|
|
|
4 Nisan 2014 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Yormasam olmaz!... |
Ben birşeyler yazana kadar minik yavru Pamir'den haber geldi. Yan evin havuzunda ölü bulunmuş. O anne ve babanın yerinde olmadığım için için için şükrettim ama birşey geldi düğümlendi boğazıma. 30 saatin sonunda ancak bulunan yavrunun üzerinden bile komplo teorileri üretmeye çabalayan akkoyunlara lanet okumaya da devam ettim. Baştan kokmuş balığın kuyrukları gibi ancak kediye yem olacak tıynetteki şapşalların gölgesinde melek oldu Pamir. Sizler de kına yakın k.çınıza ama lütfen kılı olmaktan gurur duyduğunuz g.tten başlayın olur mu?
Seçimlerin üzerinden epeyce vakit geçti, kesin sonuçlara daha vakit varsa da, üç aşağı beş yukarı durum ortaya çıktı. Biz de hazmettik, artık daha aklı başında yorumlar, analizler yapabilecek kıvama geldik. Aklımın kıvrımlarında kalanları şöyle yeniden hatırlamaya çalışayım dedim.
Hazırlık konusunda iktidar dışındakiler yaya kalmış öncelikle. Muhalefet sayım işine her zamankinden fazla önem veriyor gibi gözükse de, karşı tarafın sessiz ve derinden hazırlıklarına yaklaşamamış bile. 2012'de çıkarılan büyükşehir yasası, seçmen kaydırılması, sandık başkanlarının seçimi, kritik bölgelerde sandık başına düşecek koyun adedi, sayım sırasında oynanacak tiyatro, sonuçların ilanında manüpülasyon, itiraz süreci, vesaire derken zirve yapmışlar. Eldeki olanaklarla muhalefetin bu konuda yetersiz kalması kaçınılmaz olmuş. Sonuç olarak, yanlış kullanılan oylar, sehven(!?) yanlış yazılan tutanak kayıtları, yakılan, yok edilen oy pusulaları gırla gitmiş. Bu durumda insanın aklına tek bir soru geliyor, bu hazırlığın ne gereği vardı? Hangi korku insanları böylesine tedbirler almaya sevk etti? Bu konuya tekrar döneriz belki.
17 Aralık ahlaksızlık döneminin, sıradan akepe oyverenine en ufak bir etkisi olmamış. Rakamlar bir miktar oy kaybettiğini göstermekle birlikte, araştırma sonuçları bunun farklı algılarla olduğunu, çalıp çırpmanın onlarca farklı algılandığını pek güzel ortaya koymuş. Muhalefete, özellikle CHP'ye eleştiriler de bu konuda yoğunlaşıyor. Sadece bu konuya odaklandığını, meydanlarda başka birşey söylemediğini, böylece esası gözden kaçırdığını söylüyor bazıları. Belki haklılar ama gelin bir de tersten okuyalım olayı. Bu ahlaksızlığı fazla diline dolamadan sadece kendi proje ve programlarını anlatmakla yetinselerdi, bu sefer de, en iyi silahı neden ateşlemediler diye küfretmeyecek miydik? Bana kalırsa, CHP denemesi gerekeni yaptı ama başarılı olamadı. Artık bu hatayı tekrarlamak yerine biraz kopya çekmeyi denemeli.
Bu seçimleri, başta BDP sonra MHP, bir yere kadar da CHP kazandı. BDP GüneyDoğu'yu tamamen ablukası altına almayı başardı. MHP ise yükselen milliyetçi duyguları kullanmayı becerdi. Bana kalırsa bu seçimlerin Türkiye siyaset hayatına yeniden kazandırdığı Mansur Yavaş'ı da katarsak günün sonunda kazananın MHP olduğu çok daha görülür. CHP ise bu denli sol söylemden uzaklaşmasına rağmen kaptırmadığı şehirler ve aldığı oylarla durumu korudu. Seçimi kaybeden ise, öncelikle akepe. Tabi burayı biraz açmadan söylediğimizin hiçbir kıymeti yok. Şöyle ki;
Tek kazandıkları gibi görünen sayısal üstünlüğe şöyle bir bakmakta yarar var. Büyükşehirlere kırsal alandan gelecek oyların da dahil edilmesi, son seçimden bu yana seçmen olarak nüfusa katılmış iki buçuk milyon genç nüfus derken sayıda artış bekleniyordu haklı olarak. Oysa oyları yaklaşık iki buçuk milyon civarında azalmış. 2004 21 milyon 500 bin, 2014 19 milyon. MHP oylarını ise bir o kadar artırmış. Yani akepeden giden oylar MHP'ye gelmiş. CHP ise yerinde saymış. 11 milyon küsur. Almayı cihad saydıkları şehirlerde gene nal toplamışlar, farkla alırız dedikleri şehirleri kılpayı kazanmışlar. Sürpriz olarak fazladan aldıkları tek bir şehir yok, sahip olduklarından da çıkmak zorunda kalmışlar. İşin algı boyutuna gelince, işte en büyük kayıp orada. Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı hiçbir dönemde bu denli rezil olmamış, saygıyı kaybetmemiş, alay konusu olmamıştır. Sadece yurt içi muhalif çevrelerde değil, tüm Dünyanın diline düşümüştür ve aklanıp eski gücüne kavuşması da mümkün değildir. Bu akkoyunların saflarını sıkılaştırmasına, daha da kıllaşmasına neden olmuştur. Pislikleri ortaya dökülmesin diye, yargıya müdahale, ifade özgürlüğünün yasaklanması gibi türlü faşist yöntemlerle Dünya siyasetinde dibe vurmuşlardır. Yürütmenin başı, devleti yönetme yetisini kaybetmiştir. Bundan sonraki tek gücü elindeki beyzbol sopası olacaktır.
Bir diğer kaybeden de, F tipi yapılanma elbette. Sayısal olarak pek birşey ifade etmedikleri, ele geçirdikleri bürokrasiyi de despot bir devlet anlayışıyla kolaylıkla kaybedebilecekleri görülmüştür. Elde ettiklerini kaybetmemek adına bundan sonra uzlaşma yolunu deneyeceklerini gayet rahatlıkla söyleyebilirim.
Başta sorduğum soruya geri dönecek olursak, akkoyunlar, ellerindekileri bu iktidar giderse kaybedeceklerine inandırılmışlardır. Buraya bir pazantez açmam gerekiyor. Seçim sonrası akepeye oy veren %45'e akkoyun, trol gibi sıfatlar takılmasını doğru bulmayanlara inat ben sıfatı kullanmaya devam edeceğim. En bencil insan dürtüsüyle, bunca kepazeliği görmezden gelip, kendini bu iktidara teslim edenin gözümde koyundan farkı yoktur. Buna bilerek göz yumanlar ise küçük başın önde gidenleridir. Sorgulamayandan kimseye bir hayır gelmez, hele kendisine hiç gelmez, saksı olarak yaşar gider, nokta.
Cahili ile okumuşu arasındaki tek fark, birinin elde edebilecekleri konusunda fikrinin olmasıdır. Yani bir kısım, aldığı erzağı, sağlık hizmetini kaybedeceğinden korktuğundan, diğer kısmı ise, örneklerini çokça gördüğü, bir gün zengin olma hayalini sürdürebilmek için, bu iktidarı, her ne pahasına olursa olsun, iktidarda tutmak zorunda olduğunu hissetmektedir. O nedenle oy sayımına sandık başına 200 tane adamla gidecek kadar kendilerinden geçmişlerdir. Örneğin Ankara'yı kaybetmek onlar için ölümden farksızdır. Bakanların, emniyet müdürlerinin telaşı da bundandır. Elektrik kesintilerini "Trafoya kedi girmiş" diye izah eden bakanın o sırada aklından geçen de budur. "Ne yaparsan yap, bu iktidarı sürdür. Aksi halde ben yokum, ben yoksam sen de yoksun."
Sonuç olarak enseyi karartmanın hiç bir anlamı yok. Sonun başlangıcındayız. Er ya da geç düze çıkacağız. Umutsuz mesajlar vermeden, aynı hızla antremanlara devam edip önümüzdeki maçlara bakacağız. Daha söylenecek bir sürü şey var ama yerimiz dar. Gelin gerisini sonraya bırakalım, kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan İLGİSİZ KONULAR 5 (SON) |
|
Bir rüzgâr gibi esip geçtik. Önce memleketime gelmek için gün saymıştım. İzindeyken de Almanya’ya dönmek için can atmaya başlamıştım. Ardımızda mahalleliye bir kış boyunca yetecek dedikodu malzemesi bıraktık. Elisa ile anlaşmalı evliliğim beş yıl sürdü. Çünkü yasalar öyleydi. Sağ olsun fazla sıkıntı çıkarmadı. Almanya bana çalışma ve oturma izni verdikten on iki yıl sonra temelli İznik’e döndüm. Anladım ki hayata dair bütün güzellikler hayal ürünüdür. Onları güzel yapan heveslerimiz ve tutkularımızdır.
Hepsi on beş yıl süren Almanya maceramda çok para biriktiremedim. Eski evimizi biraz büyütüp onardım. Sekiz dönüm kadar tarla aldım. İznik’te ilk kivi bahçesini ben yaptım. Sonra gören yaptı, gören yaptı. Fiyatlar düştü. Kimse para kazanamaz oldu. Bizim insanımız koyun gibidir. Birkaç kuruş kazanan birini gördüklerinde peşinden gidip aynısını yapar. Mersedes araba alamadım. Mark zengini olamadım ama Almanya’ya gittim.
-Başınızı şişirdim sizin. Kusuruma bakmayın. İnsan yaşlanınca konuşmaya da pek hevesli oluveriyor. Boş adam değilim yani. Feleğin çemberine girip çıkmışlığım var. Yaşlıyız diye göstermelik bir hürmet var bize. Kimsenin taktığı falan yok anlayacağın...
-Dertlenme sen amca. Bırak isteyen isteğini sansın. Kocaman ömür ota, dala konmadan geçer mi?. Dertlenme sen. Anlattığın için teşekkür ederim. Boş ver başkalarını, sıkma canını…
Her nefes alışında burnu tıs tıs ederdi. Ona sorarsanız et varmış. Bence burnu yassı olduğundandı. Yedi gün yirmi dört saat mesai yapan benzin istasyonları kadar yorgun ve her zaman mutsuzdu. Ona kalsa mutsuz olmak için binlerce nedeni vardı. Tek bir neşeli ve keyifli gününü görmedim. Âşık olduğunu gördüm. Evlendiğini, anne olduğu gördüm. Ama mutlu olduğunu hiç görmedim. Hastalık hastası sayılmazdı ama hasta olmayı çok severdi. En küçük ağrıyı, umutsuz bir hastalığın pençesine düşmüşçesine anlatırdı. Örneğin biraz fazla yürüdüğünde bacakları ağrısa yorgunluktan... Hiç düşünmeden bacak kanseri oldum galiba deyiverirdi.
Çocukluğunda biraz okula gitmişti. Evlenmeden önce de birkaç yıl orda burada çalıştı. Ama hepsi bu. Çünkü o ev hanımlığı için yaratılmıştı. Şapkasından tavşan çıkaramazdı ama beceriksiz de sayılmazdı. Daha sabah olmadan, gün ışımadan o gün onu mutsuz edecek nedenleri kucağında buluverirdi. Çünkü onu dedesi büyütmüştü. Babası onları terk edip gittiğinde o daha on ikisindeydi. Ve üç küçük kardeşine annelik etmeye mecbur kalmıştı. Babası evi terk edip gittikten bir yıl kadar sonra annesi de evi terk edip baba ocağına dönmüştü. Ama o hiçbir zaman bundan söz etmezdi. Kadın dört çocukla bir başına ne yapsın. Elbette bırakıp gidecekti. Yaşadığı bütün acılar ve günden güne içinde durmadan büyüyen kederin sebebi babasıydı.
Dedeleri sesiz ve ağır bir adamdı. Torunlarını sever hatta şımartırdı. Çok istediği halde torunlarının hiç biri okumadı. Emekli maaşı ile boğaz kavgasının kazanılamayacağını anlayınca yaşına başına bakmadan şehir hamamında bir iş buldu. Ortalığı yıkıyor gelenlere havlu, peştamal, sabun falan veriyordu. Çalışamayacak kadar yaşlı ve yorgun görünmesine rağmen hamamda sekiz sene çalıştı. Bir sabah ezanın ardından iş yerinde olduğu yere yığılıp ölüverdi. Müşterilerden biri onu bulduğunda cansız bedeni çoktan soğumuştu. Torunlarına iki katlı küçük bir ev bıraktı. Neyse ki bütün torunlar eli ekmek tutacak kadar büyüktü. Üstelik baba dara düştüklerinde koruyup kolluyordu.
Kara kışlar, cenazeler, düğünler, bayramlar geçti. Ama o hep mutsuzdu. Bir insanın böylesine mutsuz olmasın yanındakileri de mutsuz eder. Asık suratlı birinin yanında gülemezsiniz. Şaka yapamazsınız. Fıkra bile anlatamazsınız. Evini temizledi, yemeğini yaptı. Çocuklarını büyüttü. Ama hiç mutlu olmadı. Başkalarının mutlu olmalarına da izin vermedi. Annesi onun için gülmez de güldürmez de diyordu. Kırkına gelmeden gerçek bir hastalıkla karşılaştı. Doktorlar rahmini almışlar. Suratı eskisinden de beter asıldı. Yavaş yavaş dindarlaştı. Önce kıyafetlerini değiştirdi. Sonra akrabalarının ve komşularının bir kısmını defterden sildi. Yeni bir sosyal çevre içine girdi. Artık ev işleri ve yemek onu oyalamaya yetmiyordu. Her gün gideceği bir mevlit ya da mukabele vardı. O şimdi eskisinden bin beter mutsuz ve asık suratlı. Kendisine gülmenin ve eğlenmenin tamamen yasaklandığı bir dünya yarattı. İnsanları da ikiye ayırdı. Cennete gidecekler ve ötekiler… Artık ötekilerden saydığı iki kardeşi ile bile görüşmüyor.
Bursa Nisan 2014
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu BOZKIRA YAĞMUR GEREK |
|
Sonia D'Hondt için
Onlar ki geç ekilmiş topraktırlar
Tavları çekilmiş, temmuzlara kalmışlar
Bundandır yıldızlı gecelerle sarmaş dolaş
Büyütürler ne'm varsa yaşamdan yana
Gizlice, usuldan, utangaç.
Sen, sesi sevince ayarlı zamansın
Bir kara zeytini sofra sofra paylaşan
Ve her kırık kalbe bir ışık yakan
Ve nasırlı elleri
Volanlarda,
Doklarda,
Ve hançer gibi
Kurşun gibi gözleri
Kömür vardiyalarında
Sarıp sarmalayan soluksun
Ta Arinna’dan Hekate’ye uzanan.
Desem ki şimdi
Bu bulut mahpusu kentlerde
Günebakanlarını yitirmiş bir bahçe/ben
Ve bozkır güllerine vurgun sen
Kim kimi yazmalı yazıtlara
Kim kimi beklemeli iş dönüşleri
Bir yanımız türkülere ayarlanmış ibrişim
Bir yanımız sesini arayan denizken.
Elbet sen de bilirsin akşam yellerini
Omuzlarında çıplak dağların şalı,
Dolaştırıp da bozkırlar boyu yalnızlığı
Sokulurlar ve soluklanırlar koynunda
Bir deli baharı bin düş eylemiş nehirlerin.
Eşelerler sabrın külünü
Ertelenmiş dönüşler ekmeğe katık
Sen suya tat olursun
Ben mürekkebi erguvanî hattat
Bir göç oluruz, bir göçmen
Ebruli bahçeler yeşertiriz
Kim kimdir, nerelidir bilmeden.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Kapadokya (KATPATUKA) Nevşehir -1 |
|
Bahara yeni uyanmaya başlayan Ihlara Vadisindeki adımlarım öyle sessiz ki, aldığım her nefeste burasının tarihini özümsemek ve Melendiz Irmağının turkuaz maviliğine dalmak istiyorum. Ruhumu dinlendiren doğa harikası bu mekanın ortasında saatlerce kalmak istiyorum. Çiçek açan ağaçların yarı çıplak dallarına konan serçelerin cıvıltılarını dinlerken, yanıma gelen eski rüzgarının tarih dolu fısıltılarını defterime karalamak… Bir aşk daha uyanıyor yüreğimde, saklı doğanın aşkı.
Ağaçaltı kilisesinin içine girdiğimde yine haç planlı bir yapı ile karşılaşıyorum. Tavanlardaki freskler sanki burada daha mavi. İsa’nın melekler tarafından nasıl kaçırıldığını ve kurtuluşunu kutlayan meleklerin resimleri var. Resimlerin çoğu silinmiş. Samanla yoğrulmuş sıvanın duvardaki kalıntılarını hala görmek mümkün. Bu kilise de adını üzerinde bulunan ağaçtan almış. Kiliseye bu ağacın dallarına tırmanılarak girilirmiş.
Ihlara vadisinin ahşap merdivenlerinden çıkıyoruz. Çıkan gruplar kadar vadiye inen gruplar çok. Yabancılar, yurdumuz insanları ile herkes burada turist. Otobüsümüze binip, ıhlaraya veda ediyoruz. Yanından geçtiğimiz köyün çocuklarına gülümsüyorum. Bildiğim Anadolu insanı, bildiğim Anadolu yüzleri. Ama ilk defa gördüğüm kayalıklardan evler beni şaşırtıyor. Bazılarında derme çatma pencereler, evlere girilen dar kapılar, bazılarına çatı yapılmış, bazıları modernleştirilmiş. Avluların içinde kurumaya asılmış çamaşırlar, buradaki hayatın bir şekilde yaşandığına tanıklık ediyor. Bir değişik masal ülkesi gibi, fakat masallardaki orman buralarda yok. Gerçekten de İstanbul’dan çıkalı beri şöyle koca gövdeli ağaçların olduğu ormanları aradı gözlerim. Ne dağlara yakın yerde, ne de düz ovalarda hiç görmedim. Volkanik bölgelerin tüf toprakları aslında verimli olmalı ama ağaçların tutunması için yeterli kuvvet olmadığından olabilir. Birkaç çam ağacı topluluğu gördüm ama istediğim yeşilliği görememenin üzüntüsü içindeyim.
Derinkuyu Yer altı Şehri, Kapadokya’nın 36 adet yer altı şehirlerinden en büyüğü. MÖ 3000 yıllarına kadar var olduğu biliniyormuş. İnsanların daha o çağlarda düşman baskınlarından korunmak için kullandığı bu şehir, tam sekiz katlı. Binlerce kişi aylarca burada yaşayabilirmiş. Rehberimiz burada düşmanları yakalayabilmek için tuzaklar kurulduğunu, kızgın yağ, çukur olduğunu, yetişkinlerin tehlikeye girdiği zamanlarda dar ve uzun olarak görünen tünellerde çocukların korunduğunu anlattı. Gerçekten de ucu görünmeyen tünellerle dolu. Bazılarının bir asansör ya da havalandırma görevi olduğunu düşündüm. Buraya Derinkuyu denmesinin bir nedeni de insanlar buradan içme suyu çıkarırmış.
Tünellerin arasında yürürken hayranlığımı gizleyemiyorum. Oldukça dar tünelin içindeki merdivenleri inmek ise çabası… Bazen başımızı eğmek zorunda kalıyoruz. Ellerimi duvarlarda gezdiriyorum. Kim bilir kaç insanoğlunun eli buralara dokundu. Kaç parmak izi var şu taş koridorlarda? Bir kandırmaca yerden geçiyorum burası dilek geçidiymiş. Yaklaşık iki üç metre uzunluğunda u şeklindeki karanlık koridorda dileğimi tutuyorum. Ya gerçekleşirse? diye. Bir kapıdan girince başka bir kapıdan yine aynı yere çıkılıyor. Amaç, arkadan gelen düşmanı kıskıvrak yakalamak… Bence çok zekice? Hani şu televizyon sinemalarında seyrettiğimiz mısır piramitlerindeki tuzaklar gibi? Derinkuyu’ya inmek ayrı, oradan çıkmak ayrı; turist kalabalığı aşağıya inmek için bizim çıkmamızı bekliyor... Giriş kapısında gözlerimi kamaştıran güneşi gördüğüme seviniyorum.
Yolumuz Uçhisar yönünde, çömleklerin ağaçlara asıldığını görüyoruz. Halkın geçimini ve tarihini borçlu olduğu çömlekler rengarenk de sergileniyor etrafta. Eskiden çömlek ustası olmayana kız verilmezmiş bu topraklarda. Ağaçlardaki nazar boncuklarına ise anlam veremiyorum. Görüntü olarak çok güzel fakat hikayesini öğrenememek üzüyor beni. Bildiğim sadece bu geleneğin turistler tarafından başlatıldığı, nazar boncuğu takıp dilek tuttuklarında rahatlıyorlarmış.
Güvercinlik vadisine indiğimizde sadece güvercinler için oyma kayalar görüyoruz. Küçük pencerelerin altlarında farklı desenler işlenmiş. Bunun sebebi de güvercinlerin yuvalarını bu desenlerle tanıyarak kaybetmemesiymiş. Uçhisar kalesini uzaktan görebiliyoruz. Vaktimiz dar. Oysaki bu yüksek kaleden günbatımını seyretmek harika oluyormuş. Belki başka sefere…
Bu kadar farklı yer gördükten sonra güzel bir yemeği hak ediyoruz. Rehberimizin güzel bir sürprizi var bize. Otobüsümüz küçük bir dağın önünde duruyor. Dağın başlangıç kısmında büyük bir kapı var. Hemen hayal kuruyorum, burası Kırk haramilerin altınlarını sakladığı ve Ali babanın keşfettiği mağara olmalı. Ali baba önümüzde kapıya “Açıl susam açıl” diyor ve iki büyük kapı açılıyor. İki kanatlı kapının yanında büyük kartal heykelleri var. Açlığımızla ayaklarımızı sürükleyen bir büyü var, içeri giriyoruz. Kaya oyma taş duvarlarda aydınlık için lambalar olmasına rağmen içerisi karanlık. Kanun müziği, hafif bir tınıyla ortada oturan müzisyenin parmaklarıyla yankılanıyor taş duvarlar arasında. Çok mistik. Menüde testi kebabı var. İsteyene Kapadokya’nın meşhur pastırmalı kuru fasulyesi ikram ediliyor. İki aşçı, tekerlekli masanın üzerinde testiyi getirip önümüzde kırıyor ve kebabı tabaklarımıza servis ediyorlar. Bu lezzeti bir daha tadabilecek miyim merak ediyorum? Muhteşem. Tatlı olarak aldığım baklava ise bana bayramı hatırlatıyor. Bu lezzetli yemeğin sonrasında tatlı bir muhabbet ve yine zamanın darlığı ile sihirli kapıdan çıkıp yollara düşüyoruz.
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Enişte'den Erişte'ler : Ahmet Şeşen Ne AYABİLDİK, Ne de Oylarımızı SAYABİLDİK |
|
Yani insanın; “Pes yahu, bu kadar mı olur ?” diyebilmesi için ne gerekiyorsa yapmakta kimse elimize su dökemez. Meğerse; ne çok yol-yordam varmış :
- Pusulalar sandıktan çöpe atılmış, daha önce damgalananlar da sandığa katılmış...
- Yıllardır apartmanda oturmayan sakin, oyunu kullanmış amma velakin...
- Ne gerek varmış kasmaya, sandık başkanı evine götürmüş mühürleri basmaya...
- Adına istinaden bakmak için sandığa gitmiş, yoksa ne gerek canım baskı ve caydırma..
- “Sehven” kelimesi yeter de artar bile denirse eğer; “Yahu, ne iştir bu birleştirme sırasında onun oyunu buna kaydırma..
- Önce çatarız, kuyruk sıkışınca “Gittim ama bir sor bakalım AA..!” der üstüne yatarız..
- Çok kızarız eğer derlerse bize “aptal”, iyi de kardeşim “46 milyon” küsür oydan nasıl çıkar “2 milyon” küsür oy “iptal” ? ( %4,3 ediyor ki; her 100 kişiden 4’ünün veya her 25 kişiden 1’inin pusulası yamuk demektir )
Haydi kabul edelim ki; bütün bunlar öyle ve/veya böyle oldu, “ayamadık”...
Yahu bu devirde, oylarımızı bile mi doğru düzgün “sayamadık” ..?
Zira; YSK ( Yavaşça Sayalım Kurulu ) web sayfasında 03.04.2014 günsonu itibariyle
( 4 gün ) seçim sonuçları ile ilgili yazan yazı şöyle :
“Bu sayfa, 30 Mart 2014 Mahalli İdareler Genel Seçim sonuçları kesinleşinceye kadar hizmet vermeyecektir.”
Dünyanın birçok ülkesinde ( hani kafa kafaya çekiştiğimiz ülkeler ) “48 saat geçmeden” sonuçlar açıklanıyormuş. Üstelik oy verme; e-mail, mektup, eSeMeS, ... gibi araçlarla da yapılabiliyormuş. Şaibe yok, itiraz yok, ne çöplük, ne abidik, ne de gubidik.. Şehirlerin trafoları deseniz güvenli imiş, elektrik ehliyeti olmayan kediler kapısından içeri bile giremiyormuş. Eee, ne de olsa “Şerafettin” ülkemizin kedisi değil mi ? Aynı saatlerde sözleşmişler gibi açık ara; “41 adet” Şerafettin’in “41 adet” ilimizin güzide trafolarını basması inanın bazılarının tivit’lerinden çok daha makara...
Bence bundan kelli, yapılması gereken belli.. Aceleye gerek olmaması için seçim günlerini aylara, olmadı yıllara yayalım. Yayalım ki; yavaş yavaş sayalım. Örneğin; her hafta bir büyük ilimizin “Mahalli İdareler” seçimini yapabiliriz. Geçmiş yıllarda “16 adet” büyükşehir vardı; bu yıl üzerine “14 adet” daha eklendi ve sayı 30’a yükseldi. Bu hesapla “30 hafta” garanti. Geriye “22 hafta” ( 154 gün ) daha kalıyor ki; geri kalan “51 adet” ilimizi ( her birine 3’er gün ayırarak ) rahat rahat “sayabiliriz”. Böylece; koca 1 yılı da mahalli idareler seçimlerine “yayabiliriz”.. Olur olur ya; belki de bu vesile ile “ayabiliriz”...Trafoları kedilerden korumak için gündüz gözüyle, mesai saatlerinin özüyle çalışırız. “Haydaaa ..!” şokuna; birer hafta, birer hafta belirlenen sonuçlar sayesinde yavaş yavaş alışırız. İtiraz edene bakar; gerekirse “15 kere” saydırmaya girişiriz, gerekirse “Hade len ordan..!” diye topyekün girişiriz..
Velhasılı; “Ne AYABİLDİK, ne de oylarımızı SAYABİLDİK...”
Son tahlilde; “Haydi oradan sen de, bal gibi SAYABİLDİK...” diyenlere;
Üşütmeyelim diye taşımıza serilen pösteki olsa gerek böylesi komediyle “sayılan”..
“Kimbilir başımıza ne çoraplar örülecek ?” diye var mı acaba biraz olsun “ayılan”...
Anladık ki; günümüzün teknolojisi dibe vurdu..
Parmak hesabı yapsak daha mı kolay olurdu ..?
asesen@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
RUS EDEBİYATI
“Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.”
Dostoyevski
Geçen gün kısa bir uçak yolculuğu yaptım. Her yolculuk boyunca yanımdan ayırmadığım kitaplarımdan biri yine yanımdaydı.
Ben Gogol’un Palto’sunu açıp okurken, yanımdaki Kanlı Nigar’ı, sol yanımdaki ise Doğu Yolculuğu’nu okuyordu.
Böyle iki yanıma okuyan kızları alıp yolculuğa çıkmak çok hoşuma gitti. Bunları gördükten sonra gençliğe olan ümidim biraz daha güçlendi.
Çok değil, uçağa binmeden hemen önce bir edebiyatçı arkadaşla dertleşip, neden insanlar okumuyor, neden Cemal Süreya’lar, Edip Cansever’ler artık yok! diye hayıflanıp gidişattan yakınıyorduk. Uçakta çoğu insanın elinde, okudukları bir şeyler olması ama gazete ama dergi beni çok mutlu etti.
Sonra elimdeki kitaba dönüp tekrar okumaya başladım, mutlu ve gülümseyerek...
Palto, Gogol’un memur olan Akakiyeviç’in etrafında geliştirdiği komik ama gerçekçi bir öyküsüdür. 1842 yılında yayımlanan bu kitabı ve “Müfettiş” adlı oyunu beğeni ile karşılanmış ve bu eserlerinde, Rusya’nın siyasi yönü ve toplumsal meselelerini mizahi bir üslupla eleştirmiştir.
Bu kitaplarındaki muhafazakâr tutumundan dolayı Gogol, toplumdan dışlanmaya başlamış, 1852 yılında da erken yaşta bunalıma girmiş ve ölmüştür.
Daha önce diğer yapıtlarından biri olan; “Bir Delinin Hatıra Defterinde” insan psikolojisini çok iyi irdeleyen Gogol, buradaki memur karakterini çok iyi canlandırmış ve bu kahramana başarılı bir kişilik giydirmiştir.
Aynı başarıyı “Ölü Canlar”da da gösteren Gogol, çiftlik hayatını çok iyi bildiği için, çiftçi ve köylü karakterlerini başarılı bir şekilde çizerek, kendini Rusya’nın taşra sokaklarına atmış, burada gördüğü olayları eleştirici bir dille kaleme almıştır.
Ölü Canlar’daki Çiçikov karakteri çarpıcı bir kişilik olup, dili çok iyi kullanan, uyanık biridir. Öyle ki, ölülerin üzerinden saygınlık kazanmayı düşünecek kadar da akıllıdır.
Rus Edebiyatı’nın ve yazarlarının bu yaratıcılığından dolayı, benim için yeri her zaman farklıdır. Dostoyevski, Puşkin, Tolstoy, Gorki…
Bunları okuduktan sonra, klasiklerin neden klasik olarak kabul edildiğini çok daha iyi anlıyorsunuz. Onlardaki anlatım başarısı, kelime zenginliği, kurgu gerçekçiliği başka kitaplar da yok! Özellikle bu yeni dönem çok satan kitaplarda hiç yok! Bu yüzden ısrarla klasikler diyorum, özellikle de Rus Edebiyatı…
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Pinokyo’nun Dansı |
|
Yalan çarkları, fırıldak gibi döner;
belânın bereketi çoktur.
Çingene yalnızlıklar içinde;
binbir renkler içinde,
bahar çiçeklerini isyâna geçirir.
Gölgenle bir olmak istersin;
utanıyorsan, karanlık geceleri bekle!
Kendinle yarışamazsın, kal öyle!
Utanç duvarlarının önünde vuruşmak,
poz verir gibi bir de.
Kendini, bu dev ekranında seçebiliyor musun?
Gör bak, nasıl da mutlu Pinokyo!
Sevinçle dans ediyor!
İpler kimin elinde, bunu görebiliyor musun?
Yalanlarınla büyüyen sen,
duvarın arkasındakileri biliyor musun?
Rüzgâr güllerini rahat bırak,
kanat çırpacak bir tek kırlangıç yok!
Hepsi göçüp gitmiş.
Son dönemecinde kararlarına takıl,
ölümü beklemenin soğukluğu içinde
sen neredesin?
Dilin uzar, iştahın kabarır;
kimliğinin açılımında yeni kimlikler boy verir.
Bak bakalım, kendine âit bir tek sıfat kalmış mı?
Geriye ne kalacak, seni neyle hatırlayacaklar?
Kim olduğunu, kendine îtiraf edebiliyor musun?
Şeytan ordularında gölge savaşçısı,
bu yangın yerinde küle dönmek;
hangi yöne gideceğini seçmelisin artık.
Geçmişin sırlarından fal tutamazsın!
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|