

    Esma Hanım bütün isteksizliğine rağmen iki gün önceden bilet aldı. Üşenmeden kendine yolluk poğaça ve kurabiyeler yaptı. Bir gün önceden çantasını hazırladı. Giysilerini hatta terliklerini bile yerleştirdi. Aklının bir köşesinde “Bal gibi de biliyorum. Yine pişman olacağım. Ne olursa olsun, gideyim de insanlık bende kalsın,” düşüncesi durmadan dinlenmeden dönüp duruyordu. Üzerinde tarifi imkânsız bir gerginlik vardı. Yolculuğun başlamasından önceki gece sabaha kadar uyuyamadı. Yolculuk en az beş saat sürüyordu. Otobüste uyurum diye düşündü. Kendini avuttu. Kızı ve damadı sabah uğrayıp ona iyi yolculuklar diledi. Torunun sevdi. Kızının babasına götürmesi için bıraktığı poşeti çantasına zorla tıkıştırdı. Evden çıktığında otobüsün hareketine bir saat vardı. Onu otobüs terminaline götüren minibüse bindiğinde saatine baktı. Hala yarım saatten fazla vakti kalmıştı.

    Kasabanın dışındaki otobüs terminali telaştan uzak sakin bir gün yaşıyordu. Minibüsten inince cüzdanına katlayıp koyduğu bileti çıkardı. Baktı, yeniden baktı. Bir daha baktı. Gözlerine inanamıyordu. Yazıhanedeki kızın söylediği saat ile burada yazan ayna saat değildi. Telaşla yazıhaneye koştu. “On dört otuz arabası gitti mi?” diye sordu. Yazıhanede yüzü tertemiz tıraşlı kocasının yaşında kravatlı bir bey oturuyordu.

    - İzmir arabası yarım saat önce gitti. Yirmi üç numaralı yolcu sen misin?
    - Benim ama yazıhanedeki kız bana….
    - Seni ne kadar çok aradık be abla, dedi. Senin yüzünden araba tam on dakika geç kalktı.
    - Kalkış saatini bana yanlış söylemişler.
    - Biletini ver bakayım. Abla bak burada ne yazıyor?
    - Ben bilete bakmamıştım…
    - Yazıhaneye numaranı da vermemişsin. Seni telefonla da arayamadık.
    - Peki şimdi ne olacak?
    - İstersen yarınki otobüse bir bilet vereyim.
    - Bu bileti yarınki ile değiştirseniz.
    - Onu yapamam abla.
    - Altmış lira para verdim ama ben.
    - Kusura bakma, bizden kaynaklansa tamam…
    - Paramı geri verin o zaman.
    - Veremeyiz ki, otobüsü kaçırmasaydın madem.

    Tartışma anlamsızca uzayıp gitti. Konuştukça hem Esma Hanım hem yazıhanedeki adam sinirlenmeye başladı. Adam bal gibi haklıydı. Esma Hanım buna rağmen parasını geri alabilmek için onunla çene yarıştırıyordu. En sonunda pes edip çantasını aldı. Terminalden çıkıp bir minibüse binerek evine geri döndü. “Giden para olsun,” diyordu. Zaten Kemal Bey’in o meymenetsiz suratını görmek hiç içimden gelmiyordu. Çantasından poğaçaları, kurabiyeleri çıkardı. Çay demleyerek kahvaltı etti. Dün geceden beri biriken uykusuzluk bedenin teslim aldı. Uzandığı yerde öylece uyuyup kalmıştı. Kendine geldiğinde akşamın karanlık perdesinin bütün kasabanın üzerine örtmüş olduğunu fark etti. Banyoya gidip yüzünü yıkadı. Ne olduğunu anlayamadan sinirleri boşandı. Bütün vücudu elinde olmadan zangır zangır titrerken küçük bir çocuk gibi bağıra çağıra ağlamaya başladı.

    VII.

    Kemal Bey öğleye doğru yürüyüşten evine döndükten sonra bulmacalarının başına yeni oturmuştu. Kapının zile çalıdı. Komşusu Selma Hanım cam bir kase içinde aşure getirmişti. Tabağı sonra alırım deyip bir üst katın merdivenlerine yürüdü. Üzerindeki nar taneleri ve tarcın kokusu oldukça baştan çıkarıcı görünüyordu. Cam kâse hala sıcaktı. Kıtlıktan çıkmış gibi büyük bir iştahla ve aceleyle aşureyi bitirdi. Bir hatta iki kâse daha olsa yerim, diye düşündü. Mutfak masasından kalkıp bulmacasının başına döndü. Soldan sağa altı karelik boşluğa Ayvalık yazdı. Zaten karelerden bir kaçı çıkmıştı. Bulmacanın başından kalktı. Telefon defteri açtı. Yeğeni Muzaffer’in numarasını bulup çevirdi.

    - Alo Muzaffer sen misin oğlum? Ben Kemal Dayın?
    - Benim dayı, benim benim…. Ne zamandır aklımdaydın, sesini duymak ne güzel.
    - Nasılsın, eşin, çocuklar nasıl?
    - İyiyim dayı, onlar da iyiler. Ellerinden öperler.
    - Özledim sizi de sesini duyayım istedim.
    - Sesimizi boş ver dayı. Çıkıp gelsen …
    - İşiniz gücünüz var be oğlum.
    - Olsun varsın, sen engel mi olacaksın?
    - Bir ara gelirim belki.
    - Bir ara falan deme, çık gel be dayı.
    - Tamam söz, seni kırmak istemiyorum. Düşüneyim bakalım. Belki önümüzdeki hafta…
    - Düşünecek bir şey yok. Ne zaman canın isterse... Başımın üstünde yerin var…
    - Nejla’ya selam söyle, çocukları da öp benim için.
    - Tamam onların da sana selamı var. Bekliyoruz bak unutma…

    Kemal bey bir hafta sonra çok sevdiği evini boynu bükük bırakıp Ayvalık’a gitti. Çantasına gazetelerden biriktirdiği bir tomar bulmaca koymayı da unutmadı. Yeğeni Muzaffer Ayvalık’ın en namlı avukatlarından biriydi. Çocuklarını büyüttüğü hayatının çoğunu geçirdiği evini anılarıyla birlikte öylece bıraktı gitti. Ne Esma Hanım geri döndü. Ne de Kemal Bey… Zaten çocuklar uzun zamandan beri evlerinden uzak kentlerde yaşıyorlardı. Anılar, anlaşmazlıklar, haksızlıklar ve öfkeler, vefasızlıklar ve sevgisizlikler boş odalarla baş başa kalıverdiler. Bir de masadaki Selma Hanım’ın gelip almadığı boş aşure kasesi….

    Bursa
    Aralık 2013

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      5 ARALIK SİZE NE ANIMSATIYOR?

    Adı Vedat’tı; Sedat da olabilirdi, İmdat da, Temel de…

    Onu sizin de tanıdığınızı biliyorum. Çünkü bu topraklarda milyonlarca örneği var.

    Bir dostumun iş yerinde karşılaştım onunla. Eli yüzü düzgün bir gençti. Karadeniz”den kalkıp gelmiş Bodrum’a. İnşaatçılık yapıyormuş.

    Kaç kardeş oldukların sordum.

    - Altı kardeş, dedi.

    Ayıp bir şey söylüyormuş gibi başını eğerek:

    - Dört de kız var, dedi.

    Köyde anadan babadan kalan az buçuk tarla, bahçe varmış; ama yetmiyormuş. Üstelik kızlar bu bahçelere mirasçı olmak istemiş. Delikanlı onlara çok kızmış.

    - Bu bahçelerde onların da yasal hakkı olmalı, dedim.

    Delikanlı adeta köpürdü.

    - On beşinde kocaya gittiler. O topraklar için biz kavga verdik. Gitsinler kocalarından alsınlar haklarını, dedi.

    “Biz” dediği erkek kardeşler olmalıydı.

    Medeni Kanun’un kabulünün üzerinden üç çeyrek asır geçti değil mi?

    Hani Atatürk Devrimi’nin en önemli hedeflerinden biri Türk kadınının çağdaşlaşmasıydı? Hani Atatürk, Türk kadınının toplumda etkin görevler üstlenmesini Türk toplumunun kalkınması ve çağdaşlaşmasının en etkin yolu olarak görüyordu? Ona göre okuyan, dünyada olan biteni yakından izleyen, bilimde, sanatta, sosyal- kültürel alanlarda üreten Türk kadınının ülkenin çağdaşlaşmasının da ön koşulu değil miydi?

    Neyi değiştirebildik bu toplumda?

    Bu “Millet, analarıyla, babalarıyla, kız kardeşleriyle Millî Mücadele’yi kendine ülkü edindi” ği için kurtuluş savaşını kazanmıştı. Savaşta eşiyle, babasıyla, kardeşiyle omuz omuza çarpışan “Türk kadını, dünyanın en aydın, en erdemli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağırlık, ağırlıkta değil; ahlakta, erdemdedir. Türk kadınının görevi; Türk’ü düşüncesiyle, zihniyetiyle, gücüyle, kararlılığıyla korumaya ve savunmaya gücü yeten kuşaklar yetiştirmektir. Milletin kaynağı, sosyal yaşamın temeli olan kadın, ancak erdemli olursa görevini yapabilir. Herhalde kadın çok yüksek olmalıdır.” (14 Ekim 1925) dememiş miydi Atatürk?

    Kurtuluş Savaşı’nı Halide Onbaşıların, Kara Fatmaların, Süreyya Sülün Hanımların, Nezahat Hanımların, Binbaşı Ayşelerin Mehmetçikle yan yana omuz omuza çarpışması sayesinde kazanan Atatürk’ün "Ey kahraman Türk kadını! sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın!” demesi ve bunun gereğini olarak Medeni Kanunu çıkartması, kadınlara seçme ve seçilme hakkı vermesi Türk kadınını dünya kadınlarından bir adım daha öne çıkarma çabasının ürünü değil miydi?

    Onun ölümünün üstünden 75 yıl geçti. Kızlarımızı hâlâ kampanyalar sayesinde okula gönderebiliyoruz. Eğitim sistemimizdeki “milli”liğin yalnız adı kaldı. Artık din eksenli bir eğitim modelimiz var. Toplumda cinsiyet ayrımcılığında hızla derinleşiyor. 1934 yılında kadınlarına seçme ve seçilme hakkı vermiş bir Cumhuriyetin bugünkü yöneticileri son seçimlerde kadın milletvekillerinin Meclis'teki oranını % 14’ e çıkardık diye övünebiliyorlar. Oysa bu oran İsveç’te % 46, Finlandiya ve Norveç’te % 40. Güney Afrika’da % 45'e, Küba’da % 43'e, Hollanda’da % 42'ye ulaşıyor. (www.kadınmedya.com)

    "Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başında bir bez, peştemal veya buna benzer bir şeyler sararak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın manası neye delalet eder? Medeni bir millet anası, bir millet kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi lazımdır. " (1 Eylül 1925)

    O kadınları, bazı yerlerde değil, artık her yerde görüyoruz. Bu sorunu çözmesi gerekenler Atatürk’ün;"Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleri ile cihanı dikkatle görebilsinler. bunda korkulacak hiçbir şey yoktur. " sözüne inat, sosyal hayattan uzaklaştırabilmek için kelle koltukta kavga veriyorlar. Öte yandan kimileri de Nazım’ın:

    ”Ve kadınlar
    bizim kadınlarımız:
    korkunç ve mübarek elleri
    ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
    anamız, avradımız, yarimiz
    ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
    ve soframızdaki yeri
    öküzümüzden sonra gelen
    ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
    ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
    ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
    ışıltısında yere saplı bıçakların
    oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
    kadınlar,
    bizim kadınlarımız.”


    dizelerine alkış tutarak kadınlarımıza karşı görevimizi yaptığımızı sanıyor ve rahatlamaya devam ediyoruz.

    Bu ulus, gerilikten, yobazlıktan kurtulmak istiyorsa öncelikle erkeklerine, kadın haklarına saygılı olmayı öğretmek zorunda. Yarın, kadınlarımızın, seçme ve seçilme hakkını kazandığı günün yıl dönümüdür. Ben, Cumhuriyeti bir aydınlanma devrimi olarak algılayamayanların kadın haklarından anlayabileceğini hiç sanmam. Ama hiç değilse, "Atatürk, Cumhuriyet , Halk..." sözcüklerini dillerine dolayanlar, bu konuda ne yaptıklarını birkaç dakika olsun düşünsünler derim.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      ÖÇ VAKTİ

    Kahvehanenin büyük masasından gelen kahkahalar, dış kapının çarpma sesi ile kesildi. Kara Recep, herkese selam verdikten sonra Muallim Yakob’un yanına oturdu. Çatık kaşlarının altındaki koyu gözleri düşünceliydi. Tarlada yıpranan parmaklarıyla tuttuğu sigarasını yaktı ve dumanını tavana doğru üfledi:
    - Yakob, sana kötü haberim var. Arkadaşın Muallim Mustafa’yı tutuklamışlar. Dükkancı hoca efendi söyledi. Bu sabah köye buğday almak için gittiğinde muallimin evi önünde toplanan insanları görmüş. Sormuş, soruşturmuş, durumu öğrenmiş. Muallim Mustafa, sözde Türkiye’den getirttiği kitaplarla Türk çocuklarını Bulgarlara karşı kışkırtıyormuş. Dün gece jandarmalar evine gidip onu tutuklamışlar. Hangi mahpushaneye götürdüklerini de söylememişler, dedi.
    Yakob, sinirlenerek ayağa kalktı:
    - Ama bu nasıl olur? Kardeşim Mustafa asla kötü bir şey yapmaz! Çocuklara tek öğrettiği Türkçe şiir ve şarkılardır. Bunda kesin bir yanlış anlaşılma var, dedi ve acele ile kahvehaneden çıktı.

    Saat gece yarısına geliyordu. Dağlardan gelen rüzgar, yürürken ayaklarında dolanıyordu. Hava çok soğuktu. Ceketinin yakasını kaldırdı, ellerini cebine soktu. Çocukluk arkadaşı Mustafa’yı düşündü. Yıllar önce Türkleri Bulgar topraklarından göndermek isteyen bazı Bulgarlar, örgütlenerek köyleri basmış, yağmalamış, insanları öldürmüştü. Baskılara dayanamayan Türkler, evlerini ve yurtlarını bırakıp Türkiye’ye göç etmişlerdi. Geride kalanlara ise dost olan Bulgar aileleri yardım etmişti. Mustafa’nın ailesi de onlara sığınmıştı. Yakob, daha önce yaşanan olayların bugünlerde de ortaya çıkmasına anlam veremedi. Arkadaşı Mustafa’ya yardım etmek için sabah ilk iş, şehirde devlet görevlisi olan amcası İvan’a mektup yazacaktı.

    Bir gün sonra okuldan eve gittiğinde, komşu köyde kendisi gibi muallimlik yapan karısını ağlarken buldu:

    — Mariya’m ne oldu sana?

    — Jandarmalar bu sabah mektepten iki öğrencimi alıp götürdü. Öğlen vakti haber geldi, Bulgarlara direnen Türkleri kurşuna dizmişler. Öğrencilerim de ölmüş. Şimdi köydeki Türkler panik içinde… Herkes onlar için ağlıyor. Mariya gözyaşlarını elinin tersiyle sildi.

    Yakob duyduklarına çok üzüldü. Karısına sarılarak teselli etti. Fakat böyle bir zamanda evde durmak onu rahatsız ediyordu. Akşam olmasını beklemeden kahvehaneye gitti.

    Devam edecek…


    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Buket Çetin

     Kahveci : Buket Çetin


      Kar Tanesi, Küçük Kırmızı Çiçek Veee…

    Sonra yeniden ağacı hissetti. “Rüzgarları dinle” dedi ağaç. Sustu sonra yeniden. Kuzey rüzgarının mırıltısını duydu. Zehirli sarmaşık tüm bedenine dolanmıştı küçük kırmızı çiçeğin. Nefes alamadığı zamanlar oluyordu ama rüzgarlar dokunuyordu tenine. Dokundukça bir şeyi hatırlatıyordu küçük kırmızı çiçeğe. Özgürlüğe dair…

    Zehirli sarmaşık tutsak etmişti onu. “Ben ne yaptım da bedenime dolandı” diye düşündü. Sordu tavşana “neden bu zehirli sarmaşık?” Tavşan hem sordu hem cevap verdi “kendini suçladığın için mi?” Çiçek düşündü uzun uzun, “ben bir çiçeğim” dedi. “Bir çiçek, toprağa tutunur, toprakla yaşar, su ister, güneş ister. Toprak, güneş ve suyla yaşarım ben. Neden kendimi suçlayım? Durduğum toprakta esen rüzgarlar var. Her biri ayrı bir hikaye anlatır bana, ayrı bir nefes olur. Neden kendimi suçlayım?” Tavşan “neden soruyorsun o zaman?” dedi. Bir kere daha düşündü çiçek, “bir de ağaç var” dedi. “Ağaç hep vardı, ben kar tanesiyken de vardı. Çiçek oldum yine vardı. Bir rüzgar beni bu ağacın dalına kondurdu. Bir bahar güneşi eritip dibine düşürdü. Ben büyürken de vardı. Büyürken de kökleri köklerime dolandı. Susuz kaldım su verdi, güçsüz kaldım güç verdi. Neden kendimi suçlayım?” Tavşan “başka çiçekleri düşün o zaman” dedi.

    Çiçek yine düşündü uzun uzun. Başka çiçeklere baktı sonraHer birinin bedeninde birer sarmaşık vardı. Çok azında yoktu. “Benim gördüklerim” dedi kırmızı çiçek “çoğunda zehirli bir sarmaşık var.” Tavşan, “başka ne görüyorsun?” diye sordu. “Yaşıyorlar” diye cevap verdi kırmızı çiçek. Gördüklerine inanamadı. Bu gerçek olabilir miydi? Neredeyse hepsinin bedeninde zehirli bir sarmaşık vardı ve öylece duruyorlardı. O şaşkınlıkla sordu tavşana “onlar hala çiçek mi?” Sustu tavşan. Çiçeğin deliresi geldi, hızlı hızlı nefes alıp vermeye başladı. “Ama nasıl olur?” dedi. “Onlar artık çiçek değil, ölmüş onların hepsi, ben ölmek istemiyorum” dedi. Çığlıklar attı tavşana, bağırdı “kurtar beni, ben ölmek istemiyorum.” Köklerini oynattı toprağın derinlerinden. Gözlerinden yaşlar süzüldü. Acıları büyüdü günlerce. “Bu hastalık” dedi tavşana. “Biz hepimiz hastayız, ölümle yaşam arasında bir yerde kalmışız, burası araf” dedi.
    Araf’ın rüzgarları esti yeniden. Birisi kaderi, birisi geçmişini, birisi asiliği, özgürlüğü anlattı yeniden.

    “Bütün çiçekler böyle mi?” diye sordu tavşana. “Daha kötüleri de var” dedi tavşan. “Kan kusanlar, korkunç pisliklerin içinde olanlar var” dedi. “Ben de mi öyleyim?” diye sordu. “Ben de onlar gibi güçsüz müyüm?” Korku dolu şaşkınlığı büyüdükçe büyüdü çiçeğin. Tavşan sordu yeniden “hala kendini mi suçluyorsun? Sen güçsüz olduğun için değil, güçlü olduğun için dayanıyorsun bu sarmaşığa, önemli olan daha ne kadar dayanacaksın?” Çiçek bir kere daha şaşırdı. Acıları bir kere daha büyüdü. Yeniden acı dolu çığlıklar attı. Gözyaşları aktı toprağa. Ağaç duydu çığlığını, gözyaşlarını hissetti. Tavşan son bir şey söyledi çiçeğe “Sensin” dedi “her şey sensin, güç de güçsüzlük de sensin, ağaç da senden sarmaşık da senden, sen istersen ölüm de olursun yaşam da, tutsak da olursun özgür de olursun. Önemli olan ne olmak istediğin, sen ne olmak istiyorsun?”

    Düşündü çiçek yine uzuuun uzun. Sarmaşıktan önce de yaşamıştı o, sarmaşıkla dünyaya gelmedi ki. Bazen hissedip bazen hissedemese de bir ağacı vardı onun. Belki başka bazı çiçeklerden şanslı bile olabilirdi. Kollarında büyüdüğü ağaç ona yaşamayı öğretmişti. İsteyeceği şey şimdikinden daha da zor olsa seçmek zorundaydı. Yürümeyi bilmiyormuş gibi gelse de uçmayı düşündü. Sonra seslendi tavşana “ben kuş olmak istiyorum. Kuş olup bedenine sarmaşık dolanmış tüm çiçeklere özgürlüğü, yaşamı anlatmak istiyorum. Ve çok güçlü bir kanat sesi yükseldi göklere…

    Buket Çetin


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    MIZRAKLARIN UCUNDAKİ DERSHANELER

    Hz. Peygamberin hayatı boyuncu mücadelesiyle oluşturduğu yeni İslam toplumunun kendi yarım adasından çıkıp dünyaca belirli bir güce ulaşmaya başladığında hayal bile edemedikleri pastadan pay kapma sevdaları, içlerine toplumu içten içe kemirecek fitne (bu tüm fitnelerin başlangıcı da olmuştu) tohumunu düşürmüştü. Peygamber Efendimizin eşi Hz. Aişe etrafında yoğunlaşan bir grup Müslüman güç, Hz. Ali’yle karşı karşıya gelmişti. Makul bir ortamda birbirlerinden ayrı güç odakları olarak devam edeceklerken fitne kışkırtmasıyla yıllar sonrasına ertelenmiş gibi görünen kıvılcım hemen orada erken ve geceden çakmıştı. Hak ettiği üzere bu güç çatışmasında galip gelen Hz.Ali olmuştu.

    Ancak, Ali’ye karşı asıl büyük güç pusuda yatıyordu. Hz. Ömer’in bile dokunmadığı, yıllardır aynı bölgede valilik yapan Hz. Peygamberin sahabesi Hz. Muaviye ümmetin bir çoğunluğunu kendi safına çekmeyi başlangıçtan kurgulu olarak başarmıştı. Suriye’deki bu güç, Hz.Aişe ve etrafındakilerin Cemel vakasına sürüklenmelerinde belirleyici etken olmuştu.

    Hz. Osman’ın yine müslümanlarca şehadeti sonrası, Cemel vakasıyla, üçüncü güç hükmündeki etken Hz. Ali tarafından pasifize edilerek bir açıdan ortadan kalkmıştı. Sonrası, Halife’nin şehadeti fitili ateşleyici olarak İslam ümmeti, iki farklı sarmalda, iki farklı güce doğru kutuplaşmıştı. Nihayetinde Sıffin’de karşı karşıya gelen Hz. Muhammed’in Ümmeti, güce sahip olma menfaatinde Bedir ve Uhud’ların tersine birbirleriyle savaşmışlardı.

    Savaşı kaybedeceğini anlayan Hz. Muaviye, onları ümmet haline getiren en hassas noktaya müracaat ederek Kuran nüshalarını askerlerinin mızraklarının ucuna taktırmıştı. Gözlerini menfaat kaplayan askerler Kuran’ı görünce Allah’ı, Peygamber’i, asıl mükâfat mekanı ahireti hatırlamışlar ve yanlışlarını görür gibisine kılıçlarını yere indirerek Kuran’ın hakemliğine razı olmuşlardı.

    Hz. Ali gerçeği anında görmüş; ancak, bunun bir savaş taktiği olduğunu o hırs dolu insanlara anlatamamıştı. Kuran adına yapılan siyasal bir oyunla Hz. Ali zayıflatılmıştı. Bu siyasal oyuna Kuran’ın alet edilmesini eleştirenler, bir grup olarak, ahir zaman fitnelerine tohumluk edercesine Hz. Ali’nin ordusundan ayrılmışlardı.

    Elbette bu olaylarda münafıkların başı İbn-i Sebe ve ekibinin payı büyük olsa da onlar sadece ümmet fotoğrafını görüyorlardı. Yani kendi küçük menfaatleri ve kadim Şeytandan gelen Tanrı düşmanlıklarının peşindeydiler.

    Ahir zaman İbn-i Sebe’leri kendi coğrafyalarıyla birlikte dünya fotoğraflarına da vakıflar. Onlar gibi dünyaya hükmeden daha büyük ve güçlü şeytani İbn-i Sebe’lerle birlikte onların tilmizi olarak çabalıyor, gayret gösteriyor ve oyun kuruyorlar. Oyun kurucular her zaman avantajlı ve bir adım önde olarak oyunu kazanırlar. Oyunu ve fotoğrafın tamamını göremezseniz başınıza geleni bile hiçbir zaman anlamadan hep kaybedersiniz.

    Müslümanlar yıllardır bilip tanıdıkları müşriklerin baskılarından kurtulup Peygamberimizin vefatından çok kısa bir süre sonra varlığın, zenginliğin, gücün kapıları onlara açılmaya başlayınca masumca da olsa bu imkan ve nimetlerden pay almak istediler. Bu, “pastada benimde hakkım var” düşüncesi, müslümanları Hz Ali gibi bir halife döneminde maalesef karşı karşıya getirmişti. Yıllarca süren ‘Mekke müşrik cenderesini’ çabuk unutmuşlardı. Düşman ve tehlike ortadan kalkınca hissettikleri üzere, güçlü birer askerler, komutanlar olarak düşmanı diğeri öbürüne karşı oluşturmuştu.

    Artık iyice gün yüzüne çıkan Cemaat-Ak parti kutuplaşması, bu ümmetin başlangıçta çok erken yaşadığı güç mücadelelerini hatırıma getirdi.

    Ak parti iktidarı döneminde ittifakla atlatılan ‘Mekke müşrik cenderesi’ sonrası ortaya yeni çıkan güç, elbette ki belli bir süre sonrası kutuplaşmaya gidecekti. Ancak bu yine bir erken gelişti ve serlevhaları dershaneler oldu.

    Elbette burada da İbn-i Sebe’ler mevcut ve kol geziyor. Ama bu İbn-i Sebe’ler ilk gerçeklerinden çok daha uyanık, etkin ve dünya büyük İbn-i Sebe’leriyle tüm harita üzerinde oyunlarını oynuyorlar.

    Taraflar elbet bunun farkındalar ama, fitne ateşi bir koy verildiğinde bir korkunç kaos başlayıverir. Bu tür kutuplaşma sonrası ortaya çıkan ateşlerden her iki tarafta büyük zarar görecektir.

    Hz. Peygamberin sahabelerinin mücadelesi, birbirlerine karşıda olsa verdikleri savaş gerçekti; fikirleri, görüşleri, hataları, kusurları kendi hakikatleri ve kazandıkları kendi bileklerinin hakkıydı. İnsanların sanal alemde dolaştırıldığı yaşadığımız bu dönemde adeta her şey sanal. Önceden kurgulanmış ve bu, yazılan senaryoya göre adım adım gerçekleştiriliyor.

    Aslında küresel İbn-i Sebe’lerce bir rüyanın içinde rüya gördürülüyoruz. Pek azımız bunun sanal rüya içinde rüya olduğunu fark ediyoruz ama, bir türlü rüyadan uyanamıyoruz.

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    1 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Rönesans Üzerine II

    Rönesans’ın beşiği İtalya, on dördüncü yüzyılın sonları ve on beşinci yüzyılın başlarında, Avrupa’nın en zengin ülkesi hâline gelmiş ve güçlü bir bankacılık sistemiyle, sermâye birikimi konusunda ilerlemiştir. Uzun süren savaşlar ve ekonomik çöküntüler nedeniyle komşuları mâlî sorunlarla boğuşurken, bankacılık sisteminin gelişmesi ve sermâye birikiminin artması sonucu, bu sorunlardan uzak kalmayı başarmıştır. İtalya’nın en zengin bölgesi olan Floransa, Avrupa’da en güçlü sanâyi merkezi hâline gelmiş ve gerek Yüz Yıl Savaşları, gerekse de İki Gül Savaşları sırasında silâh, zırh, top, savaş giysisi satışlarıyla ekonomik gücünün doruğuna ulaşmıştır. (Faure, 1992:14)

    Üstelik, bu alanlarda faaliyet gösteren ve yarı resmî, yarı illegal çalışan Acciaiuoli, Bardi, Peruzzi, Alberti ve Medici gibi ailelere de sâhipti ve bu aileler, ekonomik güçlerini diğer alanlarda da etkin bir biçimde kullanmayı başarıyordu. Bankacıların ve tüccarların birleşmesiyle İtalya’da kurulan ilk uluslararası ticâret borsası, Avrupa ekonomisinde kilit bir öneme sâhip olmaya başlarken, aynı zamanda aracı ailelerin de büyük gelirler elde etmelerini ve bu gelirleri kültür ve sanat alanlarına aktarmalarını sağladı; bu aileler arasında başlayan “kültürlenme yarışı”, kültür ve sanat alanlarının desteklenmesiyle sonuçlandı. (1992:15)

    Ticâret borsası aracılığıya bu yarış, bir süre sonra Almanlar arasında da görülmeye başlandı. Papalık ise her türlü hîle ve aldatmalarla, geniş halk kitlelerinden farklı isim ve gerekçelerle para toplayarak büyük bir sermâye birikimi sağlamıştı ve bu sermâye, Antikçağ tutkunu kimi Papalar tarafından, Antik sanatların canlandırılması, bu alanlarda araştırmaların yapılması için harcanıyordu. Coğrâfî keşiflerin yapılmasına ve keşfedilen yerleşim bölgelerinden Avrupa’ya bol miktarda değerli mâden getirilmesine bağlı olarak zenginlik algısı değişti ve toprak fazlası yerine değerli mâden fazlası, zenginlik kaynağı olarak kabûl edildi.

    Faure’a göre, “on dördüncü yüzyıldan itibâren birkaç özel teşebbüse bağlı ücretlilerin sayısı giderek artıyordu; sanâyi yoğunlaşmasına, paranın ve iktidârın yoğunlaşması eşlik ediyordu. Özellikle ihrâcat merkezi olan kentlerde hammaddeyi, işi, pazarı, parayı temin eden, hep aynı adam oluyordu. Rasyonel bir verimi garantilemek için, bölgeler de devletler gibi davranmaya başladılar ve uzmanlaştılar. Nihâyet, savaşlar nedeniyle askerî soylular yok oldu ya da perîşan oldu; krallar da onları, saray soylularına dönüştürdüler ve yeni bağlar kuruldu; ama bu kez, para babalarıyla.” (1992:36)

    İmdi “coğrâfî keşifler, muazzam inşaatlar, finansal ve sınâî yoğunlaşmalar, yeni ekonomik ünitelerin oluşması, beslenme ve kültür gereksinimleri, yapılaşmakta olan insan kitlelerinin” birbirleriyle kaynaşmasına neden olmuş ve bu da kültürel faaliyetlerin daha geniş kesimlere yayılmasına katkı sağlamıştır. (1992:31) Ayrıca, ticâret yollarının denetlenmesi ve konaklama imkânlarının arttırılması; yollar, köprüler, hanlar, vb. yapıların inşâ ettirilmesi, tüccarların ülkeye çekilebilmesi için onlara belirli birtakım imtiyazların verilmesi, ticâret filolarının kurulması ve ticâret mallarının güvenli gemilerle taşınması, vb. gelişmeler de bu bağlamda önemlidir.

    Uzun süreli savaşlara bağlı olarak yaşanan yoğun göçler, demografik hareketleri de berâberinde getirmiş ve bu da Avrupa’da, farklı kültürel birikimlere sâhip kitlelerin ortak yaşama kültürüne dayalı daha güçlü sosyal ilişkiler kurmalarını sağlamıştır. Vebâ salgınları, yükselen haraç ve vergiler, büyük askerî katliâmlar, vb. de bu hareketleri arttırmış ve kitlesel göçler, Avrupa’nın çehresini değiştirmiştir. Bu süreçte İtalya, hem ekonomik imkânları, hem de sosyal koşulları nedeniyle sürekli olarak göç almış ve bu yolla, Avrupa kültürüne ev sâhipliği yapma şansına ulaşmıştır. (1992:33-4)

    Artan göçlere bağlı olarak toprağın işlenememesi ve üretim faaliyetlerinin azalması Kilise’nin, feodal sistemin dışında farklı birtakım gelir kaynakları yaratma çabası içine girmesine yol açmış ve bu da tasarruflarına karşı geniş halk kitlelerinin hoşnutsuzluğunu tırmandırmıştır. Boş bırakılan topraklarda eşkıyâlık gibi birtakım faaliyetlerin ortaya çıkması, güvenlik alanında da hoşnutsuzlukları berâberinde getirmiş ve şövalyelik gibi Ortaçağ’ın sembol kurumları tasfiye edilmiştir. Zamanla feodalizm, siyasî bir kurum olmaktan çıkmış ve millî monarşiler kurulmuştur. Papa ve krallar arasındaki iktidâr mücâdeleleri de krallar lehine sonuçlanmıştır. (1992:31-2)

    Bu ise Avrupa milletlerinin oluşumunu tetiklemiş ve millî kültürler hakkında çeşitli araştırmaların başlamasına katkı sağlamıştır. Millî devletlerin birbirlerine rakip hâle gelmeleri ve bu rekâbetler nedeniyle sürekli çatışma hâlinde olmaları ise “denge siyâseti” izlemelerini ve göreli bir refah ortamının tesis edilmesini sağlamıştır. Dahası, “on beş ve on altıncı yüzyılda, aydın kapitalizm diyebileceğimiz yeni bir sosyal olgu ortaya çıktı. Yeni burjuvazi sanat, bilim, Felsefe’yi gereksiz süsler olarak değil, iktidâr ve eylemi tamamlayıcı imkânlar olarak görüyordu. Düşünürler ve sanatçılar, rakiplerinin gözünü kamaştırmak isteyen zor beğenir, zengin bir müşteri kitlesi tarafından saygıyla karşılanıyordu.

    Yeni müşteriler, kişisel gayret sonucu başarıya ulaştıklarından, kişisel değerlere saygı gösteriyordu.” (1992:45) Böylelikle birey, her alanda ve tüm özellikleriyle kendisini gösteriyor ve bu da bireyin merkezîleşmesini sağlıyordu. Üstelik, Aleksandre Koyre’e göre “Rönesans ortamı ve anlayışının somut örneği olan kişi, hiç kuşku yok ki, büyük sanatçıdır; ama aynı zamanda, belki de özellikle yazın adamı olmuştur. (...) Bu dönemin yazınsal ürününe bakarsak, en başarılı yapıtlar, klasiklerin Venedik basımevlerinden çıkmış güzel çevirileri değildir; cin-peri bilimi, büyücülük kitaplarıdır. (...) Rönesans’ın anlayışı bir tümcede özetlenmek istenirse, şu tümceyi önerirdim: Her şey olanaklıdır.” (Koyre, 1994:43-4)

    İstanbul’un fethiyle buradaki bilginlerin İtalya’ya göç etmesi ve yanlarında götürdükleri çok sayıda el yazmasının Avrupa kültürüne taşınması da bu bağlamda önemlidir. Ayrıca, İslâm dünyâsından yapılan çevirilerle Avrupa, kendi sosyal ve kültürel değerlerinden farklı bir dünyâyla tanışmış ve insan hak ve özgürlüklerine saygı konusunda İslâm dünyâsından etkilenmiştir; yaşama hakkı ve mülkiyete saygı, din ve vicdan özgürlüğü, vb. konularda, İslâm dünyâsı karşısında kendi temellerini sorgulama ihtiyâcı hissetmiştir. Roma Kilisesi’nin sorgulanması, Protestanlığın ayrı bir mezhep olarak ortaya çıkmasına yol açmış ve din kaynaklı savaşlar, laik düşüncenin yaygınlaşmasına katkı sağlamıştır.

    Rönesans’ı hazırlayan teknik faktörler ise şu şekilde sıralanabilir: Matbaanın îcâdıyla geniş halk kitlelerinin bilgiye ulaşma olanağı bulması, bilgi üzerinde Skolastik tahakkümün zayıflaması, savaş ve güvenlik alanında yeni îcâtlar, düzenli ordulara ihtiyaç duyulması, bu orduların gereksinimlerini karşılamak üzere hareketli topların dökülmesi, hafif silâhların îcât edilmesi, Aristoteles ve Batlamyus’un yer merkezli sisteminin çökmesi ve güneş merkezli yeni bir evren tasarımının ortaya çıkması, artan hammadde ihtiyâcının bir sonucu olarak coğrafya alanında pusula gibi araçların îcâdı, bu îcâtlarla uzak seferlere çıkılması ve ele geçirilen yerleşim bölgelerinden Avrupa’ya servet akışının sağlanması. (Faure, 1992:48-54)

    Çizdiğimiz bu çerçevede Rönesans düşüncesi, “doğrudan doğruya insanın dünyâyı ve kendisini keşfetmesi” olarak tanımlanabilir. Bu dönemde Avrupa insanı, doğanın ve kendi iç dünyâsının yasalarına aklı ve deneyimleriyle ulaşmak istemiştir. Özellikle de İtalyan Rönesansı, Antik Yunan mîrâsını canlandırmış ve insan araştırmalarında özgürlükçü bir yönelim ortaya çıkartmış; buna bağlı olarak da bilimlere karşı artan bir ilgi görülmüştür. Bilimsel bilgiler ve değişen düşünce yapısı sonucu devlet, Kilise ve bilim arasında da yeni birtakım ilişkiler kurulmuştur. Latin-Cemen kavimleri Avrupa’da yayıldıkça, Rönesans düşüncesi de sınırlarını genişletmiştir.

    Hıristiyanlık, Ortaçağ boyunca kendi değer yargıları ve ilkeleriyle, “evrensel” bir düşünce şeklini benimsemişti; Kilise’nin gücü sarsıldığında ise bu evrensellik, “yerellik” hâline gelmiş ve millî devletlerin kurulma sürecinde ortaya çıkan gelişmeler, bu yerelliğin güçlenmesini sağlamıştır. Düşüncede akıl ve deneyin ön plâna çıkması, otoriteden bağımsız olarak düşünebilmenin önünü açmış ve bu da Kilise’ye bağlılığın azalmasıyla sonuçlanmıştır. Yerel dillerde bilim ve Felsefe kitaplarının yazılmasıyla, bu alanlara yerel unsurların taşınması sağlanmış ve Ortaçağ’ın “kimliksiz ve kişiliksiz” yazım ilkesinin yerine, “kendi halkının parçası olan bir düşünür tipi” yaygınlaşmıştır.

    Diğer taraftan, Skolastik dönemin en önemli temsilcilerinden Thomas Aquinas, dînin Felsefe’yle kavranılamayacak yüksek birtakım hakîkatler içerdiğini savunmuştu. İlerleyen dönemde bu düşünce, Felsefe’nin dinden bağımsız bir etkinlik hâline gelmesinde etkin bir rol üstlenmiştir. Hâl böyle olunca Felsefe’de, teolojide kullanılan yöntemlerden; metin yorumlamalarından farklı olarak başka birtakım yöntemler arayışlarına geçilmiş ve bu arayışlar, Felsefe’nin doğa bilimlerine yönelmesine katkı sağlamıştır. Dolayısıyla Rönesans’ta insanın, büyük bir organizmanın bir parçası olarak görülmesine son verilmiş ve insan, ağırlık merkezi kendisinde olan bir “mikro-kosmos” olarak düşünülmüştür. (Burke, 2003:21-3)

    İmdi Rönesans düşüncesi, “ele alınan bir konunun yasalarını bulma ve temellerini, özgür akılla sorgulama” biçiminde de özetlenebilir. Ortaçağ boyunca baskın olan otoritelere karşı Rönesans düşünürleri, bu yasalara ulaşmak konusunda akıllarını özgürce kullanmak istemişlerdir. Resimden mîmârîye, bilimden Felsefe’ye kadar hemen her alanda bu düşünürler, ele aldıkları konuları önce en ince ayrıntılarına kadar parçamış, sonra bu parçalar arasındaki ilişkilere bakmış ve daha sonra da bunları yeniden birleştirerek genel yasalara ulaşmaya çalışmışlardır. Felsefe’de olduğu gibi resim ve mîmârîde de Rönesans yalınlığı, açıklığı ve uyumu aramıştır.

    Hıristiyanlıkla ilişkisi bağlamında Rönesans’ın en önemli sonucu ise şüphesiz ki, Reform Hareketi ve laiklik olmuştur. Fakat Rönesans, burjuva ve üst sınıflarının öncülük ettiği; onların beklentilerine uygun bir değişim ve dönüşüm sürecini ifâde ederken Reform, daha geniş toplumsal kesimlerin yaşamlarını doğrudan etkileyen dîne ilişkin bir değişim ve dönüşüm sürecini ifâde eder. Güney Avrupa ve özellikle de İtalya’da Rönesans, Kuzey Avrupa’da ise Reform zirveye ulaşmıştır. Reform da şüphesiz ki, Skolastik düşünceye yönelik güçlü birtakım karşı çıkışları içinde barındırmış ve din alanında köklü değişikliklerin gerçekleşmesini amaçlamıştır.

    Roma Kilisesi’nin “bozulduğu”, “özünden saptığı” inancıyla Reform, “Hıristiyanlığın özüne dönüş” ilkesini getirmiş ve inanç öğretisinin temellerine yönelmiştir. 1517 yılında Wittenberg Kilisesi’nin kapısına astığı 95 Tez’iyle Martin Luther, bu hareketin öncüsü hâline gelmiştir. Erasmus da Philosophia Christi isimli eserinde, “halkın cehâletinin papazlar tarafından kullanılması”na karşı çıkarak Kilise’nin dünyevî görevlerinin sınırlandırılmasını, dînî alanda şekil yerine içeriğe önem verilmesini, Kitâbı Mukaddes’in yerel dillere çevrilmesini ve ana dilde ibâdeti savunmuştur. Ayrıca, paganlık mîrâsının Hıristiyanlıkla çelişmediğine inanmış ve Avrupa’nın birlik idealinin temellerini atmıştır.

    Bu eserinde Erasmus, Roma Kilisesi’nin bozduğuna inandığı Hıristiyanlığın özüne dönmeyi savunmuştur. Sonraki reform hareketlerinde de bu “öze dönüş” söylemi, temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Protestanlığı destekleyenler de genel olarak orta sınıf olmuştur ve Kilise’nin haksız kazanç yoluyla edindiği servetin halka devri, Avrupa’da sermâye birikimine katkı sağlamıştır. Mesleğini en iyi şekilde yapma konusu ise Protestanlığın ve özellikle de Kalvinizm’in bir yeniliği olarak meslek kavramı, tanrısal irâde ve ödev kavramlarını birleştirmiş ve bu da kapitalizmin doğuşuna imkân tanımıştır. (Weber, 2002:69-75)

    Reform’un temel amacı, Roma Kilisesi’ni yeni bir biçime sokmak ve içine düştüğü yozlaşmadan kurtulmasını sağlamaktı. Nitekim Kilise, dînî birtakım görev ve faaliyetlerin para karşılığında yürütüldüğü, dünyevî zevk düşkünlüğünün doruk noktasına ulaştığı, şatafat ve gösterişin zirveye ulaştığı, Papaların birer havârî gibi görüldüğü, yargılama yetkisinin kötüye kullanıldığı, aforoz ve icâzet hakkının amacını aştığı bir dönemde, her türlü ahlâksızlığın merkezinde görülüyordu. Ancak Luther’de, siyasî teori ve dînî inanç arasında kesin bir ayrım da yoktu. Hem başlattığı hareketle, Kilise’nin otoritesini kesin bir biçimde sarstığı hâlde, monarşilerin iktidârını güçlendirme yoluna gitmişti. (Abadan, 1959:205-6)

    Reform’da farklı mezhepler, hasımlarına karşı güçlü bir hükümdârın desteğine ihtiyaç duymuş ve bu da onları, dünyevî iktidâr ve din arasındaki ilişkilerde kesin bir tutum takınmaktan alıkoymuştur. Özellikle de Alman prenslerinde milliyetçi duyguların gelişmesinde, Protestanlığın büyük katkıları olmuştur; Luther, “Haşmetli Alman halkı, Roma’nın kuklası olamaz!” sözüyle bu sürecin ilk adımını atmıştır. Kezâ, insan ve Tanrı arasındaki ilişkide, herhangi bir aracıya ihtiyaç yoktur; gerçek Hıristiyanlık, İsa’nın şahsında özetlenmiştir; Tanrı’nın insan şeklinde yeryüzüne inmesi, insan ve Tanrı arasındaki bu dolayımsız ilişkiyi göstermektedir.

    Böylelikle Luther, bir taraftan devlet ve Kilise’yi birbirinden ayırmak istemiş, diğer bir taraftan da ihtiyaç hâlinde devletin uhrevî görevlerinin kabûl edilebileceğini savunmuştur. Dînî yaşamın dünyevî yaşama kesin bir üstünlüğü olsa da dînî yaşamı engelleyecek güçlere karşı ancak dünyevî yaşamda harekete geçirilebilir olması devlete, Kilise karşısında göreli bir üstünlük de sağlamıştır. Buna benzer bir tutum, Luther’in “meşrû müdafaa hakkı” konusundaki görüşlerinde de görülmektedir; emir ve itaat, aklın doğal bir zorunluluğudur ve meşrû müdafaa hakkının, insan doğasında bir karşılığı yoktur. Öyle ki, dînî bir zorlamaya uğrasa bile uyruğun hükümdâr karşısında böyle bir hakkı yoktur. (1959:215)

    Bununla birlikte Luther, bir din savaşı hâlinde prenslerin, dînî gereklerin sağlanmasına uygun koşulları yaratmak ve halkın çıkarlarını korumak adına mevcut yönetime karşı ayaklanmalarını da savunmuştur. Luther’e göre, tüm dünyâ Hıristiyanlardan meydana gelseydi, hiçbir kânun çıkartmaya gerek kalmazdı; tüm insanlar, yüreklerinde sevgiyi hisseder ve birbirlerine kötülük yapmazlardı. Dolayısıyla kânunlar, Pavlus’un da belirttiği üzere “doğrular için” değil, “eğriler için” konulmuştur. Hıristiyan olmayanların ya da bunun gereklerini yerine getirmeyenlerin kötülük yapmalarına engel olabilecek hiçbir unsur yoktur; bu nedenle, kânunlara gereksinim vardır.

    İnsan, kötülüğe karşı koymak zorundadır; ama, kânunlara karşı gelmek de en az kötülük yapmak kadar yanlıştır. Kânun koyucu ise kötülüğe imkân verecek biçimde kânun yapamaz/yapmamalıdır. İnsanların koydukları kânunların, Tanrı’nın koyduğu kânunlardan temel bir farkı vardır; insan kânunları, değişen koşullara göre farklılık taşır ve en temelde, mülkiyeti korumak ve idâre etmek amacındadır; Tanrı’nın kânunları ise ezelî ve ebedîdir. Bu kânunlara aykırı bir kânun çıkartmaya yeltenen bir iktidâr, yok olup gitmeye mahkûmdur ve imparatorluklar çağının sona ermesi de bununla ilgilidir. (1959:216)

    Ne var ki Luthercilik, pek çok konuda Luther’in görüşlerine aykırı bir tutumla şekillenmiştir. Rasyonalizmin ve bağımsız aklın inkârı sonucunda Protestanlar da cadılık ve şeytana tapma konularında, Katoliklerden farklı bir anlayış içinde olmamışlardır. Üstelik, Luther’in karşı olmasına rağmen “devlet kiliseleri” kurulmuş ve Avrupa genelinde yaygınlaşmıştır. Protestanlığın radikalleşmesinde ve otoriter bir nitelik taşımaya başlamasında en önemli adım ise Kalvin tarafından atılmıştır; dünyevî iktidâr ve uhrevî iktidârın ayrıştırılmasına karşı çıkan Kalvin, Kilise’nin dünyevî iktidâr tarafından desteklenmesini savunmuştur.

    Öyle ki, dînî âyinlere katılmamak ve sorumlulukları yerine getirmemek, Kalvin’e göre devlet tarafından cezâlandırılmalıydı. Bu yönüyle Kalvin, din konusunda Ortaçağ’a özgü bir algıyı sürdürmüş ve üstelik Luther’i, “pasif bir karaktere sâhip olmak”la ithâm ederek kendisinin çok daha “devrimci” olduğunu savunmuştur. Kalvin’e göre Luther’in önerdiği pasif itaat, Tanrı tarafından cezâlandırılacaktı. Kalvin sonrası dönemde bu pasif itaat ve meşrû müdafaa hakkı, başta Machiavelli ve Bodin olmak üzere pek çok düşünür tarafından yoğun bir biçimde tartışılacaktı. (1959:216-7)

    KAYNAKÇA

    ABADAN, Yavuz, (1959). Devlet Felsefesi, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasâl Bilgiler Fakültesi Yayınları.
    AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali / KÖKER, Levent, (1998). İmparatorluktan Tanrı Devletine, Ankara: İmge Kitabevi.
    AKARSU, Bedia, (1998). Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi.
    BATUR, Enis, (1988). “Yeniden Doğuş: Eski’den Doğuş; Rönesans Tanımları ve Yorumları”, Gergedan, No: 13.
    BEZEL, Nail, (1984). Yeryüzü Cennetlerini Kurmak, İstanbul: Say Yayınları.
    BURKE, Peter, (2003). Avrupa’da Rönesans, İstanbul: Literatür Yayınları.
    CASSIRER, Ernst, (1988). “Birey ve Evren”, Gergedan, No: 13.
    FAURE, Paul, (1992). Rönesans, İstanbul: İletişim Yayınları.
    GÖKBERK, Mâcit, (1999). Felsefe Târihi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
    GÖZE, Ayferi, (2000). Siyâsal Düşünceler ve Yönetimler, İstanbul: Beta Yayınları.
    HUIZINGA, Johan, (1988). “Rönesans Sorunu”, Gergedan, No: 13.
    KOYRE, Aleksandre, (1994). Yeniçağ Biliminin Doğuşu, Ankara: Gündoğan Yayınları.
    MICHELET, Jules, (1998). Rönesans, İstanbul: Cumhuriyet Yayınları.
    PANOFSKY, Erwin, (1988). “‘Rönesans’: Kendini Tanımlamak mı Kendini Tanımamak mı?”, Gergedan, No: 13.
    WEBER, Maks, (2002). Protestan Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, Ankara: Ayraç Yayınevi.


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Guantanamera
    Joan Baez









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20131206.asp
    ISSN: 1303-8923
    6 Aralık 2013 - ©2002/23-kmarsiv.com