Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 12 Sayı: 1.997

 17 Ocak 2014 - Fincanın İçindekiler


  • ÇAMUR, ÇÖKELEK VE MARTAVAL -3- ... Seyfullah Çalışkan
  • “YAŞADIM” ... Hamdi Topçuoğlu
  • KARANLIK ... Nevriye Hamitoğlu
  • Rönesans’ta Bilim ve Bilimsel Düşünce Üzerine III ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Takkeyi önünüze koyup düşünün?!...


    Saçma bir haftayı daha geride bıraktık. Yapılan haysiyetsizlikleri elimizin erdiği her ortamda dile getirmekten bıktık usandık. Kendimiz çalıyoruz kendimiz oynuyoruz, ona şüphe yok. Baksanıza, ne olursa olsun, biz ne dersek diyelim, o ne görürse görsün, gene çıkıp "Allah'ın tüm vasıflarını taşıyan lider." diyebiliyor andavallının vekili. Hayır, sonra hükümetin sözcüsü mü ebesi mi belli olmayan bir meymenet fakiri de çıkıp onu savunuyor; "Allah'ın arzu ettiği tüm vasıfları taşıyan demek istemiş." diyor. Sanki, kefene sarılıp karşılamaya gelen, "Öl de ölelim" diye nara atanlar bunlar değilmiş gibi, minareye kılıf hazırlıyor. Sosyal medyadan vekil benzerine cevap verdim, okuduysa tabi, "Ben seninle aynı Allah'a inanmıyorum arkadaş!".

    Bu yaşıma geldim, 80'den bu yana oy kullanıyorum, en hareketli dönemleri olayların göbeğinde yaşadım ama böylesine aşağılık, böylesine kepaze, böylesine cıvık cıvık bir döneme rastlamadım. Allah adını dillerinden düşürmeden, din satan bu merdiven altı siyasetçilerinin memleketi sürükledikleri uçurum vahim. Ancak daha vahimi, bunların eteğine iliştirilmiş oy makinaları. "Camiye yardım" adı altında, kutularla iane toplanmasına, o kutuyu sorgusuz sualsiz doldurmaya ve hesabını hiç sormamaya alışmış, efsunlanmış bir toplum, ne yazık ki, ayakkabı kutularına sığdırılan milyonlarca doların, Allah yolunda harcanacağına da inanıyor.

    Muhabir Beyoğlu'nda nabız yoklamaya çıkmış, elindeki mikrofonu orta yaşlı bir çifte uzatıyor. "Yerel seçimlerde kime oy vereceksiniz?" diye soruyor. Adam, "Ben akepeliyim,onların adayına vereceğim." Kadın da kocasına gülümseyerek bakıyor ve mikrofona; "Ben de akepeliyim, oyum onlara. Ama keşke biraz zam yapsalar. Aldığımız 700 lira, etin tadını unuttuk. Geçinemiyoruz, bizi düşünsünler istiyoruz." Durum aynen budur arkadaşlar. Başherifin bunlara cevap diye saydıkları, yeşili katlederek açtıkları duble yollar, HES'ler, tek sanayi yatırımı yapmadan gelen sıcak parayla şişirilen gayri safi milli hasıla. Ve bu saf salak millet, en cahilinden en okumuşuna, çarpılmaktan korktuklarından olsa gerek, bu din tacirlerinden oylarını esirgemiyorlar.

    Görünen o ki, bu yüzsüzler seçime kadar böyle yalan dolanla, ona buna saldırmakla işleri götürecek, seçimde alacaklarını umdukları oylarla da ahlaksızlıklarını beraat ettirip, Dünya işlerine kaldıkları yerden devam edecekler. Velhasıl bu seçim önemli seçim. Ahlaksızlar kanadının hangi olanakları kullanarak seçmeni sandığa taşıyacağını, ölülere bile oy kullandıracağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Yaptıkları yapacaklarının teminatıdır. O halde, bunlardan illallah diyenlerin de o sandığa koşmaları ve bu düzenbazlara hadlerini bildirmeleri gerekir.

    Oysa görüyoruz, duyuyoruz ki, muhalif kanat tarafından kurulan "Evet bu herifler gitsin ama ben CHP'ye de güvenmiyorum, onun için oy kullanmayacağım." ya da "Nasılsa birşey değişmeyecek, o halde ben de şu partinin şu adayını destekleyeceğim." cümleleri, bu madrabazların ekmeğine yağ sürmekten başka anlam taşımayacak. "Oyumu şu aday için kullanacağım." diyenlere saygı duyuyorum. Ama bir kereliğine takkeyi öne koyup düşünmelerini öneriyorum. Hiç olmazsa, seçilme şansı en yüksek olana destek vermelisiniz diyorum. Seçim sistemimiz bu. Değiştirmeye gücümüz yetmediğine göre, o tek ama çok değerli oyumuzu bu madrabazların defolup gitmesi için tek partide birleştirmek, hiç olmazsa bir dönem için kredi tanımak doğru olmaz mı? "Ben protesto edeceğim ve oy kullanmayacağım." diyenlere de tek cümlelik bir cevabım var; "İyi b.k yiyeceksin."

    Kimilerinin savaş dediği, benim taht kavgası olarak nitelendirdiğim akepe-cemaat çekişmesini sevgili Ergin Asyalı pek güzel resmetmiş. Yüreğine sağlık. Umarım, önümüzdeki günler bizi kafamıza taş yağacak hallere düşürmez, en azından bu halimizi muhafaza ederiz. Kalın sağlıcakla.



    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      ÇAMUR, ÇÖKELEK VE MARTAVAL -3-

    Çamur Kadir bir şeyler anlatıp duruyordu ama ben dinleyecek halde değildim. Çökelek Osman’da birkaç dakikada bir araya girip onu sabote etmesine rağmen o bildiği telden çalmayı sürdürüyordu. Hepimiz yarı sızmış haldeydik. Dinlediğimizi sanan Çamur Kadir gittikçe artan bir hevesle bir yandan sallıyor, öte yandan yazıyordu. Gecenin yıldıza, yıldızların denize ve Çamur’un palavralarına karıştığı bir vakitte Çatlak Hasan çıkıp geldi. Azıcık eğilip kucağındaki bira şişelerini kuma bırakıverdi. Pantolonun paçası yırtılmış, üstü başı toz toprak içindeydi. Yanağında incecik kandan bir çizgi vardı. Daha biz sormaya fırsat bulamadan kendisi anlatmaya başladı. Köprünün orda yazlıkçılardan birinin köpeği saldırmış bizimkine. Karanlıktı nerden çıkıp geldi göremedim, diyordu. Önemli olan pantolon değilmiş, biralara bir şey olmamış ya. Üstelik köpeğin ağzının payını vermeyi de unutmamış. Tekmeyi basınca viyaklayarak kuyruğunu kısıp kaçmış. Bu gece sahilde yıldızdan çok martaval var. Kalıbımı basarım tel örgülere takılıp düşmüştür. Gecenin bu vaktinde bu biraları nerden bulmuştu acaba? Soğutuculu bir dolaptan çıkmadıkları kesindi. Belki biraz içilecek hale gelirler diye umut ederek birkaç şişeyi alıp denize bıraktım. Çatlak kumların üzerine oturup şişelerden birini açıp içmeye başladı.

    Şişeyi yudumlarken Çatlak’ın cep telefonuna bir mesaj geldi. Telefonunu cebinden çıkarıp bakarken ağlamaya başladı. Teyzem öldü benim, dedi. İki gözü iki çeşme… Teyzem öldü benim… Gecenin içinde boğazlanmaya götürülen danalar gibi böğürüyordu. Telefonu elinden alıp gelen mesaja baktım. “Günde 1 liraya lig tv keyfi. Üstelik kurulum hediye. Arayın gelip kuralım,” yazıyordu. Mesajı okuyunca aklım başıma geldi. Bu serseri ne zaman sarhoş olsa bunu yapıyordu. Kendine kederlenip ağlanacak yıllar önceden kalma eski bir keder buluyordu. Hem ağlıyor hem anlatıyor hem de çok çekilmez oluyordu. “Teyzem çok iyi kadındı. Beni severdi. Ömrü boyunca çalıştı, çabaladı. Yine de yoksulluk içinde öldü. Bir tek gün bile rahat yüzü görmedi fukura... Yoksuldu ama gururluydu. Hak etmediği sürece bir kuru yaprağı bile almadı. Gediz Ovasının bütün bağlarında, zeytinliklerinde, pamuk tarlalarında, tütün tarlalarında amelelik etti. Bir tek gün bile gıkını çıkarmadı. Güzel insandı benim teyzem. Şeker insandı… Rahat yüzü görmedin hiç yaşamamış gibi sessizce çekip gitti.” Adama durup dururken çatlak derler mi? Katlanmaktan, bitirsin diye beklemekten başka çare yoktu. Aklımdan kaldırıp gece gece denize atmak geliyordu. Bu sorunu çözmeye yetmezdi. Çünkü içimizde en iyi yüzen oydu.

    Çatlak ağlamaktan yorgun düşünce kumların üzerinde uzanıp kalıverdi. Uyudu galiba… Bizimkilerin sarhoşluğu delidir ama çekilmez değildir. En azından “öpeyim abi,” saçmalıklarına girmezler. Ayrıca hır çıkaran da yoktur. Bırakalı çok olmuştu ama ortalık durulunca canım acayip sigara çekti. Kalkıp Çökeleğin cebine uzandım. Onun da paketi boşalmak üzereydi. Paketi geri koyup çekilince bizimkinin inadı tuttu. Son kalan birkaç sigaradan birini bana zorla yatırdı. Sıcak şarabımdan bir yudum çektim. Sigaradan kocaman bir nefes… Ta yıldızlara kadar savurdum… Hava her saat biraz daha serinliyordu. Denizin nemi neredeyse bizi bile tuzlu fıstık gibi ıslatacaktı. Yine de hiç birimiz kalkıp gitmek istemiyorduk. İyice mayıştığımız halde kimse uyumak istemiyordu.

    Çatlak susunca Çamur Kemal’e gün doğmuştu. Anlattıkları artık iyice aklı zorlayacak seviyeye gelmişti. Az sonra kasabanın ortasına bir uçan daire indirse bile şaşırmayacaktım.”Mezarlıkta yaşadıklarımı gidip Kara Mustafa’nın babasına anlattım. Hacı dede sizden rahmet istiyor, iyilik istiyor dedim. Adam beni dinleyince önce donup kaldı. Sonra da gereken neyse yapalım dedi. O haftanın Cuma gecesi evde kazanlar kaynatılıp Hacı İbrahim’in ruhuna mevlit okundu. Kadınlar ve erkekler ayrıldı. Hocalar evin avlusunda orta yere yerleştirildiler. Ortalık ana baba günü kadar kalabalık oldu. Mevlüt’e Hacı’nın torunu Cemile ‘de gelmiş. Yanında biri oğlan öteki kız iki de bebesi var. Sigara içmek için avlu kapısından azıcık çıkayım demiştim. Baktım peşimden bu da gelivermiş. Eski defterleri karıştırmaya pek de hevesli üstelik. “Kemal ben seni hiç aklımdan çıkarmadım, biliyor musun? Seni hala seviyorum. Hala bende gönlün varsa her şeyi bırakıp seninle kaçmayı bile göze alırım,” dedi. Senin yavruların var. Evin barkın var. Köprünün altından çok sular aktı. Ben senin bildiğin o eski Kemal değilim. Bunsa sene sonra ortaya çıkıp söylenecek laf mı şimdi bunlar. Hadi git işine. Evine ocağına, kocana sarıl,”dedim. Ağlayarak çekip gitti.

    Yalanın iyice zirve yaptığı, hikâyenin baştan aşağı Türk filmine bulandığı yere gelmiştik.

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    [Henüz Oylanmamış]
    0 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      “YAŞADIM”

    Bu hafta sonu Karaova'da Tepecik ve Kemer köylerimizdeydik.
    Köylülerimizin sofrasına oturduk. Onlarla halleştik. Fotoğraflar çektirdik.
    Yoksuldular; ama dosttular…
    Sessizdiler; çünkü kanaatin ve sabrın soy adıydılar.
    Fotoğraflara bakarken dilimden;

    “Yürüyordum: Ağlıyordu ırmaklar;
    Yürüyordum: Düşüyordu yapraklar;
    Yürüyordum: Sararmıştı yaylalar;
    Yürüyordum: Ekilmişti tarlalar.
    Bir ses duydum, dönüp baktım, bir kadın
    ...”

    dizeleri döküldü, ürperdim. Çünkü bu dizeler bundan tam 70 yıl önce bugün (14.01 1944) bu dünyadan göçen milli şairimiz Mehmet Emin Yurdakul'undu. O ki Türk şiirinde ilk kez "Ben bir Türk'üm" diyebilen şairdi.

    “-Ne o bacı?
    - Ot yiyoruz, n'olacak! ..
    -Tarlan yok mu?
    - Ne öküz var, ne toprak.
    Bugüne dek ırgat gibi didindim;
    Çifte gittim, ekin biçtim, geçindim,
    Bundan sonra...
    - Kocan nerde?
    - Ben dulum;
    Kocam şehit, bir ninem var, bir oğlum.
    - Soyun, sopun?
    - Onlar dahi hep yoksul!
    Ah Efendi, bize karşı İstanbul
    Neden böyle bir sert, yalçın taş gibi?
    Taşraların hayvanlık mı nasibi? “
    Aradan bir asır geçmiş.
    Değişen ne?
    Onlar benim insanlarım: Teyzelerim, emmilerim, kardeşlerim, oğullarım, kızlarım, … Elleri nasırlı,yürekleri pak.

    İster Hal Yasası'yla gelsinler, ister Toprak Kullanım ve Toplulaştırma Yasası'yla, isterse Büyükşehir Yasası'yla. El ele, gönül gönüle verince aşamayacağımız engel yok. Çünkü biz imecelerin, herfenelerin ruhunu canlandırmak için yola çıktık.

    Şubat ayı içinde Bodrum köylerimiz ürettiklerini, değerlerini İskele Meydanı’nda düzenleyeceğimiz “KÖYLER FESTİVALİ”nde tanıtacaklar. Onların sazını, sözünü dinleyeceğiz.

    Sonrası mı?

    Köyler turizmi başlayacak. Köylü ürününü köyünde satacak. Tüketici birlikleri vasıtasıyla bilinçli, duyarlı kentliler bizzat kendi denetledikleri ürünleri tüketecekler

    Hayal mi dediniz?

    Elbette hayal...
    Ama biz; “Hayalleri olmayanların ulaşabilecekleri gerçekleri yoktur” diyenlerdeniz.

    Mehmet Emin Yurdakul aynı şiirini,

    Yazık, sana ağlamayan şiire;
    Yazık, sana titremeyen vicdana,
    Yazık, sana uzanmayan ellere;
    Yazık, seni kurtarmayan insana!...


    dizeleriyle bitirmişti.

    Biz çıktığımız bu yolda, Tevfik Fikret gibi:

    Koşan elbet varır düşen kalkar
    Kara taştan su damla damla akar
    Birikir gümüş bir göl olur
    Arayan hakkı en sonunda bulur.


    diyoruz.

    Hele bir onların göz bebeklerinde umudun ve inancın ışığı yanmaya görsün. Ben o ışığın içinden geldim, gücünü çok; ama çok iyi bilirim. Bu hafta sonu o ışığı, bir kez daha gördüm. Üstelik dünden daha parlak ve daha kararlıydı.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    [Henüz Oylanmamış]
    0 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      KARANLIK

    Bugün bir ocak. Yeni yılın ilk günü. Bursa yolundayım. Yeni yılın ilk gününde mutlu olmam gerekir, ama hiç değilim. Yüreğimde karanlık bir ağrı var. Hayat ne garip, bir yandan yaşam mücadelesi, bir yandan hayatın bitiş noktasının olduğu dakikalar… Uzun yolların yolculuğunu özlemişim, gözlerim düşüncelerimle birlikte etrafta. Pendik Yalova vapuruna biniyorum. Deniz durgun, dalgasız ve bir o kadar da gizemli. Sabahın erken saati, bekleyen gemilern üzerine sis çökmüş. Gemi penceresinden yeşil derinliklere dalıyorum, içinden çıkamadığım derinliklere. Gemi ilerledikçe sahildeki binalar küçülüyor, küçük balıkçı tekneleri yanımdan geçiyor. Etraflarında dönenen martıların büyük kanatlarını daha yakından görebiliyorum. Demek bu kanatlar daha yükseklere uçuruyor onları? Küçük büyük adalar denizin üzerinde sessiz, hayallerden ve tarihlerinden uzak unutulmuşlukla duruyorlar. Onlar gibi bizim gemi de sessiz, içindeki yolcular da sabahın uykusunda. Kıpırtı yok, benim yüreğim de sanki cansız. Ellerimin soğukluğunu hissediyorum. Uzaklaşmak istiyorum biran önce bu cansız gemiden ve nihayet rıhtıma yanaşıyor büyük gürültüyle. Araçlar çıkıyor bir bir, ben de. Arabanın camından bakıyorum etrafa, ne de çok gelen giden var yollarda? Hayat işte, insanoğlu kuş misali, yolculuk için herkezin bir nedeni var. Ama biliyorum ki benim nedenim çok başka. Öyle kötü bir neden ki yollara düşmeme neden olan, öyle karanlık ve öyle yürek burkan...

    Tepelerde kıyılarda zeytin ağaçları, çıplak şeftali ağaçları... Kışın verdiği donukluk var dallarında. Sanki çaresiz, biran önce ilkbaharın gelmesini bekleyen bir duruş, haykırış bedenlerinde. Çatısı olmayan evlerin pencereleri sessiz, duvarları renksiz, çimentolu kalmış hala. Yeni yıl akşamından beri uyuyan insanlar yaşıyor içlerinde. Benden habersiz, denizden habersiz ve belki de ölümden... Gökyüzüne bakıyorum, bulutlar gri. Dağlarda sis, ovalar gölgesiz. Kış mevsiminin yarattığı hüzün var her yerde. Yoksa benim hüznüm mü bana böyle gösteren? Acı içinde kıvranan topraklar, yaşam sevincinden uzak, soğuk ve neşesiz. Benim ruhumun şuanda hissettiği gibi. Yol uzun, dağlar kıvrımlı, inişli yükseltili. Ve karşımda Uludağlar... Geliyorum büyük Bursa şehrine... Yeşilliği arıyor gözlerim ama nafile. Uzun binalar, modern alışveriş merkezleri, iş binaları kaplamış yol üzerlerini. Etrafta kömür kokusu, arabanın camından giriyor içeri. Suskunum. Dalgınım. Bugün karanlık her yerim. Yönümüz Kestel, denilen bir bölge. Adres yok, tarifle işim. Ama buluyorum, amacım gitmek istediğim yere ulaşmaksa eğer başarırım. Bir apartman kapısı önünde duruyorum, dışarıda birkaç çamaşır mandalla asılı. Kapıya ellerim titreyerek vuruyor. Kim çıkacak, ne diyecek bana, ben ona ne diyeceğim düşüncelerim karmakarışık. Kahverengi, boyası sıyrılmış ahşap bir kapı, yavaşça açılınca halamın oğlu bana bakıyor. Yıllar olmuş görüşmeyeli. Yaşlanmış ve karanlığın vurgunu yapışmış yüzüne. Sarılıyoruz. Konuşamıyorum. Dar bir koridordan yürüyorum, mutfak köşesi yapılmış buraya. Hava soğuk, evdeki zemin soğuk, ayaklarıma işliyor. Alacakaranlık odaya giriyorum. Bir kadın ağlıyor. Beni görünce ayağa kalkıyor, sarılıyoruz birbirimize. Bu sarılış öyle yakıyor ki bedenimi, kalbin ateşi, sıcaklığı yüreğimi yakıyor. Artık ağlıyorum. Kadın bana "nevriyem, gitti" diyor. "Evimin neşesi gitti" diyor. "Oğlum, cüneytim" gitti diyor. Suskun değilim artık, ağlıyorum ben de. Oturtuyorum koltuğa ama hala kollarımız birbirimizde. Yumuşacık anne kucağını hissediyorum, ama kanadı kırık annenin. Çok karanlık. Cüneyt daha yirmidört yaşında. Nasıl inanabilirim ki artık olmadığına. Bunca zamandır sadece uzaktan tanıdığım, çocukluğunda elimden tutan tombul yanaklı Cüneyt, yakışıklı uzun boylu Cüneyt artık yok aramızda. Nedeni ise öyle anlamsız ki, öyle nedensiz ki? Hiçbir şey… ne bir ağrı, ne bir hastalık, ne de bir kaza… sadece kalbi durmuştu Cüneytin. Tanrı onun saatini ayarlamış gibi bir kafeteryada telefonla konuşurken kararıvermişti dünyası. İşte o zaman ebedi karanlık geldi ona ve ailesine. Hem de öylekaranlık ki ikiz gibi büyüdüğü kız kardeşi sanki bu karanlıktan asla kurtulamayacak.

    Anneye sarılmış kollarım, bana ela gözleri ile bakarak usul usul anlatıyor: "Cüneytim tek kötü bir söz söylemedi bana. Her akşam hal hatırımı sorardı. Herkese karşı öyleydi. Geçen gün yukardaki kadını balkonda görünce el sallamış. Herkese selam verirdi. Çocukları çok severdi, onlara hep takılırdı. Velet diye çağırırdı. Şakacıydı, çocuk gibiydi. Çizgifilm seyrederdi, bazen bana da anlatırdı.

    Dinliyorum. Kızkardeş Ayşe birden uyuduğu odasından çıkıp yanımıza geliyor, ilaç istiyor annesinden ama çok telaşlı, panik içinde: anne anne bana ilaç ver, başım çok ağrıyor diyor. Başını kaldırdığında beni görüyor: hoş geldin nevriye abla diyor. Sarılıyoruz. Ama kimin geldiği umrunda değil. Annesinin yanına oturuyor. Ayaklarını sehpaya uzatıyor. Ayağında pelüş botlar var. "Bak Cüneyt de böyle ayaklarını koyardı. Ona kızardım. Keşke şimdi gelse de koysa ona kızmayacağım anne." Sonra annesine sarıldı. Anne ağlama, bak sen ağlarsan ben de ağlarım, artık ağlamak yok.

    Fakat bu söylediklerine kendisi de inanmadı Ayşe, gözü yaşlı "Ben yatmaya gidiyorum" dedi. Arkasını döndü ve gitti.

    Ne söyleyebilirdik onu yatıştırmak için, bir kelime bile duymazdı anlamazdı beni. Çünkü yüreğindeki kardeş acısını kimse dindiremezdi. O Cüneytini istiyordu. O hayatının en iyi arkadaşını istiyordu. "Gelecek" dedi giderken. "Uzak bir yere gitti, gelecek" dedi.

    Sustum. Ayşe büyük bir şok yaşıyordu, sadece aile değil biz de öyleydik. Daha gencecik 24 yaşında bedenin ne acelesi vardı kara toprağa girmek için? Onca yaşlı insan zamanını beklerken, neydi bu zamansız ölüm? Yüreğim parça parça, ayaklarım ve ellerim buz. Hava soğuktu, ev soğuktu, kader soğuktu bu evde.

    Konuşacak bir şey bulamıyordum. Tesellisi yoktu genç ölümün. Kader böyleymiş, alınyazısı dedik. Sadece sabır diledik, en önemlisi dua.

    Yaşamın anlamını hissettim, ne de kötü bir şey yarın ne olacağımızı bilmeden yaşamak? İşte bu nedenle gerekiyor her gün dolu dolu yaşamak... Bugünkü varlığımızda yarın ne olacağımız belli değil. Ve şüphesiz inanmak mutluluğa... Bir güzel ömür için. Her günün değerini bile rek, birbirimizi severek, birbirimizi üzmeyerek, sahip olmak dostluğa ve kaybettiğimizde bir gün bulup karşısına çıkarak...

    Cüneyt, henüz 24 yaşında, benim halamın torunu, kuzenimin yakışıklı beyaz yanaklı oğlu gitti toprağa. Hem de yeni bir yıla sadece üç gün kala.

    Karanlık, çok karanlık...

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
    3 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Rönesans’ta Bilim ve Bilimsel Düşünce Üzerine III

    Tycho Brahe sonrası dönemde kendisinden sıkça bahsedilen Johannes Kepler, çalışmalarında matematiksel yöntemi, deneysel yöntemle birleştirdi ve olgusal verileri, matematik diliyle inceledi. Kopernik, yıldızların sâbit görünen konumlarını açıklamayı başaramamış ve ışığın kırılması konusuna uzak kalmıştı. Kepler ise bu konuya öncelik tanıyacak ve Mars üzerindeki gözlemleri inceleyerek kendi görüşlerini ortaya koyacaktı. (Westfall, 1998:2-3) “Astronomi kuramının gözlenen olayları sayabilen bir matematik aygıtlar kümesi olmaktan öte bir şey olması gerektiğine inanan Kepler’e göre bu kuram, kusursuz fizik ilkeleri üzerine olduğu kadar, onlara yol açan nedenlerden gezegen hareketlerinin türetilmesi üzerine de oturmalıydı.” (1998:2)

    Dahası Kepler, mistik eğilimleri olan bir kimseydi ve güneşin tanrısal bir varlık olduğuna inanmaktaydı. Evren, Tanrı tarafından yaratılmıştı ve bu özelliği itibâriyle yalın ve tutarlı bir düzene sâhip olmalıydı. Evrende yetkin bir harmonik düzenin olması, tanrısallığın gerçekleşmesi anlamına gelecekti ve bu yasalar, karmaşık bir görüntü içinde olamazdı. (Banville, 1999:192-3) Kepler’in bu görüşlerinin izlerini, gençliğinde yazdığı Kozmografyanın Sırrı isimli eserinde görmek mümkündür. Burada Kepler, Yeni-Platoncu bir temelden hareket ederek evrenin güzelliği, yetkinliği ve tanrısallığını araştırmasına konu edinmişti.

    Ancak, küre şeklindeki evren tasarımını ifâde eden geleneksel öğretiye bağlı kalmış ve yörünge konusunda da çembersel söylemi tekrar etmişti. Gezegenlerin ruhları olduğuna da inanmış ve onları hareket ettiren “kımıldatıcı ruh”ların varlığını kabûl etmişti. Fakat, Mars’la ilgili gözlemleri sonucu, çok geçmeden bu görüşleri terk etti ve gezegenlerin yörüngedeki hareketlerini açıklamak üzere mekanik nedenler aramaya başladı. (1999:141) Hâl böyle olunca, çalışmalarında kullandığı ruh kavramının yerine, kuvvet kavramını koydu ve gezegenlerin dönüş ilkelerinin sayısını olabildiğince azaltmaya çalıştı; “yalın gerçekler”üzerinde yoğunlaştı.

    Böylelikle, niteliklerin bilgisinden çok, niceliklerin bilgisine yönelen Kepler, bunları genel yasalı açıklamalarla dile getirmeye çalıştı. Araştırdığı bu konular üzerinde, üç yasa önermesiyle ifâde edilen buluşlarıyla da astronominin prensi olarak anılmaya başlandı ki, bu yasalar da “Tüm gezegenler, merkezinde güneşin yer aldığı elips yörünge içinde hareket eder.”; “Bir gezegeni güneşe bağlayan doğru parçası, eşit sürede eşit alanı tarar; gezegen, güneşe yaklaştıkça daha hızlı, güneşten uzaklaştıkça daha yavaş hareket eder.” ve “Bir gezegenin yörüngesini tamamlama süresinin karesi, güneşe olan ortalama uzaklığının küpüyle orantılıdır.” şeklinde ifâde edilir.

    Kopernik göksel devinimi, geleneksel öğretide olduğu gibi, çembersel kabûl etmişti; Kepler ise elips şeklindeki bu görüşüyle, geleneksel öğretiye ağır bir darbe indirmekteydi. Bu görüşü kendisinin de kabûl etmesi kolay olmamıştı; çünkü bu yasalar, şimdiye kadar öğretilen astronominin bütünüyle bir tarafa bırakılmasına neden olacak türdendi. Zamanla Kepler, “yeni astronominin kurucusu” olduğuna inandı ve Kopernik’e oranla, kitabını yayınlatmak konusunda daha güçlü birtakım çabalar içine girdi; maddî destek bulmak için de pek çok kişinin kapısını çaldı. Ayrıca, astroloji alanında da çeşitli incelemelerde bulundu ve astrolojiye, sınırlı bir alanda geçerlilik şansı tanıdı. (1999:135-6)

    Eylemler ve kararlar üzerinde doğrudan bir nedensellik ilişkisi içermese de Kepler’e göre yıldızların hareketleri, karakterleri şekillendiren bir çekim gücüne sâhipti. Saray müneccimi olarak anılmak istememiş ve yeni astronominin kurucusu olarak kabûl görmek istemişse de maddî destek konusunda sarayı iknâ edebilmek için, astrolojiyle ilgili incelemeler yapmak durumunda kalmıştı. (1999:146) Aynı dönemde Galilei ise dört yeni gezegen keşfetmiş ve yeni bir güneş sistemi bulduğuna inanmıştı. Kepler ise Bruno’nun aksine, evrenin sınırsız olmadığına inanmış ve yalnızca beş gezegenin vârolabileceğini öne sürmüştü. (1999:176)

    Galilei tarafından îcât edilen teleskobun önemi konusunda da küçümser bir tutum takınmış ve yaşamının ilerki kesitlerinde, doğru bilginin deney ve gözlemle değil, Platoncu bir hatırlama teorisiyle mümkün olduğuna inanmıştı. (1999:171-2) Yine de Galilei hakında şöyle yazıyordu: “Bilimde önemli olan kişiler değil, yapılan iştir. Galilei’yi sevmiyorum; ama, yaptığı işin hakkını vermem gerek.” (1999:155) Nitekim, Kepler’e göre doğayı incelemek, geometrik birtakım ilişkiler bulmak demekti. Tanrı evreni yaratırken, karmaşık bir iş yapmış olamazdı ve evrenin her köşesinde geometrik bir uyum olmalıydı. (1999:183) İnsan bu uyumu, deney ve gözleme başvurmaksızın kavrayabilirdi; çünkü, Tanrı’nın bu dehâsını görmeye en yetkin varlıktı. (1999:151-2)

    Bilim dışı hiçbir eğilime sâhip olmayan Galilei ise bütünüyle nesnel bir tutum benimsemişti. Deney ve matematiği birleştirme çabasının arkasında da gerçekliği matematiksel kesinlikle bilme çabası vardı. “Doğanın kitabı, matematik diliyle yazılmıştı” ve evrenin yapısı anlaşıldığında, doğadaki tüm bilinmezlikler aşılacaktı. Ayrıca, Kopernik sisteminin doğruluğunu temellendirebilmek için, teleskobu îcât etti ve ayın yüzeyinin engebeli olduğunu, Jüpiter’in dört uydusunun olduğunu, Venüs’ün yörüngedeki hareketinin farklı evrelerden oluşup hızının bu evreler içinde değiştiğini ve güneş lekelerini tespit etti.

    Ancak kendisi, teleskobu îcât edip Jüpiter’in uydularını keşfetmeden önce, görüşlerini açıklamak konusunda hevesli olmamış; bu keşiften sonra ise büyük bir kararlılıkla görüşlerini savunmuştur. (Yıldırım, 1997:175) Hem, gökyüzünde de değişmelerin olduğunu ve güneş gibi bir varlığın bile birtakım lekelerinin olabileceğini ortaya koymuş; Tanrı’nın kusursuz yaratımı olan bir evren düşüncesini sarsmıştı. Bununla birlikte, “Galilei’nin Kepler’le ilişkisi ironiyle yüklüdür. Güneş sistemini mekanik açıdan ele alan ve hareketini sağlayan fiziksel kuvvetleri anlamaya çalışan Kepler, Galilei tarafından fırlatılıp atılan ilkelere dayanan bir mekanik sistemi kullanmıştı.

    Yeni mekaniğin temel kavramlarını formüle eden Galilei ise Kepler’in gök mekaniğinin kendi kendisine yönelttiği soruları görmezden geldi ve gezegenlerin doğal bir biçimde dairesel yörüngelerde hareket etmekte olduğu düşüncesini benimsedi.” (Westfall, 1998:20) Eserlerinde ve günlük konuşmalarında kullandığı dil ise herhangi bir kaygı içermiyor ve bu da onu, zaman zaman pervâsızlığa düşürüyordu. Geleneksel öğretiyi savunan astronomi profesörleri ise teleskoptan bakmayı bile reddediyor; bu âletle görülenlerin bir yanılsama olduğuna inanıyorlardı. Kepler’e yazdığı mektuplarda, bu kimselerin “aptal” olduğuna inandığını belirtiyor ve “Birlikte olsaydık, güzel bir kahkaha atardık.” diyordu.

    1616 ve 1632’de iki kez Engizisyon’a çıkartılan ve tövbe etmesi karşılığında serbest bırakılan Galilei, dinamik alanında da önemli keşifler yapmıştı. Pisa Kulesi’nden attığı farklı ağırlıktaki demir parçalarının aynı anda yere düşmediğini görmüş ve bu da onu, ivme kavramını geliştirmeye sevk etmişti. Eylemsizlik ilkesi dediği ilke, bu alandaki gelişmelerin önünü açmaktaydı. Daha önce bir nesnenin, ancak maddî bir kuvvetin etkisiyle devindiğine ve bu kuvvetin ortadan kalkmasıyla devinimin sona ereceğine inanılmıştı. Eylemsizlik ilkesi ise devinim içindeki bir nesnenin, onu durduran veya değiştiren bir kuvvet olmadıkça, devinimini aynı doğrultuda sürdüreceğini söylüyordu. (1998:16-7)

    Galilei’ye göre, düşen bir nesnenin hızı, düşme süresiyle doğru orantılı olarak artmaktaydı ve serbest düşen her nesne, kütlesi ne olursa olsun, aynı ivmeyi kazanmaktaydı. Fizikte bu yasa, ½ gt² biçiminde gösterilir. (1998:19) Bilgi edinme etme yöntemi olarak da Aristoteles’in tasım öğretisini değil, deney ve gözlemi kendisine esas almış ve modern bilimin öncülerinden biri olarak anılmaya başlanmıştı. Cisimlerin evrensel bir yasaya uyduğunu göstermekle, evrensel bir fizik kurmuş olmaktaydı ve “ay altı”-“ay üstü” ayrımı ortadan kalkmaktaydı. (Ural, 2000:222) Çalışmalarında, doğa metafiziğini değil, doğanın kendisini incelemeye yönelmiş ve tümevarımın bilimsel yöntem olarak uygulanmaya başlamasına ciddî katkılar sağlamıştı.

    Bağıl hareket konusundaki çalışmaları ise Batlamyus’un doğrusal hareket konusundaki tezlerinin de çürütülmesine yol açmaktaydı. Düşen bir cisim ve dünyâ, aynı hızla ve aynı yönde dönmekte olduğu için, hareket de doğrusal yönde olmaktaydı ve ilk defâ Galilei, bu tespitleri birer yasa önermesi içinde dile getirmeyi başarmıştı. Bu bağlamda Galilei yasaları, şu şekilde serimlenebilir: “Düşen bir cismin düşme hızı, düşme uzaklığı ve düşme zamânıyla doğru orantılıdır.”; “Bir cisim, hareket hâlindeyse harekete devâm; durma hâlindeyse durma eğilimindedir.” ve “Hareket hâlindeki iki cisim, eşit hızla hareket etmekteyse, birbirlerini hareketsiz görürler.”. (2000:223)

    Tümevarımın keşfinde Galilei’den sonra en önemli isim Francis Bacon’dır. Aristoteles’in organonu Bacon’a göre, bilimler için hiçbir şey ifâde etmez; bilimlerde, yeni bilgilere ulaşma esâsı vardır; fakat bu organon, bilinen şeyleri tekrar eder. Doğanın incelikleri, bu organonla açıklanamaz; çünkü, önceliği onaylamaya vererek tekleri dikkate almaz. (Bacon, 1999:11 ve 12. önermeler) Bu organonla, kavramlar arasında gelişigüzel ilişkiler kurulur ve ortaya bir dizi hatâ çıkar. (13 ve 14. önermeler) Böylelikle Bacon, yeni bir organon geliştirir ve bu görüşlerini anlattığı eserine, Novum Organum ismini verir.

    Bacon’ın novum organumunun temelini, tümevarım oluşturur ve bunu, aynı zamanda da bilimlerin yöntemi olarak konumlandırır. Bacon’a göre Aristoteles’in epagogesi ise düzensiz ve yetersiz sayıda yapılan gözlemlere dayalı bir tümevarımdır ve gerçekte, çok daha sistematik ve yeterli sayıda gözleme ihtiyaç vardır. (19. önerme) Bacon’ın tümevarımı, ikili bir yoldur; hem teklerden hareketle teklere ilişkin bir şey söylenir, hem de yine teklerden hareketle tümele ilişkin bir şey söylenir. Doğanın yorumu için de iki şey yapılabilir; deneylerden aksiomlar yaratmak ve bu aksiyomlardan yeni deneyler yaratmak. Tüm bunlar ise üç adımda gerçekleştirilir; duyu verilerinin toplanması, bellekte bunların depolanması ve zihinde işlenmesi.

    Bu yolla, henüz gözlenmemiş; fakat, uygun koşullar sağlandığında gözlenebilecek şeyler hakkında önceki gözlemlerden hareketle yeni birtakım bilgiler dile getirilir. Bilginin kaynağı ise deneydir; ancak, bilgi oluşum sürecinde zihnin de önemli bir rolü vardır ki, bu da tümevarımın zihin tarafından gerçekleştiriliyor olmasından gelir. Bu nedenle, zihnin yapısal eğilimleri, tümevarımın sağlıklı bir biçimde gerçekleşmesini engeller. İnsan zihni, yeteri kadar aydınlanmış bir kimsede, doğru yolu kendi başına bulabilir; aydınlanmamış zihinlerde ise kendi hâline bırakıldığında idoller onu, doğru yoldan uzaklaştırır. (21. önerme)

    Nitekim, Bacon’a göre dört tür idol vardır; soy idolleri, mağara idolleri, çarşı-pazar idolleri ve tiyatro idolleri. Bunlardan soy idolleri, insan doğasında bulunan idollerdir; insan, anlamsız bir biçimde, şeylerin ölçüsü olduğunu düşünür ve hem duyularının, hem de zihninin bütün algılarının kaynağı olarak evreni değil, kendisini gösterir ki, bu da soy idollerini yaratır. (41. önerme) Mağara idolleri ise bireysel idollerdir; her birey, ya kendi tekliğini sağlayan yaradılışından, ya eğitimi ve diğer kişilerle ilişkilerinden, ya okuduklarından, ya hayranlık ve saygı duyduğu kişilerin otoritelerinden, ya da zihninde meydana getirdiği farklı etkilerden dolayı, bireysel mağarasına sâhiptir ve tüm olup bitenleri, bu mağaradan süzen ışık eşliğinde görür. (42. önerme)

    Çarşı-pazar idolleri ise insanların birbirleriyle olan ticârî ve toplumsal ilişkileri sırasında oluşan idollerdir. İnsanlar, dil aracılığıyla anlaşırlar; fakat kimi sözcükler, çoğunluğun istediği gibi biçimlenir ve zihin için şaşırtıcı bir engel olan sözcüklerin kötü ve uygunsuz yapılanması sonucu, zihinde bu idoller ortaya çıkar. (43. önerme) Tiyatro idolleri ise birtakım felsefe sistemleri ve dogmalar aracılığıyla insan zihnini saran idollerdir. Bu idoller, kusurlu ispat kurallarından kaynaklanır ve tiyatrovârî bir dünyâ yaratarak göz önüne serilen ve canlandırılan birçok oyunda olduğu gibi, şimdiye kadar kabûl edilen ve tasarımlanan felsefe sistemleri ve dogmalar tarafından insan zihnine yerleştirilir. (44. önerme)

    Bacon’ın tümevarım konusundaki bu görüşleri onu, Aristotelesçi form öğretisine karşı çıkmaya sürükler. Bacon’a göre de bir nesneyi biliyor olmak, onun formunu biliyor olmaktır ve formun bilgisine ulaşmak için tümevarım gerekir. Bunu uygulamada ise üç tür tablo yapılmalıdır; vârolanlar tablosu, vârolmayanlar tablosu ve bâzen vârolup bâzen vârolmayanlar tablosu. Örneğin, ısının formunun bilgisine ulaşmak için, vârolanlar tablosunda nelerde ısının vârolduğu, vârolmayanlar tablosunda nelerde ısının vârolmadığı ve bâzen vârolup bâzen vârolmayanlar tablosunda da nelerde ısının bâzen vârolup bâzen vârolmadığı sınıflandırılmalı, gerekli elemeler yapılarak bu tür bir tümevarım aracılığıyla ısının formunun bilgisine ulaşılmalıdır.

    KAYNAKÇA

    AKARSU, Bedia, (1998). Felsefe Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Remzi Kitabevi.
    BACON, Francis, (1999). Novum Organum, Ankara: Doruk Yayıncılık.
    BANVILLE, John, (1999). Kepler, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
    GÖKBERK, Mâcit, (1999). Felsefe Târihi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
    HENRY, John, (2009). Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, İstanbul: Küre Yayınları.
    SENCER, Muammer, (1998). Bilim Târihinde Dönüm Noktaları, İstanbul: Say Yayınları.
    URAL, Şafak, (2000). Bilim Târihi, İstanbul: Çantay Kitabevi.
    WESTFALL, Richard S., (1998). Modern Bilimin Oluşumu, Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
    YILDIRIM, Cemâl, (1992). Bilim Târihi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
    YILDIRIM, Cemâl, (1997). Bilimsel Düşünme Yöntemi, Ankara: Bilgi Yayınevi.


    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Anason
    Zakkum









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20140117.asp
    ISSN: 1303-8923
    17 Ocak 2014 - ©2002/23-kmarsiv.com