|
|
|
Editör'den : Git artık yeter!... |
Ey Tayyip, artık ipliğin pazara çıktı. Biz ne olduğunu biliyorduk, bilmeyenler de öğrendi. Hem de ne öğrenmek. Gittikçe hırçınlaşıyorsun, hırçınlaştıkça yanlış yapıyorsun. Zirveden düşüş başladı. Mazeretleri sıraladıkça saçmalıyor, alay konusu oluyorsun.
Herkesin hırsız, bir senin sütten çıkmış ak kaşık olduğuna inanmamızı istiyorsun.
Hani sen; "Ulan hepiniz oradaydınız." diyordun ya, şimdi ben sana diyorum; "Ulan Sayın Tayyip, sen hep oradaydın." Gel bizi zıvanadan çıkarma, istifa et. Bu güzel memleketin önünü aç. HÜKÜMET İSTİFA!
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ZENGİN SENİN BABANDIR -2 SON- |
|
Bir televizyoncu söylemişti. İnsan yaşar ve biriktirir. Bu anlatımdan yola çıkarak yaşlı insanlar en çok biriktirmiş olanlardır demek mümkündür. Şanslıyız ki her kasaba veya köyde böyle yaşlı insanlar vardır. Bazıları susmayı sevse bile yaşlı insanların çoğu anlatmayı sever. Arap Yakup Sudan kökenli bir zenciydi. Her seferinde başka bir hikâye anlattığı için bu sivrisinek yatağı ovaya ne zaman, nasıl geldiğini tam olarak kimse bilmiyordu. Otuz yıl kadar önce bizim buralarda daha çok zenci yaşadığı kesin olarak biliniyor. Neden gitmişler? Nereye gitmişler? Bunu da bilen ya da anımsayan kimse kalmamış.
Arap Yakup, kerpiç evinde yalnız başına yaşardı. Bahar aylarında başlayan bostan bekçiliği sonbahara kadar sürerdi. Beş ay boyunca ovanın uzak bir köşesinde yaşar, ortalıkta görünmezdi. Bekçilik işi onun kimliği, unvanı, huyu, suyu gibi bir şeydi. Sanki anasından bekçi olarak doğmuştu. Zenci olduğu için küçükken ondan korkardım. Adamcağızın kimseye bir şey dediği yoktu. Ama karaydı işte. Arap Yakup kış yaklaşınca evine döner bütün zamanını kahve ile evi arasında geçirirdi. Çoğunlukla güzel havalarda duvar dibindeki eski bir ağaç kütüğüne oturarak güneşlenir, sarma cıgarasını içerdi. Sokaktan gelip geçene laf atar, takılır sohbet edecek insan arardı. Her zaman anlatılacak çok fazla hikâyesi vardı. Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz derler. Yalanı bol olsa bile hikâyeleri güzeldi.
Ondan dinlediğimiz öykülerde zenginler vardı. Yoksullar, savaşlar, cinayetler, berduşlar, kabadayılar, ayılar, yılanlar ve daha neler neler... Ayrıca bütün öykülerinde kendisi vardı. Hepsi sanki kendi başından geçmişti. Bütün ömrünü bostan bekçisi olarak geçirmiş bir adamın yüzlerce olaya girip çıkması akıl alacak gibi değildi. Arap Yakup’un hikâyelerindeki zenginlerin hepsi asker kaçağıydı. Bütün erkekler genç yaşlı demeden cepheye gidince meydan bunlara kalmış. Zaten gidenlerin birçoğu da savaştan dönememiş. İşte bu asker kaçakları silah zoruyla köylülerin arazilerine konmuşlar. Savaş nedeniyle dul kalan korumasız kadınlarını nikâhına almak suretiyle bütün mallarına el koymuşlar. Bir kısmı da yunanla birlik olmuş. İşgal sırasında Rum çetecilere karışıp büyük vurgunlar yapmışlar. Bir kaçı belası bulmuş elbette. Demircili Mehmet Efe bizim buralardaki çınarlara çok çeteci asmış. Kötü insan asmakla tükenir mi? Savaş sona erince de bu haramilerin bir kısmı para ile İstiklal Madalyası alıp sanki savaşmış gibi kahraman da oluvermişler. Arap Yakup’un anlattığı zenginlerin hemen hemen hepsi Atatürk’e kinlidir. Çünkü Kemal Paşa padişah efendimize bayrak kaldırdı. Oysa boğazında onun ekmeği vardı. İnsan ekmek yediği kapıya sırt çevirmez derlermiş. Muhalif parti kurulunca hepsi Vatan Cephesine geçivermişler. Vatan için can verenler sağ salim dönseler bile hep yoksul kalmışlar. Ölenlerin geride bıraktığı dul eşler ve yetimler de bir parça ekmeğe muhtaç.
Arap Yakup yalancının, hikâyecinin biriydi. Ama ne söylerse söylesin, ne anlatırsa anlatsın içtendi. Anlattığı bütün öykülere kendi de inanırdı. Bir hikâyesinde dağa oduna giden kız bir ayıyla karşılaşır. Kız öyle güzeldir ayı onu parçalayıp yemeye kıyamaz. Sırtına vurup kaçırarak mağarasına götürür. Onu mağarasına hapsedip bal ile kaymakla besler. Kızın ayıdan çocukları olur. Yarısı insan, yarısı ayı gibi tüylüdür. Yıllar sonra köylüler o mağarayı bulup pusu kurarak ayıyı öldürürler. Kızı ayının elinden kurtarırlar. Ancak kız ayıdan kurtulmak şöyle dursun oturur ayının başında ağlar ve ağıtlar yakar. Köylüler kızı mağaradan alıp yarısı insan, yarısı ayı olan çocuklarını da öldürürler. Köye dönerken kız dua eder. Tanrım bu acıya ancak taş dayanır. Beni de taş yap,der. Bütün köylüler, ayı ve küçük çocuklarla birlikte hepsi birden taş oluverir. Yunt Dağına Sarıçam tarafından çıkanlar bunu görürlermiş. Dinlediğimde bu hikâyenin gerçekliğinden şüphe etmek aklıma bile gelmemişti. İnsan büyüyünce çocukluğundaki dondurmaların tadını, masallarla harmanlanmış öykülerin lezzetini bulamıyor.
Yıllar sonra gezip dolaştığı ege kasabalarında Arap Yakup’un anlattığı eski eşkıya, çeteci, asker kaçağı olup şimdi eşraftan hatırı sayılır insanlarla ilgili aynı hikâyeleri tekrar tekrar duymaya başladım. Rumlardan boşalan arazilerin üzerine konana, fakir fukara mallarını talan eden, dul ve varsıl kadınları nikâhına zorla almak yoluyla zengin olanları anlatan çok hikâye vardı. Doğruluğunu tarihçiler bilir. Büyüklerimiz “Çalışarak zengin olunsa hamallar altın içinde yüzer, derlerdi. İki yüz kilo yükü bütün gün sırtında gezdirmekten daha ağır çalışma mı olur? Elbette onlar madencileri bilmiyorlardı. Daha bir çok rezil iş olunu da…
Toprağı bol olsun. Arap Yakup yaşasaydı bu gün hangi öyküleri anlatacaktı. Şimdilerde zengin olmak için eşkıya olup yol kesmeye gerek yok. Rum çeteleriyle birlik olup köy basmaya da gerek kalmadı. Dul kadınları serveti için nikâha almanın da modası çok eskidi. Değişmeyen bir şey var. O zamanlar tapu kaydı için rüşvet verilirmiş. Şimdi de imar planı değişikliği için. Ama en kazançlı iş aslında komisyonculuk yapmak... Bir ihaleyi almak istiyorsan bay yüzde on ile anlaşıyorsan. Almak istemiyorsan bile teklif veriyorsun. İhaleden çekilmek için komisyonunu alıyorsun. Sanat, bilim, bilgi, , eğitim, yaratıcılık, zeka insan yaşamını kolaylaştıran kavramlar değildir. Bize yetinmeyi erdem olarak anlatanlar, bir dilim ekmeği çöpe attık diye Afrikada’ki açlığın suçunu vicdanımıza yapıştıranlar taş atmadan, kol yormadan milyonlar hatta milyarlarca dolar kazanıyorlar. Çok mu becerikliler, çok mu bilgili ve öngörülü. Hayır… Sadece çok dönekler, çok yağcı ve çok onursuzlar…
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KUBİLAY DESTANI |
|
Ne zaman Kubilay olayından söz edilse aklıma, usta şair Dağlarca’nın “Kubilay Destanı” gelir.
23 Aralık 1930'dur
Gece yeşilimsi,
Dağlar ak
Bir altın çizgi gibi yerle gök
Gün doğdu doğacak
Don yoktur ama donmuştur sanki
Sarı yapraklarla kış kocaman bir yüz
Tarla çizgileri ile bir kilim işte
Menemen ovası dümdüz
Yalancı Mehdi Derviş Mehmet
Yürümüş Manisa'dan bir sarı su gibi
Beş on adamıyla Menemen'e varmak üzere
Yılan uykusu gibi
Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi
Bir çınar dalı gibi yere
Sarktı yakasından anasından gelmiş
Mavi çiçek mor çiçek bir çevre
Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi
Bir söğüt dalı gibi yere
Aydınlık aydınlığa yaklaşır iken
Sonsuzluğa ere ere
Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi
Bir zeytin dalı gibi yere
Düştü cebinden bir kitap,
Açıldı göklere…
Kubilay’ın cebinden düşüp göklere açılan kitap bugün bizi aydınlatan Cumhuriyet
ışığıdır.
Bugün genç öğretmen Kubilay’ın yobazlar tarafından şehit edilmesinin 83. yılı. “Şairin dediği gibi “Aydınlık aydınlığa kavuşur iken” Nakşibendi tarikatına bağlı Giritli Derviş Mehmet adındaki bir yobaz ve 6 müridi, Menemen’e girerler. Belediye meydanında “Ey ahali din elden gidiyor. Şapka giyen kafirdir. Yakında yine şeriat gelecek. Bize kurşun işlemez, biz şeriat ordusuyuz.” naraları ile halkı galeyanı getirmeye çalışırlar. Daha sonra müritleri ile birlikte Menemen Müftü Camisi'ne giden Derviş Mehmet, camide bulunanlara kendisinin “Mehdi” olduğunu, dini korumaya geldiklerini, arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusunu bulunduğunu, öğleye kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söyleyerek halkı korkutmaya ve kendilerine katılmaya çağırır. Güruh, camiden aldıkları yeşil bayrakla sokağa çıkar, bir sopanın başına taktıkları bayrağı yere diker ve etrafında dönerek tekbir getirmeye başlar.
Yedek Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın emrindeki askeri birlik olay yerine gelip güruha yapılanların yanlış olduğunu ve dağılmalarını söyler. Güruh, buna silahlarını ateşleyerek karşılık verir ve Kubilay’ı yaralar. Derviş Mehmet, testere ağızlı bağ bıçağı ile Kubilay’ın başını gövdesinden ayırır ve yanındakilerin yardımı ile kestiği başı yeşil bayrağın sopasına iple bağlar.Yardıma gelen Bekçi Hasan ve Şevki de açılan ateş sonucu şehit düşer.
Olay yerine askeri birlik yetişir ve çatışma çıkar. Çatışmada Derviş Mehmet ve bazı isyancılar olay yerinde vurulur, bazıları da kaçmayı başarır. Ancak, daha sonra hepsi yakalanarak yargılanmak üzere kurulan askeri mahkemeye teslim edilirler.
Mustafa Kemal Atatürk, 28 Aralık’ta yayımladığı mesajında; "Gericilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla onaylamaları bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir, Büyük ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyetin ülkücü öğretmen heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır." der.
Belli ki Atatürk, bir kısım Mememenlinin yobaz güruhu alkışlamasından oldukça etkilenmiştir.
General Mustafa Muğlalı başkanlığındaki mahkeme heyeti canilerin 28’inin idamına karar verir ve 3 Şubat 1931’de hükümler yerine getirilir.
Bugün Menemen’e hâkim bir tepe üzerinde Kubilay ve iki bekçi anısına bir anıt bulunmakta, bu anıtın altında da “İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçileriyiz.” yazılıdır.
Ne yazık ki kanlarını cumhuriyet için seve seve veren Kubilayların emanetinin bekçisi olduğumuzu söylemek artık öyle kolay değil. Çünkü “Bu savaş günlerinde bile dikkat ve özenle işlenip çizilmiş bir milli eğitim program yapmaya emek sarf etmeliyiz. Milli eğitim programı derken, hurafelerden, yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden, uzak tarihi ve milli seciyemize uygun bir kültürü kastediyorum.” sözleriyle bizleri uyaran Atatürk’ün çizdiği eğitim anlayışını bir türlü benimseyemedik.
Eğer öyle olsaydı,bu ülke daha dün Maraş’ta, Sivas’ta katliamlar yaşanır mıydı?
Eğer öyle olsaydı, bu ülkede binlerce insanın katili, hücresinden ülkenin geleceğini kurgulayan biri olabilir miydi?
Eğer öyle olsaydı, yönetenlerimiz, geleceğiyle ilgili kararları AB ya da ABD direktifleriyle değil, kendi inisiyatifleriyle almaz mıydı?.
Eğer öyle olsaydı, hangi güç bu devlete “ılımlı İslâm” gibi bir elbise biçebilirdi?
Bu ülkenin ordusunu kim hedef tahtasına döndürebilir, kim yargıyı böyle paça parça edebilirdi?
Öyle olsaydı, “din referanslı iktidarla bir dini örgütün amansız bir para savaşı”nı bu millet sirkte cambaz seyreder gibi seyreder miydi?
….
Ancak… Bunca açmaza karşın devletimin düzlüğe çıkacağından asla kuşku duymuyorum. Ziya Gökalp’in de dediği gibi “ Bazen benim ruhum da hüsrana uğramış bahçe gibi, bütün yapraklarını, bütün çiçeklerini, bütün yemişlerini döker. Yalnız ümittir ki bu bahçenin kuytu bir köşesinde duran her-dem-taze bir ağaç gibi daima yeşilliğini korur.” Bu ümidin kaynağı, yine Ziya Gökalp’in saptadığı bu ulusun en güçlü yanı “maşeri vicdan”ıdır. Biliyorum ki bu halk sessiz ve tepkisiz gibi dursa da her şeyi vicdanında tartar ve herkese hak ettiğini eninde sonunda verir.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu ÖÇ VAKTİ -4- |
|
Güneşin doğuşunu haber veren kargaların keskin çığlıkları Yakob’u uyandırmıştı. Kurumuş kanla bulanan elini yüzüne götürdü. Bileklerini acıtan kelepçelerden kurtulmuştu, artık özgürdü, ama sonra ne olacaktı? Türklerin tarafında olduğu için hain, bir adam öldürdüğü için de katil olmuştu. Yakalanırsa cezalandırılacak, belki de öldürülecekti. Çaresizliğini hissetti. Ağzı kurumuştu. Uzaktan gelen köpek havlamasını duydu, ağaç kovuğuna iyice yaslandı. Az bir zaman sonra dilini dışarıya sarkıtan siyah bir köpek, kovuğun önünde durdu. Köpeğin arkasında ise kalpaklı bir adam tüfeğini ona doğrultmuştu:
-Kimsin sen? Bu ormanda ne işin var? diye sordu.
-Ben Muallim Yakob, Pınarlı köyünden.
-Kimden saklanıyorsun burada?
-Jandarmadan! Bulgar çetesi yüzünden suçsuz yere tutuklandım.
Kalpaklı adam tüfeğini indirdi. Ağaç kovuğundan iki büklüm çıkan Yakob’a su matarasını uzattı:
-Bana Avcı Hasan derler. Köyüm hemen şurası, hızlı yürüyelim. dedi ve çalılıklara giren köpeğe ıslık çaldı.
Yakob, köye gidene kadar tüm hikayesini anlattı. Köylüler yaralarını sardı, ona yiyecek ve temiz giyecekler verdiler. Yıllar önce evlerine sığınan Muallim Mustafa’nın ailesi gibi şimdi de kendisi bir Türk ailesine sığınmıştı. Artık köyüne geri dönemezdi, buralardan gitmesi gerekiyordu. Avcı Hasan’ın yardımıyla Türkiye’ye kağnı arabasıyla göç eden bir ailenin yanında yola çıktı. Bir hafta süren yolculuktan sonra Yakob, ilk önce Edirne’ye oradan da İstanbul’a gitti.
***
Kemal, yağmurdan ıslanan kaldırımda hızlı hızlı yürüyordu. Hava neredeyse kararmak üzereydi. Gökyüzünü yırtar gibi gürleyen gök gürültüsü, onu sokağın başında durdurdu. Elektrikler gitmiş, sokak lambaları sönmüştü. Köhne evlerin karanlık pencerelerinden bir bebeğin ağlama sesi, bir kadının kahkahaları, elektrik kesintisine rağmen alem yapmaya devam eden sarhoşların küfürleri duyuluyordu. Su birikintilerinin üstünden atladı, bir apartmanın önünde durdu. Demir kapıyı ittikten sonra çakmağı ile aydınlattığı merdivenlerle ağır adımlarla çıktı. Son kata geldiğinde kapıya vurdu ama hiç ses yoktu. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı. Karanlık oturma odası perdesiz camdan gelen akşamın solgun ışığı ile biraz aydınlanıyordu. Duvara dayalı geniş koltukta oturan insan siluetini gördü:
-Hey, bay Yakob, ben geldim. Uyudunuz mu?
Duvardaki gölge kıpırdandı:
-Kemal sen misin oğlum?
-Evet bay Yakob. Nasılsınız? Siz kapıyı açmayınca bana verdiğiniz anahtarla kapıyı açtım. Bu akşam elektrik kesik olduğundan yarım kalan hikayenizi karanlıkta yazacağız.
-Şuradaki dolabın çekmecesinde bir mum olacaktı, dedi gölgenin sesi.
Kemal, parmağın işaret ettiği çekmecede mumu buldu ve yaktı.
-Şimdi seni gördüm Kemal. Uzun zamandır gelmedin, benim için bir şeyler bulabildin mi?
-Evet bay Yakob, hikayeniz için yeni araştırmalar yaptım, dedikten sonra Kemal büyük bir zarf uzattı.
Yakob’un titreyen yaşlı elleri büyük zarfın içindeki mektupları çıkardı ve masanın üzerine koydu. Gözlüğünü taktı, mumu kendisine yaklaştırarak eski bir mektubu okumaya başladı.
-Muallim Mustafa’ yı hapisten çıkarmışlar ama kısa zaman sonra ölmüş. Dövdüklerinden maraz kapmış olmalı. Bulgar çetesi, o kadar zülüm etmiş ki Türk köylerini basmış. Bir sürü Türk’ü suçsuz yere öldürmüş ve… Ve avcı Hasan’ı ve bütün ailesini de öldürmüş, dedi.
Mum ışığı, yüzündeki yaşlılık izlerini daha çok belirginleştiriyordu. Dudakları büzülmüştü. Kapanacak gibi duran gözlerinden yaşlar akıyordu. Yüzünü mendili ile sildi, mektupların altında kalan resmi eline aldı. Eski öğrencisi ve asistanı olan Kemal’e hüzünlü bir şekilde gülümsedi:
-Bulmuşsun, teşekkür ederim, dedi.
Sararmaya yüz tutmuş siyah beyaz resmi, dudaklarına götürdü ve öptü.
-Mariya’m! Benim güzel Mariya’m!
***Son***
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Artı ve Eksilerimle : İrfan Kurudirek |
GAM
“eline sağlık tanrım leyla çok güzel olmuş.”
ibrahim tenekeci
o’nun bıraktığı nefesi alıyorum,
tanrım;
tüm bu güzel hava için
minnettarım.
gülmek diyorum tanrım,
gülmek o’na çok yakışıyor.
izin ver,
yarım yanıma kalsın.
teşekkürler tanrım,
borcum olsun – öderim.
elimden her iş gelir,
yeter ki eli elimde olsun.
tanrım teşekkürler,
bunca yıl biriktirdiğim eksiklerim
eksiksiz ulaştı gönlüme
eksiksizim,
ne olur beni onunla eksiltme.
tanrım minnettarım,
gözlerimdeki boşluğu gözleri dolduruyor.
ama tanrım gözlerim;
o’nun boşluğunu görebilecek kadar uzağı görmüyor,
bizi koru tanrım.
demem o ki tanrım;
bu gece ferhat’ı karşılamaya, dağa çıkıyorum.
anlatacaklarım var, derin.
sen ferhat’a sabır ver,
âmin.
yanına yakıştığım için sağ ol tanrım,
kusura bakmazsa o, ondan önce seni sevdim.
ne güzel sevmişim; yanım o.
iyi ki varsın tanrım.
tanrım affet;
hangi gökkuşağının altından geçip
“o” hazineye kavuştum, bilemedim.
ben, hazineye bakıyordum
göremedim.
teşekkürler tanrım;
o’nun gelişiyle
zihnime yeni yeni tanımlar, harfler, cümleler indirdiğin için.
ya konuşamasaydım?
ulu tanrım,
o dokunduktan sonra
kokmayan çiçekler için de teşekkür ederim.
-yanılmamışım.
iyi ki her yerdesin tanrım;
yoksa
o’nu uykuda
kime emanet ederdim?
teşekkürler tanrım;
dünya dönüyor
inan, daha iyi bir beşik bulamazdım.
***
tanrım;
daha önce ağlamasaydım
gamzemin yolunu bulamazdım,
yolu gösterdiğin için
minnettarım.
***
senin bu yazından sonra
“yazıyorum” dediğim için
utanıyorum tanrım.
yazın çok güzelmiş.
tüm bebekler için teşekkür ederim tanrım;
o’nun gülüşüne koyduğun
tüm bebekler için
teşekkür ederim.
-büyüksün.
tanrım;
bugün için de teşekkür ederim,
bize her gün karşılıksız sevmeyi “anne” ile gönderdin,
bugün o’nu annemin sesiyle sevdim.
ve ulu tanrım;
sabah ezanı için,
minnettarım.
İrfan Kurudirek
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
TIK TIK…
Kapı çaldığında içerdeki herkes olduğu yerde çivilenmişçesine kalmıştı. Oturan oturduğu yerde, ayakta olan durduğu yerde, yatan yattığı yerde… Kesintisiz herkesin sırt omurgası dikleşmiş, omuzlar hafif yukarı doğru kalkmış, boyun ileri doğru uzamış, kulaklar yanlış mı duydum acaba diye pür dikkat dinlemede. Soğuk bir ürperme ile titremişti hemen herkes. Ardından orada bulunanların gözleri birbirine bakmaya başlamıştı acaba bir tek ben mi duydum? Yanılmış olabilir miyim? diye… Her kim baktığı gözlerde aynı bakışı gördüyse başka bakışları yakalamaya yelteniyordu. Kimse kapıyı açmaya veya kim o diye seslenmeye niyetli görünmüyordu. Yıl kadar uzun geçen saniyelerin ardından bir daha kapı çalınmadı.
İlk önce omuzlar yavaşça çöktü aşağı doğru. Sonra hafif gevşedi omurgaları. Ayaktakiler küçük adımlar attılar tedirgin tedirgin. Oturanlar azıcık yasladılar sırtlarını geriye doğru. Yatanlar boyunlarındaki gerginliğe daha fazla dayanamayarak başlarını yumuşak yastıklarına bıraktılar usulca… Her an tetikte olmanın verdiği gerginlikle sessiz ve derinden yapılan hareketlerdi bunlar. Zaman geçtikçe gevşemeler hız kazanarak kapının çalınmadan önceki hallerine dönmekteydiler. Henüz çok yeni olduğundan yavaş ilerliyordu ancak bu ilerleme zamanla hız kazanmaktaydı. Sonunda her şey unutulmuş eski haline dönmüştü. İçeridekilerden ayaktakiler yine ayakta koşturmalarında, oturanlar oturmakta, yatanlar yatmaktaydılar. Kişiler yer değiştirse de durum hala böyleydi. Roller değişmiş ama faaliyetler değişmemişti.
Uzun veya kısa bir zaman sonra kapı yine tık tık dedi… İçeride hayat yine durdu. Aynı sahne yine yaşandı. Nefesler yine tutuldu. Bu kez açmak gerekli miydi? Kararsız bir halde bakışlar birbirini dolaşıyordu. Beklesek yine gider miydi? Ses gelmeyince vaz geçer miydi? Yoksa kapı açılmayınca ısrarla çalmaya devam eder miydi?
Beklediler! Beklemeyi seçtiler… Kapı çalmadı.
Yine aynı gevşemeler, sessiz, duyulmayan bir oh çekmeler, yürek serinletmeleri yaşandı. Ve içeride kaldığı yerden devam etti hayat…
Sonra uzun veya kısa bir zaman daha geçti ve kapı tekrar tık tık diye çalındı. Bu kez ayaktakiler oturdu. Oturanlar öne doğru eğildi hafiften. Yatanlar yorgun bir halde gerildi ve başlarını başka yöne çevirdi. Gözlerinden iki damla yaş geldi. Kapı yine çalındı. Tık tık…
Açılmalıydı bu kez bunu anlamıştı hepsi. Başka bir sorun çıkmıştı karşılarına kim açacaktı kapıyı? Gözler suçlu misali kısa bakışlarla bir başka bakışı yakalamaya çalışmaktaydı. Kapı iki kez üst üste çalındı mı üçüncüyü beklemenin anlamı kalmayabilirdi. Kimse kimsenin bakışlarında uzun süreli kalmamakta adeta imdat istercesine, suçluluk duygusuyla karışık bir başka bakışa geçmekteydi.
Oturanlardan biri kıpırdadı yerinden. Tüm bakışlar üzerine yöneldi aynı hızla. Sevinçle hüzün karışık sensin diyorlardı adeta.
Bir gönüllü çıkmıştı işte. Vicdanen suçluluk mantıken huzur duymaktaydılar. Bir daha kıpırdamadı kıpırdayan. Bakışlarıyla hayır ben değilim! Yanlışlık oldu! diyordu üzerinde toplanan gözlere. İyice gömülerek koltuğuna omuzları iyiden iyiye çökmüştü. Ben değilim!…
Yine başa dönmüşlerdi. Hayal kırıklığına korku karışmıştı yine biraz da öfke. Kıpırdamıştın işte niye kalkıp açmıyorsun diyemezlerdi ama niye ümit verdin diyeydi bu öfke. Gergin bekleyişin süresi yılları geçip asırlar olmuştu sanki. Saatin tik-takları artık tiiikk-toookkk diye yankı yapıyordu duvarlarda. Saatin tiikk- tookları hariç sağır edici bir sessizlik hâkimdi içeride. Büyükler çocuklarını sıkı sıkı tutmuşlardı. Kenetlenmişlerdi adeta. Cıva gibi kayıp biri gidip kapıyı açmasın diye. Gözler hep yatanları taramaktaydı fark ettirmeden. Yan gözle, yere bakar gibi kirpiklerin aralığından, bakmıyormuş gibi yapıp gözlemlemedeydiler adeta.
Başı yanda yanaklarından süzülen yaşlarla yatmakta olan biri sırt üstü döndüğünde bir başka yatan yatakta doğrulmuştu bile. Bakışları ileride, tutunarak ayağa kalktığında yardım etmek isteyen elleri görmemezlikten gelircesine eliyle, gerek yok der gibi belli belirsiz bir hareket yaptı. Ağır hareketlerle ayağa dikildi. Küçük ama kararlı bir adım attığında yüzünde bir tebessüm oluşmuştu. Sonraki adımlarına yanaklarından süzülen ince yaşlar ve bu yaşlara inat gülümseyen huzur dolu bakışlar eşlik etmekteydi kapıya doğru ilerlerken.
Çocuklardan bazısı deli gibiydi adeta. Bir kurtulsalar şu mengene kollardan kapıyı yıldırım hızıyla açacaktı içlerinden biri ya da ikisi… Kollar daha bir sıkar olmuştu evlatları. Kapıya yürüyen ise adeta süzülürcesine varmaktaydı menziline. Sağ elini uzatıp ileriye, bekle geliyorum demekteydi kapının ardındakine.
Arkasına hiç bakmadı. Gözyaşlarını hiç silmedi. Gülümsemesini hiç yitirmedi. Kapıya vardı ve kapının kolunu tuttu. Aşağı doğru bastırdığında geriye doğru kapıyı açmadan önce başını hafifçe çevirip arkasına baktı bir an, elveda dercesine. Yanaklarından süzülen yaşlar kurumak üzereydi. Huzur dolu bir tebessüm vardı yüzünde. Baktığı yerdekileri görmez bir halde başını yine kapıya çevirdi, çevirirken de kapıyı aralamaya başladı. Üzerine bir gençlik, bir dirilik gelmişti sanki. Başı daha bir dikti. Omuz başları geriye doğruydu. Kapı açıldığında sonsuzluğun ışında yıkandı. İçeride kalanların gözleri bu tarifsiz ışıkla görmez, dilleri söylemez oldu aniden. Kapı tekrar kapandığında ağlamayan tek bir göz kalmamıştı geride.
3 gün, 7 gün, 40 gün, 52 gün… Sonra yaşlar kurudu, eller yana düştü. Ta ki bir sonraki tık tık diye çalınana kadar o kapı, hayat kaldığı yerden devam etti.
Sevdiklerini kaybeden tüm dostlara, içeride kalan bizlere ve sonsuz ışığa yürüyenlere…
Mine Balaban
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Bu’dur ol hikâyet, ol kara sevdâ! |
|
“Vay kurban...
‘Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ.’
Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile
fedâyı kabûl etmektir;
cennet yapabilmek için seni,
yoksul ve nâmuslu halka.
Bu’dur ol hikâyet,
ol kara sevdâ.”
Ahmed Ârif
“Memleket sevgisi” üzerine pek çok şey yazıldı; ama sanırım hiçbirisi, bunun kadar güzel ve derin bir anlatıma sâhip değildir. Biz memleketimizi, güzel olduğu için değil, bizim olduğu için ve onu daha güzel hâle getirmek için; “yoksul ve nâmuslu halka cennet yapabilmek için” sevdik. Bu çabamız, bizi biz yapan değerlerimizin açığa çıkmasıdır da. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik, adâlet, barış, hoşgörü, vb. değerlerimiz, memleket sevgimizle harmanlanır ve ne olursa olsun, bundan aslâ vazgeçmeyiz. Memleketimizi “güzel” olduğu için sevmek, bu güzelliği kaybettiği zaman veya bu “güzel”liğin zarar görmemesi adına ondan vazgeçmeyi de gerektirir.
Eski çağlarda örneğin, bir kent-devleti istilâ edilir ve yakılıp yıkılırsa yerli halk, yabancı güçlerin talebi olmaksızın o devleti terk edermiş. Benzer şekilde, İkinci Dünyâ Savaşı sırasında Avrupa’da başta Fransızlar olmak üzere pek çok halk, şehirlerinin Nazi bombardımanlarından olumsuz yönde etkilenmemesi adına ülkelerini Nazilere kendi elleriyle açmış ve savaşa girişmemiştir. Biz ise bunların hiçbirini yapmamışız; gelmişler, yakmışlar, yıkmışlar; ama gitmemişiz, vermemişiz; ne pahasına olursa olsun, ülkemizi savunmuş ve yeni şehirler; daha güzel ve daha modern şehirler inşâ etmişiz. Ülkemizi “güzel” olduğu için değil, bizim olduğu için sevmişiz ve kendi değerlerimizi kaybetmeyip bunları gerçekleştirmişiz.
Bugün maalesef, başta TSK olmak üzere pek çok kurumumuzda “memleket sevgisi”, hızla değerden düşürülmekte. Terörle mücâdelede üstün hizmetlerde bulunmuş komutanlarımız, eften püften gerekçelerle içeri atılmakta ve askerlerimizin morali bozulmakta. Hukuk fakültelerimizde, “AİHM neylerse güzel eyler” anlayışı çerçevesinde işbirlikçi hukukçular yetiştirilmekte. Devlet dairelerinde laiklik “sulandırılmakta”, siyâset kurumumuzdan milliyetçilik tasfiye edilmekte. Kısacası Türkiye, hiçbir savaş olmaksızın Batı emperyalizminin projelerine teslîm edilmekte. Yine de vazgeçmek yok. Biz Türkiye’yi, “cennet” olduğu için sevmedik ki, bu cehennemden kaçalım!
Büyük Türk milleti, kendi toprakları üzerinde oynanan oyunların farkına varmıştır. Taksim direnişiyle başlayan ve ODTÜ direnişiyle devâm eden Üçüncü Kuvâ-yı Milliye Hareketi, millî uyanışı en yüksek noktasına taşımış ve demokratik örgütlenmenin gereğini ortaya koymuştur. 17 Aralık’ta başlayan rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında, saflar daha da netleşmiş, “ileri demokrasi”nin nasıl bir şey olduğu anlaşılmış; hangi çıkar gruplarının aslında neyin peşinde olduğu görülmüş, bir milletin kendi vârolma olanağını ifâde eden millî irâdenin nasıl sömürüldüğüne tanık olunmuş, işbirlikçi liberallerin “demokrasi” balonu patlamış ve tüm maskeler düşmüştür.
RTE ve Gülen cemaati arasındaki çekişmeleri “demokratik ilerleyişin önünde bir engel” olarak gören ve cemaatin desteğini kaybedecek bir AKP’nin, “demokrasinin güçlenmesine katkı sağlayamayacağı”na inanan liberallerin aklına şaşarım! Cemaatler mârifetiyle demokrasiyi kurumsallaştırmanın ve ileriye taşımanın mümkün olduğuna inanan bu zevât, özgürlüğün olmadığı bir biat kültüründe, kişilerin düşünce ve inanç özgürlüğüne sâhip olamayacağını, kendi irâdeleri doğrultusunda yönetim organlarında faaliyet gösteremeyeceğini anlayamamaktadır. Gülen cemaatinin “demokrasi” maskesiyle inşâ etmeye çalıştığı İslâmî totalitarizm, Alevîlerin Sünnîleştirilmesi ve Kürtlerin “Müslümanlaştırılması” çabalarında açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bu totalitarizme MHP’nin yaptığı katkı ise mecliste türban şovuna verdiği destekten sonra, Ayasofya’nın câmî olarak yeniden ibâdete açılması söylemiyle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Oysa Hz. Peygamber, bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: “Baban Hıristiyansa, onu kiliseye götürmeden câmîye sakın gelme!” Bu hadis, hem gerçek İslâmiyet’in kilise kurumuna bakışını, hem de din ve vicdan özgürlüğü konusundaki tutumunu apaçık biçimde özetlemektedir. Nitekim bizim dînimiz, başkalarının dînine ve ibâdethânelerine karışmayı yasakladığı gibi, kendi gereksinmelerini karşılamak konusunda onlara yardımcı olmamızı da emretmektedir. Türkiye’de İslâmî totalitarizmi kurumsallaştırmak isteyenler ve onlara yardım edenler ise bu gerçeği anlamak istememektedir.
İmdi Ayasofya, eğer yeniden ibâdete açılacaksa, câmî olarak değil, kilise olarak hizmet vermelidir. “Fetih hakkı”, “kılıç hakkı”, vs. uydurma gerekçelerle, yüzlerce yıllık bir Ortodoks kilisesini mülk edinmek, hem dînimize aykırıdır, hem de İslâm toplumunu hafife almaktır. Kaldı ki bu tanımların, mevcut hukukumuzda hiçbir karşılığı da yoktur. Bizler, Ayasofya’dan daha görkemli eserler yaratamayacak bir millet miyiz ki, bu eseri gasp ediyoruz? Fâtih’e atfedilen tapu, ne bu gaspın, ne de ayıbın üzerini örter; hem bu tapu, mevcut hukukumuza göre geçerli bile değildir. İslâm dîni, bugün kiliselerde şov amaçlı namaz kılan zevâtın mârifetiyle değil, Hz. Peygamber’in din ve vicdan özgürlüğü konusunda bu gibi hadisleriyle yükselecektir.
Dershâne krizine kadar RTE ve Gülen arasında, şöyle bir işbirliği vardı; devlet mekanizmalarında üst kadrolar, AKP’lilerden oluşacak; alt kadrolar ise Gülen sempatizanları tarafından doldurulacaktı. Fakat Gülen, üst kadrolar üzerinde de etkin olmak istedi ve bu kadrolara kendi sempatizanlarını taşımak için mevcut yönetimleri medya yoluyla itibârsızlaştırmaya çalıştı; kamuoyu desteğiyle bu kadroların tasfiyesini amaçladı. Dolayısıyla, klasik tanımıyla halkın halk için ve halk tarafından yönetilmesi demek olan demokrasinin, bu iktidâr mücâdelelerinde esâmesi bile okunmamakta; devleti ele geçirmek isteyen cemaatin artık devlet hâline gelme çabası içinde olduğu anlaşılmaktadır.
Bu tablo karşısında liberaller, RTE ve Gülen arasında bir tercih yapmak istememekte, iki tarafı “barıştırma” yoluyla kendi rantlarını korumaya çalışmakta ve bu arzularını, “demokrasinin güçlenmesi” söylemiyle gizlemektedirler. Büyük Türk milleti, bu oyunlara âlet olmayacak kadar fazîlet sâhibidir. Öyle ki, RTE’nin yeni hîlesi olan AB ülkelerine vizelerin kaldırılacağı söylemi bile, beklenen etkiyi yaratmamıştır. Yapılan anlaşma dikkatle incelendiğinde, AB’nin vizeleri kaldıracağı hakkında kesin bir taahhüdünün olmadığı anlaşılmaktadır. İşin aslı şu ki mültecîler, AB için ciddî bir ekonomik yük hâline gelmiştir ve mültecîlerin bize gönderilmesiyle Türkiye, AB’nin en büyük mültecî kampı hâline getirilmek istenmektedir.
Başka deyişle, bizim ödediğimiz vergiler, mültecîlerin masraflarını karşılamada kullanılacaktır. Bu ülkede milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ki biz, onlara Türk diyoruz; soğukta tir tir titremekte, evlerini ısıtacak gaz alamamakta, açlık sınırının altında yaşamaya mahkûm edilmekte; RTE ise kendi siyasî hesapları uğruna Suriyeli mültecîlere devlet kaynaklarını akıtmaktadır. Bunu kendileri için fırsat olarak gören AB ülkeleri, kendi mültecîlerini de bize yollama arzusu içindedir. Devlete ödenen vergilerin nasıl harcandığı konusunda hesap vermeye yanaşmayan AKP yöneticileri, bizi kandırmaya çalışmanın hesâbını önce sandıkta, sonra da yargı önünde verecektir.
Tutuklu onlarca gazeteci hakkında kesinleşmiş hiçbir yargı karârı olmaksızın “Onlar gazeteci değil, terörist!” açıklamasını yapan RTE’nin, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında adı geçen bakanları sâhiplenmesi, hiçbir haklı gerekçesi olmaksızın tüm iddiâları “fâiz lobisi ve yerli uzantıları”nın komplolarına bağlaması ve mâsumiyet karînesinden bahsetmesi oldukça düşündürücüdür. AB’ye katılım sürecini eski bir faslı kapatıp yeni bir fasıl açma sürecinden ibâret gören bu zat, bu tür iddiâların AB ülkelerinde ortaya çıkması durumunda, yalnızca adı geçen bakanların istifâ etmelerinin yeterli olmayacağını, aynı zamanda hükümetin de düşeceğini anlamaktan uzaktır.
Hoşuna gitmeyen sorular soran gazetecilerin işlerinden kovulduğu, beğenmediği köşe yazarlarının tasfiye edildiği, muhalif gazetecilerin basın toplantılarına dâvet edilmediği bir ülkede, düşünce ve ifâde özgürlüğünden bahsedilemeyeceği; özgürlüklerin olmadığı bir ülkede, demokrasinin mümkün olamayacağı açıktır. RTE döneminde Türkiye, darbe dönemlerini aratmayacak bir baskı ortamı içine girmiştir; hâl böyleyken, RTE’nin bu ülkede demokrasinin güçlenmesine katkı sağladığını zannetmek, târihsel bir yanılgıdan ibârettir. Kendisine muhalif tüm toplum kesimlerine yönelik bir sindirme operasyonu içinde sözde “askerî vesâyet”le mücâdele etmesi, RTE’yi daha demokrat yapmaz; “sivil vesâyet”i de aklamaz.
“Darbecilerin yargılanması” konusunda gösterdiği çabanın küçük bir bölümünü bile rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında adı geçen bakanlar için göstermeyen RTE, yalnızca yürütme ve yasama üzerinde değil, yargı üzerinde de baskı kurmak istemekte ve akıllara, “Devlet benim!” sözünü getirmektedir. Türkiye’de inşâ etmeye çalıştığı “başkanlık sistemi”nin esas karşılığı, “siyâset-i sultâniye” sistemidir ve bu sistemde RTE, tüm erkleri kendi tekeline almak istemektedir. Oysa, siyasî târihten alınması gereken en önemli derslerden biri, dengeleyici unsurlara sâhip olmayan hiçbir rejimin uzun süre ayakta kalamayacağıdır.
Nitekim, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde hükümdârlar, sınırsız yetkiye sâhip olmamışlar; adâletin gereklerine ve farklı toplum kesimlerinin hukukuna saygı göstermişlerdir. Yargı bağımsızlığı konusunda Osmanlı’nın özellikle de kuruluş ve yükselme dönemleri, pek çok güzel örnekle doludur; sırasında şeyhülislâmlar, hükümdârın tanıklığını bile geçersiz sayacak bir bağımsızlıkla görevlerini yapmışlardır. Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında görev yapan kolluk kuvvetleri ve savcıların nasıl bir cendereye alınmak istendiği açıktır. Kezâ, yargı bağımsızlığının olmadığı bir ülkede hukukun üstünlüğü söylemi de aslında, diktatörlük arzularının pekişmesine hizmet eder.
Yakın bir döneme kadar gündemde önemli bir yer işgâl eden yeni anayasa tartışmalarında, bu şekilde anayasa yapılamayacağını; AKP ve BDP’nin beklentileri doğrultusunda Türkiye’de Kürt-İslâm faşizminin kurumsallaşacağını ortaya koymuştuk. Rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında RTE’nin sergilediği tutum ve davranışa baktığımızda, yeni anayasada yargı bağımsızlığının bütünüyle ortadan kaldırılmak istendiği anlaşılmaktadır. Hukuka güvenin böylesine sarsıldığı bir toplumda hiçbir siyasî iktidâr, toplumun desteğini uzun süre arkasında bulamaz; hukuka aykırı her tutum ve davranış, toplum vicdânında derin bir yara meydana getirir ve toplum, bunun hesâbını sorar.
RTE’nin siyâset-i sultâniye sistemini Türkiye’ye dayatacak yeni anayasası, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasında ele geçirilen çelik kasalar ve ayakkabı kutuları içinde büyük Türk milletinin önüne serilmiştir. Gülen’in bile en ağır şekilde bedduâlar yağdırdığı kişiler, RTE’ye bu saatten sonra ancak ağır birer yük olacaktır. Cemaatin desteğini hızla kaybetmesi, yalnızca oylarının azalmasında değil, AKP tabanında muhalif düşüncelerin şekillenmesinde ve ciddî tepkilerin doğmasında da etkin olacaktır. RTE ve Gülen arasındaki “çete”, “in”, “paralel örgüt”, “terörist” gibi kavramlarla sürmekte olan ağız dalaşı, on bir yıldır devâm eden kâbusun sona ermesine katkı sağlayacaktır.
Türkiye’nin demokratik ve devrimci güçleri olarak bizler, bu ülkede anti-emperyalist ve tam bağımsızlıkçı bir siyasî rejim inşâ etme çabası içindeyiz ve millî uyanışımızın gerçekleşmesinin ardından, millî örgütlenmenin tamamlanmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden Kemalist çizgisine oturma arzusu içindeyiz. Binlerce yıllık târihinde büyük Türk milleti, pek çok baskıcı rejime kafa tutmuş, pek çok rüşvetçi ve soysuzu zindanlara yollamış; nicelerini tahtan indirmiş, nicelerini idâm sehbâlarında sallandırmış, nicelerini kendi akıttıkları göz yaşlarında boğmuştur. Millî demokratik devrimle Türkiye Cumhuriyeti ve büyük Türk milleti, târih sâhnesinde tıpkı bayrağındaki yıldız gibi yeniden parlayacaktır.
Bu’dur ol hikâyet, ol kara sevdâ!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|