|
|
|
Editör'den : Huuu Adalet Hanım, çık dışarıya oynayalım!... |
Şaşkınım. Şaşkınlığımın ortaya çıkan pespayeliklerle hiçbir alakası yok. Malumun ilanı beni neden şaşırtsın. Ben, süt emmiş insanoğlunun düşebileceği b.k çukurunun bu denli derin olabileceğini, velevki derindi, bunu bizim görebileceğimizi hiç düşünmüyordum, şaşkınlığım ondan. Sokaktaki aklıselim işin farkındaydı. Biz birbirimize fısıldayabiliyorduk olan biteni. İhtirasın bu kadarı, hazımsızlığın bu denlisi, adamı yoldan çıkarır biliyorduk ama ölmeden bunu görebileceğimize inancımızı yitirmiştik. Gelir görün ki, bir iktidar kavgasının yansıması olarak, gördük, duyduk, biliyoruz ve artık geri dönüş yok.
İki gündür tüm yandaş medya avaz avaz bağırıyor, "Erdoğan'ı bitirme planı", "Dış güçlerin iktidar projesi" vs. CIA, FBI, Fuller, İran kelimeleri uçuşuyor ortalıkta. Hatta bir sevgili abim, olayı ne olduğu bilinir bir siyasi parti ile, ne olduğu bilinmez bir hareketin dengesiz mücadelesi olarak yorumluyor. Akepe 2002'den beri neler yapmış ta, birilerini fena rahatsız etmiş te, falan da filan da. Atıf Beki denilen fikir fukarası sabah şöyle diyor; "Muammer Güler polisin her dediğini yapsaydı böyle bir operasyon olur muydu?" Zihniyet bu. Yolsuzluğun, hırsızlığın gizli kalmamasıymış suç olan. İstediğini alamayan "Okyanus Ötesi" operasyon için düğmeye basmış, bunu adı post modern sivil darbeymiş. Be hey kendini bilmezler, be hey Allahtan korkmazlar, hırsızın, ahlaksızın, düzenbazın hiç mi suçu yok? Bir yandan sonuna kadar gidilsin derken, "Ama 'Oğlun hırsız' diye içişlerine bakanına bilgi verilmeliydi." diyen kuş beyinliler, bizleri salak mı zannediyorlar? Boğazında yetim hakkı varken, "Çocuklarınıza sahip olun." diyen bakanın aile çetesini hangi madde altında değerlendirmek gerekir acaba?
"Senden büyük Allah var." derken işte bunu kasdediyorduk. 12 yıldır memleketi, vatandaşı saltanatına kul etmiş, insanlık onurunun karşısına kendi bitmez tükenmez egosunu koymuş, astığı astık, kestiği kestik bir dikatatörün pisliği, daha başka nasıl ortaya çıkardı ki? Wikileaks belgelerinde 8 bankada hesabı var denilen adamın ipliği başka nasıl pazara çıkabilirdi ki? Hoş hala da çıkmış değil ama devlet memurunun evinde 4,5 milyon dolar çıkıyorsa, devletin başının banka hesabında neler vardır siz bir hesap ede durun hele.
Ben konuya iki ucu b.klu değnek diye bakmam. Bu rezalet başka türlü önümüze gelir miydi onu bir düşünün. Biz minare çalanın kılıfı ihmal edebileceğini düşünemedik. Ama belli ki, birileri bu boşluğu iyi görmüş, iyiki de görmüş. Şu pervasızlığı bir düşünün. Bakan oğluyla bir tüccar, elde ayakkabı paketleri kapı kapı dolaşıp rüşvet dağıtıyor. Kendi payına düşenleri de evinde 6 (yazıyla altı) ayrı kasada saklıyor. Kimbilir o kasalardan neler geçti? 6 kasaya ihtiyaç duyulabilecek bir meblağ en azından. İnsanın balkona çıkıp, avazı çıktığı kadar bağırıp küfredesi gelmiyor mu Allah aşkına?
İran'a ihraç(!?) edilen altınlar da işin başka bir boyutu. Alınan rüşvetin kıymetini azaltmak için işin doğalgaz ayağının 87 milyar dolar olduğunu zikrediyor hazretler. Doğrudur. İran'dan alınan doğalgaza karşılık para yerine altın ödeyen koca Türkiye, en pahalı doğalgazı İran'dan alıyor. Karşılığında kapalı çarşıdan, yastık altından toplanan altınlarla da fatura ödeyip bunun da ihracat kalemi olarak yazıyorlar. Böylece bütçe açığını da dengelemeye çalışıyorlar. Neresinden bakarsan bak, irin akıyor. Bıçak üstündeki ekonomi, son rezaletle sallanmaya başlayınca da veryansın edip, geziyi, faiz lobisini suçluyorlar. Sonucu bekleyip göreceğiz.
Özetle "Allahın sopası yok" "Etme bulma Dünyası" denebilir. beş yıl önce hukukla lastik top gibi oynayanlar bugün sekip gelen toptan ürküyorlar. İlkesizlik, günü kurtarma telaşı işte böyle pranga olup ayaklarına dolaşıyor. Dün kara dediğine bugün ak, dün ak dediğine bugün kara diyen akepe ve yandaşları, bir de kalkmış biz akepe diyoruz diye çıkışıyorlar. Size ak diyen sizden kara olsun yahu.
Yolsuzluk, haysiyetsizlik öylesine büyük ki, arada gündeme düşen birçok önemli haberi bile yerle yeksan ediyor. Mesela, 28 Şubat yargılamasında tutuklu sanık kalmadı. Hoş tutuklu kalmaması, suç ta kalmadı anlamına gelmez ancak, bilfiil tankların yürütüldüğü, uluorta tehditlerin ortada uçtuğu, kimilerine göre "Post Modern Darbe" den yargılanan tutuklu kalmadı ama plan seminerine katıldı, üstünün emrine uydu diye, teşebbüs aşamasında kaldığı savcılıkça mütalaa edildiği halde onlarca tutuklu asker cezaevlerinde. Aralarında, "Terörist" damgası yiyen bir genelkurmay başkanı bile var. Ulen, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Adalet, ancak bir sidik yarışının sonucu olarak, zoraki hatırlanacaksa olmaz olsun öyle adalet.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ZENGİN SENİN BABANDIR |
|
Kasım yeni bitmiş, Aralık ayı müthiş bir ayazla birlikte gelmişti. Geçen yıl yok mevsimi olduğu için bu yıl ağaçlar tepeden tırnağa zeytin yüklüydü. Böyle senelerde hep amele sıkıntısı çekilirdi. Balıkesir’in köylerinden insanlar oluk oluk ovaya akmasına rağmen zeytinlik sahipleri gündelikçi bulmakta zorlanıyorlardı. Fabrika bahçeleri zeytin dolu çuvallarla tıka basa dolmuştu. Ürünün bu kadar bereketli olması fiyatları düşürüyordu. Zeytinyağı fiyatları geçen yılın bir lira aşağısına kadar inmişti. Ameleler gündeliklerin düşük olmasından yakınırken, bahçe sahipleri de gündelikçilerin topladığı zeytinin yevmiyeyi bile karşılamaya yetmediğinden şikâyet ediyordu. Çok zeytin, çok gündelikçi, çok yağ vardı ama para yoktu. İnsanların neredeyse hepsi yoksuldu. Zengin olmanın nasıl bir şey olduğundan haberleri bile yoktu. Hiç kimsenin böyle bir düşü bile yoktu. İnsanlar günlük ekmekleri dışında hiçbir şey düşünmüyorlardı. Bir de kışın tarla, bahçe işlerinde çalışamayacakları birkaç ay için kendilerine yetecek kadar paraları olmasını. Aramızda yaşı altmışı geçmiş zeytin toplayan yaşlı kadınlar ve erkekler vardı. Bu çok yaşamış, çok görmüş insanlara “Şimdi sen mesela zengin olsan ne yaparsın?” diye sorardık. Erkekler genellikle “Zeytine geleceğime evimde sıcak sobanın başında otururum. Beş kilo et alıp yahni yaparım,” derlerdi. Kadınlar da aynısı cevapları verirler, buna ilave olarak yeni bir şalvar veya zıbın diktirirlerdi.
Kasabamızda tek bir zengin aile vardı. Kimse onları yaşantısına özenmezdi. Herkes onlardan çekinir, korkar veya saygı duyarlardı. Çünkü bir tatsızlık olsa devlet baba, jandarma hatta belediye başkanı bile onların tarafını tutardı. Onlar kasabanın ortasında başka bir gezegenden gelmiş gibi herkesten ayrı ve uzakta yaşanlardı. Evlerine temizliğe giden kadınlar bile bize benzemiyordu. Öyle bir çalımları, öyle bir kurumları vardı ki yanına bile yaklaşamazdınız. Onlar ne yer, ne içer, nasıl yaşarlar soruları yüksek duvarlı bir bahçe içinde gizlenirdi. Belki de bilmediğimizden ve anlamadığımızdan onlar gibi olmaya özenmezdik. Şehirdeki bir bankanın kasalarından çuvallar dolusu paraları olduğu söylenirdi. Onlar paralarını çekseler banka batarmış. Zenginliklerinin babadan, deden kalma olduğu söylenirdi. Çok eskiden buralarda kimse yokken gelip bu arazilere kondukları anlatılırdı. Şakası yok elli bin dönüme yakın otlakları, zeytinlikleri, pamuk tarlaları vardı. Bunlar bizi hiç ilgilendirmezdi. Her haftanın Cuma günü hiç sektirmeden gündeliklerimizi tıkır tıkır ödedikleri için onlar iyi insanlardı.
Kırağıda üşüyen çamur içindeki ellerimiz mayalı hamur gibi çatlardı. Ve dallara dokunan parmaklarımız kanardı. Çatlayan parmaklarımıza akşamdan gres yağı sürüp naylon sararak uyurduk. Başka bir ilaç ve başka bir tedavi yöntemi yoktu. Zeytin kış yarısı geçmeden bitmez ve ellerimiz de zeytin bitmeden iyi olmazdı. Bir yandan zeytin silkeleyip öte yandan büyürken bütün yeni yetmeler aynı hayali kurarlardı. Büyüyünce bu zeytinden kurtulacağım. Bu bahçelerden bu tarlalardan her ne pahasına olursa olsun uzak bir yere gideceğim. Çalışmadan kimse ekmek vermez elbette. Başka bir iş bulunmalı, bir parça ekmeği bulmanın başka bir yolu olmalıydı.
Bize göre dünyanın en zengin adamı Kamil Koç’tu. Çünkü gün boyu İstanbul asfaltından onun otobüsleri geçiyordu. Bir arkadaşımın anlattığına göre bu otobüsler her yerde durmuyormuş. Sadece zengin olanlar binebiliyormuş. Zengin olanı nasıl anlıyorlar, demiştim. Kılık kıyafetinden belli olurmuş dediler. Bu öyle önemli bir sorun değildi. Bizim zaten trenimiz vardı. Binip Ankara’ya, İstanbul’a veya Kars’a bile gidebiliyorduk. Şimdilik yetmiş beş kuruşa Manisa’ya gitmek bize yetip artıyordu bile. İnsan büyüdükçe öğreniyor, öğrendikçe huyu suyu değişiyor. Çalışmayla kimse zengin olamıyordu. Kendi kasabamız dışında büyük toprak sahibi zenginler olduğunu öğrendim. Üstelik zengin adlarının çoğu zabit, paşa, albay gibi askerlik unvanlarıyla bitiyordu.
Bizler çocukken büyüklerimiz zengin olmanın iyi bir şey olmadığını anlatırlardı. En iyisi azıcık aşım, kaygısız başın olmasıymış. Çünkü Allah zengine malı mülkü verirken türlü türlü illeti de başına sarıp onu imtihan edermiş. Kimisine çocuk vermezmiş örneğin. Kapı kapı gezip durur ama derdine çare bulamazmış. Kimisine de onulmaz hastalıklar. Bu öyküyü onlarca yoksul insandan dinledim. Mesela Vehbi Koç Karun kadar zenginmiş. Ama şeker hastasıymış. Ancak bir kuş kadar yiyebiliyormuş. Bir gün öğle yemeğindeki işçilerin başına gelmiş. Bakmış ki işçiler neşeyle öğlen yemeklerini yiyorlar. Birkaç soğan kırmışlar yumruklayıp ortaya koymuşlar. Gerisi de tuz, biber, zeytin, domates ekmek… İşçileri öyle görünce içi gitmiş adamcağızın. Onlara demiş ki. Gençler, ne güzel sofranız var. Sizdeki bu sağlık ve iştah bende olsa başka ne isterim. Bütün malımı seve eve sizin gibi olabilmek için verirdim. Şu yediğiniz soğan şimdi baldan tatlı. Keşke ben de sizin gibi ısıra ısıra yiyebilsem. Yazık adama be. Dünya kadar parası var ama yiyemiyor işte. Sağlığı gitmiş çünkü. (Bu öykünün elle tutulacak yeri yok. Farkındayım.) Zengin olup aç gezeceğine fakir olup ağız tadıyla soğan ekmeğini ye. Züğürt tesellisi işte…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu İSTİFA KÜLTÜRÜ |
|
“İstifa” demokrasinin yazılı olmayan en değerli kurallarından biridir.
Bir politikacı ya da yönetici hakkında toplum değerlerine aykırı davrandığına ilişkin iddialar varsa istifa eder.
Bir seçimde başarılı olamayan lider, yenilen pehlivan güreşe doymaz örneği davranmaz; iki sözcüklü bir dilekçe verir: İstifa ediyorum…
Bir siyasetçi, atadığı bürokratların başarısızlıklarının bedelini istifa ederek öderse en onurlu demokrasi eylemlerden birini gerçekleştirmiş olur.
Siyasal gücünü baskı aracı olarak kullanmaya kalkışan politikacı, kamuoyunun tepkisini görmezden gelip yoluna devam edemez, istifa eder.
Çünkü "İstifa", demokrasiyi içselleştirmiş toplumların en değerli araçlarından biridir.
Dün bakan oğulları göz altına alınınca küçük bir internet araştırması yaptım. İşte ağa takılanlar:
• Kızını tıp fakültesine sokabilmek için önce yasayı değiştirmeye çalışan, sonra da eğitim bakanı kanalıyla torpil yaptıran Portekiz Dışişleri Bakanı Antonio Martins da Cruz olay ortaya çıkınca bakanlıktan ve partisinden istifa etti. Bir hafta sonra da torpil yapan Yüksek Eğitim Bakanı Lynce, parti¬sinin ve kamuoyunun sert eleştirilerine dayanamayarak istifa etti (10.10.2003).
• Japonya’da, aralarında huzurevleri ve okulların da bulunduğu pek çok kuruluşa, Çin ve Vietnam’dan ithal edilen ilaçlı ve küflü pirinç gönderildiği ortaya çıkınca, Tarım Bakanı Seyçi Ota istifa etti (21 Eylül 2008).
• "Japonlar yabancıları sevmez!.. Burası etnik bakımdan homojen ve fazlasıyla içe dönük bir ülke!.." diyen Ulaştırma: ve Turizm Bakanı Nakayama kamuoyu baskısına dayanarak istifa etti ( 29.09.2008).
• Schiphol Havaalanı`nda 11 kişinin ölümüyle sonuçlanan yangında hükümetin hatalı olduğu sonucuna varılmasının ardından İmar, İskan ve Çevre Bakanı Sybilla Dekker, Adalet Bakanı Piet Hein Donner ve Haarlemmeer Belediye Başkanı Fons Hertog kendilerini siyasal açıdan sorumlu tuttukları için görevi bıraktıklarını dile getirdiler (21.09.2006).
• Hollanda’da 22 Kasım 2006'da yapılan erken genel seçimler sonrası kurulan koalisyon hükümetinde İskan, Semtler ve Uyum Bakanlığı görevine getirilen Ella Vogelaar, suç işleyen Antili gençler için bir data bank oluşturulması kararına tepki göstererek istifa etti( 15.11.2008).
• Kanada Dışişleri Bakanı Maxime Bernier, gizli belgeleri güvenli olmayan yere bıraktığı için istifa etti (27.05.2008).
• Karikatürlü ( Hz. Muhammed’le ilgili ) tşört giyerek tepki toplayan Reform Bakanı Roberto Calderolli, dün istifasını Başbakan Berluscaoni’ye sundu (18.02.2006).
• İtalya Adalet Bakanı Clemente Mastella, eşi hakkında savcılık makamınca tutuklama emri çıkarılması üzerine, görevinden istifa etmeyi kararlaştırdığını açıkladı (17 Ocak 2008).
• Sırbistan-Karadağ’da meydana gelen ve 44 kişinin ölümüyle sonuçlanan tren kazasının sorumluluğunu üzerine alan ulaştırma bakanı istifa etti (25.01.2005).
• Mısır Kültür Bakanı Faruk Hüsnü, Kahire’nin güneyindeki Devlet Tiyatrosu’nda çıkan ve 42 kişinin öldüğü yangının ardından istifa etti (18.09.2005).
• Kuveyt`in ilk kadın bakanı olarak tarihe geçen Masuma El-Mübarek, 2 kişinin öldüğü hastane yangınının ardından istifa kararı aldı (25.08.2007).
• Buenos Aires- Arjantin`de, makamının tuvaletinde bir çanta içinde 64 bin dolar tutarında para bulunan Ekonomi Bakanı Felisa Miceli istifa etti (17. 07.2007).
• Alman Yeşiller Partisi sözcüsü Türk asıllı Cem Özdemir, hakkında çıkan yolsuzluk (devlet işleri için yapılan uçak gezilerinde toplanan bonusları özel gezilere kullanmak ve bir bankacıdan ucuz kredi sağlamak...) iddiaları nedeniyle istifa etti (26 Temmuz 2002).
Liste böyle uzayıp gidiyor.
Ya bizde?
İçişleri Bakanın oğlu gözaltına alınıyor. Bakan, istifa edeceğine 5 emniyet Müdürünü görevden alıyor...
Hükümetin başı "istifa" diyeceğine "sandık" diyor.
Eh, körlerin sağırların birbirini ağırladığı bir demokraside istifa kültürünün olmamasından daha doğal ne olabilir ki!
Sevsinler bu demokrasiyi…
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu ÖÇ VAKTİ -3- |
|
Bulgar çetesinden biri Yakob’a birkaç yumruk vurdu. Bazıları evdeki eşyaları karıştırıyor, bazıları da odalara girip çıkıyordu. Suçunun ne olduğunu bilmeyen bir zavallı gibi Yakob yerde yatıyordu. Karısının yalvaran sesini duyduğunda yanına gitmek için ayağa kalkmak istedi ama karnına gelen bir tekme ile yere düştü. Silah sesinin ardından çığlıklar kesildi. Artık her şey Yakob için karanlıktı. Bulgar çetesi, onun güçsüz bedenini evin dışına sürükleyip bıraktı. Evden uzaklaştıklarında jandarma geldi ve Yakob’u yerden kaldırıp nezarete götürdüler.
Yakob, suçsuz olduğunu biliyordu fakat amcası İvan’a ulaşamayan mektup onu ele vermiş, Petko’nun ispiyonuyla çete alevlenmiş olabilirdi. Peki karısını hayattan alacak kadar ne suç işlemiş olabilirdi? Bu adaletsizlikti, bu acımasızlıktı, isyana bedeldi. İki gün nezarette kaldıktan sonra şehirde yargılanmak üzere üç jandarma ile yola çıktı. Köyleri birbirine bağlayan dağlık yollardan yürüdüler. Havanın erken karardığı bir akşamda yorulan askerler geceyi ormanda geçirmek için ateş yaktılar. Yakob, onların uzattığı ekmeği aç olmasına rağmen almadı. Bir ağaca yaslanmıştı ve olanları düşünüyordu. Karısını koruyamadığı için suçluluk duyuyor, kalbine bir ağrı saplanıyordu. Bu ağrı, muallim Mustafa’ya yapılan haksızlığı ve masum Türk ailelerin öldürülüşleri aklına geldikçe daha çok büyüyordu.
Rakı şişesini elden ele veren askerler sarhoş olmuştu. Söyledikleri şarkı zifiri karanlık ormanda yankılanıyordu. İçlerinden biri yana devrildi ve horlayarak uyumaya başladı. Ona gülen diğer iki asker, baykuş sesinden korkup şarkılarını yarıda kesti. Yanan ateşin cılız ışığında onların da gözlerinin kapandığını gördü Yakob. Uyumalarını bekledi. Elleri önden kelepçeliydi, belki anahtarı birisinin cebinde bulabilirdi. Sessizce ayağa kalktı ve uyuyan bir askerin yanına gitti. Çantaya yavaşça elini sokarken asker gözlerini açtı. Bağırmasına meydan vermeden Yakob, askerin üzerine atladı. Hemen yanında duran büyük taşı kelepçeli elleri ile kaldırdı ve sarhoş askerin başına vurdu. Asker bayılmıştı ama Yakob, kendisini durduramıyordu, vurdukça vuruyordu. Sanki o an, Mariya’sının öç vaktiydi.
Kendisine geldiğinde ormanın içine doğru koşmaya başladı. Gökyüzünde parlayan ay ışığı, ağaçların yüksek dalları arasından toprağa inerek yolunu aydınlatıyordu. Gözleri karanlığa iyice alışmıştı. Hava soğuktu ve sıcak nefesinin dumanı yüzüne çarpıyordu. Birdenbire ayağı ağaç köklerine takıldı ve yaprakların üzerinde kayarak yere düştü. Yorulmuştu. Başını kaldırdığında büyük bir ağacın gövdesindeki boşluğu gördü. Çürük yaprak kokan kovuğun içine sıkışarak gözlerini kapattı.
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Telve : Müfit Uzman "Hizmet Hareketi" |
|
"Derin devlet"den de derin cemaatin kılıfı.
Cemaat: "Topluluk" -ki; imamın arkasında namaz kılan.
Malum imam, okyanus ötesinde karargâh kuran.
Sadece "Dershane" savaşı değil bu,
Biz bilemeyiz, kimbilir hangi menfaatleridir çatışan.
Sanki bizi de yutmayacakmış gibi dalgalar,
oturduk tsunamide birbirlerine düşenleri merakla izliyoruz.
Şu toprakları bizlere vatan yapan Atatürk'ün arkasında duramadık da,
bir elimizde gazoz, ekranlara bakarak
halâ çekirdek çitliyoruz.
Müfit Uzman m.mufituzman@gmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Kahveci : Hasan Tülüceoğlu |
‘BİN YILDA’ KRONOMETRE İŞLİYOR MU?
Bilindiği gibi 28 Şubat döneminin genelkurmay başkanı Kıvrıkoğlu, 28 Şubat post modern darbesi için ‘bin yıl sürecek’ demişti. Bu aynı zamanda devletin karşısında gördüğü güçlere karşı da bir gözdağıydı.
Ak Parti iktidarının on yıllık süreç sonrasında post modern darbeyi yapanları bile sorgulaması üzerine Kıvrıkoğlu’nun sözünün ‘boşluğu, geçersizliği, ancak on yıl sürdüğü’ yorumları yapıldığı gibi bir çok kişi de gelişen olaylardan ‘28 şubat süreci artık tarih’ oldu kesin kanaatine vardılar.
Başlangıçtan itibaren aslında var olan Cemaat-Ak Parti aykırılığı dershanelerle açıkça ortaya çıktıktan sonra gündeme getirilen 2004 yılında Cemaat hakkındaki MGK kararı üzerine, sayın Kıvrıkoğlu sözünü gerçekçi olarak söylemiş mi sorusu zihne geliyor. Yani 28 Şubat süreci işlemeye devam mı ediyor?2010 yılında bile Cemaati fişleme belgelerinin ortaya çıkması bu konuda doğal olarak zihin karışıklığına yol açıyor. İrtica yaftalamasıyla tehlike olarak görülen dindarlar Ak Parti’yle önleri açılarak geriden ve derinden markaja mı alındılar? Sonrasında kendilerinden bir güçle tasfiye mi edilecekler?
Gündeme sürülen belgeler görüş ve ifadeler benzer soruları ister istemez zihne getiriyor.
Ak parti, kuruluşundan çok kısa bir süre sonra geldiği on yıllık iktidarında elbette önemli, azımsanıp küçümsenmeyecek işler yaptı. Ancak ortaya çıkışında özellikle dile getirdiği İslamcı yaklaşımı doğrultusunda paralel uygulamalar gerçekleştirmedi veya gerçekleştiremedi. Yani asıl hitap ettiği tabanın ihtiyaç ve isteklerini karşılamada isteksiz veya yetersiz kaldı. Dindar kesimin devlete karşı en büyük sorunu olan başörtüsünü on bir yılın sonunda ancak sınırlı ve her an değirilebilecek basit bir kanuni düzenlemeyle getirebildi. Dindar kesimin ikinci en önemli sorunu olan eğitime de yeterli ve kalıcı bir çözüm getirebilmiş değil. Genel anlamda, eğitimde, maalesef Ak Parti başarısız olmuştur. 4+4+4 hala tartışılıyor. Hazırlandıkları eğitime teknoloji transferi bu başarısızlığı daha da çetrefilleştirecek gibi duruyor. Yine kanuni düzenlemeyle konulan seçmeli Kuran ve Siyer dersleri dindar camianın beklentisini tam karşılamamış görünüyor.
En tabandan iğneyle toprak kazarcasına ağır ama sağlam kalıcı ve çaplı adımlarla büyüyen Cemaat, en büyük darbeyi yedikleri ihtilallere rağmen hizmet faaliyetine sonuçta ulusal boyutlara ulaşacak şekilde devam etmiştir.
Askeri vesayete karşı birlikte hareket ettikleri Ak Parti’nin her seçim sonrası oyunu yükselterek güçlenmesine paralel Cemaatte bu birliktelik sürecinde idari kademelerde daha etkin hale gelmiştir.
Müslümanların Peygamber Efendimizden sonra Arap yarım adasını garantiye alıp yavaş yavaş dünyaya açılmaya başlama konumunda, hilafet güç paylaşımı sonucunda Peygamberin dizinin dibinde yan yana duran insanlar savaş meydanlarında karşı karşıya geldiler.
Paralel bir benzetmeyle ifade edecek olursak aynı kaynaktan gelen iki ayrı güç Cemaat-Akp, gündeme düşen olayların işmam ettiği üzere meydana çıkmışlar ve uzaktan uzağa kılıçlar çekilmişe benziyor.
Hakan Şükür’ün Ak Partiden istifası ve üç bakan oğlunun yolsuzluktan göz altına alınması ekrana gelecek görüntülerin başlangıcı gibi duruyor.
Bu aşamada Kıvrıkoğlu’nun sözünü ister istemez hatırlıyoruz. Bütün bunlar bin yıllık süreçte bilinerek planlanan projeler mi?
Türkiye gibi bir ülke elbet kendi kendine bırakılamaz. Küresel güçler elbet plan proje ve senaryolarını bizim için de kurgulayacaklardır.
Gerçekten Cemaat-Ak Parti çekişmesi, ‘bin yıllık’ sürecin planlanan henüz yeni bir başlangıcı mı?
Şayet böyleyse, ne Cemaat ne de Ak Parti bu mücadelede karlı çıkmayacaklardır. Karlı olanlar ‘bin yıllık süreci’ planlayanlar ve onlara işmam eden güçlerdir.
Hasan Tülüceoğlu
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
[Henüz Oylanmamış] 0 Kahveci oy vermiş. |
|
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Diktatörlüğün Ontolojisi Üzerine II |
|
Türkiye’de seçim dönemleri, hep çok sancılı geçmiştir ve siyasî târihimiz, seçim dönemlerinde sarf edilen türlü incilerle dolup taşar. Ancak, hiçbir seçim döneminde lîderler, bu kadar bayağılaşmamış, terbiye sınırlarını bu kadar zorlamamışlardır. Hiçbir “ironi”si olmayan, alenî küfürlerle konuşan bu lîderler, belirli birtakım kitlelere “örnek” konumundadırlar ve kendilerinden de bu konumlarının gereğini yerine getirmelerini beklemek hakkımızdır. Bizde siyâset kurumu, alt-yapı ve üst-yapı arasındaki diyalektikle ilgilenmemekte ve lîderler, rakiplerinin görüş ve önerilerini çürütmekle uğraşmamaktadır. Lîderlerdeki bu pespâyeleşme, siyâset kurumumuzun temelsizliğinin apaçık bir göstergesidir.
Kimilerine göre ise bu tür sataşmalar, “lîderlerin de halktan biri olduğunu” ve “onların da sinirlenebileceğini” göstermektedir. Lîder olmanın temel özelliklerinden biri şüphesiz ki, halka yakın olmak ve halkın nabzını tutmaktır; ancak, bir diğer özelliği de “örnek” olmaktır ve bu iki özellik aynı anda yoksa, ortaya çok çirkin manzaralar çıkmaktadır. Besleme medyanın ferâseti ise seçim dönemlerinde en açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Koro hâlinde “Türkiye’de askerî vesâyet var!” ezberini dile getirerek Türk demokrasisini Batı emperyalizmi ve Kürt faşizminin tâcizlerine karşı savunmasız hâle getiren bu zevât, söz konusu işbirlikçilik olduğunda, “Askerî vesâyetle de demokrasi gelebilir!” söylemini fütursuzca savunabilmektedir.
“Arap bahârı”yla Ortadoğu’da kurulmakta olan “demokratik” görünümlü askerî oligarşilerin Batıya yamanmak için nasıl fırsat kolladığını unutan bu zevât, bir bakıma haklıdır da. Bir ülkenin ekonomik, siyasî ve askerî gücünün, herhangi bir savaş olmaksızın emperyalizme nasıl teslîm edilebileceği konusunda AKP, güzel bir rol modelidir de! Kezâ, diktatörlüğün ontolojisi bakımından en temel noktalardan biri, diktatörlerin kendilerine verilen desteğin niçin verildiğini unutmaları, ellerindeki gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları, bu yolla halk desteğini kaybetmeleri ve üzerlerinin çizilmesidir. Türkiye’deki demokrat görünümlü “sivil diktatörlük”, Batı emperyalizmi için Ortadoğu’da böyle bir rol modeli hâline gelmiştir.
Nitekim RTE, kendisine verdikleri desteğin nedenlerini unutarak tüm muhalif seslere karşı faşizan müdahâlelerde bulunmakta ve bu şartlar altında Türkiye’nin bölgede “demokrasi”(!) konusunda rol modelliği yapması da tehlikeye girmektedir. Gazze saldırıları sırasında Araplara, “kendisini sevdirme”yi başarmıştı; Tunus, Mısır ve Libya’da da hatırı sayılır bir etkisi vardı. Fakat, tek başına; “kendi”(!) gücüne güvenerek NATO’nun Libya müdahâlesini engellemeye çalışmıştı. Kaddâfî’yi ise çekilmesi için zorlamakta geç kalmış, Esad için de başarılı olamamıştı. Hâl böyle olunca, Türkiye’ye karşı Batı emperyalizmi, bölgede dengeleyici bir güç olarak Mısır’ı ön plâna çıkarttı.
El-Fetih ve Hamas’ın birleşmesinde, Arap-İsrâil barışının sağlanmasında Mısır, bugün artık lîderliği eline almıştır. Üstelik Batı emperyalizmi, Hamas’ı terörist bir yapı olarak görmektedir; RTE ise yine Batıya sırtını dönüp aksini iddiâ etmiştir. Yâni RTE, uzun bir zamandan beri bölgede Batı emperyalizminin çıkarlarıyla ortak amaçlar içinde değildir ve bu durumda, kendisini desteklemeleri için önemli bir neden kalmamaktadır. RTE’nin diktatörlüğü, dış destekler bakımından da kendi çukurunu kazmakta ve bu destekler azaldıkça, Ortadoğu’da gücünü arttırmak için Kürt faşizmine daha fazla yaklaşmakta; büyük Türk milletinin birlik ve berâberliğini bozmaya dönük girişimlere hız kazandırmaktadır.
Bilindiği üzere İsrâil, yalnızca Filistin’deki Müslümanlara değil, kendi sınırları içinde ve kendi vatandaşı olan Müslümanlara da “orantısız güç” kullanmaktadır. Mısır ve Suriye yönetimlerini suçlayan Batı medyasının, bundan haberi yok mu? Elbette var ve işlerine gelince “demokrasi”, işlerine gelmeyince “güvenlik gereksinimi” diyerek Ortadoğu halklarına yönelik şiddeti, kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktalar. Kısa bir süre önce de ABD yönetimi ve Mısır arasında, yeni bir silâh anlaşması imzâlandı; Mısır’da Müslümanlar birbirlerini öldürsünler diye ABD, onlara silâh satmakta. Ortadoğu halkları, gerçek düşmanlarının kim olduğunu bir an önce görmeli ve bu silâhları, onlara karşı kullanmalıdır.
Batı medyası bu süreçte, Ortadoğu halklarının kanlarının akıtılmasını “özgürlük mücâdelesi” olarak göstermenin peşindedir ve akan kanların aslında ne için aktığını gizlemeye çalışmaktadır. Hâlbuki, Usame Bin Ladin’in “öldürüldüğü” haberine temkinli yaklaşmışlar ve “tahrik edici” açıklamalardan sakınmışlardı. RTE ve besleme medya ise sevinçten havalara uçmuş, toplumumuzda hemen her kesim tarafından eleştirilen açıklamalar yapmışlardı. El-Kâide ise Pâkistan’da, ilk “misilleme saldırıları”na kalkışmış; Türkiye’nin de yakın hedefte olduğu belirtilmişti. Yâni, RTE’nin iktidâr sarhoşluğu içinde yaptığı açıklamalar ve ona verilen koşulsuz destek, yabancı ülkelerdeki diplomatlarımızı da açık hedef hâline getirmişti.
Metropoll’ün yaptırdığı bir ankete göre, katılımcıların % 62’si, Ladin’in yargılanmadan öldürülmesini doğru bulmamıştır. % 79’u ise Ladin’in öldürülmek yerine yargılanması gerektiğine inanmaktadır. Kaldı ki, Ladin öldürülmüş olsa bile, örgütün hücre tipi örgütlenme biçimi nedeniyle lîdersiz de birtakım işler yapacağı bilinmektedir. RTE ve besleme medya bu süreçte, “iyi İslâmcı”-“kötü İslâmcı” ayrımı yapıp El-Kâide’yi kötüleyerek kendilerini övmeye çalışmıştı. Oysa, bu yaptıkları da Ortadoğu’da tam tersi bir algılama yaratmış; RTE’nin ABD güdümünde olduğu anlaşıldığı için, Ortadoğu halklarına hiçbir faydasının olmayacağı da ortaya çıkmıştı. Bu algı, bugün de devâm etmektedir.
Dahası, ankete katılanların % 60’ı, bölgedeki ayaklanmaların bir “demokrasi mücâdelesi” olduğuna değil, işbirlikçi bir yönetimin işbaşına gelmesi için Batı emperyalizminin kışkırtması olduğuna inanmaktadır. RTE’nin Esad yönetimine karşı tutumunu destekleyenlerin oranı ise % 40’ın altına inmiştir. Suriye’nin iç işlerine karışılmaması gerektiğini düşünenlerin oranı ise % 56’dır, Suriye’ye yönelik bir askerî müdahâleye karşı olanların oranı da % 63’tür. Bütün bunlar göstermektedir ki, ABD’nin ipiyle kuyuya inenler, o kuyudan bir daha kolay kolay çıkamaz; son yarım yüzyıldır bu, hep böyle olmuştur. İktidâr sarhoşluğunun etkisiyle RTE ise bunları anlamaktan uzaktır.
“Arap bahârı” ve Ortadoğu siyâsetinde olduğu gibi, yeni anayasa ve “âcil işler” konusunda da RTE ve Batı emperyalizmi arasında, ciddî bir uyuşmazlık vardır. Batı emperyalizminin RTE’den beklentileri, ana hatlarıyla şunlardır: Yeni anayasa için salt meclis çoğunluğuna güvenmek yerine mâlûm STK’larla işbirliği yapıp önlerindeki engellerin hukuk yoluyla kaldırılması, başkanlık sistemi için bir süre daha beklenilmesi, Arapların paralarının borsaya çekilmesi, bu kaynakların borsa üzerinden Avrupa’ya aktarılması, Avrupa’daki finans açığının bu yolla kapatılması, İran ve İsrâil arasındaki ilişkilerin yumuşatılması, Ermenistan’la ilgili protokollerin imzâlanması ve ilişkilerin düzeltilmesi, Esad yönetiminin çekilmeye iknâ edilmesi.
Ne var ki, RTE’nin “âcil işler” konusunda önceliğini, Türklüğü aşağılamak ve büyük Türk milletini hakir görmek oluşturmaktadır. Hatırlatmak isteriz ki, Batıda pek çok ülkede, kiliselerin önünde veya içersinde millî bayraklar vardır ve âyinler sırasında Batılılar Tanrı’dan, kendi milletlerinin huzur ve refâhını dilerler. Bizde ise câmîlerde bayrak olmadığı gibi, Türk milleti kavramının kullanılması bile artık tepkiyle karşılanmaktadır. Oysa, Türkiye kelimesinin anlamı, Türk’ün yaşadığı yer demektir. Bayrağımızın adı Türk bayrağıdır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devleti, eş anlamlı ifâdeler olarak kullanılmıştır.
Bu bağlamda RTE Türklüğü, “İslâmiyetin yayılması”nda (sözümona, PKK sempatizanı Kürtlerin “adam edilmesinde”) bir engel olarak görmektedir. Binlerce yıllık târihinde büyük Türk milleti, kendisini bu kadar hor gören bir iktidâra şâhit olmamıştır. Hâlbuki “İslâm medeniyeti”, Hz. Peygamber’den sonra en parlak dönemini, Türk devletleri zamânında yaşamış ve Allah’ın adâleti, üç kıtada Türklerin mârifetiyle tesis edilmiştir. Câmîlerimize bir Türk bayrağı koymaktan bile imtinâ eden bir iktidâra karşı en büyük cezâ da şüphesiz ki, Allah tarafından hükm olunacaktır. Büyük Türk milleti ise bu tasarrufların hesâbını sandıkta soracaktır.
Milletimizin özgürlük tutkusu, ancak bizlerin örgütlenmesiyle bir yıldız gibi yeniden parlayacak ve Ortadoğu halklarına örnek teşkil edecek; milletimiz, târih sahnesinde lâyık olduğu yere yeniden yükselecektir. Bu süreçte, umutlarımızı her dem canlı tutmalı ve sorumluluklarımızı aslâ unutmamalıyız. Nitekim, umut ve mücâdele azmi, aynı rahmi paylaşır; umut olmazsa, ne mücâdele kalır, ne de zafer. Her şeye rağmen, umutlarımızı korumalı ve üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz. Büyük ustamız Ahmed Ârif de böyle söylemiyor muydu!?...
Öyle yıkma kendini,
öyle mahzûn, öyle garip.
Nerede olursan ol;
içerde, dışarda, derste, sırada.
Yürü üstüne üstüne;
tükür yüzüne cellâdın,
fırsatçının, fesatçının, hâinin.
Dayan kitap ile
dayan iş ile
tırnak ile diş ile
umut ile sevdâ ile düş ile.
Dayan, rüsvâ etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım
nâmuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
oğullarım var gelecekte.
Herbiri, vazgeçilmez cihan parçası;
kaç bin yıllık hasretimin koncası.
Gözlerinden,
gözlerinden öperim.
Bir umudum sende,
anlıyor musun?
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|