|
|
|
14 Şubat 2014 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Menderes'e ağıt yakmalı!... |
Buna düpedüz ALÇAKLIK denir. Yok başka açıklaması. Bel kırıp gerdan çevirip te kurtulmak mümkün değil. Aşağılık ve çok korkunç sonuçlar doğurabilecek bir provakasyondu yaptıkları, alçaklıkları alenen ortaya çıktı işte. "80 tane çıplak adam, türbanlı bir kadını, çocuğunu elinden alıp taciz ettiler, üstüne işediler, küfrettiler, çocuğu da tartakladılar." Böyle demişti yürütmenin başı. Yürüte yürüte tavana vuran egosu, kardeşi kardeşe kırdıracak bir cümleyi de kurabilmişti. "Yüzde elliyi evlerinde zor tutuyorum."la başlayan, türbanlı kadına tecavüz, camide içki derken kustukça kusan yürütmenin başını dinleyen elli yüz tane cahil mücahit çıksaydı ortaya, bakın siz neler oluyordu bu memlekette. Allahtan birkaç tane döner bıçaklı, palalı serseri çıktı da sağduyu hakim oldu. Ama birşey olmaması, olması için gerisini yırtanların suçunu örtmez. Baştan aşağı yalan üstüne kurulu siyaset anlayışlarının hesabı bu serdengeçtilerden sorulmalı. Demokratik ve yargıya el uzatılmamış bir ülkede bunun cezası herhalde en ağırı olmalıdır ama burası Türkiye. Yasayı yapan da, uygulayan da, kendine göre değiştiren de aynı adam. Yürütmenin başı.
Kadınla röportaj yapıp, çıplak serserilere(?!) lanet okuyan balçiçek, görüntüler vahşetti diyen meczup çakır, görüntüler kısaydı ama ortada bir vahşet olduğu açıktı diyen berkan ve daha niceleri, bu yalana ortak oldular. Sırada camide içki olayı var. Unutturmaya çalışıyorlar ama beceremeyecekler. Bir gün bir görüntü çıkacak ne olduklarını şaşıracak alçaklar.
Geçirdiğimiz günlere, yaşadıklarımıza, duyduklarımıza "Olağanüstü" demek te kesmiyor artık. Buna ne ad vereceğimizi şaşırdık cümleten. Yalan yalan üstüne, pislik pislik üstüne biniyor ve tek savunma var "Paralel Yapı". Oysa bu bir itiraf. Yanyana yürüdük yıllarca itirafı. Hep paralel gitse zaten sorun yok. Sorun çizgiler kesişince oluyor. Dün överken bugün ana avrat söver oldular. Buna da şükür, onlar düşünce birbirlerine, öğrendik ne var ne yoksa heybelerinde. İrin akıyor dört bin yanlarından. Yalan üstüne yalan, talan üstüne talan. İnsanın Uzan'lara rahmet okuyası geliyor. Şimdinin "milletin a... koyan" iş adamlarını düşününce Uzan sanki bir melek. Yürütmenin başı akla gelince de, Menderes'e ağıt yaksak yeri.
***
Muhalefetle de başımız dertte. Demokratik ülkelerde en başta siyasetçinin demokrasiyi hazmetmesi beklenir. Zira baş nereye çekerse kuyruk ta oraya gider. Gelin görün ki, hazımsızlık bizde diz boyu. Mevcut başkanlar aday gösterilmeyince parti değiştirir, mevcut başkan 20 senedir o koltukta oturduğuyla övünür, büyükşehirin adayı yanına illa yandaşlarını ister. 29 aday adayı olan bölgeden sanki yirmidokuzunu da seçmek mümkünmüş gibi genel merkezden çözüm beklenir, biri seçilince diğer yirmisekiz tanesi küser. Küsmekle kalmaz partiden istifa eder. Siyaseti meslek olarak benimseyenlerin düştüğü garabettir aslında olan. Oysa siyaset bir gönüllü hizmettir ya da öyle görülmelidir. İçinden çıktığı halka hizmet için bayrak devralınır, günü geldiğinde de bir diğerine devredilir.
Bir mevcut belediye başkanı aday gösterilmeyince kendini şöyle savunuyor; "Yerime gösterdikleri adayın adını hiç duydunuz mu?" Bak hele sen. Biri çıkıp "15 sene önce senin adını da bilmiyorduk." ya da "Seninkini biliyoruz da n'oluyor?" dese, ne cevap vereceksin? Tamam, seçim sistemi arızalı, liderler netameli, ağır toplar kompleksli de, seni bu koltuğa japonla mı yapıştırdılar kardeşim? Kalkıp gitmesini bileceksin, kızmayacak, darılmayacaksın.
CHP yönetimi, özelinde Kemal Bey, yanlış yapmış ya da yapıyor olabilir. Doğruyu göstermek sünnet ise seçim yapıldıktan sonra saygı duymak ta farzdır. Önümüzdeki seçimleri bir yerel seçim havasından çıkarıp bir güven oylaması havasına sokmak iktidarın tek hedefidir artık. Zira aklanmak için ellerinde kalan tek koz budur artık. İki paralık olan suratlarında güller açsın diye sandıkları bekliyorlar. Öyleyse, muhalefetin hedefi de iktidara güvenoyu verdirmemek olmalı bu seçimlerde. 30 Mart'a kadar birlikte uyumlu hareket etmenin yolunu bulmalılar. Kavgayı 30 Mart ertesine ertelemek bu kadar mı zor? CHP yanlış da yapıyor, orası aşikar ama ilk defa iktidara oynuyor. Taviz vermesi gereken yerde taviz veriyor. Bu konuyu başka türlü değerlendirmenin anlamı yok. Hele hele, sinekten yağ çıkarmanın peşinde olan yürütmenin baş ve ayaklarını ovalamanın ne yeri ne de zamanı.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan TAŞKAFA |
|
Uzun gürgenler, dere boyunca uzanan kızılağaçlar dağın eteğindeki sona eriyordu. Yüksek ağaçların bittiği yerde başlayan fındıklıklar dikenli teller ile örülmüş sınıra kadar uzanıyordu. Tel örgünün ardındaki iyice dikleşen yamaçlara devlet baba çam ekmişti. Bir metreden az uzun çam fidanları dağın tepesindeki düzlüğe kadar sıralı ve düzenli olarak yamaçların hepsini kaplıyordu. Hepsi bir boydaki çam fidanları bir ormandan daha çok belediye parkı gibi görünüyordu. Köyün bütün pınarları işte bu dağın yamaçlarında bulunuyorlardı. Bu pınarların önüne yapılan kaptaçlardan sekiz kadar mahalleye su gidiyordu. Çerkezler Mahallesi diye bilinen bu yamacın üzerinde orman ve fındık bahçeleri içine serpiştirilmiş gibi görünün on kadar ev vardı.
Biz bu köye gelmeden birkaç yıl önce devlet baba köylülerin elinden aldığı arazilere çam diktirmiş. İlk baştan karşı çıkan Çerkezler da zaman içinde bu uygulamayı benimsemişler. Birkaç köyün ortasında yer alan bu yamaçlar için her yaz başında anlaşmazlıklar çıkar ve silahlı çatışmalar olurmuş. Yıllar süren kavgalar rağmen bu iş bir türlü tatlıya bağlanamamış. Devlet tel örgü çekip jandarmayı dikince yorgan gitmiş, kavga da bitmiş. Şimdi çamlığın içine girmek yasak... Hayvan otlatmak yasak... Sadece kimseye görünmeden ot biçip gizli gizli taşımak serbest... Bilerler bilir, bu yöre insanının suyu biraz serttir. Gözünü budaktan esirgemez. Ayranı kabarmaya görsün bir hiç uğruna dünyayı ateşe verir. Sadece çocuklar tekme tokat kavga ederler. Büyükler ise çekip silahı karşısındakini vuruverirler. Bahanesi her zaman aynıdır. Ben vurmasam o beni vuracaktı... Benim yerimde sen olsan ne yapardın? Mezarlıklar sadece ölümleri değil eski husumetleri de anlatır. Herkesin bir hasmı vardır. Bu yüzden kimse boş gezmeyi göze alamazdı.
Size Şevket’i anlatmadım ben. Birkaç kez niyetlendim ama vazgeçtim. Çerkez değildi ama evi dağın eteğindeki Çerkezler Mahallesindeydi. Komşumuzun ahşap kapılarını pencerelerini boyamak için gelmişti. İlk kez o gün gördüm. İşinin de erbabıydı üstelik. Bir gün içinde onlarca pencere ve kapıya hem macun çekip hem boyamıştı. Köylüler içki içmezlerdi. İçki içene de iyi gözle bakmazlardı. Adı doksana çıkmış birkaç kişi vardı. Onlarda sadece haftada bir gün gittikleri kasaba pazarında içerler, kimseye çaktırmadan köye dönerlerdi. İlk karşılaştığımızda şevketin elinde alüminyum bir maşrapa vardı. Arada bir maşrapadan yudumlayıp pencerelere astar çekiyordu. Kokusundan maşrapada rakı olduğunu anladım. Sonra pencere içindeki şişeyi gördüm. Ne mezesi var, ne çerezi. Bir yerlerden yamuk yumuk bir ayva bulmuş arada onu dişliyordu. İşte hepsi bu... Bu kadar açık açık ve hiç kimseye aldırmadan kafasına göre takılması hoşuma da gitmişti üstelik.
Laflarken öğrendim Şevketin kafası meşhurmuş. Kafayı attığını iki seksen uzatırmış. Ben anlatanların yalancısıyım. Kimseye kafa atarken görmedim. Bu kafa var ya bu kafa… Taş gibi, hatta mermer gibi demişti. Demire vurdum, ağaca, duvara vurdum yine bir şey olmadı. Sonra alnını gösterdi. Saçlarını dibinden burnuna kadar inen upuzun bir yara izi vardı. “Düzçiftlikte bir düğünde oldu,” dedi. “İçkiliydim zaten. Biri çıkıp dangul dungul edince dayanamadım geçirdim kafayı. Meğerse muhtarın kardeşiymiş. Girebiyi kaptığı gibi kafama indirdi. Derisi hep soyuldu ama kafaya bir şey olmadı. Tütün basa basa kanı zor durdular. Ama kafada hiç hasar yok. Tabancayla bıçakla delikanlılık olmaz. Delikanlı adam mert olacak. Gözümün içine bakacak. Öfkesini göreceğim. İsterse gebertinceye kadar dövsün. Ama illa açıkça olsun, mertçe olsun.
Misal ben sinirlenince, şu alnıma gelip bir ağrı oturur. İnce ince oyar, yer bitirir beni. Uyumak istesen uyuyamazsın. İlla kafayı atmam lazım. Neye olursa artık... Beni kim kızdırdıysa önce ona. Kızdıran yoksa cam çerçeve dinlemem. Gözüm kardı mı ötesini berisini hiç anlamam. Eyvah bu kötü ya, dedim. Ya karın, çocuklar ya da baban, annen mesela… Deliyim ama o kadarı da fazla. Çocuklarıma kıyamam. Annem babama hürmetim sonsuz. Avrata bir iki vurmuşluğum var ama tövbeliyim artık.
Düğünlerde birkaç vukuatım olunca herkes anladı tabi şeytanın kaç bacağı var. Bazen uyanıklar ayak çekmeye çalışırlar. Şevket abi filanca şöyle böyle diyor. Koşa koşa gaza gelenlerden de değilim. Önce bir ölçerim tartarım… Yanına gidip sorar soruştururum. Delikanlı dediğin kör boğa gibi sağa sola saldırmaz. Adam gibi konuşurum. Baktım olmuyor işte o zaman kafayı geçiririm. Kendimden zayıfa, arkası olmayan fukaraya yanlışım olmaz. Kafayı atacağım adam biraz diklenmeli, icabında sövmeli. Kafayı burnunun üstüne yemeyi hak etmeli.
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu SEVGİLİLER GÜNÜNE BİR ÖYKÜ |
|
“Özel gün” insanlığın o alana dikkatini çekmek için uydurulmuş bir uygulama.
Bazen bu günler çakışıveriyor.
14 Şubat da öyle.
Bugünü herkes “Sevgililer Günü” olarak biliyor.
Ama bugün “Dünya Öykü Günü” de.
Kimileri bu günün “Öykü Günü” olduğundan habersiz; kimileri sevgiyi tecimselleştiren kapitalist sisteme öfkeli.
Öyküsü olmayan sevgi olur mu?
Bence bugün sevgililer, oturup sevgilerinin öykülerini yazmalı; çaputçular, sarraflar, çiçekçiler kadar kitapçılara da uğramalı.
Tüm sevenlere yaşamı kucaklayan öyküleri dileğiyle.
DERVİŞ
Yıllardır köy köy, kasaba kasaba dolaşır; insanlarla, yaratılışa ve yaşama ilişkin söyleşirdi. Ancak içine giderek artan bir umutsuzluk uğunuyordu. Artık söyleşilerden haz almıyordu.
Gece boyu kin, dedikodu, tembellik, aldatma, hırs, kıskançlık… hangi zaaf üzerine konuşulursa konuşulsun, söyleşiler insanlara huzuru, sevgiyi, hoşgörüyü, barışı getirmiyordu. Anlıyordu ki akıl doğruyu düşünüyor; gönül doğruya inanıyor, dil doğruyu söylüyor; ama eylem tersi oluyordu.
İnsanlar için, vazgeçilmezin yolu, hep kendi çıkarlarından geçiyordu. Çocukluktan ilk gençliğe, yetişkinliğe genlerindeki bu özelliği büyüterek geçiyorlardı. Çıkarlar için umut, susmayan çığırtkandı. Bu, öylesine güçlüydü ki bir küçük yelde, yerle bir olabilecek binaların, en şiddetli depremlere bile dayanabileceğini; dere yataklarına yapılan konutları sel basmayacağını, freni olmayan arabaların gerektiğinde durabileceğini, paslı raylar üstünde hızlı trenlerin çalışabileceğini, on - on beş bin öğrencinin kazanacağı sınavları, milyonlarca öğrencinin kazanabileceğini umut ediyorlardı. Tüm bu umutlarının, sözlerinin arasına “inşallah, Allah’ın izniyle, Allah’tan umut kesilmez!” dileklerini ne kadar çok yerleştirirlerse, o kadar çabuk gerçekleşeceğini umuyorlardı.
Herkes, bir şekilde, bir umuda bağlanıyordu bağlanmasına; ama umutlar, çoğu zaman da birbirine ayak bağı oluyordu. Pamukçu, dağ başında oluşan bir buluttan yağmur umarken, testici, yaprakları titreten esintiden, bulutu dağıtmasını umuyordu. Herkes bir arada yaşamaktan, bir şeyleri paylaşmaktan söz ediyor; ama bunun vazgeçilmez koşulu olarak, kendi umudun gerçekleşmesini ileri sürüyordu. Kendi umudu için başkalarının umudunu yerle bir etmekte hiçbir sakınca görmeyen bu insanlar, birlikteliğe, ortaklaşa yaşama dair bir sürü de haklı gerekçeler üretebiliyorlardı
Son gecesini, geçmişi çalıya serip, bugünü çakallara yediren böyle bir umut köyünde geçirmişti. İnsanlar, sabahın ilk ışıklarına dek süren bu söyleşiden edindikleri çuvallar dolusu yeni umutlarla evlerine dönerken derviş yine ne aradığını ve ne verdiğini bilememenin sıkıntısıyla yollara düştü. Saatlerce yürüdü. Karşısına çıkan köylere uğramak istemiyordu. Çevresindeki her şey bildiği şeylerdi: Gülse gül, dikense diken, kuzuysa kuzu kurtsa kurt. İnsanlar da bildiği insanlardı işte: “Ben” kaplumbağaları…
Susamış mıydı, yoksa kokusu mu çekmişti bilinmez, ana yoldan çıktı, az ötedeki ulu ceviz ağacının dibine vardı. Ceviz ağacının dibinde bir pınar vardı. Pınarın başında bir süre suyu seyretti. Su gri kum tanelerini serpeleye serpeleye yüze çıkıyor, küçük bir göl oluşturuyor, sonra aşağılara başka pınarların, derelerin, ırmakların sularıyla birleşerek denizlere ulaşmak için yola koyuluyordu.
Su dupduruydu. Kim bilir, yeryüzünün kaç katman ve kaç çeşit toprağından süzülmüş, kaç karanlık ırmağın dehlizlerinde başını kayalara çarpa çapa olgunlaşarak bulmuştu ışığını.
Ne demişti Postnişin ona:
“Sevinç, ödünç alınabilir, ama acı, ancak yaşanarak öğrenilir. Bu yüzden sevinçlerden kuşku duyalım; ama acılarımızdan asla.”
“Su olmalı, kayaların imbiğinden süzülmeli. Buluşup birleşmeden damla pınar olmaz, pınar nasıl çay olsun ki!
Kaç derin düşüncenin ırmağında yıkarken düşüncelerini suda bir yüz gördü. Ürktü. Ne zaman böyle kör olmuştu gözleri, nicedir böyle iğrençti yüzü? Eğilip daha bir dikkatli baktı. Bu kez suda ay parçası gibi bir kız gördü. Suretleri buluştu sandı birden. Aklı başından gitti dervişin. İki adım geri atınca, pınarın arkasındaki taş duvar üstünde bekleyen o çirkin gençle güzel kızı gördü.O iki canı fark edemediğinden mi, kızın güzelliğinden mi aklı başından gitti bilinmez, kendini yana attı.
Genç kız, derviş kendilerine su sırası verdi sanıp başını eğdi, selamladı saygıyla onu. Sonra taş duvarı dolanıp suya indi. Eğilip iki avucuyla su aldı. Getirip gencin dudaklarına tuttu. Genç, kana kana içti suyu. Kız eğilip o narin elleriyle birkaç kez daha su verdi gence. Genç, yeter anlamında gülümsedi. Kız bu kez eğilip bir avuç daha su aldı ve usulca yüzünü yıkadı gencin. Kızın elleri öylesine şefkatliydi ki derviş bu ellerin kör ve çirkin bir adamın dudaklarında, yüzünde sevgiyle dolaşmasına şaştı.
Kız, kör genci bir taş üstüne oturttu özenle. Sonra suya kapanıp kuzular gibi içti içti.
Delikanlı :
- Dervişim, dedi. Ayakta kaldınız, lütfen siz de bir taş bulup oturunuz.
Derviş, bir şey demeden, delikanlının karşısında toprağa diz çöküp oturdu. Yanlış görmüş olmak umuduyla kaşlarının altından delikanlıya baktı. Öylesine çirkindi ki yüzü, dayanamadı başını öne eğdi. Gencin iki gözü de yuvalarından fırlamış iki gök mavisi top gibiydi. Yüzü yıllarca ringlerde dayak yemiş bir boksör yüzüne, kulakları minderde sürtüle sürtüle kevgire dönmüş güreşçi kulağına benziyordu.
Bir süre öyle kaldı; ama utandı kendisinden. Kaldırıp başını güzel bir yüze bakar gibi baktı delikanlıya.
Delikanlı,
- Gözlerimin görmediğini görüp benim senin derviş olduğunu nasıl anladığımı merak etmiş
olmalısın, dedi.
Derviş:
- İçimden geçirdim; ama o güzel kızın, sana benim bir derviş olduğumu söylemiş
olabileceğini düşündüm.
Delikanlı gülümsedi.
- O, dilsizdir. Senin derviş olduğunu söyleyemez. Kaldı ki o kim derviştir, kim değildir bilmez, dedi.
- Peki öyleyse nasıl bildin, diye sordu bu kez derviş.
- Biz sizinle elli adım gerideki kavşağa girerken karşılaştık. Siz kavşağa sağdan geldiniz
biz de soldan. Sevgilim birden durakladı. Ben de ayak seslerini dinledim. Adımların genç adımlarıydı. Ancak elinde bir de asa vardı. Sevgilim, sakallarımı okşadı. Öyle hızlı ve dalgındınız ki bizi görmediniz. İşte o zaman sizin madde âleminden mana âlemine göç etmiş biri olduğunuzu anladım.
Derviş, aradığı yüzü ve dili bulduğunu düşündü.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen aSiMeTRik PaRaLeLobi |
|
Son zamanlarda pek sık kullanılan kelimelerden birisi de “Lobi” olmuştur. Lobi; ABD’nde eski parlamenterlerin Parlamento Binası’nda meydana getirdikleri bir grup ve/veya gruplardır. Bu insanlar türetildikleri kelime olan “Lobby” ( İngilizce: Hol, Koridor, Kulis ) anlamında olduğu gibi; Parlamento Binası’nın koridorlarında dolaşıp birçok önemli mesele ve konunun, kendi istedikleri gibi hallledilmesi için çabalamışlardır. Önceleri suç sayılmış ve yasak edilmiş ama devletin bunlarla baş edememesi sonucu 1946 yılında hazırlanan bir kanunla belli şartlarla ( hangi devlet adına çalıştıklarını, kimlerden yardım aldıklarını bildirmek ve karşılığında fiş kesmek suretiyle ) serbest bırakılmıştır. Milyarlarca dolar gelir elde eden Lobi’lerden sözedilmektedir. Lobi’ler aynı zamanda; “Kongre” ile “Başkan” arasında herhangi bir konuda anlaşmazlık çıkması durumunda “Arabuluculuk” görevini de üstlenebilmektedirler. Çok önemli bu etkileri nedeniyle “3. Meclis” ( 1. Temsilciler, 2. Senato ) deyimini kullananlar bile olmuştur. İşte bu tanımlama matematiksel anlamda bir “Paralel” duruma işaret etmektedir. İşlerin “Paralel” yürütülmesi için yapılan “Lobi” çalışmalarına da “Paralelobi” denilebilir. Sen “Yamuk”, ben “Doğru” gibi tamamen geometrik tartışmalar bizi “Asimetrik” ( simetrik olmayan ) bir duruma da ister istemez götürecektir. Sonuçta; yazı başlığına sebep olan “Asimetrik Paralelobi”, bu şekilde oluşmuştur. Bu durumdan yola çıkarak; aşağıda açıklanan “Geometrik Lobi” örnekleri de düşünülebilir :
Parabolik Faiz Lobisi
Ortada iyi bir “Nema Problema” durumu varsa ve kimde “Para-bol” ise ortaya konulmasını; yok eğer; “Nemada Problem” varsa ortaya konulan paranın bol bol faizi ile birlikte yok olup gitmesini sağlayan Lobi’dir. Gelene “Hay hay, buyursun gelsin ..!”, gidene “Hayt huyt, faiz lobisi gebersin ..!” şeklinde tepki verilmesi esas alınır...
Eliptik Havuz Lobisi
Ortada klasik bir “Havuz” problemi vardır. Bu havuza saatte birkaç musluktan “Eliptik” miktarda para akıtılıp doldurulur. Nasrettin Hoca’nın kazanı nasıl doğurduysa; başka bir musluktan da doğan ve havuzun hacmine sığmayıp taşan paraların itinayla damıtılması için çabalayan Lobi’dir. Havuzun damına kadar damıtılması ve damıtanlarca koro halinde;
“İndim havuz başına...” eşliğinde “nakarat”, solo halinde de; “Damıttım ama sor bakalım ..?” şeklinde “ufak at” ( civcivlere yem olmasın ) söylemleri esas alınır...
Hiperbolik “http://” Lobisi
Açılımı “Hyper Text Transfer Protocol” olan ve kısaca “http://” şeklinde dünyaya açılan pencerede; havuzu damıtanları, hamuduyla götürenleri, kol kutusu, ayakkabı saati örnekleriyle halka anlatmaya ( anlatacak başka yer kalmadığından ) çalışanları zapt-u rapt altına almaya çalışan Lobi’dir. Madem dünyanın tersine, ilerinin gerisine bir yolculuk sözkonusu; bu işin içine mutlaka “ptt” katılsın diye öneririm. Ne iş yaptığını ( posta dediğin e-mail fakiri, bu devirde telgraf harakiri, telefon da olmuş hariri, banka, kurye, vs.vs. ) bir türlü anlamamıştım. Buyrun bari, yeni bir alan gari; “hptt://” ( Hayırlı Posta Transfer Takibi ). Bunun üzerinden “Transfer” edilmesi, kullanıcıların nahoş sitelere yönelmesine “posta” konulması esas alınır...
Polihedron GezGözGaz Lobisi
Gezilecek başka park, ezilecek başka AveMe ve otopark, önceden sezilecek başka çark, “Neymiş bakalım çapulcunun iştahı ile çevrecinin feriştahı arasındaki 7 fark ?”, kısaca; karşı durulacak başka çarşı yokmuş gibi direnen mızıkacıların burunlarından fitil fitil getirmek maksadıyla oluşturulan “Poli” destekli Lobi’dir. “Gez-Gez-Arpacık” yerine “GezGözGaz” biçiminde nişanlanması, ille de satır satır destan yazılması esas alınır...
Spiral Cari Kaçık Lobisi
“İthalatın cazibeli kızı, doların dur durak bilmeyen yükseliş hızı, mevzuatın ihracata karşı cazı, IMF’in gazı, Acem’in para yerine altın nazı, ABD’nin sazı, S&P’nin kredibıl sözü, FED’in kırılganlık gözü, bütçenin özü, ekonominin görünmez yüzü, ...” gibi parametrelerle oburca beslenip büyüdükçe büyüyen, açıldıkça saçılan “Cari Kaçık” değerlerini “Spiral” şeklinde sarıp sarmalayan Lobi’dir. Dostlar alışverişte tarzı “Ticari” olması ve ekonominin “Cari” kısmının “Eğri” durumunu yine geometrinin “Teğet” doğrusu arasında “Ti” geçilmesi hususları esas alınır...
Heptagram Enflasyon Lobisi
Son yıllarda nedense “Hep”; “Ta” minare gölgesi izdüşümünün, davul tozu “Gram” zammı ile olan arakesitinden hesaplanıp %10’un altında kaldığı bariz bir şekilde görülen enflasyon değerlerine karşı “Kübik Kristal Temel Gıda Lobisi” tarafından “Ama temel gıdalarda, doğalgazda, elektrikte artış %20’lerde değil mi ?” diyenlere yönelik yürütülen Lobi’dir. İstatistiki verilerden incir çekirdeğini doldurmayanlar esas alınır...
Sekant Şeyinin Kosekant Şeyi Lobisi
“Logaritmik” olarak verdikçe verince “Hoş”, “Trigonometrik” olarak gerdikçe gerince “Mayhoş” durumlarda; “Barisentrik Koordinatlar” ışığında bile içeriğin matematiksel anlamda “Boş” olmasının engellenemediği konuşmaları hazırlayan Lobi’dir. “Laf olsun, torba dolsun” anlayışına; elde “Grafiksel” efektlerle süslenmiş bir “Sekant” mendil, “Skaler” tarzda da bir tutam “Kosekant” gözyaşının izdüşümü esas alınır...
Sonuçta; “Lobi” kısmını bir kenara bırakıp “Geometri” tarafını ele aldığımızda gelmiş geçmiş Matematik’çiler arasında adı Geometri dünyası ile özdeşleştirilen kişinin Mısır’ın İskenderiye’lisi olan Euclid ( Türkçe : Öklid ) olduğunu öğreniyoruz. Paralellik ise; Öklid’in Aksiyomu’nun temelidir ve toplam “5 Aksiyom” ortaya koymuştur :
- Aynı şeye EŞİT olan şeyler birbirlerine EŞİT’tir...
- EŞİT miktarlara EŞİT miktarlar eklenirse, elde edilenler de EŞİT’tir...
- EŞİT miktarlardan EŞİT miktarlar çıkartılırsa EŞİT’lik yine bozulmaz...
- Birbirine çakışan şeyler de birbirine EŞİT’tir...
- Bütün, parçadan BÜYÜK’tür...
Üzerinde çalıştığı proje hakkında da şöyle demiş :
Bir DOĞRU, istenildiği kadar uzatılabilir...
İki noktadan bir ve yalnız bir DOĞRU geçer...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
SAİT FAİK’İ ANLAMAK
Yazmak ne büyük tutkudur ki, insanın peşini hiç bırakmaz. Nerede olursanız olun, o sizin en yakınınızdadır. Vapurda, trende, otobüste karalayacak bir şeyler buluverirsiniz hemen. İnsanların genlerine kadar işleyen, kalıcı bir hastalıktır yazmak!
Buna en iyi örnekse; Sait Faik Abasıyanık (18 Kasım 1906 – 11 Mayıs 1954) tır. Bu büyük şair, öykü ve roman yazarı; “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım” der.
Sait Faik, yazarlığın ötesinde, özgür düşünen, kendine has üslubu olan bir kişidir. Hiçbir akıma ve ideolojiye kapılmadan eserlerini oluşturmaya çalışmıştır. Buna en iyi örnekse; bir gün kendisine sorulan soruya; “Haksızlıkların olmadığı bir dünya. İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya. Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulunmadığı. Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya. Ben bayrakları değil insanları seviyorum.” diye cevap vermiştir.
Buradan da yazarın ne kadar hümanist olduğu, insanlar ve insanların mutluluğu için bir şeyler yazdığı anlaşılmaktadır.
Moupassant ve Çehov öyküsünün, Türk Edebiyatı'ndaki en önemli temsilcilerinden biri olan yazar, çeşitli entelektüel kesimlerin içinde bulunmuş, fakat kahramanlarını toplumun alt kesimlerinden seçmiştir. Bunlar doğa olayları, balıklar, deniz ve balıkçılardır.
“Edebî eserler, insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel bir dünyaya götürmeye yardım etmiyorlarsa neye yarar?” diyen yazarın, toplumdan kopmadan eserlerini oluşturduğu, bunun yaparken de röportaj tekniğini çok iyi kullandığını ve sanatı toplum için yaptığını görüyoruz.
“Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” diyen Sait Faik, ne kadar iyi bir filozof olduğunu da gösteriyor.
1936'da ilk kitabı "Semaver"i yayımlanan yazar, 1939 yılında babasının ölümünden sonra, diğer birçok sanatçı ve yazar gibi maddi sıkıntı içine düşmüş ve yazmaya ara vermiştir. Bu tür olaylar her sanatçının başına gelen şeylerdir. Maddi sıkıntılar, bunalımlar, yargılanmalar, yazmaya küsmek vb…
Ve Burgazada'daki evinde sirozdan ölene dek (11 Mayıs 1954) süren yazma günleri…
Daha sonra Burgazada'daki bu evi "Sait Faik Müzesi" haline getirildi.
Bu büyük yazar eserlerini Darüşşafaka Derneği'ne bırakarak, ne kadar
büyük olduğunu bir kez daha gösterdi...
Hala devam eden, edebiyatımıza büyük soluklar kazandıran, annesinin çabalarıyla ölümünden bir yıl sonra verilmeye başlanan hikaye ödülü; "Sait Faik Hikaye Armağanı." O da ayrı bir güzellik.
“Aşkın bir kanadı vardır kırmızıdır, delinir, kan akar. Bir kanadı var, zehir yeşili...” diyen o büyük üstadı saygıyla anıyoruz…
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Mektup |
|
Gözlerinden yansıyan ay ışığında
kendime yakalandım!
Enikonu gizli bir hançerdi gece,
bir vuruşta gölgemi benden kopartıyordu.
Ve avuç içi kadardı mehtap,
melânet herifin teki, diyordu;
kan kusturdu geceye.
Kral Pirus’u hatırlıyordum;
İtalya seferi için,
“Böyle bir zafer daha kazanırsam,
kesinlikle mahvolurum!” demişti.
Yanına gelebilmişsem eğer,
ellerine dokunup
gözlerine bakabilmişsem derinden;
sayısız zaferlerime bir yenisini daha
ekleyebilmişsem,
tekrar tekrar mahvolmuşluğumdu
bunlar benim.
En kutsal yeminlerle
mühürlemiştim ellerimi;
yazdığım her şiir,
beni sana mahkûm ediyordu.
Ölsem, diyordum;
bir damla şiir akmayacak;
fakat, ne çâre.
Mektubun indi geceye
ve tâze çiçek kokulu
ve gül tenli
ve güleç yüzlü bir Nymphi,
mâvi bir ışık huzmesi içinde
yanıma sokuldu:
–Saatler bir kapan,
umutlarımı içine koyup
aşkı kıstıracağım.
Artık içim rahat.
Kalktım, bir şarkı boyadım.
İnce bir gergefe yatırıp
teşnesindeki şafağa atfen
bir düğüm attım.
Ve sonu gelmez karanlığındaki
münzevî saadetlere astım.
Ve sâhipsiz korkularımla olan
son bağımı da koparttım.
Ve saçlarından süzülüp
kâğıda akan nîsan yağmurlarında,
binbir güzelliğiyle açan
mayıs çiçeklerini gördüm.
Ve gittim,
tekkeyi bekleyen son mumu da söndürdüm;
artık yalnızca, göz bebeklerin parıldayacak.
Bundan gayrı söylen dilim hak ola!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|