|
|
|
11 Nisan 2014 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : AYM'azlık son buldu galiba!... |
Basiretsiz, muhteris ve dahi hırsız insanlarca yönetiliyor olmak zaten yeterince acı veriyor ama içlerinden bir akl-ı selim beklerken, bizi "Bunların hepsi mi tırlatmış?" diyecek kıvama getiren bir güruhun iktidar olduğunu görmek insanı resmen kahrediyor. Baştan ayağa dikta sevdalıları bir araya toplanmış, al takke ver külah pişbirik oynuyor gibiler. Olmaz ki, bu kadar da göz göre göre yapılmaz ki. İnsan su isterken bile, durum uygun mu değil mi bir bakar değil mi? Bunlar ikbal uğruna, gaz kaçırır gibi gizli duygularını afişe etmekten zerre kadar kaçınmıyorlar. Hele bunu bir de, demokrat kisvesine bürünüp, demokrasi adına yaptıklarını söylemiyorlar mı, insan çıldırıyor.
Yürütmenin başının, mavi kuşu açtı diye saygı duymadığı AYM, bu sefer de Anayasaya aykırı kanunları, şikayet üzerine iptal etmeye başladı. Şaırdık mı? Evet. Bir dönem, Çankaya noterliği tasdikinden sonra son onay mercii gibi çalışan, hakkında "Allah verdikçe veriyor." diye güzellemeler düzülen mahkeme, hukuksuzluğa, hak yiyiciliğe daha fazla sessiz kalamadı. Neden? Çünkü yılların deneyimiyle o koltuklarda oturanlar, despot yönetim anlayışının Cumhuriyetle bağdaşmadığının ayırdına sonunda vardılar. Vardılar demek haksızlık olur. Farkındaydılar ama iş onlara kadar uzamadan alt katlarda bitirildiğinden görevlerini yapmaları zordu. Artık, nalıncı keseri gibi kendilerine yontmanın telaşıyla çıkardıkları HSYK yasasının altında kalma dönemi geldi işte.
Bu anlayış devam eder mi? Bence edecek, etmeli. Aksi takdirde, düşüşe geçtiklerinin farkında olan iktidar ve yandaşları gemi azıya alacak, bana yaramayan kimseye yar olmasın diyerek vurup kırıp öyle gideceklerdir. AYM, padişah fermanı ile alınan bakan yetkilerini iptal ediyor, bakan "Uyarız, bilahare yolumuza devam ederiz." diyor. Aslında iç sesi, "Siz avunun biz yolunu bulup sizin a.... koymayı sürdürürüz." demek istiyor. Bir başka vekil çıkıyor, "AYM'nin iptal yetkisi elinden alınsın, başkanlık sistemi için gerekli değişiklik yapılsın." diyebiliyor. Aslında demek istediği, "Yürütmenin başı daha fazla yetkiyle en tepeye çıksın, ben yiyeyim, o yesin. Millet mi? Yemişim milletini..." .
"Daha fazla nasıl yürütürüm?" konulu, üst düzey katılımlı, toplantılar en hummalı haliyle devam ediyor tepelerde. "Başbakan bıraksak ta mı yürütsek, başkan etsek te mi sürdürsek." ikilemi içinde bocalayanlar, maşaallah içlerinde biriken gazı tutamayıp kaçırıyorlar sırayla. Umumi maksat, elde edilenleri yitirmeden, üstüne koya koya, bir on yıl daha milleti sömürebilmek olsa da, hususi maksat, dokunulmazlık kalkarsa başa geleceklerden yırtma telaşı olarak anlaşılmalıdır. İkballerinin kaderi birbirine bu kadar bağlı iki kesimin birlikteliğinden hangi ucube doğacak bekleyip göreceğiz. Ama beklerken, rutin testleri boşvermesek, mesela bir "smear testi" yaptırsak ta, erken teşhisle kötü huyluları yol yakınken tedavi etsek fena mı olur? Görüşmek üzere, kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan AVCI PALAVRASI |
|
Söylemesi ayıp kadın bana iş atıyordu. Liman Lokantasına öğle yemeğine gitmiştim. Yemek boyunca bana baktı. Yanındakiler yemeğini bitirip gittiler. O bir çay daha söyleyip kaldı. Bu fırsatı kaçırmamam lazımdı. Kalkıp masasına gitmezsem kuş yuvadan uçacaktı. Gitmek kolay ama ne diyecektim. Böyle bir şey daha önce hiç başıma gelmemişti. Hep başkalarından dinleyip uyduruyorlar diye düşünürdüm. Kadın kısmı erkeğe asılır mı? Demek ki oluyormuş.
Lokantanın içini gözden geçirdim. Duvar dibindeki masaların birinde sadece üç kişi vardı. Derin bir futbol tartışmasının içinde kaybolmuşlardı. Yerimden kalktım. Bacaklarım zangır zangır titriyordu. Bütün sokak, bütün lokanta, ustalar, garsonlar, havada vızıldayın birkaç sinek bile bana bakıyordu. Şimdi başkalarına aldırmanın sırası değildi. Kadının bulunduğu masaya yürüdüm.
Merhaba, sizi birine benzettim galiba. Biz daha önce hiç karşılaştık mı?
Hatırlamıyorum ama siz de bana tanıdık geldiniz,” dedi.
Son derece rahattı. Kalkıp masasına gelmem onu hiç şaşırtmamıştı. Benim heyecan ve korku dolu halimden onda eser yoktu. Eliyle boş sandalyelerden birini gösterdi. Teşekkür edip oturdum. İyi de şimdi ne diyecektim. Mutfağın servis penceresinden bakan garsona elimle çay işareti yaptım.
Özür dilerim, sormayı unuttum… Siz de bir şey alır mısınız?
Teşekkür ederim. Bu ikinciydi. Buyurun siz çayınızı için.
Hiç kalkıp gidesi yoktu. Üstelik bakışlarıyla beni rahatlatmaya çalıştığını hissediyordum. Bir şeyler söylemek, bir sohbete kapı açmaya çalışıyordum. Önce havalar güzel dedim. Sonra da bir birkaç güne kadar yağmur gelecekmiş. Sanki meteorolojide görevliydim. Hiçbir tepki vermedi. Hatta ilginç bir şey söylemişim gibi gülümsüyordu. Çayım bitince kalktık. Hesabı ödememe izin vermedi. Lokantanın sokağından kuleye doğru yürüdük. Biraz rahatlamıştım.
Kusura bakmayın. Her zaman böyle değilim. Ama bu gün dilim tutuldu. Sizinle daha uygun bir zamanda görüşmeyi isterim.
Bu gün neden uygun değil, dedi.
Uygun olmasına uygun ama saat üçte bir işim var.
Tamam, üçe kadar olsun o zaman.
Yağhane sokağı başındaki salkım söğütlerin altında oturduk. Parktaki bütün banklar boştu. Arada sırada kütüphaneye giden çocuklar geçiyordu. Alçak duvarı yalayan denize bakıyorduk. Sadece sohbet olsun diye birbirimize binlerce gereksiz soru sorduk. Birbirimizi iyice tanımamıza ne gerek vardı? Neden biz hep böyle davranıyorduk? Gerçekten ne istediğimizi gizleyip gereksiz ayrıntılara boğuyorduk. Örneğin ben ona aşık olmayı istemiyordum. Zaten onun da böyle bir derdi yoktu. Kalkacağım saate yakın bana telefon numarasını verdi.
Aramak istiyorum ama sıkıntılı bir durum olmasın.
Canın ne zaman isterse ara. Hiç sorun olmaz dedi.
Elini sıkıp ayrıldım. Arayı fazla soğutmak istemiyordum. Eşimden ve çocuklarımdan gizleyerek balkona çıkıp onu aradım. Telefonu başka bir kadın açtı. Ödüm koptu. Gülben komşuya kadar gitti. Kim arıyor, dedi. Adımı söyledim. Yarın onu tekrar ararım, söylerseniz sevinirim diye mesaj bıraktım. Telefondaki ses tonu cıvıdı. Seni yaramaz seni, gibisinden bir hal aldı. Ertesi gün öğleye doğru onu aradım. İşteymiş, akşam çıkacakmış. İşten çıktığı saatte salkım söğüdün altına gelecekti. Günler uzamıştı ama akşamlar hala etinizi ısıracak gibi serin oluyordu. Cumartesi günü bir şey yapalım diye karar verdik. Bu cumartesi bir yerlere gidelim.
Cuma akşamından arkadaşın birinden bir araba ayarladım. Önce eşimi üniversite hastanesine götüreceğimi söyledim. Baktım iyi durmadı. Gerçek meseleyi ona utana sıkıla anlattım. Önce şaşırdı. Sen ha, dedi. Omzuma küçük bir yumruk attı. Seni gidi yere bakan. Eline yüzüne bulaştırmasan bari…
Bursa Nisan 2014
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu HIRS |
|
“Ben hırslı biri miyim?”
Bu soruyu ömründe bir kez olsun kendisine sormayan insan var mıdır? Sanmıyorum. Çünkü başarma isteğini değerlendirme, denetleme düşüncesi herkeste vardır.
Hırs sözcüğünü günlük yaşamımızda hem olumlu, hem olumsuz anlamda kullanıyoruz. Bu kullanım biçimi anlam karışıklığına yol açıyor. Söz gelimi bir veli : ”Çocuğum hırslı değil.” derken, çocuğun başarma isteğiyle dolu olmadığını; ama çok hırslı, dediklerinde de arkadaşlarını geçmek, birinci olmak hevesiyle dolup taştığını anlıyoruz. Peki bunun orta yolu yok mu?
Başarma isteği olumlu bir duygudur. Çünkü bu istek sayesinde yaşam için daha iyi koşullar yaratırız. Anatole France: “Hırs deyip geçmeyin; bu dünyada büyük olarak ne yapılırsa onun sayesinde yapılır.” derken konuya bu açıdan yaklaşmaktadır.
Hırssız kaç devlet adamı yaşamıştır dünyada, hangi büyük sanatçının nabzı bu duyguyla atmamıştır ki? Gazetelerde her gün sporcular için yazılan: “hırs basmak”, ”hırs küpü”, “hırs depolamak“ türünden deyimler başarma isteğinin abartılı anlatımları değil midir?
Hırs, bir şeye aşırı tutkunluk, sonu gelmeyen isteğe dönüşürse akıl ve mantıktan yoksun kalır. Aristoteles’in “Hırs ve tamahın başladığı noktada saf duygular sona erer.” saptaması da bu doğruyu belirler. Para hırsı, mal mülk hırsı, koltuk hırsı... gibi tutkuların hangisinde saf duygular barınabilir ki? Hz. Muhammed: “İnsanoğlu kocar da onda iki huy; hırs ve tül-i emel (tamah, bitmez tükenmez istek) gencelir.” hadisiyle sanki yenik düştüğümüz bu duygularımız yüzünden bizlere sitemde bulunuyor gibidir.
Hırs başka çanlılarda olmayan bir duygu. Hiçbir arslan hırsından çatlamıyor, kaplana kızıp hırsını ceylandan çıkarmıyor.
Lübnanlı şair filozof Khalil Cibran’ın “Ermiş” adlı eserinde geçen şu bölümü okuyalım :
“… bize Düşünce ve Hırs’tan söz et, dedi:
Ve El Mustafa yanıtladı:
Çoğu kez ruhlarınız bir savaş alanı gibidir ve burada düşünceniz ve yargılamanız, hırs ve doyumsuz iştahınızla mücadele içindedir. Keşke elimden gelse de, içinizdeki unsurların ahenksizliğini ve rekabetini birliğe ve ahenge çevirerek ruhlarınıza huzur ve barışı koyabilsem. Fakat, kendiniz barışı ve içinizdeki unsurları sevmedikçe benim elimden ne gelir ki? Düşünceniz ve hırsınız, engin denizlere açılmış olan ruhunuzun dümeni ve yelkenleridir.
Eğer dümeniniz ya da yelkeniniz kırılacak olsa, bocalayıp çarpmaktan ya da denizin orta yerinde çakılıp kalmaktan öte hiçbir şey yapamazsınız. Çünkü düşünce kendi başına buyruk kesilirse, bağlayıcı olur ve hırs, yönetimsiz kalırsa, kendi sonunu getirinceye dek yanacak bir aleve benzer. Bu nedenledir ki, bırakın ruhunuz düşünceyi hırsın doruklarına dek yüceltsin ki, orada şarkısını söyleyebilsin. Bırakınız ruhunuz düşünceyle hırsınızı yönetsin ki hırsınız, kendi küllerinden her gün yeniden doğan anka kuşu gibi, her gün kendi bozgunundan yeniden doğarak yaşayabilsin."
Kolay mı bunu yapabilmek? Ermiş değil ki herkes.
“ Kaplumbağa hacca gitmek istemiş, onu görenler:
- Delirdin mi, bu yürüyüşle Kabe’ye nasıl varırsın, demişler...
Kaplumbağa:
- Hiç değilse bu uğurda ölürüm ya! diye yanıtlamış onları.
Kim, küçümseyebilir kaplumbağayı, ülküsüne ulaşma isteğine kim karşı çıkabilir ki? Her insanın kendisine hedefler koyması ve bunlara ulaşabilmek için kaplumbağa olması gerek. Ancak başkalarına zarar vermeden, başkalarının mutsuzluklarına yol açmadan...
Hayatın sonsuz akışını sürdürebilmesi adına verdiğimiz her uğraş anka kuşa gibi her gün kendi küllerimizden doğurmalı bizi. Kendisini sonsuz bir varlık olarak görüp mal mülk, iktidar tutkusuyla yanıp tutuşanlara başka nasıl dur diyebiliriz
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Nevriye Hamitoğlu Gezdim Gördüm Öğrendim; Kapadokya (KATPATUKA) Nevşehir -2 |
|
Lezzetli bir yemeğin ardından ilk durağımız Avanos. Burası çanak çömlek ustalarının yetiştiği değerli topraklar. Rehberimiz Kaan Şahin, bir köprü üzerinden geçerken bize aşağıdaki nehrin Kızılırmak olduğunu söylüyor. Anadolu’nun en uzun ırmağıymış. Sivas’ın kızıl dağından geldiği için adı Kızılırmak’mış. Avanos’ta yapılan çanak çömlekler de bu ırmağın çamurundan yapılıyormuş. Rehberimiz ünlü bir deyişi söylüyor: “Kör de bilir Avanos’un yolunu, çanak çömlek kırığından.” Gerçekten de öyle, yollarda ağaçlarda bahçelerde çanak çömlekler dolu. Ziyaret ettiğimiz atölyede çömlek yapımına şahit oluyoruz, usta bir elin sanatını seyretmek inanılmaz mutluluk veriyor bana. Tezgah başında eğilmiş, ellerinde fırça tutan sanatçı ustaların bu çanakları nasıl boyadıklarını, nasıl desenlerle süslediklerini görmek ise bana bir işe duyulan aşkı anlatıyor. Desen içindeki detayların içinde detaylar olması, bir kapıdan başka bir kapıya açılan renkli dünyaların ve yaşamların döngüsünü anlatır gibi geliyor. Bu usta ellerin bin bir türlü düşünce ve hayallerle işledikleri eserlerini anlamaya çalışıyorum. Her bir çanak çömlek, kap kacak ayrı bir güzellikte. İnsan hepsini almak istiyor. Atölye sahibi bize bir şarap testisini anlatıyor. Yuvarlak yapıda ve ortası delik olan bu şarap testisinin tarihi çok eski dönemlere ait. İçine şaraplar konulurmuş ve şarabın çabuk bozulmaması için ortasında boşluk olması gerekirmiş. Güneş şarabı bozduğu için, güneş ışınlarının testinin ortasından geçip şarabın bozulmayacağına inanılırmış.
Rengarenk çanakların içinde başım dönüyor, biran önce gün ışığına çıkmak istiyorum. Gökyüzünde gördüğüm ilk şey, meşhur Kapadokya balonları oluyor. Bu balonların uçtuğu yere ben de biraz sonra gideceğim.
Yolculuğumun en önemli yerine gidiyorum; KAPADOKYA. Diğer adı Katpatuka… Burasının başka bir adı daha var o da Pers krallığının koyduğu ad: Güzel Atlar Diyarı.
Kapadokya, insanlığın paleolitik döneminden Hitit dönemine, Perslerin işgali ile Kapadokya krallığına ve MÖ 3.yy ile Roma dönemine şahit olmuş, MS 3.yy da ise Hristiyanlığın yayılması ile bu topraklar baskılardan korunmak için büyük bir sığınak haline gelmiş. Volkanik yumuşak kayalar oyularak sığınaklar yapılmış ve yeraltındaki bu gizli yerler geçitlerle birbirine bağlanılarak büyük yer altı şehirleri oluşturulmuş. Duvarların rahat oyulabilmesi ile Hristiyanlar burada bir sürü kilise yapmış. Fresklerle süsleyip ibadetlerini rahatça yapmışlar. Hristiyanlık eğitiminin büyük bir merkezi olmuş. Rehberimiz burada yaşayan din adamlarının her birine ait kilisesi olduğunu söyledi. Kiliselerin içinde gördüğümüz mezar çukurlarında ise burada yaşayan insanlar gömülürmüş. Kilise sahiplerinden bazıları, kiliseye bırakılan kimsesiz çocukları eğitmiş ve birer din adamı haline getirmiş. Böylece kiliseler elden ele varlıklarını güçlü bir şekilde korumuş.
Kapadokya altmış milyon yıl önce Erciyes ve Hasandağı’nın püskürttüğü lavların oluşturduğu yumuşak tabakanın rüzgar ve yağmurlarla aşınmasıyla oluşmuş. Baca şeklini andırmasıyla peri bacaları denilmiş. Peri, kelimesi ise bu toprakların efsanesine dayanıyor. İnsan ve perinin birbirine aşık olması ancak birlikte olmalarının imkansızlığı ile perilerin birer kuşa dönüşerek peri bacalarının küçük oyuklarında yaşamaya devam etmesini anlatan bir efsane. Efsanenin güzelliği ile dünyanın en güzel yerlerinden biri burası. Herkesin hayranlıkla baktığı büyük kayaları yakından görebilmek çok güzel… Havayı teneffüs etmek, taşlara dokunmak, milyonlarca insanın ziyaret ettiği bu topraklarda yürümek insanı değişik duygulara ve düşüncelere sürüklüyor. Baharla birlikte çiçek açan ağaçların bu bölgede serpilmiş gibi bulunması ise buraya ayrı bir güzellik katıyor.
Yüksek kayaların içlerinde oyularak yapılmış odalarda yaşam izlerini görmek mümkün; merdivenler, şarap havuzları, yiyecek stoklarının depolandığı küçük odacıklar, ateş yaktıkları ocaklar var. Özellikle şarap havuzlarının olması, burada yaşayan halkın bağcılık yaptığını kanıtlıyor. Buraya Paşabağlar da deniliyor. Peribacalarının aralarındaki topraklarda bel boyunda üzüm ağaçları hala var. Bağcılık yüzyıllarca devam ediyor.
Sırada Develi Vadi var. Yine aynı kaya yapılarının ortasında yükselen ve deveye benzeyen taş yapının yakınından geçiyoruz. Bana göre bir tarafından bakıldığından salyangoz, diğer tarafından bakıldığında deveye benziyor, fakat daha fazla deveye benzetildiği için develi vadi denilmiş. Kaya şekillerinin bir şeylere benzetilmesi ile de bölgeler isim almış. Bundan sonraki durağımız Üç Güzeller. Burada da üç peribacasının yanyana durmasıyla bir efsane yaratılmış ve bu bölgenin adı konulmuş. Üç güzeller efsanesine gelince şöyle anlatayım: bu bölgede bir krallık varmış ve kralın çok güzel bir kızı varmış. Bu kız bir gün çobana aşık olmuş ve babası izin vermediği için çobana kaçmış. Bir tane çocukları olmuş. Yıllar geçse de kral onları affetmemiş ve askerlerini kızı ve ailesinin peşine düşürmüş. Kızı ve çoban Allah’a çok yalvarmışlar kralın zulmünden kurtulmak için. Ve Allah da kralın kızını, çobanı ve çocuğu taşa çevirmiş. Her efsanede bir aşk hikayesi olması ne ilginç?
Devam edecek…
Nevriye Hamitoğlu nevriye.h@hotmail.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Birkaç zamandır dikkat kesildim! |
|
Birkaç zamandır dikkat kesildim,
bu bir manevra mı bilmiyorum.
Ânı beklemenin telâşı mı bu,
yürek tellerini titretirken yoksa?
Berâber gelecekse bu geçmiş,
kendini niçin yalnız hissedersin?
Bak bakalım, ne kadar sürer bu sessizlik?
Hangi güvenmişlikler bu titrek,
hangi hâllerde bilenmiş geceler,
kendini bile bile ve kendine rağmen?
Bu çıkışlar hep,
aptalca bir soruyla başlar.
Farklı büyüyor her umut,
farklı bir yerde meyveleniyor.
Özgürlük fidanları,
boy veriyor göklere doğru;
bak, demir gibi sıkılmış bileklerimiz!
Kınından çıktı artık bu kılıç,
bırak yerini bulsun!
Daha ne kadar
ve ne için mucize beklersin?
Onun da günleri olmuştur elbet,
onun da şiirlerini yazan olmuştur;
peki ya, kim yazacak senin şiirlerini!
Hiçbir gece, hak etmez bu yüreği.
Bu cümlem için yirmi yıl bekledim;
kaldırım taşları arasında kaybettiğim
şiirlerimi, topluyorum birer birer.
Hep kendinden utanırsın,
hep kendinedir cellâtlığın.
Değilse de bırak,
bunu bilemezsin;
çârelerden çâre beğen!
Bu son, söz;
bir daha yazmayacağım sana.
Beni değil, aklını da değil,
yüreğini dinle sen.
Budur beni dar yollarda bekleyen,
bir nâmerdin süreceği
dil değil içimdeki.
Arandı geceler yine,
küstah ödülleri toplarken.
Bu kapan içinde bir iğne,
sunaklarda bayat meseller,
şiirlerime karışamaz aslâ.
Ve insâfa gelir göçmen kuşlar,
gerçeği getirirler heyecanla
ve mayasında güneş tutar;
bir gece, bir gece daha.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|