|
|
|
21 Mart 2014 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Kuşumuz ötüyor Allaha şükür!... |
Hayır empati kurayım diyorum, beceremiyorum. Tersten okuyayım diyorum, hangisi ters onu bulamıyorum. Velhasıl hepiniz gibi ben de beyin humması geçiriyorum. Yahu, nasıl olur da bir insan bu denli küçülebilir? Bir de kendini Anka Kuşu zannetmesi yok mu? Küllerinden yeniden doğacak sanki. Oysa küller artık olmuş balçık, vıcık vıcık. Doğmak bir yana, yok olacak deliği bile yok. Tam bir tiyatro. Rezillikten yerin dibinde sürünmesi gerekirken "Bu Twitterlar falan var ya şimdi mahkeme kararı çıktı, Twitter falan hepsinin kökünü kazıyacağız. Efendim işte uluslararası camia şöyle der, böyle der, hiç beni ilgilendirmiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin gücünü görecekler." diyor şaşkın. Zannımca, twitter'ın anahtarı cebinde sanıyor. İstediğinde kapatıp açacağı bir kapı olarak görüyor. Bilmiyorsun bari bilale sor diyeceğim ama zılgıtı yiyeceğim, farkındayım.
Akkoyunlar bile köşe bucak saklanıp gülmeye başladı artık. İş nereye varacak kimse bilmiyor. Ama biri ne olacağının farkında olmalı ki, işi çılgınlığa vuruyor. Sonunda "Kafayı yediğinden, cezai ehliyeti yoktur." raporu alıp işten sıyırmayı planlıyor olabilir.
Her cuma gogıllayıp bulduğu ayeti sallayarak puan toplayan bir gavat bile bu aymazları uyandırmaya yetmiyor. Görmüyorlar, duymuyorlar, konuşmuyorlar. Cumhuriyet tarihinin en aşağılık insanları bir araya gelmiş, baştan ayağa b.k içinde memleket yönetiyorlar, oy tarlasından tek bir ses gelmiyor. Andavallık ta bir yere kadar. Bunlara salak demek bile iltifat.
Akkoyunlara empati yapmak daha kolay. Yasakladıkları andımızı tersten okumuşlar sanki; "Varlığım, recebin varlığına armağan olsun, neyim var neyim yok onun olsun." demişler bir kere. Şimdi bazı aklı evveller, vatandaşın seçme hakkına saygılı ol diye ayar çekmeye kalkarlar bana. Peşinen söyliyeyim halt ederler. Kim ki, bu densizin değirmenine elekle su taşır, kim ki, hakkı adaleti ayaklar altına alan adama alkış tutar, kim ki, çaldığına zekat, diktiğine hizmet der, benim indimde hela taşının yanında duran çalı süpürgesinden farksızdır. B.k temizlemekten başka bir görevi yoktur, olamaz.
Neyse uzatmanın anlamı yok. Seçimde saflarımızı belirleme zamanı geldi. Öncelikleri iyi tespit edip seçimlerimizi ona göre yapma vakti. Bu iktidara bir dönem daha tahammül etme lüksümüz maalesef yok. Belki bir genel seçim değil ama kanımca kaybedilecek İstanbul ve Ankara'nın yaratacağı deprem en az bir genel seçim kadar yara açacaktır bunlarda. O zaman gelin bu sefer aklımızı kullanalım. Yüreklerimiz farklı çarpsa da, aklımızın emrettiğini yapıp oylarımızı, akepe karşısında kazanma ihtimali en yüksek partide birleştirelim. Tüm gönül kırıklıklarına rağmen muhalefet bu krediyi fazlasıyla hakediyor. Kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLGİSİZ KONULAR 3 |
|
Sen diferansiyeli bilmezsin. Şaftın ne olduğunu da… Eskiden biletçiler vardı otobüslerde. Kapıdan biner binmez biletini alıp yerine geçerdin. Akşama kadar şoför gibi kendine ayrılan yerde oturur, para alıp bilet keserdi. Ücretler bozukluk olsun lütfen, derdi. Sonra kumbara koydular otobüslere. Biletçiler kaybolup gitti. Sen benim dediklerime kulak asma emi. Eskisi gibi değilim ben. Aklım gelip gidiyor. Saçmalayıp duruyorum işte. Bütün Türkiye’yi gezdim ben. Her yeri avucumun içi gibi bilirim. On seneden fazla kamyonculuk yaptım. Görmediğim, gezmediğim yer kalmadı. Bodrum’unu, Marmaris’ini, Antalya’sını hepsini gördüm. İznik’ten daha güzeli yok. Her taraftan tarih fışkırıyor. Daha geçenlerde kilise bulundu gölde. Çok eskiden suların altında kalmış. İznik birkaç yüz yıl sadece çinicilikten geçinmiş. Bu tarlaları kaz altından çini fırınları çıkar. Ama bakımsız bıraktılar. Surlar yıkılıyor. Kimsenin aldırdığı yok. Başkanlarımız iyi ama çalışmadılar. Sadece gölü bile ömre bedel ama kıymetini bilen yok. Bakımsız kaldı, tanıtamadılar.
İnsan ne gençliğini kıymetini bilir. Ne de gençliğinde elindekilerin kıymetini... Şimdi bana cennet gibi gelen göl kıyısı, meyve bahçeleri, eski sokaklar canımı sıkardı. Buradan çok uzaklara gitmeyi, kaçıp kurtulmayı düşlerdim. O yıllarda Almanya’ya gitme modası vardı. Yazın arabalarıyla izne gelen Almancılar ve onların palavraları aklımı başımdan alırdı. Nasıl olduysa ben de bu rüzgâra kapılıverdim. Daha yaşım on beş olmadan Almanya ile yatıp Almanya ile kalkar olmuştum. İnsanlar acımasızdır. Hele düşlerinizi paylaşırsanız mahallenin delisi olmaktan kurtulamazsınız. Açık bir yara gördüklerinde karasinekleri gibi gidip oraya üşüşürler. Adımı önce Hans koydular. Sonra Şimit’e çevirdiler. Zamanla adımın Erdal olduğunu hatırlayan bile kalmadı. Öyle olunca içimdeki kaçma isteği daha da büyüdü. Askerden döndüğüm yıl Almancı olan bir komşum bana bir akıl verdi. Biraz para bul Almanya’ya turist pasaportu çıkartır gel. Gerisini bana bırak.
Babama açtım ama param yok dedi. Akrabalarımı kapı kapı dolaştım. Subay olan dayım sıralar Kars’ta görevliydi. Para istemek için Karsa kadar gittim. Yollarda harcadığım para da cabası. Kimse zırnık bile koklatmadı. Vazgeçmek öte dursun iyice hırslandım. Ana yüreği dayanamadı. Babadan kalma küçük bir tarlası vardı. Satıp parasını bana verdi.
- Kafanı şişirmiyorum değimli evladım.
- Anlat sen dede. Boş ver bizi…
Paran olsa ne yazar. Elin gâvurunun kapısı kırk kilitli. Bir ay pasaport, vize, sigorta uğraştırdı
durdu. Ne zaman gitsem hep bir eksik var. Pasaportumu aldığım gün bakıp bakıp çocuk gibi sevindim. Hala bir eksik çıkacak diye ödüm kopuyordu. Uçağa binerken bir şey çıkarırlar diye uykularım kaçıyordu.
Lafı uzatmayalım. Münih’te hava alanında komşumuz Salih Abi beni karşıladı. Kutu gibi küçücük bir eve götürdü. Kahvaltı hazırladı. Kendi de işe gitti. Bir başıma öylece kalıverdim. Oysa ben ne hayaller kurmuştum. Birlikte bütün Almanya’yı baştan aşağı gezecektik. Pazar gününe kadar sokağa birlikte çıkacak fırsat bile bulamadık. Burada çok olay var ama kestirmeden gideyim. On bin mark para verdim. Ellisinde bir kadınla beni anlaşmalı olarak evlendirdiler. Ama hemen oturma ve çalışma izni vermediler. Tarlada, bahçede, inşaatlarda kaçak olarak çalışmaya başladım. Gâvur deyip geçme. Kaçak çalıştırıyor ama paranı sigortasını bile hesaplayıp öyle veriyor. Acayip dürüstler. Görsen aklın durur. Bir süre sonra kaçak çalıştığım inşaat firmasına sigortalı işçi aldılar. Almanya ile ilgili bütün düşlerim yerle bir oldu. Burada insanlar sadece çalışıyorlardı. Kimsenin gezip görmeye, dolaşmaya vakti yoktu. Bir tek pazarımız vardı. Onu da neredeyse yatıp dinlenerek geçiriyorduk. Hava genellikle bulutlu ve puslu oluyordu. Havası suyu anlatılanlara hiç benzemiyordu. Bir sene bile geçmeden memleketimi özlemeye başladım.
- Sen benim anlattıklarıma kulak asma emi. Eskisi gibi değilim. Aklım gidip geliyor artık.
İnsan yaşlanınca bir tuhaf oluyor. Ne çişini tutabiliyor ne de çenesini.
- Anlat sen dede. Ötekilere aldırma. Benim kulağım sende.
Kâğıt üzerindeki Alman karım Elisa zaman zaman sıkıntı yaratıyordu. Bazen para istiyordu. Bazen benimle kalmayı… Linfred adında bir erkek arkadaşı vardı. Onunla arası bozulduğunda bana geliyordu. Durmadan bana bir şeyler anlatırdı. Ne dediğini hiç anlamıyordum. Linfred ile geldiğinde pek sorun çıkarmazdı. Birlikte birkaç bira içtikten sonra çekip giderlerdi. Söylerlerdi de inanmazdım. Almanlar gerçekten hiç su içmiyorlardı.
Bursa Mart 2014
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu CAN ERİĞİ |
|
Martı yarılayıp geçiverdik. Sağımız solumuz seçim afişi. Şiirler, şarkılar, türküler…Bir şenlik bir düğün bu. Her aday, en iyisinin kendisi olduğunu anlatmaya çalışıyor seçmenlere.
Sabah da tez oluyor artık. Serçeler, daha ortalık aydınlanırken başlıyor hengameye. Pencereyi açıp pırıl pırıl havayı içime çekiyorum. Daha birkaç gün bir gelin tacı olan erik ağacı, yeşillenirken, mandalina çiçeklerinin sıraya geçtiğini görüyorum.
Seçimlere kalmadan can eriği tezgâhlara düşer. Tuz ve ekşinin buluştuğu ne güzel tattır o.
Osman Güngör Feyzioğlu 12 Eylül Paşalarından. Ama yüreği şiir yüreği. Can Eriği yıllar önce okuduğum güzel kitaplardandı.
Senin çekirdeğin var.
Benimse yüreğim;
Ben sevdalı olurum
Ya sen caneriği.
Gerçi Cahit Külebi Zerdali Ağacı için söylemiş. Ancak;
Havalar güzel gidiyor
Sen de çiçek açtın erkenden
Küçük zerdali ağacım,
Aklın ermeden.
Bak kurt gibi kalın yapılı
Görmüş geçirmiş ağaçlara
Küçük zerdali ağacım,
Pişman olursun sonra.
…
Zemheride bahar mı olur
Akşamları seyret anlarsın
Sakın erkenden çiçek açma
Küçük zerdali ağacım.
dizeleri badem, hatta can eriği için daha da geçerli bence.
Çocukluğumda da pek düşkündüm böyle erkenci meyvelere. Bir avuç tuz, cepler dolusu erik. Okul yolu başka nasıl bitecek? Yüzümü buruştura buruştura yer, sonra da mide ağrılarıyla kıvranırdım. Annem: “Yeme şu gök eriği!” derdi.
Can eriği yeşil, değil mi? Hayır, hem gök, hem yeşil. Anadilinin ne olduğunu anlatmak için güzel bir örnek. Sormuyoruz bile. Çünkü biliyoruz ki “gök” ham, olgunlaşmamış anlamında kullanılıyor. Saraylılar Arap’ın “ham”ını “mai” sini Türkçeleştireceğim diye uğraşırken Yunus Emre:
“Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm,
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi
Dizelerinde şiirselleştirmiş “gök” sözcüğünü. Kolay kolay büyük şair olunmuyor. Benzetme harika; ama konu acıtıcı.
Başbakan, yeni bir yasa daha çıkaracak kimi sözcüklerin başbakanın önüne sıfat olarak eklenmesini yasaklayacakmış. Sultan Abdülhamit’in “burun”, “yıldız” gibi sözcükleri yasaklatmasını anımsıyorum. Sonra Nazım’ın dizeleri dökülüyor dilimden:
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU!
Tek başına
yapayalnız
karanlıklara
bırakılmış bir çocuk gibi
bağıra bağıra
kendi sesiyle uyanarak,
korkuyla tutuşup
korkuyla yanarak
durup dinlenmeden konuşuyor.
Mussolini çok konuşuyor TARANTA - BABU
çok korktuğu için
çok konuşuyor!
Yurdumuz ne yazık ki, eşsiz bir ötekileştirme ustasının sultasında. Oysa bu yurt, dünyanın en güzel kültür ebrusu. Bu ebruyu korumak, geleceğe güvenle bakmanın vazgeçilmez koşulu.
Erik sözcüğü eskiden elma, armut, kayısı gibi meyvelerin ortak adıymış. Zaman içinde anlam daralmasına uğramış. Hatta gülgillerden olan bu ağacı daha da sınıflandırmışız: Can eriği, malta eriği, papaz eriği gibi adlar vermişiz. Eriğin bu türüne neden “can” adı eklenmiş ki? Bedri Rahmi Eyuboğlu onun için:
”Bir kelime buldum çın çın öter;
Adı candır.
Bir erik kopardım can dalından;
İçi can dolu,
Adı can, yaprağı can, lezzeti candır.
Bir gölge düştü önüme dedi ki:
Bir yüküm var benden ağır
Bir yüküm var beni taşır
Adı candır.”
dediğine göre bize düşen canı canlarla buluşturmak, bu yurdun güzelliklerini doyasıya yaşamak olmalı.
Öğretmen okulunda öğretmenimiz eksiltili cümle kuruluşlarına örnek olarak “Bahçene erik, kapına Yörük…” atasözünü vermiş; atasözünün “koyma” sözcüğüyle tamamlanabileceğini söyleyince içim ezilmişti. Eriğin kolay üreyen, zahmetsiz bir ağaç olması aklımın ucuna bile gelmemişti. Çünkü ben yörüktüm. Dedem, aslınızı neslinizi bilin deyip yörük olduğumuzu anlatmıştı. Biz arsız, hırsız değildik ki, bize kapıların açılmasını neden istememişti ki atalarımız. Gerçek şu ki bu ayrımcılık. İster Yörük, ister, Laz, Çerkez, Alevi, Sünni,Kürt...
Ne zaman ayrımcılık içeren bir söz duysam o çocuk ruhumdaki ezikliği anımsar; Yunus Emre’nin;
“Çıkdum erik dalına anda yidüm üzümi
Bostân ıssı kakıyup dir ne yirsün kozumı”
dizelerine sarılırım.
Birçokları şathiyeleri saçma şiir olarak görür. Oysa üstün bir zekânın, müthiş bir birikimin ürünüdür şathiyeler. Her babayiğidin harcı değildir şathiye yazmak. Erik dalında üzüm yemeyi, bostan sahibinin kızıp cevizimi niye yiyorsun, demesini tasavvufun şeriat, tarikat, marifet ve hakikat makamlarını bilmeyenlerin; hele hele “şeriat”tan öte yol bilmeyenlerin anlayabilmesi mümkün değildir. Hoş bunları söylerken kendimi matahmış gibi gördüğüm sanılmasın.
Ben, Yunus diliyle:
“Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü”
diyebilirsem kendimi, can eriğinin canını canımda bulmuş sayanlardanım.
Seçim, bu güzel bahar günlerinde, bir şenlik, bir düğün… Tadını çıkarmaya bakalım.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Eskişehir |
|
Tarihi konakların mekanı Odunpazarı’nın kokusu, görüntüsü ayrı hissettiriyor insana. Eski bir yaşamın yok olmuşluğunda hala ayakta durabilen evleri “Biz ne kadar değerliyiz ki sizin de görmeniz için bunca yıl ayakta kaldık ve kalacağız!” diyorlar. Odunpazarı, Eskişehir’in ilk yerleşim yeridir. 19.yy dan beri var olan şehrin sokaklarındaki taş yollar, görkemli evlerin önünde kıvrılıyor. Yürüdükçe tarihin içinde hissediyorum kendimi. Gözlerim rengarenk boyanmış eski evlerin pencerelerinde. Onlar suskunluklarıyla bekliyorlar ziyaretçilerini. Evlerin bazıları butik otel, bazıları da kafeterya gibi turistik mekanlar olmuş.
Odunpazarı’nın aşağısında bulunan Türkiye’nin İlk Modern Cam Müzesine gidiyoruz. Usta ellerin, ince işçiliğine hayranlıkla bakıyorum. Öyle zarif, öyle dantel gibi işledikleri eserleri hangi düşüncelerin ve duyguların yoğunluğunda, hangi hayallerin peşinde yarattılar merak ediyorum? Keşke bu ustalardan birini görüp ona sorabilseydim merakımı. Güzel bir sohbetin tadına varabilseydim sanatları için? Bildiğimiz cam vazolardan başkaydı burada gördüğüm sanat. Balıklar, hayvan figürleri, ince bacaklı sinekler ve anlayamadığım yapıdaki cam eserler; hepsi birbirinden güzeldi.
Sıra Kurşunlu Külliyesi’ni görmek var. Çoban Mustafa Paşa tarafından 1525 yıllarında yaptırılmış. Zamanında eğitim ve misafir yeri olarak kullanıldığı biliniyor ve Mevlevihane olarak da hizmet etmiş. Bu şehrin bu kadar çağdaş olmasının sebebini artık daha iyi anlıyorum, çünkü yıllarca eğitim vermiş, eğitim kurumlarını geliştirerek halkını okutmuş, eğitmiş. Hem de günümüze kadar. Güzel havuzlu bir bahçesi var. Burada bulunan Atlı Hanın içinde Türkiye’nin ilk Lületaşı müzesi bulunuyor. Rehberimize göre dünyada tek lületaşı müzesi… Eskişehir’de çıkarılan ve el işçiliğinde çok iyi sanatsal ürünler yapılan bu değerli taşı görüyoruz. Vitrinlerin içinde sergilenen eserlere bakarken ağzımız açık kalıyor. Tek kelime ile mükemmel.
Yıllar öncesinde eğitime önem veren bu şehrin bir ucunda medreseler, diğer ucunda bulunan günümüz üniversiteleri hala önemini koruyor. Binlerce öğrenciye eğitim imkanı sağlayan Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nin yanından geçiyoruz. Bana bile okuduğum üniversite dışında farklı bölüm okumamı sağlayan üniversitenin yanından geçerken sessizce ona teşekkür ediyorum. Sazova Sanat ve Kültür Parkı’na gidiyoruz. Burası başka bir dünya… Daha önce bulunduğum şehirlerde böyle bir park görmedim. Düz bir arazi üzerine alabildiğine ağaç, çimen, bahçe yeşilliği var. Büyük bir göl ve ona ait huzurlu bir manzara oturup çay kahve içmek için davet ediyor konuklarını. Farklı konulara sahip oyun alanları da çok ilgi çekici. Masal Şatosu önümde yükselirken, kulelerindeki farklılıkları görebiliyorum. Her yerinde dünyaya ait yapı izleri var. Masalları anlatan kulelerine baktığımda kendimi bambaşka bir dünyanın içinde buluyorum. Sonra korsan gemisine biniyorum, dünya yolculuğu için dümene geçiyorum. Hava güzel, fırtına yok, yelkenleri açıp gidebilirim. Bir tek şapkam eksik, onu da bir şekilde bir yerden temin edebilirim. Korsan gemisini çok fazla gerçekçi yapmışlar.
Sazova parkında kalıp, bir ağaç gölgesinde uyumak ne güzel olurdu? Hatta İstanbul’a hiç dönmemek… Şu yeşil ve tertemiz, Atatürkçü, çağdaş şehirde kalmak isterdim. Ama rehberimizin uyarısıyla son güzergahlarımızdan birine gitmek için yine yola çıkıyoruz.
Türkiye’nin ilk ve tek yerli üretimi olan Devrim Arabasını görünce onun ne denli yalnız olduğunu düşünüyorum. Yarım kalmış bir üretimin küskünlüğü var gölgesinde. Öksüz gibi tek başına duruyor. Ziyaretçiler de etrafında resimler çekip dururken içten içe ağlıyor. Üzülerek bu arabanın yanından ayrılıyorum.
Eskişehir’de yeni yapılan suni denizi görme fırsatımız oluyor. Bu şehrin deniz ve göle sahip olmaması ile belediyeler çok fazla sulak alanlar yaratmış. İlk önce porsuk çayını düzenleyerek, fıskiyeler, suni havuzlar, şelaleler ve en önemlisi de suni plajıyla burada yaşayan insanlara ve ziyaretçilerine suyun huzurunu hissettiriyorlar. Su olan her yerde gerçekten huzur vardır.
Son olarak da şelale parka gidip tepeden şehrin panoramik manzarasına bakıyoruz ve üzerine güneş açmış bu şehre veda ediyoruz.
“Eskişehir, sen gerçekten eski mi yeni misin anlamadım? Fakat sende gördüğüm ışıklar vardı. Bilimin, ilimin, çağdaşlığın ve gençliğin ışığı… Bunlar sende yaşamam için yeter… Keşke, güzel şehir, keşke sende yaşayabilseydim?”
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
ZALİMLER TOPLULUĞU
Ey bu yazıyı okuyan ZALİM!
“Ben zalim değilim”deyip kendini kandırma sakın! Kim demiş zalim olmadığını? Hepimiz, hem de hepimiz zalimiz!
Sen değil misin, komşun açken tok yatan, bebekler açlıktan ölürken, çeşit çeşit yemeğe burun kıvıran, çöpe atan...
Sen değil misin başkasının hakkı, hukuku çiğnenirken sessiz kalan? “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” zihniyeti ile zalime destek veren, zulmünü görmezden gelen; insanlar ölürken kılı kıpırdamayan... Sen değil misin?
İnandığın dinin kitabını bilmediğin için kandırılan, onca uyarıya rağmen, Allah’la bile aldatılan...
Rahat rahat yaşadığın toprakların, onca çileyle alındığını ne çabuk unuttun da bozuk para gibi harcıyorsun, harcanmasına seyirci kalıyorsun?
Kendini, vatanını korumayı becerdin de, başkalarını kurtarmaya mı soyundun?
Sen keyif sür, ülkenin nimetlerini arsızca tüket, torunlarının emanetine hıyanet et diye mi verildi onca can, onca emek? Bu mu onlara teşekkürün? Hesabını nasıl vereceksin onu düşün ey zalim! Yatacak yerin var mı senin?
Onu bunu suçlama! Kendini temize çıkarma! Zalimi başka yerde arama!
Hepimiz zalimler topluluğunun ferdiyiz, kabul etsek de etmesek de...
Hala debeleniyorsan “pisliğin” içinde, zalimliğini fark etmediğinden...
Bir müjde gelmiyorsa Yüce Yaratıcı’dan kurtuluş adına, zalimler topluluğunun ferdi olduğundan, anlamadın mı daha?
Kurtuluşu kolay sanma. Önce zalimliğini kabullen, sonra çıkış yolu ara acilen!
Seni sana “şirin” gösteren tuzaklara düştün, niye var olduğunu unuttun!
Haberin yoksa insanlığından, varolsan ne fark eder!
O’ndan yardım bekliyorsan, “şeytana” uşaklık etmeyi bırak, dön de esiri olduğun “şeytanlara” bak, hangi kisvelere girmiş, farket!...
Ey zalimler topluluğu!
Tek çıkışın var unutma; ister inan, ister inanma!
“Kıyam et” uyan!
Bağıra bağıra geliyor bir “Nuh Tufanı” daha, hazırlan!
Cehenneme odun taşımayı bırak da, “gemini” inşaa etmenin yollarına bak!
(Ey Rabbimiz, dediler, öz benliklerimize zulmettik. Eğer bizi affetmez, bize acımazsan elbette ki hüsrana uğrayanlardan olacağız. Araf 23)
(Rabbimiz! Bizleri, zulmedenler toplumu için bir imtihan aracı yapma! Yunus 85)
Meltem Kaynaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen YASAKLASAK da mı AKLASAK, ya SAKLASAK da mı PAKLASAK ? |
|
Ortalıkta fazla PASAK.
Eh, en iyisi YASAKLASAK..
Yasaklasak da mı SAKLASAK...
Ya da saklasak da mı AKLASAK....
Hem aklasak hem pür-i PAKLASAK.....
YASAKLASAK da mı AKLASAK, ya SAKLASAK da mı PAKLASAK ..?
Önce çamura yatıp ağzı laf edenleri bir güzel HAKLASAK.
3-5 yalaka eşliğinde; 3 parende 5 TAKLA atıp iyice PATAKLASAK..
“Yok öyle 3 penny’e 5 BAKLA” diye kahr-ı bela yaka paça TARTAKLASAK...
İşler hale yola gelince; günah işleme özgürlüğüyle az biraz daha TIRTIKLASAK....
Terlik kutusu veya mandal torbası; gönül neresini uygun görürse oraya SAKLASAK.....
YASAKLASAK da mı AKLASAK, ya SAKLASAK da mı PAKLASAK ..?
“Sıfır sorun” safsatasıyla “Yurtta barış cihanda barış” felsefesinden BIKARSAK.
Tivitır’a “Hem zıvıtır hem de cıvıtır” der, Yuuturb’un da turpunu SIKARSAK..
Doğal yoldan gaz alıp, nadoğal koldan ödeme yapma macerasına ÇIKARSAK...
Bunca pisliği, tertemiz yapar zannedip; bir kalıp Arap sabunuyla YIKARSAK....
Parmak hareketi yapanı, kaş göz edeni; gece aksesuvarıyla içeri TIKARSAK....
YASAKLASAK da mı AKLASAK, ya SAKLASAK da mı PAKLASAK ..?
Hala birşey anlamamış, yetmez liboş misali boş boş BAKARSAK.
Toplama-Çıkarma’dan geçip de Çarpma-Bölme’den ÇAKARSAK..
Dizimize kadar batmış iken; kafayı bilmem ne dizilerine TAKARSAK...
“Kör parmağım gözüne gözüne” misali hala aynı derecede SAKARSAK....
YASAKLASAK da mı AKLASAK, ya SAKLASAK da mı PAKLASAK ..?
Gayri Sahi Milli Hasıla’nın 2043’de “Üüüf !” dedirtecek hayaliyle BEKLERSEK.
Yine de 2 gün etmez; Çarşamba’yı Perşembe’ye bile EKLERSEK..
“Ne olmuş yani” tek dişli medeniyyet canavarı karşısında biraz TEKLERSEK...
Eloğlu yemez ama; ne güzel olur milleti, “Bi daha, bi daha” diye KEKLERSEK....
YASAKLASAK da mı AKLASAK, ya SAKLASAK da mı PAKLASAK ..?
Nasrettin Hoca’dan ilham alan kötü tüccar misali; geldi önümüze FATURA.
Bundan önceki gibi “Ya tutarsa” hesabı yani; işte YAZI, işte TURA..
Yüreğimden zorum yok çok şükür ama zihnimde KURA KURA...
“Yine mi ?” diye düşünmeden duramıyorum, rahmetli demişti ZİRA;
Ya SALAKSAK ..?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Özgürlük
Geçen gün sabahın erken saatinde vapurla Eminönü’ne geçtim. Oradaki insan kalabalığına karışıp ilginç kareler yakalamaya çalıştım. Özgür olmanın en güzel yanlarından biriydi bu: Fotoğraf makineni alıp akşama kadar dolaşmak.
Bu dolaşmalarda, sokak aralarında neler yakalıyorsunuz neler? Sırtı küfeli portakal satıcısı mı? Kırmızı elbiseli şerbetçi mi? Ne ararsanız hepsi var…
Birbirinden farklı yüzleri çekebileceğiz bu yerlerde renkli çamaşırlar, albenili kıyafetler de iyi bir fon oluşturuyor sizin için.
Eminönü’ndeki kalabalıktan sıyrılıp, Süleymaniye’ye doğru yola koyuldum. Burası eski İstanbul’u barındıran evler ve camilerle doluydu. Tabii bir de İstanbul’un vazgeçilmezi kedilerle.
Renk renk, benekli bu kedicikler sokak aralarında dolaşıp, lokanta önlerinde kendilerine yiyecek arıyordu. Onların en iyi dostlarıysa kedi sever çocuklardı. Kimi kucaklıyor, kimi önüne simit atıyor, kimi de benim gibi resmini çekmeye çalışıyordu.
Kedileri kendi hallerine bıraktıktan sonra, Süleymaniye’nin yolunu tuttum, restorasyon yapılan bölümün çalışması bitmişti. Burası “Hürrem Sultan”ın olduğu alandı. Buradaki eski mekânlar tamir edilmiş, peyzajı yenilenmişti. Bahçesinde manolyalar olan Hürrem Sultan’ın kabri, en çok ziyaret edilen alanlardan biriydi. Bunun en büyük sebebi de: “Muhteşem Yüzyıl” filmiydi. Bu filmle beraber, tarihimize olan ilgi biraz daha artmıştı.
Buradan da filmlerin, kitaplardan daha etkili olduğunu anlamış oluyoruz.
Süleymaniye’nin mistik havasını kendisine bırakıp, Beyazıt’a doğru yola koyuldum.
Beyazıt, gerek İstanbul Üniversitesi’ni barındırması, gerekse sahafların mekânı olması açısından, tarih sayfasındaki yerini her zaman korumuştur.
Meydan birçok satıcıya mekân olmuştur.
Seyyar satıcılar, eskiciler, bakırcılar hepsi bu meydanda toplanır. Özellikle akşam oldu mu, zabıtalar çekildi mi, burası tam bir şenlik havasına bürünür. Kimi evindeki eşyasını getirir, kimi kitaplarını, kimisi de radyosunu. Sonra başlar uzun pazarlıklar…
Geçen gelişimde öğrenciler ve öğretmenleri vardı. Evlerindeki kitapları getirmiş, burada satmaya çalışıyorlardı. Kitapların hepsi beş liraydı. Neler yoktu ki; Gogol, Dostoyevski, Atsız…
Bir de buranın müdavini televizyoncular... Ellerinde kameraları, tripotları durmadan çekim yapıyorlar...
Bitpazarları onları çok ilgilendiriyor olsa gerek…
Buradan Sultanahmet’e doğru yürüyorum her taraf cıvıl cıvıl, yan dükkânlardan döner, kebap kokuları geliyor…
Kalabalık, insan topluluğu saygılı bir şekilde ilerliyor…
Ve gezimin son durağı Sultanahmet...
Her zaman ki muhteşemliği ile misafirlerini ağırlamanın zevkini yaşıyor.
Onu daha iyi izlemek için banklardan birine oturuyor ve saatlerce düşünüyorum.
Kazandıklarımı, kaybettiklerimi…
Geçmiş yaşamımın muhasebesini yapıyor, sahip olduklarımı düşünüyor, ne çok şeye sahip olduğumu görünce de mutlu oluyorum. Bir taraftan da bu kadar çok şeye sahip olduğuma şaşırıyor; “Meğersem ne çok şeyim varmış da haberim yokmuş!” diyorum.
En çok da beni buralara taşıyan ÖZGÜRLÜĞÜ’me şükrediyorum!!!
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Belânın dili aşk, zulmün kılıcı keder! |
|
Başlar yorgun gece küfürleri,
ağır ağır yüklenir dillerin.
Ellerin çamur,
ellerin senden uzakta.
Henüz kendinden utanırken,
kurtulma şansını kullan.
Sözlerin yalan söylüyor,
gözlerin ise gerçeği.
Gökyüzü sarsılır,
enginler içindeki en uzak;
yanına getirir,
seni ele verir kırlangıçlar.
Sevdânla yanar tutuşur, kundaklanır gece;
Venüs kadar parlak bir gergefe yatırıp
usulca hükmünü işler toprağa.
Yiğitlik adlı günâh, boynuna yapışır
ve seni, yerin dibine batırır.
Selânik yürekli,
gecelere emânet nöbetlerin.
Yalnızlığın zırhından
çelik dokunuşlu bir el,
dolu dizgin yapışır boğazına.
Mazgallarda avuç dolusu boş kovan,
harmânî kaplı yosun bileklikler.
Bir aslan daha, yavrularına kıyar, bak!
Lâneti geceye düşer, sesi yüreğimize.
Kaç soluk daha kesilir,
kaç hesap daha verilir;
sıfırlar hep bize kalır,
eldekiler teslîm edilir.
Bu acı sözlere,
daha kaç yürek teslîm edilir?
Korkular aklın sağanağında,
zerre kadar mâğduriyetinden korkar;
dayanamaz belki de.
Hayâtın cilvesi bu,
unutur ve hatırlarsın;
tutma kendini,
bırak hafiflesin bulutlar!
Sabır eşiğini geçtim,
dudaklarımdaki bu büklüntü;
savunmak için henüz erken,
beterler içinde yol beğen!
Gece, çanlarını çalıyor yine;
baykuşlar yerlerini almış.
Bir iltifat gibi sular,
nereye gider bu yürekle?
Uzaktakiler, orada yuva kurmuş;
ömür boyu misâfirlik sanki.
Yükseklerden konuşan bu erdem,
kirli sular târihinde, kaçış günlerinde,
bir yarım akıllının ipiyle indiler kuyuya.
Daha hangi iple dönecek bu çarklar?
Karar vermelisin artık.
Makâmına kurulur sevmeler,
muhafız kelebekler marazlanır,
baş göz olur geceyle gündüz.
Ve bir ayaklanma başlar,
birkaç yıldız da kayar,
gidenlerin yerleri doldurulur
ve tâzelenir nice umutlar.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|