|
|
|
Editör'den : HÜKÜMET İSTİFA!... |
Epeydir ara verdiğim kalp ritmi düzenleyicisi ilaca yeniden başladım. Ne olur ne olmaz dedim, takviyeye magnezyum ve çinkoyu da ekledim. Haksız mıyım? Tüm olup bitenlere can mı dayanır kalp mi? Ardarda sıralanacak sıfatların bile sonuna geldik. Bundan sonrası hep bibip. O vakit, dik durmanın yollarını bulmakta, diri ve sağlam kalmakta yarar var.
İnsan denen varlığın bu denli küçüleceğini, hırsın tava yapıp, adamı dinden imandan çıkaracağını imkanı yok düşünemezdim. Herşey yedi düvelin gözünün önünde olurken, kendini Zati Sungur sananların, bu milletin gözünü boyamaya çalışması ve dahi beni, sizi, herkesi salak yerine koymaları beni harap ediyor arkadaş. Lunaparklarda kafasını çıkarınca tokmakla vurulan köstebeklere döndük milletçe. Özünde beş para etmez sağduyu fakirlerinin işlettiği bir lunapark burası. Çarpışan arabaya bile silah doldurup Suriye'ye geçirmeyi düşünmüyorlarsa namerdim. Ar damarı işte böyle çatlayıp yırtılıyor demek ki. Bir küçükbaş "Türkmenlere yardım" diyor, diğer büyükbaş "Spor silahı." Sizi o mevkilere oturtan her kimse, cehennemde cayır cayır yansın, önü kesilsin teşaşür eyleyemesin inşallah.
Bu ne aymazlık bu ne madrabazlıktır arkadaş. Memlekete yeni anayasa hazırlasın diye işin başına konan, pabuçlarımın kutusu, anayasa hukuku profesörü kuzu, muhalif olana KAHBE diyerek kendini namus timsali yalakalar sınıfına sokup yırtmaya çalışıyor. Bin yaşındaki adam, ikibin kişinin listesi var diye bar bar bağırıyor. Bakandan zılgıtı yiyince de süt dökmüş kediye dönüyor. Sizi gidi kişiliksiz, beş paralık değeri olmayan yalama güruhu sizi.
İnsanın ağzıyla kulağı arasında bir koordinasyon olur yahu. Ben gibi sağır bile olsan, en azından ağzından çıkmadan içeriden duyup gerekli önlemi alman gerekir be hey mendebur şey. Dün birlikte aynı yalağa işedikleriyle bugün "Cenk" edecek hale gelenlerin yönettiği bu memlekete yazık oluyor yazık.
Sayesinde çöreklendiği Türkiye Cumhuriyeti'nin sırtından çaldığı milyarlarca dolarlık servetine helal gelmesin diye, dün seviştikleriyle bugün istiklal savaşı başlattığını söyleyen bir adama mahkum olmanın ezikliği, kahrediyor hepimizi. Elimizden birşey de gelmiyor. Vatandaş olarak yapacaklarımızın sınırı belli. Bunlara cevabı onlarla aynı siklette olanlar vermeli. Allahtan yüreğimizin yağlarını eriten, hislerimize tercüman olan insanlar var Meclis'te. Anlayana çok şey söylüyorlar ama kaşarlaşmış suratlarıyla hiç üstlerine alınmayan serdengeçtilerin Dünyasında ne kadar seslerini duyurabiliyorlar, o da meçhul.
Tüm haftayı sessiz geçirdi sayılabilir hazret. Milleti ka-TIR tepti, o kurmaylarıyla yedibuçuk saat toplantı yapıp sarayına çekildi. Eee artık roller değişti. Korku imparatorluğu el değiştirdi. Şimdi korku dağları değil onu bekliyor. Ömrü vefa eder de sağ kalırsa bu işin sonu LAHEY'e kadar uzanır. Çünkü Devlet sırrı diyerek üstünü örtmeye çalıştıkları TIR, artık boya tutmuyor. Tüm özgür Dünya bunların ne mal olduğunu görüyor. Bu, banka müdürünün evinden çıkan milyonları hibeyle, bakan çocuğunun evinde bulunan kasaları villa satışından arda kalan paranın saklanmasıyla açıklamaya benzemez. Van minüt deyip babalanmayı da kimse yemez. En hayasız, en şerefsiz katillerin yuvasına elekle su taşıyorsun sen usta. Bunun lamı cimi yok. Teröriste yardım ve yataklık ediyorsun. Hem de en alasından, silahıyla, topuyla, tüfeğiyle. Bundan öyle kolayca sıyıramazsın. Anlaşıldı ahret korkun yok, o nedenle cezanı bu Dünyada çekmelisin. Hem de sana yalakalık etmekten bir an olsun gocunmayan, aksine seni peygamber yerine koyan avanenle birlikte. Onbir yıldır milletin içine pisliyorsunuz ama bu millet sizi tarih kitaplarına koyup, onlarca yıl yüzünüze tükürülmesini sağlayacak inanın. Doksan yıllık Cumhuriyeti lime lime etmekten, din, dil, ırk, mezhep diyerek parçalara ayırmaktan, fakir fukaranın hakkını yemekten, ikbal uğruna canlar yakmaktan, yeşili katletmekten, yalan dolanla ülke yönetmekten, özgürlüklere, demokrasiye darbe vurmaktan ağırlaştırılmış müebbete mahkum edecek hepinizi göreceksiniz. Hapishaneniz de vicdanlarınız olacak ve tahliye talebiniz her defasında reddedilecek. Haydi uyuyun şimdi uyuyabilirseniz.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan ÇAMUR, ÇÖKELEK VE MARTAVAL |
|
Şarabımız hem sirke gibi ekşi hem de ısınmıştı. Tavadaki sucuklar ise tam tersine beyaz donmuş bir yağ tabakasının altında yatıyorlardı. Fıstıkların tuzu nemlenmişti. Ne şaraba, ne sucuğa ne de fıstıklara kimsenin eli varmıyordu. Elimizde tek bir güzellik kalmıştı. Gökyüzü yıldız doluydu ve deniz yumuşacık dokunuşlarıyla kumsalı okşuyordu. Keşke yanıma bir battaniye almayı akıl etseydim. Kumlara uzanıp güneş doğana kadar, güneş yüzümü kavurmaya, gözlerimi oymaya başlayıncaya kadar uyumak istiyordum. Artık ne konuşacak halim kaldı. Ne de başkalarını dinleyecek halim… Ağaçlar içindeki yazlıklar tarafından ara ara bir baykuş sesi geliyor. Bundan başka ne bir köpek havlaması ne de kayık motoru…
Ben bira almaya gidiyorum, dedi. Kalkınca önce dimdik durdu. Sonra bir akaç adım attı. Yürüyebilecek kadar ayık olup olmadığını anlamak istiyordu. Hiç birimiz sarhoş değildik. Sadece oturmaktan mayışmıştık. Gitme. Bu saatte açık dükkân bulamazsın, dedim. Dinlemeye hiç niyeti yoktu. Kaşla göz arasında karanlığın içinde kaybolup gitti. İçimizden ne konuşmak geliyordu. Ne de biraya giden için endişelenmek. Diğerlerini bilmem ama ben uyumak istiyordum. Böylece uzanıversem gecenin serininde kaskatı kesileceğimi adım gibi biliyorum. Ceremeyi çekmeyi göze alamıyorum. Çökelekçi, oradan buradan cümleler hırpalıyor. Yeni bir konunun ilmeğini denk getirip yeni bir sohbet başlatmaya çabalıyor. Diğer üçümüz içi geçmiş karpuz gibi plastik şezlonglara yaslanmış oturuyoruz.
Çökelek Osman, Çamur Kadir’e çatınca aradığını buldu. Ona;
Lan Çamur, Kara Mustafa seni diye dövdü? Şu işin gerçeğini anlatıver hele. Baştan söylüyorum bak. Sigara çalarken yakalandım. O beni dövmedi, ben onu dövdüm. Sarhoştum ne olduğunu hatırlamıyorum tatavalarını bana sakın okuma. Masal dinleyecek çağımız çoktan geçti. Gerçek neyse adam gibi dürüstçe anlatıver işte. Hem rahatlarsın, içinde kalmasın.
Çökelek işte, illa yapacak çökelekçiliğini. Ne dayağı, ne dövmesi, ne sigarası? Nerden uyduruyon bunları bilmem.
Tama hadi sen doğrusun ben yanlışım. Oldu. Bir hafta sokağa çıkamadığın da mı yalan. Her tarafın ciğer gibi mosmordu. Başkası söylese neyse. Kendi gözlerimle gördüm be…
Traktörden düştüğümü herkes biliyor. Bir tek sen bilmiyorsun öyle mi?
İşte çamura yatan Çamur Kadir böyle bir şeydir. Görmeyen örsün. Hiç mi traktörden düşen adam görmedik lan biz? Çocuk kandırıyon galiba. Nasıl bir düşmeymiş arkadaş bu? Her yanın mosmor, her yanın davul gibi şişmişti. Böyle olabilmek için kim bilir peş peşe kaç kere düşmüşsündür? İyi ki alışkanlık yapmamış.
Çökelek, hadi bir sus bakim anacım sen. Bir huzur ver, bir rahat dur yahu. Bak herkesin keyfi yerinde. Kapa gaganı. Çevir başını da şu güzel gecenin, yıldızların tadını çıkar. Keyfimizi kaçırma.
İnsan arkadaşlarına karşı dürüst olur. Bir şey sorduk. Adam gibi anlatacağına hala bize maval okuyorsun. Bırak bu romantik ağızlarını. Delikanlıyı bozar. Yıldızmış, geceymiş peh peh peh. Ey gidinin dinsizi, ey gidinin Kara Mustafa’sı, nasıl kıydın be bizim Çamura. Ellerin taş olsun, çolak olsun.
Madem bu kadar ısrar ediyorsun sana duymak istediğin gibi anlatayım. Gönlün olsun. Bakkala gittim. Kara Mustafa depoya geçmişti. Elleri dolu dükkâna girdi. Ben de kıçına …mak attım.Beni dövdü. Nasıl, hoşuna gitti mi?
Niye kaçmadın madem?
Lan Çökelek, sen adamı deli edersin. Anlattığımın hepsi doğru da bir tek o mu eksik.
İstediğin kadar kıvır. Mustafa’nın seni dövdüğü gerçek... Gerisini bilmem. Senin dışında herkesten dinledik. Her anlatan da kendinden bir şeyler eklemiştir. Sen doğrusunu anlat madem. Devlet sırrı mı bu mübarek?
Devlet sırrı olacak bir şey yok. Mesele sizin bildiğiniz veya duyduğunuz gibi değil. Traktörden düştüm diyorum inanmıyorsun. Kara Mustafa ile ilgili bir başka mesele var. Onu anlatayım istersen. Ama bir söz verin bana. Bu mesele burada kalacak. Sonradan kimse bu konuda benimle gırgır geçmeyecek. Burada anlatılan burada kalacak. Ama sabah olunca da bizimle gelmeyecek. Söz mü?
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu YENİ YILIN İLK ŞAFAĞINDA |
|
Gecenin son alacası da siliniyor deniz üstünden. Birkaç saat önce tıklım tıklım olan Bodrum sokakları bomboş. Dün sabahla, bu sabahın arasındaki fark ne diye düşünürken nereden çıktığını fark edemediğim bir martı giriyor göz ufkuma. Ötüşü, Mevlana’dan:
“Dünle beraber
Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım .”
Takvimler 2014’ü gösteriyor geceden beri. Yeni bir yıl, yeni bir gün. Peki, bugüne, her şeye yeniden başlayabilmenin günü diyebilir miyiz? Doğrusu ben, masallardaki gibi, ”arılık duruluk” diyerek “cuump!” diye suya atlamayı ve ruhumun “karayük”lerinden kurtulmayı çok isterdim.
“Eliyor dünü bugünü
Işık parmaklı ailos
Topluyor ne varsa
İs gibi kara, karanlık…
Göğün sonsuzluğunda
Amansız,
Dişe dişe bir savaş
Damlalar dökülüyor
Duru, dupduru
Arınıyor kirinden
Dal, yaprak
Yeğnileşiyor ruhumuz
Nice bin yarına
Can verdikçe su ve toprak .”
Doğanın bu arınmasını, ya biz insanoğlu neden yapamıyoruz?
Yaşadığımız acıların, kırım ve kıyımların, yeni yıla girmekle dünde kalmadığını; varlığını bugüne taşıdığını, yarına da taşıyacağını hangimiz bilmiyor? Her günün omuzlarında bir dün, ufkunda yarın vardır dememiz bundan.
Ne var ki, dün, bütünüyle kötülüklerin anası, yarın da iyilikler getiren melek değil. Öyleyse her yılbaşında, saatler 12.00’yi gösterirken eski yılın ihtiyar bir cadı kadın, yeni yılın da ışıklar saçan prenses olarak sunulması kadir bilmezliğimiz midir?
Umut…
Ah bizim arsız sevgilimiz! En zor zamanlarda bile hep kendimizi hayata bağlayan bir bahane, gerekçe yaratıveriyoruz.
Yanlış mı? Hiç de değil. Varlığın sürekliliği için olmazsa olmazlardan.
“Söyle falcı,
Varsın yalan olsun ne çıkar
Hoşlanıyorum ya!”
dizelerini söylediğimde ayakları yerden kesik bir yeni yetmeydim. Aradan geçen bunca yıl sonra değişen ne? Hâlâ doğan günden, yeni güzel şeyler ummam hayalperestlikle açıklanabilir mi?
“Es reden und träumen die Menschen viel
Von bessern künftigen Tagen
Nach einem gluclichen, goldenen Ziel.”
İlerde gelecek daha iyi günleri
Söyler, hayal eder insanoğlu hep;
Saadet ve parlak mutluluk izleri ardından
Koşar durur, yorulmadan
Yaşlanır dünya, eskir, sonra yine gençleşir
O ise bir gün dünya düzelecek diye umutlanır.
Onu umut bağlar hayata.” (Çev. Nevin Selen)
Schiller de “HOFNUNG” yani “ UMUT” demiş yüzyıllar önce.
“Eğer” ve “keşke” sözcüklerini sevmem. Birinde, geleceği koşula bağlama; ötekinde, olmuşun yası vardır. Bu yüzden “umut”un, “keşke”yle de, “eğer”le de arası iyi değildir. O, ne geçmişe tutsaktır, ne de geleceği olmazsa olmaz koşullara bağlar.
Alphonse de Lamartine de “GÖL” şiirinde:
“…
Nafile isteyişim geçen saniyeleri:
Akıp gidiyor zaman;
Geceye; daha yavaş deyişim boş; tan yeri
Ağaracak birazdan.
Sevişmek! Hep sevişmek…
Akıp giden saatin kadrini bilmeliyiz
İnsan için bir liman yok, sahil yok zaman için
O geçer, biz göçeriz.
…”
derken, zamanın sürekliliğini, ardıllığını anımsatır bize. Zaman, “an”lar tümlemesidir. Önemli olan “O geçer”ken yüzümüzün sevgiye, sevince dönük olmasıdır.
Her yılbaşı dünyamız için bir kilometre taşı. Unutmayalım ki insanlığın geleceğini, yılların dünyamıza yüklediği çöpler belirliyor. Bu bakımdan, daha yaşanası bir dünyayı 2015’e taşımak için 2014’te, daha hakbilir, paylaşımcı, tokgözlü olmamız gerektiği açıktır.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Sonsuz Ufuklara Doğru |
|
Eski şehrin sabahı sisliydi. Hava aydınlanmaya başlamıştı. Ovaların ardından doğan güneş, ışınlarını kılıç gibi kullanarak sisi dağıtıyordu. Sis dağıldıkça gökyüzündeki siyah kuşlar, büyük okulun çatısında toplanıyordu. Eski şehrin kuşlarıydı onlar; kara kargalar… Simsiyahtı renkleri. Siyah boncuk gözlerinde küçük siyah aynalar vardı. Bakışlarında ise bilgiçlik… Bir tanesi diğerlerinden daha iriydi. Başları olmalıydı. Hesap soran bir insan nidasıyla kanatlarını sırtında sıkıca kavuşturmuş, kargaların arasında yürüyordu. Birden bire arka tarafta duranlardan kısa süreli çığlıklar yükseldi; ama hiçbiri uçmadı. Konuşuyorlardı bir şeyi. Kargaların mahkemesi vardı bu sisli günde. Sonra bir hareketlilik, bir kıpırdanma… Birkaç tanesi yer değiştirince ortalarında bir karga göründü. Bu karga hepsinden farklıydı; zayıftı, bakışlarındaki ışık sönmüştü, gözleri siyah değildi, buğulu ve griydi. Düşünceli bir şekilde başını öne eğdi. Suçlanıyordu bir şey için. İri olan karga, zayıf kargaya yaklaştı. Nefretle bakan siyah gözleriyle meydan okuyordu, yargılıyordu gri gözlü kargayı. Bir anda bütün kargalar bağırmaya başladı. Bu an, karar anıydı! Kanatlarını kaldırdılar uçmaya hazırlanmak için. Haber vereceklerdi o gün puslu şehre, gri gözlü karganın idamını.
***
Güneş doğarken bahar vakti Edirne’ye, Selimiye camisinin minareleri kıvılcım olur, kubbesi alev topu… Selamlığında uyuyan güvercinler uyanır ve uçuşurlar lale bahçelerinde. O bahçeler ki ulu ağaçların gölgelerinde nazlı şarkılar söylerler geçmişe dair. Bahçeleri dolduran renkli çiçekler, tek tek silkeler yapraklarında biriken çiğ damlalarını. Meyve ağaçlarının dökülen beyaz yaprakları, tatlı bir rüzgarla kelebek gibi uçuşurlar toprağa. Güneş ışığı, söğütlük mesiresini ususl usul uyandırır, Karağaç’ın taşlı yolunu aydınlatır. Rüzgar, şarkı söyletirken uzun kavak ağaçlarına, Meriç nehrinin yeşil suyunu sessizce dalgalandırır. Uyanır bu şehirde uyuyan her şey… Tombul serçeler bir yudum su için doluşurlar sokaklardaki taş çeşmelerin havuzlarına. Eski kokan sokaklar canlanır Arnavut kaldırımlarında yürüyen insanların sesleriyle. Ahşap evlerin kapılarına değince güneşin izleri, tozlu camlarından bakar yeni günü görmek için yaşlı sahipleri. Sabun kokusu yayılır sokaklara, süpürürler erkenden evlerinin önlerini aynalı süpürgeleri ile bu şehrin kadınları. Yorulunca otururlar merdiven başına ve seyrederler kendilerini süpürgenin süslü aynalarında. Kediler uyanır terk edilmiş evlerde, evin ruhları tüm gece okşamıştır tüylerini. Bu evler, şehrin tarihine şahit, anlatmak isterler buraya gelen ziyaretçilere bildikleri hikayeleri. “Günaydın” demek isterler yoldan geçenlere, tozlu ve kırık pencerelerin demir parmaklıklarından uzanarak.
Böyle bir bahar sabahı uçtu gri gözlü karga, siyah kanatlarını açarak. Güneşin doğuşunu seyretti yeşil şehrin üzerinde… Mavi gökyüzü öyle güzeldi ki özgürlüğünü hissederek uçtu yükseklere doğru. Rüzgara karşı yumdu gözlerini, daha da yükseğe uçtu. Meriç Nehri’nin yılan gibi nasıl uzandığını görmek istedi… Nefesi daralınca aşağıya bıraktı kendini. Yorulmuştu, kanatlarını çırpmıyordu çok fazla. Bir yıldırım gibi toprağa doğru indi ve sonra açtı kanatlarını. Rengarenk lalelerin olduğu cami bahçesine konduğunda güvercinler uçuşuverdi. İnat değil mi? Güvercinlerin peşlerine takıldı, onları yakalamak ister gibi. Sonra kondu Selimiye’nin minaresine. Oradan seyretti nazlı bir kız gibi uyanan şehri. Ve birden bire fark etti yanındaki güvercini. Pırıl pırıl tüyleri olan güvercin, sessizce duruyordu, uçmamıştı ondan korkarak. O da seyrediyordu uyanan şehri, güneşin doğuşunda. Karga baktı ona ve yüreğinin sıcaklığını hissetti:
-Merhaba dedi.
Güvercin ince sesiyle karşılık verdi.
-Neden arkadaşlarının yanında değilsin? diye sordu karga.
-Ben bilmem ki? Burada, bu şehri seyretmeyi seviyorum, dedi güvercin. Belki de yalnız olmak… Herkesten uzak, her şeyden…
-Arkadaşlarından bile mi? diye sordu karga.
-Evet, dedi güvercin.
-Ben de öyle! dedi karga. Onlar hep birlikte uçarlar, ben ise yalnızlığı seviyorum. Bir de tam burada, bu şehri seyretmeyi… Ne çok ortak yanımız var! dedi karga.
Güvercin işte o zaman ilk defa gülümsedi. İkisi de konuşmadan seyrettiler uyanan şehri. Sonraki sabah, bir sonraki sabah ve daha sonraki sabahlarda buluştular cami minaresinde. Karga aşık olmuştu güvercinin tüm güzelliğine, kendi çirkinliğinden utanarak. Güvercin de sevdalanmıştı kargaya, yasak olduğunu bilerek. İki sevdalı kuş, her günün sabahında güneşin doğuşunu seyrettiler ve süzüldüler nehrin üzerinde, söğütlük mesiresine kanat açtılar. Gün batımında gökyüzünü saran kızıllığın derinliğinde, güneşin peşinden gitmek ister gibi uçtular kanatlarını birbirlerine değdirerek. Hava karardığında, uzun kavak ağaçlarının sallanan dallarına kondular ve nehir sazlarının fısıltılı şarkılarını dinlediler geceleri.
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
KAHVERENGİ BİR ÖYKÜ
Çengelköy’de közde kahve yapan bir cafedeyiz. Burası gerek manzarasının güzelliği gerekse kahvesiyle meşhur bir yer. Kendi ürünleri olan kahveyi tanıtma ve sunma şekilleri de mükemmel.
Böyle tertemiz bir ortamda denizle beraber kahve keyfi yapmak herkesin istediği bir şey olsa gerek!
Daha önce Prag’da dolaşırken penceresinde sardunyalar olan küçük bir kafede aynı güzel kahve tadını tatmıştım. Burası Prag’nın kafeleriyle ünlü bir caddesiydi.
Buradaki kafeleri gördükten sonra, cafe kültürünün ilk olarak Avrupa’dan çıktığını anlayabiliyorsunuz. Her köşe başında kadınlı-erkekli insanların oturduğu çok güzel kafeler var.
Bizde böyle güzel bir cafede mola verip, kısa bir süreliğine de olsa oturmuştuk. Oturduğumuz yerin güzelliğinden mi? yoksa içtiğimiz kahvenin tadından mı olacak bilmem ama orasını hala unutamadım.
Tabii oradaki içtiğimiz kahvenin adı buradaki gibi “Türk Kahvesi” değildi. Kahve kültürünün bir de böyle özelliği var, bulunduğu yere göre, farklı tatlar ve isimler alıyorlar.
Avrupa'da café, caffe, koffie, coffee, Kaffee gibi isimler almışken, bazı Avrupa ülkelerinde de; “kara çorba” diye bilinmektedir. Bunun yanında Arap ülkelerindeki ismiyse; "qahwah " dır. "Qahwah " Kahve ağacının ilk bulunduğu yer olan Habeşistan'ın Kaffa yöresinden gelmektedir.
Brezilya, Vietnam, Kolombiya ve Orta Amerika kökenli olan kahveler güğüm ve cezvelerde pişirilerek; “Türk Kahvesi” ismini alır ve Kütahya porselen fincanlarıyla da ikrama hazır hale gelirler.
Ülkemizde satış noktası olarak, bütün dükkânlarda rahatça bulabileceğiniz kahvenin asıl mekânı Tahtakale'dir. Buradan bütün Türkiye’ye yayılan bir ağla dağıtımı yapılmaktadır.
Kahve ve kahvecilik arasında önemli bir bağ vardır. Bu bağ tarihi Çınaraltı Sohbetleri’ne kadar uzanır. Bu da şiir ve edebiyat sohbetlerinin vazgeçilmezinin kahve olduğunu göstermektedir.
Farklı tatlara sahip olan kahvenin ilginç bir özelliği daha vardır. Kahve çekirdeği yanardağın eteğinde yetiştiriliyorsa kül gibi muz ağacının gölgesinde yetişiyorsa da aroma gibi bir tada sahip olur.
Dünyada en çok Brezilya’da üretilen bu kahverengi mucizevi bitki; bizim fal bakıp eğlenmenize hatta; “falda da çıkmıştı bak oldu işte!” dedirtecek kadar da çok sevinmenize yol açmaktadır.
Basit bir içecek olarak gördüğümüz, acısının kırk yıl hatırı olan bu kahverengi dostumuz, ruhumuzu taa derinlerden etkileyip, yapılan iyiliklerin unutulmamasını sağlar...
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Rönesans’ta Bilim ve Bilimsel Düşünce Üzerine I |
|
Bilim, hem sistematik bir bilgi kümesi, hem de belirli bir konuyu bilme isteğinden yola çıkarak belirli bir amaca yönelen bir bilgi edinme ve yöntemli araştırma sürecidir. Bilimsel bilgi, genel geçerlilik ve zorunluluk iddiâsına sâhiptir ve belirli bir problem alanıyla ilgili soru ve açıklamaların nesnel bağlamını içerir. (Akarsu, 1998:36) Târih boyunca bilimlerin sınıflandırılması, çeşitli incelemelere konu olmuş ve bu sınıflandırmalar, bilimlerin yöneldikleri amaç (kuramsal ve pratik bilimler), inceledikleri konular (reel ve ideal bilimler), bilgi kaynakları (deney ve us bilimleri), kullandıkları yöntemler (doğa ve tin bilimleri) üzerinden yapılmıştır. (1998:36)
Cemâl Yıldırım’a göre bilime, “kendine özgü entelektüel bir girişim, olgusal dünyâyı tanımaya ve açıklamaya yönelik bir arayış” olarak bakmak mümkündür. Bilim, aynı zamanda da kendine özgü norm ve davranış biçimlerine bağlı, işbirliğine dayanan sosyal bir kurumdur. Olgusal bilimlerde, dünyâda olup bitenleri betimleme, açıklama ve öndeyide bulunma esastır ve bu bilimlerde ortaya konan önermeler, olgusal içeriklidir; doğrulukları ve geçerlilikleri de olgusal verilerle sınanır. Yâni, olgusal verilerle doğruluk ve geçerlilikleri tespit edilemeyen hiçbir önerme, bu bilimlere konu olamaz. (Yıldırım, 1997:11)
Formel bilimler (mantık ve matematik) ise olgusal dünyâya değil, saf düşünce alanına âittir ve olgusal içerikten yoksun oldukları için, bu şekilde sınanabilmelerine de imkân yoktur. Bu da olgusal geçerlilik ve mantıksal geçerliliği birbirinden ayırmayı gerektirir. Olgusal geçerlilik, olgusal bir önermenin, olgusal verilerle uygunluğudur; mantıksal geçerlilik ise formel bilimlerde kullanılan önermelerin, varsayılan belirli birtakım ilke ve/veya öncüllerden çıkarsanmasıyla sağlanır; ispatlanmış her önerme, aksiyom veya postulat denilen ilkelerin zorunlu sonucudur. Bu tür bir önermeye, matematikte teorem de denir. (1997:12)
Diğer taraftan, olgusal bilimler de kendi içinde ikiye ayrılır; doğa bilimleri (fizik, kimyâ, biyoloji, astronomi, vb.) ve insan bilimleri (psikoloji, sosyoloji, antropoloji, vb.). Fakat bu ayrım, kesin bir sınıra dayanmamaktadır; örneğin psikoloji, davranış bilimi olarak kimi zaman doğa bilimleri başlığı altında da ele alınabilmektedir. Üstelik târih, siyâset ve ekonomi gibi çalışma alanlarının bilimsellik iddiâları konusunda da farklı değerlendirmeler görülmektedir. Doğa bilimlerinde nesnel deney ve gözlem süreçlerinin varlığına karşın insan bilimlerinde bunların olmaması, bu bilimlerin geçerlilik iddiâları hakkında da bâzı şüpheleri berâberinde getirmektedir. (1997:12)
Antik dönemde Grekler, Mısır ve Bâbillilerin deney ve gözlem sonuçlarını incelemiş ve bunları ispâta yönelmişlerdi. Bu ispat çalışmaları, edindikleri bilgilerin sistematik bir biçimde düzenlenmesini ve teorik bir çerçeveye oturtulmasını berâberinde getirmiş ve bu da matematik ve geometriyi bir bilim olarak kurmalarına izin vermişti. Bu alanlarda temel kavramların oluşması da yine bilimsel düşüncenin doğuşuyla başlamıştı; kavramsal yapı, bilimsel bilgilerin sistematik bütünselliğini sağlayarak Mısır ve Bâbil medeniyetlerinin birbirlerinden kopuk deney ve gözlem sonuçlarını düzenlemeyi olanaklı kılıyordu. (Ural, 2000:93)
Bu medeniyetler örneğin, ? sayısına ilişkin doğru tespitler yapmışlar, dik üçgenin açı ve kenarlarına ilişkin özelliklerini tespit etmişler; dairenin ölçüsünün 360 derece, bir günün 24 saat, bir saatin 60 dakika ve bir dakikanın da 60 sâniye olduğunu tespit etmişlerdi. Fakat bunlardan hareketle, doğa olaylarına bütüncül bir açıklama getirebilecek bir bilimsel düşünce geliştirmeyi başaramamışlar; farklı alanlardaki kazanımları ortak bir paydada birleştirememişlerdi. Başka deyişle, özellikle de geometri alanında Mısır ve Bâbil medeniyetlerinde önemli birtakım başarılara imzâ atılmış olsa da teoremleri bulan ve bunları ispat edenler, Grekler arasından çıkmış ve bu da bu alanlara Greklerin damgasını vurmalarını sağlamıştı. (Yıldırım, 1997:168-9)
Geometrinin aksiyomatik bir dizge hâline gelmesinde en önemli katkıyı ise şüphesiz ki, Euklides yapmıştı ve târih boyunca Euklides geometrisi, dedüktif düşüncenin en çarpıcı örneklerinden biri olarak zirvede tutulmuştu. Dahası Aristoteles, Grek-Latin dünyâsı için vazgeçilemez bir önem kazanmıştı; çünkü, deney süreçleri ve düşünme süreçlerinin olanaklı en geniş sistematik birliğini sağlayıp tüm bilimsel kazanımları metafizik birtakım ilkeler etrâfında örgütleyerek bilimler sistematiğini kurmuştu. Daha sonra da Archimedes, Aristarchus, Hero ve Batlamyus, Grek dünyâsının Helenistik dönemde en fazla itibâr gören isimleri hâline geldi. (Ural, 2000:98-9)
Bununla birlikte, ilk dönem Grek düşüncesinde, bilim ve Felsefe arasında herhangi bir ayrım yoktu; düşüncenin odağına yerleştirilen arkhe tartışması, evrenin temel niteliğini ve nesnelerin tözünü belirleme çabasını ifâde ediyordu. Bu ise disiplinler arası çalışmaların önünü açmış ve tüm bilimsel düşüncenin ortak bir paydada birleştirilmesini gerektirmişti. Zamanla kuramsal yön, deneysel yönün oldukça ötesine geçmiş ve bilginin aristokrasiye özgü bir sınıfa tâbî kılınması, bilimin ve bilimsel bilgilerin farklılaşmasını engellemişti. Greklerde geniş halk kitleleri, kol gücüne dayalı ağır işlerde çalıştığı için bilim ve Felsefe’den uzak tutuluyordu.
Yukarı kesim ise hem toplumsal ve ekonomik gücü, hem de bilimsel ve felsefî bilgiyi kendi tahakkümlerinde bulunduruyordu. Ancak Helenistik dönemde, bilimsel/felsefî çalışmalarda önemli bir tavır ve yöntem değişikliği dikkat çekiyordu; metafizik spekülasyonlara artık itibâr edilmiyor, bilimsel gelişmelerin pratik sonuçları üzerinde durulmaya başlanıyor ve çalışmaların ağırlık merkezi, teknik gelişmelere kaydırılıyordu. Archimedes’in hidrostatiği ve kaldıraç yasası, bu çalışmaların motor gücünü teşkil etmekteydi. (Yıldırım, 1997:170-1)
Diğer taraftan, Aristoteles’in en çok önem verdiği bilim biyolojiydi ve canlıların sınıflandırılarak birbirleriyle ilişkilendirilmesi, mantıktaki çalışmalarını da biçimlendiriyordu. Bu nedenle Aristoteles, matematik bilimine ve sembolik ilişkilere uzak duruyor, biyoloji temelinden hareketle ereksellik düşüncesi geliştiriyor, sıkı geçerli nedensellik ilişkilerini konu edinmiyordu. Üstelik, Aristoteles için bilim ve Felsefe’de, doğruluğu apaçık ortada olan birtakım ilke ve öncüllerden hareket etme şartı vardı ve göksel cisimlerin devinimlerinin çembersel olduğu düşüncesi ona, kendiliğinden apaçık görünüyor; buna ilişkin maddî bir kanıt bulma çabası içine girmiyordu.
Nitekim, başladığı yerde biten hareket, en yetkin hareketti ve göksel cisimlere de ancak böyle bir hareket uygun düşebilirdi. Yâni, mantık bilimine uyguladığı soyut yöntemleri Aristoteles, astronomi ve fizik gibi olgusal bilimlere de uygulamış ve bu alanlarda deney ve gözlemin önemini yadsımıştı. Grek düşüncesinde matematik, geometri ve astronomin deneme-yanılma yöntemine dayalı bir alan olmaktan çıkıp bir bilim hâline gelmesi, Aristoteles’le kesintiye uğramış ve ispâtı mümkün olmayan –hattâ, gerekli bile görülmeyen– “nous”, “logos”, vb. spekülatif kaynaklara başvurulmuştu. Bu kaynakların sorgulanmaya başlanması içinse Rönesans’a kadar beklenecekti. (1997:171)
Helenistik dönemin en önemli temsilcilerinden biri olan Batlamyus’a göre yer maddesi ve gök maddesi, birbirinden yapıca farklıydı ve birini diğerine indirgemek mümkün değildi. Yer maddesi ateş, hava, toprak ve sudan oluşuyor ve yok olmuyordu; gök maddesi ise maddî bir töz değildi ve ortadan kalkma özelliğine sâhipti. Devinimin ise doğal ve güçlü olmak üzere iki nedeni vardı; bütün cisimler uzayda, güçlü bir biçimde yerlerinden kopar ve aynı yere ulaşmaya çalışırdı. Fakat doğal devinim, yalnızca gök maddesine özgü biçimde eksiksiz ve kalıcıydı; başladığı yere döner ve sonra, tekrar devinime başlardı. Güçlü devinim ise geçiciydi ve doğrusal yöndeydi; bu devinimin, bir başlangıç ve bitiş noktası vardı. (Sencer, 1998:16)
Yer maddesinin bu özellikleri, ay altı evrende hareketi, cisimlerin doğal yerlerine doğru sevk ediyordu. Bu sistemde dünyâ, evrenin merkezinde sâbit olduğu gibi, göksel nesneler de dünyâ çevresinde yetkin bir biçimde dönmekteydi. İnsan, bu evrenin merkezinde yer almakla ve ona bu özel konumu bahşeden Tanrı tarafından ödüllendirilmekteydi. Batlamyus, “evrenin merkezinin yer olduğunu ileri sürerken, şu nedenlere dayanmıştı: Evrenin merkezine doğru devinmesi düşünülen cisimler, yerin merkezine doğru devinirdi ve gök küresi bütün yıl, her yönden aynı uzaklıkta görünmekteydi.” (1998:18)
Batlamyus sisteminde yıldızlar, dünyâyla aynı merkezli bir küreye yerleşmişti ve tüm gök cisimleri, kendi kürelerine sâhip bir biçimde birbirlerine bağlıydı. Merkez noktaları dünyânınkiyle aynı olsa da eksen ve dönüş yönlerindeki farklılıklar, bu kürelerin hareketlerini belirliyordu. Ayrıca düşen cisimler, dünyânın merkezine göre devinirdi ve dünyâ, yerinde sâbit bir biçimde durmaktaydı. Dünyânın hareket hâlinde olması, düşen cisimlerin devinimlerinde de kaymaların meydana gelmesine yol açacak ve doğrusal hareket, olanaksız hâle gelecekti. Üstelik gök küresi, yıl boyunca her yerden aynı uzaklıkta görünüyordu ve dünyâ hareket hâlinde olsaydı, gökyüzündeki cisimlerin düşmemesini sağlayan düzenekler bozulurdu. (Ural, 2000:215-6)
Ne var ki, deney ve gözlemlerle yapılan sistematik incelemelerin sayısındaki artışla birlikte, gezegenlerin yörüngeleri konusunda birtakım “sapmalar” tespit edildi ve bu küreler arasında başka birtakım kürelerin daha olduğuna inanıldı. Batlamyus sisteminden duyulan rahatsızlıklar ise on üçüncü yüzyılda doruk noktasına ulaşmış ve bu dönemde Alfonso, “Evreni yaratırken Tanrı bana danışsaydı, ona iyi akıl verebilirdim!” demişti. Bu bağlamda Rönesans’ta, bilim ve bilimsel düşüncede iki temel nokta dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki, doğanın bir geometrik plâna göre ve matematik diliyle tasarlanmış olduğu kabûlü; ikincisi ise kusursuz bir makine olduğu inancı.
Geometri ve matematik temelinden hareket eden bilim insanları artık, gerek hipotezlerini betimlerken, gerekse de ispâta yönelirken bu makine düşüncesine bağlı kalıyordu. Doğa, bilinmezliklerle dolu bir yer değildi ve doğru bir yöntem bulunursa, doğanın bilgisi mümkündü. Doğadaki mükemmellik, doğru yöntemle birleştiğinde bilimsel nesnelliğin sağlanmasını olanaklı kılacaktı. Bilimsel çalışmalara katılan araştırmacılarının sayısındaki artış ise bilimsel düşüncenin belirli kesimlerin güdümünde kalmasını engelleyecek ve bu da bilimi, yaşamın hemen her alanında baş köşeye oturtmakla sonuçlanacaktı. Geniş halk kitlelerinin bilimsel gelişmelere artan ilgisi, bilimi de yüksek bir değer hâline getirecekti. (Westfall, 1998:1-3)
Cemâl Yıldırım’ın da altını çizdiği gibi, “Rönesans kafası cennet, cehennem gibi sorunlarla ilgilenmekten vazgeçmiş, gözlerini gerçek dünyâya çevirmiştir. Onun için insanın başka bir dünyâdaki geleceği değil, yaşadığı dünyâdaki sorunları ve temel değerleri, ön plâna geçmiştir. Teoloji ve onun hizmetindeki Skolastik felsefe yerini, gerçeklere dönük özgür araştırma ve öğrenme çabasına bırakmıştır.” (Yıldırım, 1992:78) Bunların sağlanmasında ise bilimsel bilginin yalnızca niceliklerin bilgisiyle sınırlı olduğu, nitelikleri bilmenin olanaklı olmadığı, bilginin genel yasa önermeleri içinde dile getirilebileceği ve bunun yönteminin de tümevarım olduğu gibi kabûllerin payı, kuşkusuz büyük olmuştur.
İmdi, bugünkü anlamıyla modern bilimin temelleri, on altıncı yüzyılda Kopernik’le atılmıştır; Kepler ise Kopernik’in sistemini matematiksel olarak ispâta yönelmiş, Galilei de matematiksel ve deneysel yöntemleri birleştirmiştir. Newton’a gelindiğinde ise Rönesans’ın bilim alanındaki tüm kazanımları sentezlenmiştir ki, bu gelişmelerin ardında, hümanistlerin katkıları da büyük olmuştur. Nitekim, John Henry’nin de belirttiği gibi hümanistler, “‘insan şerefi’ni kaygı edindiklerinden, fiilî hayâtın (vita activa) önemini vurguladılar ve geleneksel Skolastik eğitimde methedilen tefekkür hayâtından (vita contemplative) ahlâken daha üstün gördükleri toplum için iyi (pro bono publico) adına yaşadılar.
Her ne kadar başlangıçta, hitâbet yeteneğini ve toplum hayâtı için faydalı saydıkları diğer yetenekleri arttırmak için kullanışlı gördükleri edebî eserlerle ilgilenmişlerse de daha sonra dikkatlerini Felsefe’ye; hattâ, matematik eserlerine çevirdiler. Hümanist öğrenimin etkisini anlamanın iyi bir yolu, içeriğini Avrupa’daki sanat bölümlerinde öğretilen geleneksel Aristotelesçilikle ilişkisi açısından ele almaktır. Hümanistlerin, Diogenes Laertius’un Filozofların Yaşamı ve Cicero’nun Tanrıların Doğası Üzerine gibi eserleri keşfi, Ortaçağ boyunca en üstün otorite hâline gelen Aristoteles’in hiçbir şekilde tek filozof olmadığını; hattâ, Antikler tarafından da filozofların en büyüğü olarak görülmediğini ortaya çıkardı.
Aralarında Platon, Yeni Platoncular, Stoacılar ve Epicuruscülerin de bulunduğu diğer filozofların eserlerinin keşfi de geniş bir nüfus sahası bulunan Aristotelesçiliğinin dışında yeni seçeneklerin oluşmasına kaynaklık etti.” (Henry, 2009:11) Henry, görüşlerini şu şekilde sürdürür: “Özellikle hümanistlerin reformist fikirleri sâyesinde, bilim devriminin kökenlerine varıyoruz. Devrimin en çarpıcı üç boyutu ise dünyânın işleyişini anlamada matematiğin daha fazla kullanılması, hakîkati bulmak için deney ve gözleme yapılan yeni vurgu ve doğa bilgisinin faydalı olması gerektiğine ilişkin (önceleri nispeten daha basit matematik ve büyü uygulayıcılarıyla sınırlı kalan) tavrın yaygınlaşmasıdır.” (2009:13)
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|