Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 12 Sayı: 1.999

 31 Ocak 2014 - Fincanın İçindekiler


  • ÇİĞDEM ... Seyfullah Çalışkan
  • CİNAYETLERDEN CİNAYETE ... Hamdi Topçuoğlu
  • Psikolojik Analizler; Sevdiklerime Yolculuğum ... Nevriye Hamitoğlu
  • SULTAN II. ABDÜLHAMİT’İN BATI TUTKUSU ... Hasan Tülüceoğlu
  • Ayrılık sevdânın mührüdür! ... Alkım Saygın


  • Dost Meclisi, Kıraathane Panosu, Damak Tadınıza Uygun Kahveler

  •  



     Editör'den : Uyan da balığa gidelim!...


    Kendimle bir zorum yok, aksine barışığım, severim de. Ama bazı anlar gelir ki, işte o zaman egom alır başını gider. "Ben dememiş miydim?" ya da "Biz bunu yıllar önce farketmemiş miydik?" der, karşımda süzüm süzüm süzülüp sesi gerisine kaçanlara gülümserim. Bu bir öngörü sarhoşluğu, medyum bilgeliği falan değildir. Bu, akıl ile vicdanın birlikte yaptığı durum muhasebesinin gelir gider tablosudur.

    Bunca lafı aklıma getiren Özkök'ün geçen günkü yazısı; "Evet arkadaş Atatürkçüyüm". Yazımın başlığı da ona hitaben. 12 yıl önce, davul zurna çalarak iktidara el birliği ile taşıdığınız, tayyip imparatorluğunun son dem sancıları sonunda size kadar ulaştı işte. O günden beri göğsünü gere gere laikliğin, Cumhuriyet ilkelerinin, Atatürk'ün savunuculuğunu yapan bizlerin, yıllar önce gördüğünü, anladığını siz ancak gördünüz. Kusura bakmayın ama "Buna da şükür." demeyeceğim. Çünkü, milletçe şükür duası etmenin sınırlarını çoktan geçtik. Din, iman, Allah, Peygamber diyerek efsunladığı yandaşlarını soyup soğana çevirdiğini gördükten sonra bu lafı etmenin hiç kimseye yararı yok. Cemaatle birlikte kubura çevirdikleri memleketi, bu sefer de, birbirlerine düşerek dibin de dibine sokmalarına "Dur" demenin zamanı geldi geçiyor. "Buna da şükür." değil ama biz "Hele şükür." demeye razıyız. Hele siz yolunuza devam edin, istediğiniz destek yanınızda olacaktır.

    Aynı Özkök bugünkü yazısında "Ulan hepimiz oradaydık be" demiş. Gerçekten Türk yazın dünyasının ileri gelenleri, medyanın köşelere AVM dikmiş köşecileri, reklam dünyasının duayenleri, hep orada, Hasan Cemal'in yaş gününde buluşmuşlar. Sözde farklı taraflara giydirmelerine rağmen bir araya gelebilme büyüklüğünü(!?) gösterebilmiş olmaktan dolayı keyiflilermiş. Birçoğu daha erken durumu çakmasına rağmen, hemen hepsi zamanında bu iktidarın kök salması için elekle su taşımış kişiler. "Yetmez ama evet" diyen tatlısu demokratları da orada. Pişmanlar mı? Hiç sanmam.

    Geçenlerde, Ahmet Mümtaz Taylan, aykırı sorularda Enver Aysever'in konuğuydu. Bir soruya karşılık şöyle dedi; "Yetmez ama evet diyen arkadaşlarımdan 'pişmanım' diyene henüz rastlamadım." Evet ben de rastlamadım. Pişman olmamalarının nedeni, "Ayıdan ne kıl koparsak misali, darbe anayasasından taviz verdirmeye zorladıkları inancı." Oysa geldikleri oyunu itiraf etme cesaretleri de olmalı bunların. "İstifa" erdemini savunur görünürken, "Özeleştiri" olgusunu unutuvermek neden peki? İki üç tane işlevsiz, cilalama amaçlı düzenlemenin arkasına saklanan adalet gasbını görmezden mi geleceğiz örneğin. Milleti soyup soğana çevirdikleri ayan beyan ortadayken, "Ama Evren'i yargılıyoruz." gibi salak bir zevkin peşine mi düşeceğiz? O gün yetmez ama evet deyip bu iktidara payanda olanlar, bugün kokuşmuş ayakkabıların saklandığı ayakkabı kutularında yaşamaya mahkumdurlar gözümde.

    Al sana faiz lobisi. Giderayak "Ben faizlerin yükselmesine karşıyım. Sonuçlarına da katlanırlar." minvalli verdiği gözdağının, iyi polis kötü polis kumpasından başkaca bir anlamı yok benim için. Faizi artırmayacaktı da ne yapacaktı? Milyarlarca doları piyasaya süreceğine, azar azar faizi şırınga etseydi belki bugünden daha iyi durumda olacaktı piyasa. Ama nafile. Artık yolun sonu. Önü duvar da değil, tam bir uçurum. Devletin değil özel sektörün borcu diye diye bu günlere gelindi. Gelinen noktada dış ticaret açığı 100 milyar dolara dayandı. Sıcak para havuzunda takla atılan günler geride kaldı. Üretim sıfır, tasarruf sıfır, ahlaksızlık hırsızlık ayyuka çıkmış, tayyip efendi B,C planlarını devreye sokmaktan söz ediyor. Z planın da olsa sen artık bittin arkadaş. Tek sermayen, din bezirganlığıyla gaz verebileceğin yeşil sermaye. Cuma çıkışı açtığın kutuya, kurup işlettiğin vakıflar için para attılar attılar. Atmazlarsa yandı gülüm keten helva.

    Şu köşede tarafgirlik yapmayayım diyorum ama damarıma basıyorlar. 12 saniye hükümet istifa dedik diye bir maç saha kapatma cezası verdiler iyi mi? Zamanlama manidar diyeceğim, güleceksiniz. Ama haksız mıyım birader? Adalet arayışından çoktan geçtik te, hiç mi vicdanınız yok kardeşim? Bu yaltaklanma kime? Herif sona gelmiş ama hala k.çının kılı olmaya namzet binlerce kefeni sırtında mücahit etrafında. Aziz Başkanı sevin sevmeyin hiç karışmam ama bu düşmanlığı şike sarmalında değerlendirirseniz bozulurum. Bakın Hürriyet'ten Ateş Bakan pek güzel bir yazı yazmış. Vakit bulursanız okuyun. Belki sizin de hislerinize tercüman olur. Kalın sağlıcakla.



    Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

    Cem Özbatur


     


    Seyfullah Çalışkan

     Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


      ÇİĞDEM

    Üç küçük sarı çiçek rüzgârda titriyordu. Sarısı limon kabuğundan daha koyu portakalınkinden daha açıktı. İncecik yeşil yaprakları zor fark ediliyordu. Onlarla Kazanbayırı’nın üstündeki düzlüğe varmadan karşılaştık. Pırnalların bittiği düzlükten karşıki çayırlara doğru yayılmışlardı. Elime bir ağaç dalı alıp kökündeki soğana doğru batırdım. Yassı soğanı, ince yaprakları ve narin ürkek sarı çiçeği yükselip çimenlerin üzerine devrildi. Çiçeği soğanı ve toprağı ile birlikte bir peçeteye sardım. Çocukken çiğdem soğanlarını yemeyi severdim. Bir tane daha çıkardım. Soğanını ağzıma atıp çiğnedim. Önce ağzıma toprak kokusu geldi. Sonra ceviz gibi pütürlü ama süt gibi yumuşak bir tat aldım. Çocukluğumdaki tadı, kokuyu hatırlamaya çalıştım. Olmadı, sevmedim…

    Benim büyüdüğüm kasabada çerez olarak tüketilen ayçiçeğine çiğdem denir. Belki ikisinin de çiçeği koyu sarı olduğu içindir. Yedi yaşındayken çiğdemle tanışmıştım ama henüz ayçiçeği çitlememiştim. Teyzemin oğlu “Aç avucunu sana çiğdem vereyim,” dediğinde gazete külahından avucuma çiğdem soğanları dökülecek diye beklemiştim. Oysa sadece siyah beyaz çizgili çekirdekler dökülmüştü. Ağzıma atıp çiğnediğimde önce sert bir tuz tadı ile karşılaşmıştım. Üstelik ne kadar çiğnesem de kabuklar bir türlü erimiyordu. Çiğneyip çiğneyip yere tükürmüştüm. Ama hiç sevmemiştim. Üstelik buranın insanları çok cahildi. Daha çiğdemin ne olduğundan haberleri bile yoktu.

    İnsan zamanla yaşadığı yere benziyor. Yıllar geçip gidince sarı çiçekleri aklımın bir başka köşesine öteleyip ben de günebakana çiğdem demeyi öğrendim. Çiğdem çitlemeyi, yaz akşamları kapı önünde akşam sohbetlerine katılmayı da… Sokağımızdaki bakkal yirmi beş kuruşa bir bardak çiğdem veriyordu. Başlayınca insanın canı çekiyor. Bitirmeden rahat edemiyorsunuz. Yasak olmasına rağmen sınıfta bile yiyorduk. Kabuklarını yere attığım için okulda öğretmenimden dayak bile yemiştim. Ona hiç kızmadım. Çünkü suçluydum ve bunu hak etmiştim. Birkaç küçük çiçek gördüm bu gün. Birkaç sarı çiğdem. Ben üşüyordum. Oysa onlar bahardan önceki zemheriyi severler. Hayatın ölümü, suyun güneşi, insanın hüznü, ormanların rüzgârı sevmesi gibi...

    Almanya’dan gelen bir arkadaşım söyleyince şaşırmıştım. Sadece Türkler gündöndü çiçeğini çerez olarak tüketiyormuş. Başka ülkelerin insanları yemiyormuş. Bu yüzden oradaki dükkanlarda satılmıyormuş. Çerez olmasını geçtim sadece buğday gibi güvercinlere atılıyormuş. “Onlar çerezlik olan değildir. Yağlık olandır,” dedim. Hiç fark etmiyor sadece güvercin yemi işte,” demişti. Ağzının tadını bilmiyor elin Almanı. Kokoreç, işkembe, kelle paça bile bilmiyor. Çiğdemi nerde bilecek. Hele onun bir de tazesi var. Tekerleğinin içinden tek çıkarılıp yenileni… Bir dadansalar bizden beter olurlar.

    Üç küçük çiçek rüzgarda titriyordu. Üç küçük sarı kelebek… Önde çoban köpekleri, arkada otuz kadar koyun Çepni Köyü’nden Kazanbayırı’na doğru çıkıyordu. Güneş koyu ve puslu bir bulutun ardına hapsolmuştu. Buz gibi ince bir yağmur başlayacak gibiydi. Tepelerin yamaçlarından aşağıya sıralanmış zeytinlikler uzaktan taranmış büyük bir baş gibi görünüyordu. Kırmızı kiremitli damlardan dumanlar yükseliyordu. Ben hala sarı çiçeğin rüzgârdan titreyen kanatlarını düşünüyordum. Çiğ-dem… Sislerin ince taneleriyle dem demlenen, damıtılan bir güzellik olduğundan mı?

    Seyfullah
    seyfullah@kahveciyiz.biz


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,759,759,759,759,759,759,759,759,759,75
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Hamdi Topçuoğlu

     Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


      CİNAYETLERDEN CİNAYETE

    Bazı zamanların şerri, hayrından daha çok oluyor sanırım. Tarihin tozlu sayfalarını çevirdiğimizde ocak ayının son haftasının özellikle toplumumuz için hiç de hayırlara vesile olmadığını görüyoruz.

    24 Ocak’tan başlayarak bu son haftada ülkemizde yaşanan cinayetler tarihine şöyle bir bakalım:

    24 Ocak 1993 Gazeteci ve yazar Uğur Mumcu otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi.

    24Ocak 2001 Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, 4 koruması ve şoförü, silahlı saldırıda şehit edildi.

    26Ocak 1973 - Türkiye'nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir Ermeni terör örgütü ASALA tarafından öldürüldü.

    29 Ocak 1983 Sol görüşlü Ramazan Yukarıgöz, Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan ve Mehmet Kambur İzmit'te idam edildi.

    29 Ocak 1921 Mustafa Suphi ve on dört arkadaşı öldürüldü.

    31 Ocak 1990 Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türk Hukuk Kurumu Başkanı Prof. Muammer Aksoy, evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü.

    Ancak ben bu yazımda toplumumuz için bir farklı cinayete, Türkiye Cumhuriyetinin en kökten aydınlanmacı eğitim girişimi olan Köy Enstitülerinin 27 Ocak 1954 tarihinde kapatılmasına değineceğim.

    Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta 3803 sayılı kanunla kurulmuştu. Amaç sosyal değişim ve eğitim seferberliğini gerçekleştirmekti. Dr. Fay Kirby bu amacı “… tek tip bir idealist ya da üstün insan yetiştirmek değil, çağdaş bir iş bölümünün gerçekleştirilmesini kolaylaştırmaktır. Bu, Kemalist devrimin özlem ve gereksinmeleri ile uyum içinde olacak türlü kişilikler ve meslek adamları yetiştirmek demektir.” sözleriyle açıklamaktadır.

    CHP içinde Köy Enstitülerinin kurulmasına karşı çıkan bir kesim vardı. Oylama sırasında 426 milletvekilinden başta Celal Bayar, Adnan Menderes olmak üzere, sonradan Demokrat Partiyi kuracak olan 148 milletvekili meclise gelmemiş; ama yasa, gelen 278 vekilin oyuyla kabul edilmişti.

    Yasaya karşı çıkanlar daha sonra da enstitülere karşı propaganda yapmaya devam ettiler. Bunların arasında Van Milletvekili Kinyas Kartal gibi Aşiret reisleri, Eskişehir Milletvekili Abidin Fotuoğlu gibi toprak ağaları da vardı.

    Kinyas Kartal, yıllar sonra, Köy Enstitülerinin neden kapatıldığına ilişkin bir soruya şu yanıtı verir:

    - Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. DP ile pazarlığa girdik, kapattık.

    Abidin Fotuoğlu’nun Köy Enstitülüler için söylediği “Bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler” sözü de bu gerçeğin bir başka ifadesidir.

    Şu anı da yukarıdaki görüşleri desteklemesi bakımından önemlidir:

    İnönü, Kızılçullu'ya partinin sağ kanadındaki eğitimci R. Şemsettin Sirer'i de alarak gider. Amacı Sirer'in görecekleri ile Enstitüler hakkındaki olumsuz düşüncelerini etkilemek ve yanındaki heyetle bir tartışma ortamı yaratmaktı. Yolda Sirer, Tonguç'a
    - Bindiğim atın benden akıllı olmasını istemem. Kapımıza kazma kürekle dayanmalarını mı istiyorsun bu köylülerin, der.
    Akşam yemekte Tonguç bu konuşmayı İnönü'ye aktarır. İnönü kahkahayı koyuverir.
    - Nerede o günler keşke öyle gelseler, der.
    İnönü’nün Savaştepe ziyaretiyle ilgili şu anısı da Köy Enstitülerini kapattırmak için her türlü yolu deneyenlerin neden korktuklarının güzel bir açıklayıcısıdır:
    “İsmet İnönü, Savaştepe Köy Enstitüsünü gezerken, kümes nöbeti tutan öğrenci Hatice Kolukısa’yı görür. Hatice, boz tulum giysisi, boynuna asılı torbası, kalın Sümerbank ayakkabısı ile İnönü ve yanındakileri selamlar. İnönü, Hatice’ye:
    - Ne var torbanda, diye sorar.
    Hatice:
    - Ekmeğim, peynirim ve köftem var, der.
    İnönü:
    - Başka,diye sorar bu kez.
    Hatice, torbasından MEB klasiklerinden Sofokles'in Antigone'si çıkarır.
    İnönü’nün gözleri dolar. Tonguç'a dönerek:
    - Daha Ankara'da bile okumuyorlar bunları, der.
    Hatice:
    - Bunları, yalnız ben değil, bütün okul okuyor, diyerek enstitülerde okumanın niteliklerini ve boyutlarını gözler önüne serer.
    Bizler, Isparta Gönen İlköğretmen Okulunda, kütüphanede dünya klasiklerini yutarcasına okurken, laboratuarlarında bilimi tanıyarak, spor sahalarında sporun her çeşidiyle uğraşarak, müzikhanede Mozart’ı, Brahms’ı dinleyerek, piyano çalmayı öğrenerek, resim atölyelerinde Degas’dan, Monet’den röprodüksiyonlar yaparak yetişmiştik. Tüm bu olanaklar, enstitülü büyüklerimizin emekleriyle oluşturduğu bir kültür mirasıydı.

    Doğu batı ayrımı yapmadan köylere dağıldık. Öğrendiklerimizi çağdaş uygarlığı yakalaması için halkımızla paylaşmaya çalıştık; ama başarılı olamadık. Aydınlanmaya karşı çıkanlar, öğretmen okullarına bile tahammül edilemedi. Ağalar, beyler, şeyhler, dervişler, işbirlikçiler enstitülerden öylesine korkmuşlardı ki öğretmen okullarının kökünü kazımak, köylerden öğretmenleri uzaklaştırmak için gerekeni yaptılar.

    Şimdilerde meydanlarda “Benim halkım” diye nutuk çekenler yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü bu halk, şeyhlerinin, aşiret reislerinin, medya patronlarının ve din bezirganlarının işaretine ve efendilerin verdiği sadakalara göre oyunu veren, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, tam da onların istediği bir halktır.

    Yıllarca savunduğumuz, uğruna sürgünlere gittiğimiz, hapislerde yattığımız, hatta öldüğümüz demokrasi, özgürlük gibi kavramlar artık, enstitüleri kapattıranların torunlarının elinde çığırtkan kuştan başka bir şey değildir.

    Yeni bir seçim dönemine daha giriyoruz. Halkımız sürü sürü, öbek öbek o aldatıcı, acıklı ötüşlere doğru uçacak, sandıklar açıldıktan sonra nasıl bir ökseye yakalandıklarının farkına bile varamayacaktır.

    Aslında yukarıdaki andığımız cinayetlerin ardında yatan gerçeklerle Köy Enstitülerinin kapatılmasının ardındaki gerçek aynı siyasal ve sosyolojik pazılın birbirini tamamlayan parçalarından başka bir şey değildir. İşte bu gerçeği iyi bildiğimden, daha 11 yaşında söylemeye başladığım bir marşı, her gün daha gür söylemeye çalışıyorum:

    Candan açtık cehle karşı bir savaş
    Ey bu yolda ant içen genç arkadaş
    Öğren öğret halka hakkı gürle coş
    Durma durma koş!

    Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
    Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.

    Hamdi Topçuoğlu
    egerem@yahoo.com


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Nevriye Hamitoğlu

     Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


      Psikolojik Analizler; Sevdiklerime Yolculuğum

    Şimdi gece yarısı… Güneşin doğmasına sadece birkaç saat var. Elim, kalemimi titreyerek tutuyor. Ya da bedenim titriyor bilemiyorum. İçimde hüzün, gözlerimde ağır bir bulut var. Aynaya bakıyorum sanki kan çanağı. Bir mum yakmak istiyorum, ışığında gözlerim daha çok yorulacağından yakmıyorum. Kulağımda hafif bir müzik, ama benim bildiğim, iç sesimden gelen. My immortal… Masama yakın penceremden dışarıya bakıyorum, karanlık. Sadece birkaç pencerenin ışığı yanıyor, onlar da belli belirsiz. Ocak ayının son günleri, soğuk ve neşesiz. İçimde garip duygular var, yine geçmişe dair. Yazmak bazen zor gelirken bana bazen de çorap söküğü gibi geliyor. Ben galiba bu aralar zor zamanlarımdayım. Kalemim şiirlere yöneldi. Hiçbir zaman farkımı anlayamayacağım ben bir yazar mıyım ya da bir şair miyim? Galiba her ikisi de. Çünkü ikisini de yazmayı seviyorum. Soğuk dedim ya havalar, bir haftalık izin sürecimde yapmak istediklerimi yaptım. Sanki ölmekte olan bir insanın son arzularını gerçekleştirmesi gibi. Belki de gerçekten sonsuzluğu hissetmişimdir ama yine de daha çok erken diyorum.

    Birinci gün Bakırköy kalabalığına attığım zaman kendimi bir gençlik rüzgarı alıyor beni. Köprü üstündeki kitapçılara biraz takılıyorum. Okuyamadığım ve okumak istediğim o kadar çok kitap var ki. Ama ben suçlu değilim işte, tek suçlusu zaman. Bana hiç fırsat vermiyor sayfaları karıştırmak için ama ben yine de zamana inat yaptım yapacağımı. Geçen gün DR den Nermin Bezmen’in Gizli Bahçemizden adlı kitabını aldım. Kaybettiği eşine dair yazdığı mektup gibi bir kitap. Ama bir o kadar da sürükleyici. Duygu dolu cümleler beni alıp götürüyor. Gündüz vakti bana izin vermeyen zaman, yatağıma yattığımda küçük ışığımın altında okumama izin veriyor. Hatta sabırsızlıkla beni bekliyor başucumda, kitabı kapatıp uyumam için bana söyleniyor. Başucumda bekleyen bu hain zamana aldırmıyorum. Okuyorum. Cümlelerde aşk var, sonsuz sevgi var, imkansızlıkların içinde duygular var. Etkilendiğim çok açık, çünkü rüyalarım kitaptaki cümlelerle beraber benim yaşanmışlıklarımla yoğuruluyor. Nermin Bezmen, aşkı daima mükemmel anlatan bir yazar. İlk okuduğum kitabı Kurt Seyit Shura’ydı ve uzun zaman bu rus hikayesinin etkisinde kalmıştım. Bu duygu yoğunluklarının içinde Bakırköy sokaklarında yürüyorum. Tren raylarının çaresiz görünüşü, beni çok üzüyor. Ne zaman yeniden tren sesi yükselecek buralarda bilmem? Ama eski görüntüsünü özlüyorum, çünkü bu istasyon bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Bakırköy meydanındaki gençliği kıskanıyorum. Kalabalık grupları… Aşıkları… Hatta el ele yürüyen yaşlıları…

    Diğer gün Taksim’deyim. Belki de gitmeyi en çok arzuladığım ama en fazla da çekindiğim yer. Eski şirketimi ziyaret etmek beni heyecanlandırıyor besbelli, asansörde kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyor. Asansör aynasında kendime bakıyorum, dört yıl önce burada çalışırken yüzümde görünmeyen çizgiler var artık gözlerimde. Dudağımda tebessüm, heyecandan belki de. İşimi devrettiğim canım arkadaşım kapıyı açıyor, ofis aynı, değişen tek şey patronlarım. Biraz daha fazla yaşanmışlıkları göze çarpıyor. Benden yaşımın iki katından fazla olan büyük patronlarım, saygıyla eğiliyorlar önümde. Kendimi bir prenses, kraliçe gibi hissediyorum. Ne büyük bir onur, ne büyük hürmet veriyorlar bana. Çok hoşuma gidiyor. Her biri beni odasında tek tek ağırlıyor. Sürekli seyahatlere giden patronuma soruyorum “en son nereye gittiniz?” diye. Keyifle tabletini çıkarıp bana Tanzanya’daki resimlerini gösteriyor. Resimlere bakarken onu delicesine kıskanıyorum ve dikkatlice dinliyorum. Ne çok da bilmediğim şey varmış? Kaplanlar sadece Afrika’da yaşarmış. Diğer patronum bana “gel sana torunlarımın resmini göstereyim” diyor. Mutlulukla yanına gidiyorum. İçim kıpır kıpır, çünkü bu insanları çok seviyorum. Ne güzel iki çocuk resmi görüyorum, ay parçası ikisi de. Güzelden öte, harikalar. Onlara ve patronuma sağlık diliyorum. Sohbetimize başlıyoruz. Yaptıklarım, onların yaptıkları ve en önemlisi de Taksim gezi olaylarını bana anlatıyor. En yoğun zamanlarında ofis camından nasıl seyrettiğini derin nefes alarak anlatıyor. Üzülüyorum. Amerikan filmi vardı, çete savaşları mı neydi, işte ondan farksızmış. Memleket ne hallere düştü, ben ve benim gibiler hep seyirci. Ama üzücü hikayeler bile keyfimi bozmuyor. Saygı duyulmak ne güzel, hem de bunu veren benim patronlarım. Yemekler ve lezzetli bir kahve derken zaman hızlıca tükeniveriyor ve ben yine bir veda sahnesinde ayrılıyorum eski ofisimden. Talimhane çıkışına yakınım, çok değişmiş buraları ama güzel olmuş, daha da güzel olacak, inanıyorum. Gözlerim istiklal caddesine takılıyor. “hayır, şimdi olmaz” diyorum. Hem şu kitabın etkisindeyim, daha da duygularım yoğunlaşacak. Başımı çevirip yürüyorum durağa ve yeni yapılan köprü altındaki otobüs durağından ilk gelen otobüse biniyorum.

    Diğer gün Levent, sonrasında Boğaziçi üniversitesine yakın yolculuğum. Üniversiteye gitmek istiyorum ama zamanım öyle dar ki ilk önce dostumu görmem gerek. Canım öğretmenim sevgili okul müdürüm de zaten izinliymiş, bu nedenle erteliyorum ziyarete. Aslında özlemiştim geçen yıldan beri görmediğim üniversite bahçesini. Mis gibi yeşilliğin içinde bir yıl huzur bulduğum. Saatlerce çimenlerinde uzanıp kitaplar okuduğum… yeni arkadaşlıklar edindiğim… doğasına hayran olduğum… Boğazın maviliğini tepeden seyrettiğim, sevdiğim Boğaziçi… Kısmet belki başka zamana, belki ziyaret belki de görev. Yılların dostu Leyla’ma gidiyorum. Hayatlarımızın içinde hayat yaşadığımız dost insanlarız biz, ikimiz. Başkasına yer yok. Mayıs ayını severim. Özellikle bir mayıs ve on beş mayıs kutsal günlerimdir benim. Dostumla ortak günümüz ise on beşindedir. Kısmet olursa bu yıl beraber bir yemek yer, kaç yıllık dostluğumuzu kutlarız. Biraz sohbet, biraz laklaka muhabbetten sonra ayrılık vakti geliyor. Sıkıca sarılıyorum, öpüyorum beyaz yanağından. Şimdi biraz daha vaktim varken istediğim yere gideceğim diyorum. Deniz, sahil… Evet, köpüklü dalgaları görmem gerek, çünkü rüzgar var. En kısa mesafede Beşiktaş’ı seçiyorum. On beş dakika sonra ordayım. Rüzgar beni sarmalayarak rıhtıma doğru sürüklüyor, dalgalara düştüm düşeceğim. Saçlarımla oynuyor, şampuanımın kokusunu alıyorum. Üşüyorum, hem de çok… Daha yeni hastalıktan kurtulmuşken yeniden bir dert kapacağım biraz daha kalırsam bu sahilde. Ama ayrılmak istemiyorum. Dalgalar öyle yüksek, öyle hırçın ki deniz, sanki benim kalbimle anlaşmış gibi. Yıllar geçmiş buralara gelmeyeli, yüreğim dalgalardan beter… Kız kulesi de suskunluğuma ortak. Yapayalnız denizin üzerinde, tıpkı benim sahildeki yalnızlığım gibi. Hiç martı göremedim gri gökyüzünde. Oysaki martıları çok severim. Kanatlarını ve onlara hep özenmişimdir. İstedikleri her yere uçabiliyorlar. Ya ben? Keşke ben de bir kuş olup uçabilsem? Sonsuz bir hazzın tadında ayrılıyorum sahilden.

    Diğer gün Eyüp’e arabamla gidiyorum. Sahilden gezmek ne güzel? Ama Haliç durgun, dünkü boğaz denizinden… Benim de yüreğim öyle bugün. Kalabalığa atıyorum kendimi, kutsal şehrin kutsal mekanları… Severim dini, severim kutsallığı, severim mistik inançları… Burası ayrı güzel… Fıskiyeli havuzu… Turistler… Etrafına bakınan renkli kalabalık… Siyah feraceliler… Güvercinleri göremiyorum, çünkü artık onlar için ayrı bir yer var. Hepsi orda kuşların… Bir curcunadır gidiyor. O kadar çok ekmek yem var ama birbirleriyle hala ekmek kavgası içindeler. Aslında biz insanlar da öyle değil miyiz? Fesatlık, kıskançlık, ne saçma hayat kavgaları var insanoğlunda? Yaşanacak aşklar varken, yaşanacak güzellikler, sevgi varken? Ben ise hayatı bugünde yaşamak isteyenim… Hep öyle oldum, hep öyle olacağım. Çünkü yarının garantisinin olmadığını çok iyi biliyorum.

    İşte birkaç günlük iznimin özeti böyleydi. Aslında anlatmak istediğim neydi bilmiyorum? Biraz duygu yoğunluğu, biraz sevdiklerimi ziyaret mutluluğu… Hepsi bundan ibaret…

    Nevriye Hamitoğlu
    nevriye.h@hotmail.com



    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    9,679,679,679,679,679,679,679,679,679,67
    6 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


    SULTAN II. ABDÜLHAMİT’İN BATI TUTKUSU

    Toplum olarak tarihe, tarihi kişi, olgu ve olaylara genelde objektif bakamamışlığımızı, bu alışkanlığımızı artırarak hala devam ettiriyor oluşumuzu, hep toplumsal olumsuzluklarla ödemişizdir, ödüyoruz. Geçmişteki başarı, başarısızlıkları, doğru olgu-yanlış olayları ele alışta komplo teorisyen bu alışkanlığımız nedeniyle gerçekçi değerlendirmeler yapamadığımız gibi objektif olmayı da başaramamışızdır.

    Günümüze ışık tutan bir çok olgu, olay ve uygulamaların yaşandığı II. Abdülhamit ve dönemi de bu yanlış tarih perspektifimiz nedeniyle lehimize çevirememişizdir.

    Bir kesim onu ‘kızıl sultan’ aşağılamasıyla yerin dibine batırırken diğer bir kesim peygamberlerden hemen sonra yer alan evliya konumunda kutsallaştırmıştır.

    II. Abdülhamit, devrini doğru okumayı başarmış, siyaset sahnesinde iyi oynayan gelmiş geçmiş en iyi nadir devlet adamlarımızdandır.

    Batı karşısında her açıdan gerileyen Osmanlının Batılılaşmaktan başka çaresi yoktu. Bu gerçeği gören Osmanlı üst düzey yöneticilerinin hataları bu süreci bir anlamda iyi yönetememelerindeydi.

    Batılılaşma hareketleri aslında ‘Lale Devriyle’ direk ve hızlı bir girişle başlamış, Tanzimat’la devlet eliyle resmileştirilmiştir. II. Abdülhamit, Batılılaşmayı Tanzimat’la resmileştiren sultan Abdülmecit’in oğludur. Saray ve Osmanlı entelijansiyası artık Batılılaşma yolunda Batı’yla hem haldirler.

    Takip etmeye başladıkları bu Batıyı görmek ve daha yakından tanımak için Osmanlı üst düzey devlet yönetimi, ilk ve son defa sultan Abdülaziz zamanında hemen tüm Avrupa’yı ziyaret etmişlerdir. Abdülaziz, bu seyahatte maiyetine şehzade Abdülhamid’i de almıştır. Şehzade Abdülhamit, aslında Avrupa’ya ve orada gördüğü güzelliklere hayran kalmıştır. Seyahat sonrası genç şehzade, Avrupa’daki güzellikleri, kadın ve genç kızların güzelliğini hayranlıkla anlatacaktır. "Londra'da bir zengin kızı bir gece bize bir konser verdi. Eve girdiğimiz vakit kızın güzelliğine hayran kaldık. Büyük birader Murad bana genç ve güzel kızı işaret ederek 'nasıl beğendin mi?' dedi, ben de 'eh fena değil' diye cevap verdim, derken kızın babası olan zengin Londralı yanımıza yaklaşıp, bize Türkçe olarak 'Ben Sakızlıyım, hemşeriyiz, çoktan buraya geldik demez mi? Biz kıpkırmızı olduk. Lakin onlar bizim söylediğimiz sözlere gücenmediler, öyle alışmışlarsa da biz gene mahcup olduk."

    Bu seyahatte şehzade Abdülhamit, Avrupa’nın Osmanlıya göre ne kadar gelişmiş ve ilerde olduğunu iyi gözlemlemişti. O günler sultanlık yolunu kendisine imkansız gören şehzade, Batılılar gibi olma kararını da aslında vermişti. İmkânsız gördüğü zirveye giden yol, O’na açıldığında, ‘Lale Devriyle’ başlayıp Tanzimat’la resmileşen açıkça dillendirilen Batılılaşma sürecini en başarılı ve hatta hızlı bir şekilde devam ettirmiştir. Olayın asıl esasının eğitimden geçtiğini gören Sultan, öncelikle eğitimde Batılılaşmayı sağlamıştır. Anadolu’ya yayılacak şekilde modern tarzda tüm okullar O’nun zamanında açılmış ve bu okullarda tamamen Batı tarzı eğitim verilmiştir. Bu toplum, kabul edilmese de eğitimde Batılılaşmayı ve modernleşmeyi Abdülhamit’in açtığı bu okullara ve orada verilen Batı tarzı eğitim sistemine borçludur.

    Bilim ve teknoloji gelişimini de iyi takip eden Abdülhamit demiryollarını, telefon, telgraf ve otomobili üç beş yıl arayla ülkeye getiren nadir devlet adamlarımızdandır. Bugün kullandığımız demir yollarının büyük çoğunluğu O’nun döneminde yapılmış; Cumhuriyetin büyük olaylarından Marmaray yine O’nun zamanında projelendirilmiştir. Bugünkü anlamda ilk karayolları halkın katılımı sağlanarak yine o dönemde yapılmıştı. Halice ve Boğaziçi’ne köprü çalışmalarını da yaptıran Abdülhamit, Batı tarzı yapı ve uygulamalarla ülkeyi sosyal anlamda Batılılaşama yoluna girdirmiştir.

    Osmanlıya en hızlı Batılılaşma sürecini yaşatan Abdülhamit, elbette yüzünü Batı’ya döndürmüştü. Avrupa’yı sanat edebiyat düzeyinde de takip eden Sultan, Batı’dan bir çok tercümeler yaptırmış ve aktüel anlamda süreli-süresiz yayınları takip etmiştir. Yıldız sarayına kurdurduğu tiyatroda Avrupa opera bale ve tiyatrolarını oynatmış ve bizzat izlemiştir.

    Uyguladığı dahi siyasetle Osmanlının dağılımını otuz üç yıl geciktirmiş, Batı yanlısı ve tutkunu, opera bale ve tiyatro izleyen, Sherlock Holmes’un maceralarını ve Batı romanlarını okuyan böyle bir padişah nasıl kızıl sultan ve nasıl evliya olur?

    Hasan Tülüceoğlu


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    2 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


    Alkım Saygın

     Şâir-Yazar : Alkım Saygın


      Ayrılık sevdânın mührüdür!

    I.

    Kaç gecenin ellerine doğmuş,
    yarı beline kadar toprağa gömülü.
    O murâda kaç destan sığar!
    Anlatısında mahzûn bir çocuk;
    dili şeker, elleri nasırlı.

    Odama doğru süzülürken mehtap,
    yıldızlar karanlığı deliyor.
    Kurt bakışlı bir baykuş,
    dakikaları hızla yutuyor.

    Kendimi kaybederim sırasında
    –seni kaybetme korkusu–
    gününde en acı gerçeğim.
    İbret aynası sanki,
    bu aşk-ı kadim.

    II.

    Geceyi bekleyen deniz feneri gibi,
    bu mâhurluğu içinde yalnızlığımın,
    gözlerini kalbime sarıp
    şarkımızı mırıldandım.

    Makâma uyup eşlik etti
    yarı yoldan dönen kırlangıçlar;
    karanlıkta bir dost sesi gibi,
    derdime ortak oldular.

    Ah kara gözlüm,
    bu sıcak karanlıklar,
    bu yaz akşamı,
    başım toz duman.

    III.

    Aynı servi ağacı,
    sallanır mı aynı rüzgârda?
    Alır mı aynı topraktan suyunu,
    uzanır mı aynı göğe doğru?

    Dün, bugün ve yârın:
    Bize emânet sevgilerimiz.
    Her kavga, yeni bir umut
    ve her umut, yeni bir kavga.

    İnancım tekmil şaşmaz;
    devrime bağlılığım tam.
    Her kelimem, ayrı bir dünyâ;
    üç cümlede özetledim her şeyi:

    Anlamak için sevmek gerek,
    sevmek için özlemek,
    ayrılık andan ibâret.

    IV.

    “Bir umudum sende,
    anlıyor musun?” demişti Üstat.
    Anlıyor musun kara gözlüm:

    İçimde taşıdığım umut bu;
    yarısı sevmek,
    yarısı anlamak.

    Dağıt kara bulutları üzerinden,
    ayrılık sevdânın mührüdür.

    Alkım Saygın


    Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


    10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
    4 Kahveci oy vermiş.

     


    Yazdırmak için tıklayınız.

     


     Kıraathane Panosu



    Polygon Web Studio


    Yazarlarımızın Kitapları


    Merih Günay
    "Martıların Düğünü"

    Nesrin Özyaycı
    "Işık -II-"


    Temirağa Demir
    "Her kardan Adam Olmaz"


    Şadıman Şenbalkan
    "Şehit Analarımızın Çığlıkları"

    Hatice Bediroğlu
    "Düş Kuruyor Gece"

    Cüneyt GÖKSU
    Serpil YILDIZ

    "KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

    Merih Günay
    "HİÇ"

    Feride Özmat
    "Yanlış Zaman Hikayeleri "

    C.Eray Eldemir
    "Uzak İklimler"

    Temirağa Demir
    "Edepli Fahişeler"

    Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
    Feride Özmat
    "Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

    Nesrin Özyaycı
    "ÖLMESEYDİ"

    Yitik Ada Günceleri
    Feride Özmat
    "Yitik Ada Günceleri"

    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "Olimpos Öyküleri
    Mavi Mağara
    Sedef Özkan"
    İyi Kalpli Seri Katil
    Semih Bulgur
    "İyi Kalpli Seri Katil"
    80'lerde çocuk olmak
    Hazırlayan: Kadir Aydemir
    "80'lerde çocuk olmak
    Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
    Şebnem Çağlayan"
    Temiraga Demir - Buğu
    Temiraga Demir
    "BUĞU"


    Sedef Özkan
    "Aynı Yaprakta Olmak"
    Zabit Londra da
    Semih Bulgur
    "Zabit Londra'da"
    Karyadan İyonyaya
    Hamdi Topçuoğlu
    "Karya'dan İyonya'ya"
    Kesin Bir şeyler Olacak
    Tarkan İkizler
    "Kesin bir şeyler olacak!"


    Yukarı


     


    KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

    ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
    KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
    (Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

    ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
    KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
    E-posta:


    Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


    Uygulama : Cem Özbatur
    2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

     






    Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

    Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



    SON BASKI (HTML)

    KAHVE YANINDA DERGi

    Hoşgeldiniz
    Arşivimiz
    Yazarlarımız
    Manilerimiz
    E-Kart Servisi
    Sizden Yorumlar
    KÜTÜPHANE
    SANAT GALERiSi
    Medya
    İletişim
    Reklam
    Gizlilik İlkeleri
    Kim Bu Editör?
    SON BASKI (HTML)
    YILDIZ FALI
    DÜNÜN
    ŞARKILARI





    ÖZEL DOSYALAR

    ATA'MA MEKTUBUM VAR
    Milenyumun Mandalı
    Café d'Istanbul
    KIRKYAMA
    KIRK1YAMA
    KIRK2YAMA
    KIRK3YAMA
    ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
    11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
    Teröre Lanet!
    Kek Tarifleri
    Gezi Yazıları
    Google
    Web KM




    Dağlar Dağlar
    Barış Manço









    Fincan almak ister misiniz?
    http://kmarsiv.com/sayilar/20140124.asp
    ISSN: 1303-8923
    31 Ocak 2014 - ©2002/23-kmarsiv.com