|
|
|
28 Mart 2014 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Al Sana Oy, Tape Tape Aklan!... |
Eh, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Kepaze, pespaye, içte ve dışta rezil, hırsız bir iktidarın oylanmasına geldi sıra. Ne, romantik bir anlayışla, "Bu genel değil yerel seçim, hizmete bakın öyle verin oyunuzu." deme dönemi ne de "Alternatif mi var canım? Oyumu bu muhalife vereceğime hiçkimseye vermem." diye saçmalama vakti. Olay düpedüz bir referandum, plebisit, her neyse. Hırsızı, uğursuzu, ikbali için vatanı satanı, g.tünü kurtarmak için savaş çıkarmayı bile göze alanı, insana hizmet yerine taşa, toprağa yatırımı iş sayanı, ağaç söküp yerine duble yol yaptım diye övüneni, çocuk vuran hayasızların sırtını sıvazlayanları, Allah adını ağzından düşürmeden her türlü ahlaksızlığı yapanları, dün savcısı olduklarının bugün avukatı olan arsızları, "Bu özel değil, genel genel." diye anıra anıra miting meydanlarını pislettikten sonra, oklar kendine döndüğünde, "Özel hayatımızı bile dinlemişler." diye yakınanları, evindeki milyarları çocuğuna taşıtıp sıfırlayanları, velhasıl, iti, biti, hayatımızdan ayıklama seçimi bu seçim. Oyunuzu buna göre kullanın. Yürütmenin başından kurtulmanın tek yolu bu. Her fırsatta sandığı işaret edip, yeterli oyu aldığında aklanacağını sanan aklı evvele dersini sandıkta vermek için, birleşme, dayanışma, silme süpürme seçimi bu seçim. Öyleyse "Tatavayı bırak, akepenin karşısındaki en şanslı partiye Bas Geç!"
Günlerce türlü komplo teorileriyle bir turp bekledik. Oysa turp yiye yiye bir hal olduk. Dün yayınlanan dış işleri rezaletinden önceki kayıtları şöyle bir ters çevirin ne olduğunu anlayacaksınız zaten. İlk dinlediğimiz "SIFIRLAMA" kaydı en son yayınlansaydı, turpun hası olmayacak mıydı? Evdeki milyarları çocuklarına taşıtan ve her fırsatta arayıp durumu sorgulayan bir yürütme başından daha ala bir turp ne ola ki?
Dışişleri rezaleti ise hepsinin üstüne bir çilek, en kırmızısından, en kanlısından. Konuya devlet sırrı diye bakıp biraz kendini geri çekmenin bile anlamı yok. Güvenliği sağlamakla görevli istihbaratın başının da olduğu bakanlık bile dinlenebildikten sonra, hangi sırdan bahsediyorsun hemşerim. Malumun ilanından öte geçmeyen konuşmaları, devlet sırrı paketine sokup, sosyal ağları kapatarak önlem aldığını sanan zavallılar tarafından yönetiliyoruz maalesef. Düştükleri komik durumdan çıkmaya çalıştıkça battıkları bir bataklıkta debelenip duruyorlar. Komşularıyla sıfır sorun ilkesiyle gelip, iç savaşa benzin dökmek üzere ikibin TIR dolusu silah göndermekle övünen, gerekçe yaratmak için dört adam yollayıp sekiz roket atmayı planlayan bir yönetim anlayışına geçiş yapan pabuçlarımın iktidarına hakettiği dersi verme zamanı geldi işte. "Tatavayı bırak, Bas Geç!"
Sevgili akkoyunlar, sizler benim dolduruşuma gelmeyin, mührü ampüle bastıktan sonra bir de CHP'nin üzerine çarpı atın ki, partinize duyduğunuz sevginiz taçlansın. İyi seçimler, kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLGİSİZ KONULAR 4 |
|
Almanya’ya geldikten sonra üç koca yıl memlekete dönemedim. Anama sattığı tarlanın parasını ödedim. Üç yıl bu dile kolay. Memleket hasreti içimde kocaman bir ateş… Taşını, toprağını, ölüsünü, delisini, uyuz itlerini bile özledim. Her gece rüyalarıma girmeye başladı. Bu seneki iznime gün sayıyorum. Alakasız bir zamanda bunu ağzımdan kaçırıp Elisa’ya söyleyiverdim. Tek kelime Türkçe bilmeyen kadın şıp diye ne dediğimi anlayıverdi. Beni de götürmezsen anlaşmalı evlilik yaptığımızı söylerim. Bana para cezası keserler ama seni Almanya’dan atarlar diye tutturdu. Sordum soruşturdum aynen dediği gibiymiş. Uçak bileti, pasaportu, masrafı bir yana ben bunu köye nasıl götürürüm. Annem yaşında kadın... Milletin maskarası olacağız besbelli.
Çaresiz bunu da aldım geldim. O Türkçe bilmiyor, ben Almanca. Tarzanca zar zor anlaşabiliyoruz. Memlekete gelir gelmez ne kadar akraba hısım, komşu, mahalleli varsa ilk günden evimize doluşuverdiler. Ben utancımdan yerin dibine geçiyorum. Elisa ise gördüğü ilgiden deli divane. Başkaları ne dedi bilmiyorum. Ama anam “bu gerçekten senin karın mı?, diye sordu? Üstelik mektupta yazmıştım. Kâğıt üzerinde evlendik, herkesin evi ayrı, kab kacağı ayrı diye. Yabancı kadın bizimkiler gibi evde çamaşır bulaşıkla vakit mi geçirir? Nereye gitsem kuyruk gibi peşimde… Bütün İznik’e eğlence olduk o yaz. Milletin can sıkıntısına meze olduk.
Yaşlı adam bana baktı. Öteki arkadaşlar kendi arasında fısıltıyla bir şeyler konuşuyordu. Anladığım kadarıyla sıktıysam artık anlatmayayım demek istiyordu. “Ben yaşlandım artık. İnsan kocayınca maskara oluyor. Kafanızı şişirdiğim için kusuruma bakmayın. Yeter bu kadar,”
“Çay söyleyeyim ben. Sen de dinlen biraz, Boğazın kurumuştur. Anlattıkların yarım kalmasın dede. Bitinceye kadar hepsini anlat. Biz de hep bu yaşta kalacak değiliz. Bak yaş çoktan kemale erdi. Sen onlara aldırma. Anlat, hem çayımızı içelim hem anlat.”
Yaşlı adam küçük insanların sıradan ama kanlı canlı, sıcacık, samimi yaşam öykülerini anlatıyordu. Arada sırada anlattığı olayların ana yolundan ayrılıp dar bir sokağa sapıyordu. Oradan geri gelip konuya dönünceye kadar anlatacağı şeyleri unutup gidiyordu.
Elisa’nın ulu orta sigara içmesi, erkeklerden utanıp sıkılmaması bizimkilere tuhaf geldi. Gelenek görenek falan ne bilsin. Bizim buralar sıcak. Kadın tiril tiril giyiniyor. Anam ise orasını burasını kapatacağım diye başında fır dönüyordu. O zamanlar bizim evde şohben, duş falan yok. Kazanla su ısıtıp odanın içindeki banyo dolabında dökünüp çıkıyoruz. Kadın her gün duş alıyor. Hem de sabah sabah. Anam iki de bir manalı manalı bakıyor. Bir gün dayanamamış olacak yanıma sokulup “ Hani karın değildi? Her gün yıkanıyor bu, dedi. Gâvurlar cünüp olmadan da yıkanır. İyi de ben niye yıkanmıyorum?, dedim. Gâvur mu oldum? Elisa vücut temizliğine dikkat ediyor ama pasaklının biri. Çıkardığını ortalığa atıyor. Kız kardeşim bütün gün onun döküntüsünü toplamaya uğraşıyor.
İzindeyken teyzemin oğlunu everdiler. Düğüne gitmesem olmaz. Elisa’yı götürmesem iyi ama nerde bırakacaksın. Küçük çocuk gibi peşimden ayrılmıyor. İznik, İznik olalı beri böyle cümbüş görmemiştir. Her oyuna kalkacak, kim ne yapıyorsa aynısını o da yapacak. Çiftetelli de oynuyor bizim alman, zeybek de. Elbette beceremiyor ama insanlar onu izleyip gülmekten yerlere yatıyor. Dur desem laftan anlamaz, otur desem takmaz ki. Elisa iri yarı katana beygiri gibi bir kadın. Ben başıma bela olarak görsem de yiyecek gibi bakanlar, bıyık buranlar dolu. Onlar bakıp güldükçe bizimki gördüğü yoğun ilgiden aklını tırlatacak. Bütün hayatı boyunca gördüğü ilgiyi toplasan bizim buradaki bir düğün gecesi etmez. İyice şımarıyor, meşrepleşiyor… Adamın başını belaya sokar o şekil yani. Kalabalıktan biri cimdik atmış buna. Çığlığı basıverdi. Ne olduğunu da anlamadım. Bu anlatıyor ama Almanca bilen mi var. Kim, nerde, falan deyinceye kadar suçlu ortadan kayboldu. İyi ki kayboldu, dalmasan erkeliğe mok sürülecek. Dalsan karakolluk olursun. Alman seni gümrükten içeri komaz. Sabıkalı diye.
Anam bizimkilere anlatmış. Karısı falan değil bu gavur diye. Bu da başımıza bela oldu iyi mi? Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Amcamın hanımı yıllar önce ölmüştü. Babaannem büyütmüştü iki kızını. O zamanlar almışına gelmemiştir belki. Bir gün evimize geldi. Benimle konuşacağı önemli bir mesele varmış. Alışık olduğum bir durum değil. Ömrüm boyunca amcamla aramızda önemli bir mesele geçmedi ki . Ben evli değilsem bu alman karıyı o alsaymış ya. Amca diyorum, resmi nikahlıyız diyorum. Ben boşanmadan seninle evlenemez diyorum. Bakalım o seni ister mi diyorum. Ben boşanırsam Almanya beni gerisin geri sepetler diyorum. Dilimde tüy bitti amcam ikna olmadı. Sanki tapulu malım… Amcama devredeceğim olacak bitecek. Traktör mü be amcam bu? İnsan bu . Hem de Alman insanı. Saçının teline zarar ver, büyükelçilik ta buralara kadar adam gönderir. Bizi kim takar.
Bursa Mart 2014
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu MUHTESİPLERDEN BELEDİYE BAŞKANLARINA |
|
Kent yöneticiliği, kentlerin kurulmasıyla başlayan bir görev. Eski Yunan’da “polis” şehir demekti. Sözcük, diğer anlamıyla da “vatandaşlar topluluğu” anlamına gelmekteydi. Bu kentler, birçok açıdan bağımsızdı ve her birinin kendine ait bir yönetimi vardı.
İslamiyet’tin ilk dönemlerinde kentleri muhtesipler yönetirdi. Muhtesipler, kentlerde, dinen olumsuz görülen davranışları, durumları, hareketleri düzenlemeye yönelik çalışmalar yaparlardı.
Osmanlılar da “muhtesip” sözcüğünü uzun yıllar kullanmıştır. Muhtesipler, Tanzimat dönemine kadar devlete ait sarayların ve devlete ait binaların bakım ve onarımından, saraylarla ilgili alım ve satımlardan, saray görevlilerinin aylıklarının ödenmesinden sorumlu olan kimselerdi. Tanzimat’a kadar muhtesipler, yüksek rütbeli memurlardan sayılırlar ve terfi etmeleri hâlinde defterdar olurlardı.
Devlet her nereye bir kadı göndermişse, orada bir de muhtesip görevlendirmiştir. "Muhtesip", "ihtisap ağası, "ihtisap emini" daha sonra da "ihtisap nazırı" unvanları, hep ayrı memuriyet anlamında kullanılmıştır. İhtisap nazırlığı tabiri de 1854 yılında kaldırılarak "Şehremini"ne çevrilmiştir.
Şehremini, bugünkü belediye başkanının görevlerini üstlenirdi. Şehreminileri, varlıklarını cumhuriyet devrine kadar sürdürdüler, cumhuriyet döneminde görev ve işlevlerini belediye başkanlarına devrettiler.
Şehremini, şehrin güveniliri, şehrin emanet edildiği kişi demektir. Onlar şehrin değerlerini korumak, geliştirmekle görevliydiler. Onların sözüne, icraatlarına güvenilirdi.
İstanbul’un unutulmaz şehreminilerinden Dr. Cemil Topuzlu bakın göreve getirilişini nasıl anlatıyor:
"Çiftehavuzlar'daki evimi ve bahçemi yaptırmıştım. Sadrazam Ahmet Muhtar Paşa, bastonunu almış, civarda dolaşıyormuş. Parmaklığın önünde durmuş, bakmış beğenmiş. Buranın kime ait olduğunu sormuş. Beni söylemişler. Ertesi gün davet etti. Mademki bende böyle bir imar zevki var. Şehreminliğini de yapabileceğimi söyledi. Evvela şaşırdım, sonra ısrarı üzerine kabul ettim."
Bu hafta sonunda yaşadığımız kentin eminini seçeceğiz.
Haftalardan siyasi partilerin liderleri, kent kent dolaşarak meydanlarda nutuklar çekiyorlar. Şaşırıyorum. Biz Türkiye’ye başbakan ya da cumhurbaşkanı mı, kentimize belediye başkanı mı seçiyoruz?
Liderler bas bas bağırıyor “partimin adayı filancaya kefilim” . Yıllarca aynı şehirde yaşadığımız ve şehrimizi emanet edeceğimiz kişiyi seçerken, onu hayatta bir- iki kez görmüş birinin kefilliğine gereksinim duymamız aklımıza hakaret değil midir?
Bir belediye başkanının hangi partiden olmasından çok, kenti yönetme kapasitesine ve kurduğu ekibin niteliklerine bakmalı. Partisine değil, kendisine güvenerek belediye başkanı seçilebilmiş olanları daha çok takdir etmem de bundandır.
Doğrusu ben, nice dürüst, güvenilir başkan adayının, artık “ eminlik”lerini yitirmiş liderler yüzünden mağdur olduklarını düşünenlerdenim. Ayrıca onların, paçalarından yolsuzluk akanları savunarak hemşerilerinden oy istemesini ise akıl tutulması olarak görüyorum.
Yerel yöneticiler, o kentte yaşayan herkesi kucaklamak zorundadır. Milleti yüzdelere bölüp “bendensin – benden değilsin” diye meydanlarda bangır bangır bağıran, TV lerde sabah akşam ahkam kesenlerin, kentimizi yönetecek olanları seçme özgürlüğümüze müdahale etmesini onaylamıyorum. Bu müdahalecilik, bizim Antikçağ’daki kent özerkliğinden bile çok uzak; katı bir merkeziyetçi yapılanma içinde oluşumuzun göstergesinden başka bir şey değildir.
Genel seçimlerle yerel seçimler arasındaki amaç farklılığını görmek zorundayız. Bırakalım kentliler, kendi kentlerini yönetecek olanları özgürce seçsinler.
Ben, bu ülkede insanların, kentlerini en iyi yönetecek kişiyi seçecek aklı, feraseti ve basireti olduğuna inanıyorum. Partimin genel başkanına aşık olduğum için ilimde ilçemde şu kişiyi seçiyorum, demenin de, kent severlikle bir bağını göremiyorum.
Dileyelim pazartesi günü kentlerimizin anahtarlarını, en emin, en donanımlı ve en uzgörülü adaya teslim etmiş oluruz. Sonuçlar ne olursa olsun, kazanan kentlerimiz olsun.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Ihlara Vadisi-Aksaray |
|
Bir Cuma gecesi adımlarım hızlı, karanlık bir caddede yürüyorum. Hayatıma yeni keşifleri ekleyeceğim bir yolculuğa çıkma vakti bu gece. Otobüs bir alışveriş merkezinin önünde durmuş. Sessizce benim gibi çantasını sırtına koymuş kendisinde seyahat edecek yolcularını bekliyor. Sessizim, kalbimde tarifsiz bir heyecan var. Nereye gideceğim, neler göreceğim, hangi güzel diyarın doğasına hayran kalıp, hangi efsanelerle hayal kuracağım? Beni karşılayan rehberim ve yardımcısı ile tanışıyorum. Büyük bir saygıyla karşılıyorlar beni ve yerimi gösteriyorlar. Bir numaralı koltuk… Mutlu oluyorum çünkü tüm yolculuğumda önüm aydınlık olacak ve her köşe bucağı üç boyutlu göreceğim. Rehbere yakın olmak da güzeldir. İnsanlara anlatmak için yıllarca bilgi depolamış bu insana yakın olmak, bir aydınlığın içinde olmak gibi bir şey. Onu yüceltiyorum çünkü kendisini böyle yetiştiren insanlara saygı duyuyorum. Yolculuğumun sonunda onu daha da iyi tanıyacağım.
Hava soğuk ama tatlı soğuk, günlerden 14 Mart… Bir ay önce almış olduğum bu seyahatimde havanın güzel olması için çok dua ettim ve çevremdeki insanlardan da bunun için güzel dualar aldım. Martın ortasında gelen karlı günler nihayet haftanın başında yok olup gitti. Hatta bu nedenle ertelenmesine kalkışılan bu güzel turumun iptal edilmemesi için bile dua ettim ve şans bana güldü. Şimdi hazırım işte, hava güzel, koltuğum güzel ve yakın arkadaşımı da yanıma alacağım için sevinçliyim. Can dostum Aslı, Kadıköy Salıpazarı’ndan gelecek. Onunla ikinci seyahatim, içimden dua ediyorum daha nice seyahatlerimiz olsun diye. Otobüs, hareket ediyor ilk durağımız Harbiye. Oradan birkaç kişiyi de alarak Anadolu yakasına geçiyoruz. Bir mart gecesine hazırlanan İstanbul’a tepeden bakıyorum. Her yeri ışıl ışıl, her yeri gizemli, uyumayan güzel şehir… “Sende keşfedeceğim daha çok şey var. Bekle beni!” diye fısıldıyorum.
Kadıköy’de, Aslı yanıma oturduğunda büyük bir memnuniyetle yerini beğeniyor. Şanslıyız, bunun nedeni erkenden rezervasyon yaptırmış olmamız. Tüm yolcular bindiğinde otobüsümüz hareket ediyor ve yola çıkıyoruz. Anadolu yakasının incisi İstanbul’u geride bırakıyoruz. Öyle heyecanlı ki yüreğim, uzun zamandır beklediğim bu yolculukta kendimi bulduğuma şaşırıyorum. İstedim ve yaptım. Demek ki insan istediği her şeyi elde edebiliyormuş. Yeterince istemek…
Rehberimiz seyahatimiz hakkında bize bilgiler veriyor, usulca dinliyorum. Gözlerim nedense faltaşı gibi açık, oysaki ne de yorucu bir gün geçirmişim? Yorgunluktan zerre kadar iz yok bedenimde, beynimde… İçimi kaplayan bir mutlulukla, yeni bir seyahatin heyecanında, çocuk gibi çarpıyor kalbim. Benliğimde şarkılar var, aşk var, bilgiye açlık var… Yüreğimi böyle hissetmek beni mutlu ediyor. Yol üzerinde saatler geçiyor, tüneller, dağlar, denizleri görüyorum karanlık camlardan. Uyuyan memleket insanının ışıksız evleri ve ona nispet yaparak sabahlayan pencerelerin varlığı… Gözlerim yavaş yavaş kısılıyor karanlıklara bakarken, biraz dinlenme vakti. Ama çok sürmüyor kestirmem, gözlerimi açtığımda saat sabahın dördünü gösteriyor. Güneşin doğmasına çok az vakit var, horozların ötmesine, toprağın aydınlanmasına. Biraz daha diyor gözlerim, kapatıyorum ama yine de yüreğim açıyor göz kapaklarımı. Bir korkusu var yüreğimin, biliyorum: Güneşin doğuşunu kaçırmak… Ve kaçırmıyorum, hatta Tuz Gölü’nün yanından geçtiğimizi görünce gözlerim daha da açılıyor. Bembeyaz bir göl, sağımda sabahını yaşıyor. Derinliği sadece iki metreymiş. Sessiz ve dalgasız Tuz Gölü’nün kıyıları parça parça… Öyle yapayalnız görüyorum ki onu otobüsü durdurup yanına gideceğim ve yalnızlığına üzülmemesini söyleyeceğim.
Aksaray’dan Nevşehir yolunda kahvaltı için otobüsümüz duruyor. Pek yöresel olmayan ama çeşitli yiyeceklerle donatılmış büfeden kahvaltımızı alıp yiyoruz. Pencereden daha yeşilliğe bürünmemiş bir mahalle görüyorum. Kıştan yeni çıkmış bir köyün dalları yeni tomurcuklanan ağaçlı yolları kıvrılıyor uzaklara doğru. Bazı evlerin bahçelerinde çiçek açmış ağaçlar güzelleştiriyor etrafı. Bu mahallelerdeki evlerde kaç farklı hayat, kaç farklı mutluluk ve dert var kim bilir? Her bir insan için bir yaşam; ama güzel ama kötü. Herkes bir kaderin içinde yoğruluyor.
Sıcacık çaydan sonra yola devam ediyoruz. Rehberimiz Hasandağı’nı bize işaret ediyor. En yüksek kısmı sivri olan dağın rengi bembeyaz… Arka koltuklarda oturan biri soruyor: Dağın üzerinde gerçekten kar mı var? diye. Sessizce gülüyorum. Şehirlerin modern insanları hiç dağ görmemiş, yüksek kesimlerinde kar olabileceğini düşünemiyor. Rehberimize soruyorum, “Neden Hasan dağı? diye. Hemen anlatıyor hikayesini. Bense bu cevabın şaşkınlığında dinliyorum: “Dağda yaşayan bir bilge kişi Hasan dede varmış, Aksaray’dan Ali Baba adlı derviş ile yakın arkadaşmış. Ali Baba bir gün Hasan dedeyi ziyarete gitmiş. Mendilinin içinde tuttuğu kor sohbetleri sırasında hiç sönmemiş mendile de bir şey olmamış. Hasan Dede de bir gün mendilinde karla Aksaray’ a gidip Ali Baba’yı ziyaret etmiş. Ali Baba ile hamamda uzun uzun konuşmuşlar ve hamamda mendildeki kar hiç erimemiş. Fakat Hasan Dede’nin gözü hamamdan çıkan kadınlara takılınca kar erimeye başlamış. Bunun üzerine Ali Baba Hasan Dede’ye şöyle demiş: “Hasan Dede, dağ başında ermişlik hüner değildir.
Asıl hüner güzel kadınlar arasında ermiş kalabilmektir.”
Yolumuzun üzerinde Güvercinlikler ve Kaya Kiliseleri denilen bölge var. İnsanların bu kayaların içinde nasıl yaşadıklarını, soğuk havalarda nasıl ısındıklarını düşünmek büyük bir hayal gücüne sahip olmayı gerektiriyor. En yüksek tepelerde bile odacıklar var, kiliselerin tamamen elle oyulmuş olması ise hayran kalmamıza neden oluyor. Melendiz ırmağının oluşturduğu Ihlara Vadisi yaklaşık 14 km uzunluğunda. Bu vadinin doğal güzelliği bahara çiçek açan ağaçlarıyla daha da artmış. Yüksek uçurumdan gördüğümüz bu doğa harikası yere yine hayranlıkla bakıyoruz. Yeşilmavi bir ırmağın usul usul aktığı vadide, insanlar akın akın dolaşıyor, resimler çekiyor. Aşağıya doğru inen ahşap merdivenleri dikkatle iniyoruz.
Irmağın turkuaz maviliği bana huzur veriyor, bırakıyorum avuçlarımla sıkıntılarımı. Yüzümde tebessümüm, güzel bir köprü üzerinden geçiyorum. Patika yoldan yürüyoruz, Yılanlı Kilisesi’nin önüne geldiğimde şaşırıyorum. İçerisi karanlık ve yerler tozlu olduğu için çok fazla hareket edemiyoruz. Rehberimiz fenerle resimleri aydınlatıp anlatıyor bize tarihi. 9.yüzyılın sonlarına ait yapılan bu kilisenin tavanı beşik tonozlu denilen bir yapıda. Bir duvarında sekiz yılanın dört çıplak kadına saldırdığı resim var. Bu kadınlar günahkar oldukları için yılanlar tarafından cezalandırılıyorlar. İkinci kadın çocuğuna süt vermediği için göğsünden, üçüncü kadın yalan söylediği için ağzından, dördüncü kadın ise söz dinlemediği için kulaklarından yılanlar tarafından ısırılıyor. Birinci kadının resmi silinmiş olduğundan yılanın nereden ısırdığı sadece tahmin ediliyor. Rehberimiz gözlerinden ısırılabileceğini söylüyor. Tam o sırada Aslı bir yılanbaşı resmini birinci kadının koluna yakın olduğunu farkediyor. Akıllı arkadaşım benim, gerçekten de yılanın başı kadının koluna yakın. Demek ki kadın hırsızlıktan dolayı cezalandırılıyor ve elleri ısırılıyor.
Yılanlı kilisesinin içinde bir sürü resim var. Bu resimler yüzyıllarca silinmiyormuş. Rehberimiz, bu resimlere fresk denildiğini, “fresh” Türkçe “taze” kelimesinden geldiğini anlattı. Karıştırılan özel bir malzemenin duvara sürüldüğünü ve resimlerin bu duvardaki karışım ve renkler daha ıslakken yapıldığını ve böylece renklerin yüzyıllarca korunabildiğini söyledi. Kapadokya’da göreceğimiz tüm kiliselerdeki resimlerin fresk olduğunu belirtti. Her kilisenin de bu fresklerdeki resimlere göre adlandırıldığını öğrendik. Resimlerde insan motiflerinin yüzlerinde özellikle göz bebeğinin altında işlenen altın parçaları, zamanla yurdumuz insanları tarafından çalındığı için yüz resimleri silinmiş. Yılanlı kilisesinde de kırk rahip ve diğer resimlerde aynı manzara vardı. Bu kiliseler başka bir ülkede olsaydı kesinlikle titizlikle muhafaza edilirdi. Din ve kültür farklılığının yüzyılların tarihini ne ölçüde etkilediğini gördüm!
Yılanlı kilisenin en önemli özelliği ise İsa’nın bağdaş kurduğu tek resminin bu kilisede olması. Başka hiçbir Hristiyan kilisede İsa’nın böyle resmi yokmuş.
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
NE İSTİYORUZ?
Uzun zamandır kafamı kurcalayan bir konuyu paylaşmak istiyorum.
Size iki farklı insan tipi çizeceğim.
Birincisi;
• Dürüst, yalan söylemeyen, kimseye tepeden bakmayan,
• Olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan,
• İnsan hak ve hukukuna, hatta tüm canlıların haklarına saygılı,
• Düşüncesini sükunetini koruyarak ifade edebilen,
• Gereksiz konuşmayan,
• Çalışkan,
• Her türlü düşünce ve inanca saygılı,
Diğer insan tipi ise;
• İftiracı,
• Yalancı,
• Düzenbaz,
• Çıkarları için her türlü değeri ayaklar altına alabilen,
• Bağıra çağıra ve etkili konuşan,
• Laf cambazı, ikna yeteneği yüksek,
• Nabza göre şerbet vermeyi bilen,
Her iki listeyi de uzatmak mümkün..
Şimdi size ilk sorum şu: “Sizce bu iki insan tipinden hangisi daha fazla tercih edilebilir?”
“Ne için tercih edeceğim?” diye sormayın. Sadece hangi insan tipinin, sizin vicdanınızda daha makbul olduğunu soruyorum.
Akıl ve vicdan sahibi olan kişilerin, birinciyi seçeceği aşikar!
Gelelim ikinci soruma: “Sizce bunlardan hangisinden “lider” olur?”
Bir çoğumuz, ikinci tip insanı işaret edecektir…En azından ilk sorumda birinci insan tipini seçenlerin bir kısmı da, ikinciyi seçecektir bu soruda…
Neden? Çünkü “lider” konusundaki algımız ve liderden beklentimiz ne yazık ki bu şekilde.
İster yalan söylesin, ister iftira atsın, isterse her türlü değeri ayaklar altına alsın; bağıra çağıra konuşan, ikna yeteneği yüksek olan, laf cambazlığı ile her türlü sorunun altından kalkmayı başaran insanlara, “lider” sıfatını daha fazla yakıştırıyoruz.
Türkiye’de siyaset sahnesine bakıyorum; “lider” diye tanımladığımız insanların en önemli vasfı, etkili konuşmak ve ikna yeteneğinin yüksekliği... Ne diyoruz, “kitleleri arkasından sürükleyen…” ne demek bu? Bilinçaltımıza “koyunluk” fazla mı işlemiş acaba, “çobanlık” bekliyoruz liderden?
Sakın bana “…ama burası Türkiye, halk böyle anlıyor, böyle olmazsan oy vermez” vb klişelerden söz etmeyin. Bırakın halkı, önce kendi algınıza bakın! Siz de lider dendiğinde, ikinci insan tipini işaret ettiyseniz eğer; sizin de bu konudaki beklentinizi değiştirmeniz gerekiyor. Önce iğneyi kendimize batıralım…
Bu konudaki algımızı değiştirmediğimiz sürece; bir çok dürüst, çalışkan, temiz ama “bağırıp çağırmadan konuşan” insanın; işi sadece “profesyonel hatiplik” olan kişilerle yarışabilmesini beklemek, hayal olmaktan öteye gitmez ne yazık ki!
Ne istediğimize karar vermemiz gerekiyor sanırım. Şahsen ben, sadece siyaset sahnesinde değil, Türkiye’de her alanda birinci tip insanları görmek istiyorum; varsın ağzından köpükler çıkararak “etkili” konuşmasın!
Meltem Kaynaş
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Bir günlük BEY’lik... |
|
Sevinelim dostlar; bir günlük BEY’lik, BEY’liktir ve o gün bizimdir. Dört senedir bekleyip duruyoruz, nihayet “Evet” yazan mühürü dairenin tam ortasına hem taşırmadan hem de şaşırmadan vuruyoruz. Takvime göre bu sene BEY günlerimiz olacak. Önce; “Belediye” sonra “Cumhurbaşkanlığı” olmak üzere tam iki kez BEY hissedeceğiz kendimizi. Elbette BEY dedikse; ne keseriz ne de asarız, sadece o mühürü seçtiğimiz dairelerden birinin tam ortasına basarız...
Alışması zor elbette; bunca senedir “Be hey” diye ezilirken “De hey” durumuna bir günlüğüne de olsa geçebilmek. Ne demişler; “Alışmadık heybede, Bey’lik durmaz”. Sonra yine koca bir dört yıl için bir günlüğüne elimize geçen o mühürü devrisi gün devir ederiz. “Şu iğrenç A Ve Me’yi yıkıp ne zaman park yapacaklar acaba ?” diye yeşil yeşil bekleriz.. Sahi, ister misiniz bir gün ilgili mercilerce böyle bir karar alınsın; o çirkin “Taavır” bozuntularından birisi Berlin Duvarı gibi yıkılsın ? Bu sözlere özellikle İstanbul için ben de gülüyorum : Zira; mevcut durumda ( inşaatı sürenler hariç ) 110 küsur adet “A Ve Me” varmış.. “Hey gidi” terazi gözünü sevdiğiminin Bakkal Amca’sı, yağlı kağıdını sevdiğiminin Kasap Enişte’si ve kese kağıdını sevdiğiminin Manav Dayı’sı “hey” ..!
Yüksek Seçim Kurulu’na göre;
“52 milyon 695 bin 831” seçmen,
“194 bin 713” sandıkta,
“Oy” kullanacak imiş.
Her gece uyumak için koyun sayarken; 30.Mart gecesi sanırım herkes sandık sayacak. Ve o bir seçim klasiği haline gelen tüm televizyonlarda benzer sözler :
İL ..............................
İLÇE ..........................
Seçmen Sayısı .............
Toplam Sandık Sayısı ....
Açılan Sandık Sayısı ......
Oyların Dağılımı ............
Oyların Yüzde’leri ..........
Grafikler, eğriler, büğrüler.
Seçim sonuçları yorumcuları..
Ben zaten öyle demiştim’ciler...
Seçim zamanı geldi diye, bulaşmadan ne etliye ne sütlüye.
Kutsal oylarımız gitsin adaylardan ya bir Hanımefendi’ye veya bir Bey’e..
Yeter ki ziyan zebil olup gitmesin; ne haybeye, ne de heybeye...
Bir günlük BEY’lik, BEY’liktir..
Keyfini çıkarın...
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
Bana bir şey olmaz!
Geçen gün apartmanımızda tadilat başladı. Bu nedenden dolayı gürültülü günlere başladık.
İş güvenlik uzmanı olduktan sonra inşaat alanı benim daha çok ilgimi çekmeye başladı.
Kimi boya yapan, kimi macun çeken işçilerin çoğu, işini çalışarak öğrenmiş, bu alanla ilgili hiçbir eğitim almamış insanlardı.
Bazen onların konuşmalarına tanık oluyor ve konuşmalarından işlerini ne kadar ciddiye almadıklarını anlıyordum.
Oysaki inşaat alanı, tedbirsiz çalışılmayacak kadar tehlikeli ve en çok ölümcül kaza yaşanan alanların başında geliyordu. Düşme, yaralanma, ezilme…
Fakat bizim toplumumuzda kabul gören; “bana bir şey olmaz!” zihniyeti yüzünden, bu alanda fazla bir emniyet tedbiri kullanılmamaktaydı. Kimi baretsiz, kimi emniyet kemersiz, eğrelti tutturulmuş, sallanan iskeleler üzerinde çok rahat, türküsünü söyleyerek, çalışmalarına devam etmekteydi.
İş güvenlik kanunlarının, tam olarak işletilememesi yüzünden, herhangi bir yaptırım yapılamamakta, işverene ya da işçiye herhangi bir müeyyide uygulanamamaktadır.
Buradan da anlaşılabileceği gibi kanunların tam olarak oturması ve işlemesi için epey bir zaman gerekmektedir. Bu süre ne kadar uzun olur ve bu süre zarfında daha ne çok canlar yanar bilemiyorum!
Fakat bizim bilmemiz gereken şey, bu kaderci tutumdan kurtulup, bir an önce önlemler almaktır. Ancak bu şekilde, Tuzla Tersaneleri’ndeki kazaları, Dilova’daki radyoaktif madde atıklarının zararlarını ve trafik kazalarında olabilecek can kayıplarını en aza indirebiliriz.
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Gönlümün kışından oldu mu gözlerin |
|
Gönlümün kışından oldu mu gözlerin,
söyleyeceklerim boşluklanır sislere;
içime düşer gölgelerim.
Şeytan azaplarında,
bulutların üzerinde hayat,
cilvesini tefrika eder
ve geceler hüküm giyer.
Bu çelişkidir seni yaratan,
bir ilmek daha eklenir;
küfür gibi bir sessizlik,
târihin mayasına bizi katar.
Sabâhı seninle karşılarım,
bir hediye sanki;
sevmenin soylu bir şey olduğunu öğretir.
Kelimeler, günâhlarından arınır
ve gözlerin yazar, dilin okur şiirlerimi.
Aklıma kertilmiş dudakların bi’haber.
Zaman, hızla dağıtır gerçeği
ve yola koyar kırlangıçlar.
Böyle durmaya yeminli mi izmaritler
kaldırım kenarlarında,
ayaklar altında?
Yarım kalan seslerini
nerede arıyorsun?
Sürünme saatlerinde
kadersiz koşmalar, ağır bir iz.
Tesâdüf kılıçlarında ritmini serer,
dünyânın hızına yetişirsin;
bir olursun dünyâyla bir.
Gönlümün kışından oldu mu gözlerin,
dinlediklerin yapışır geleceklerine;
omuz düşürür âşıklar telâşında,
emânet şiirlerim yerini bulur.
Şarap gibi yaşlanmaz insan,
bir mahzende öylece bekleyemezsin.
Seçmek zorundasın artık,
yolun ortasında yürüyemezsin.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|