Yazılan,  Okunan,  Kopyalanan,  İletilen,  Saklanılan, Adrese Teslim Günlük E-Gazete Yıl: 13 Sayı: 2.010

 18 Nisan 2014 - Fincanın İçindekiler



 



 Editör'den : İhtiras Tepesi!...


Normal olarak bu sayıyı havai fişekler eşliğinde yazmalıydım ama gelin görün ki, bir yandan işlerin yoğunluğu diğer yandan yaşama dair anlamsızlıklar, motivasyonumu oldukça kırdı.

Çankaya'ya tırmanacak kedi üzerinde spekülasyonlar başladı başlayalı, falcılığa varan senaryolar da yazılmaya başlandı. Memleket, hırsızla noterin anlaşmasına odaklandı. Kim kimi öperse koyunlar melemeye devam edecek onu tartışıyor millet. Oysa ağıl da aynı çoban da. Koyunlar ha sağdan sola koşuşturmuş ha soldan sağa. Sonunda kasabın bıçağını yalamayacaklar mı? Öyleyse bu telaş niye? Niyesi bende malum. Kendisini "Slumdog Millionaire" de ki Jamal'a eş gören ve eline geçen fırsatı zirvede tamamlamaya and içmiş bir adamın, Çankaya'ya tünemekten başka ne emeli olabilir ki? Türkiye Cumhuriyeti'ni parmağında oynatmanın verdiği güçle hırslanan, hırslandıkça hırçınlaşan, ele geçiremezse ne yapacağı belli olmaz bir adem bu. Bakmayın siz öyle nazlanmasına, önünde sonunda aday olacak. Evet belki, iktidar ehliyetini kaybetmeden zirveye çıkmayı zorlayacak ama olmazsa da dünden razı olacak. Ve bu adam o zirveyi sömürmeden, Atatürk'ün makamına eriştiğini dosta düşmana göstermeden rahat etmeyecek. Partiymiş, koyunmuş, batarmış, çıkarmış hepsi sonraki mesele. Hırsızın ikbali "864 Rakımlı Tepe"de, lamı cimi yok. Birzamanlar "Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz." demişti. Sanırım geldi, durağın adı da "İhtiras Tepesi" galiba.

Ve, bu ikbal uğruna, üstüne oynadığı her attan çifte yemekte, daha doğrusu bize çifte attırmakta hiç bir behis görmüyor da hazret. Suriye kumarında çektiği restler gün gelip ayağına mutlaka dolanacak ama öncesinde bize dolanıyor, işte orası bir felaket.

Bir can arkadaşımın üniversite ğrencisi kızı ve 2 arkadaşı, okullarına yakın olduğu gerekçesiyle, İstanbul'un en merkezi yerinde bir apartman dairesi tutuyorlar. İki ay işler yolunda gidiyor, ta ki alt kata taşınan Suriye vatandaşları hayatlarına girinceye kadar. İki kişi diyerek tuttukları daireye 15 kişi doluşuyorlar. Önceki gece içlerinden üçü bizim kızların kapısına dayanıyor. Kapı açılmayınca gidiyorlar ama bir müddet sonra yeniden gelip kapıyı zorlamaya başlıyorlar. Kızlar hemen polisi arıyor, polis geliyor, adamların pasaportlarını kontrol ediyor ve sadece kapı çalmakla(!?) yetindikleri için hiçbir işlem yapmadan gidiyorlar. Suriyeli piçlerin içlerinden neler geçirdiğini tahmin etmek zor değil. Onların suçu mu? Hayır. Suç, bu belayı başımıza açan o muhterisin. Al içeri, besle büyüt, kızlarımıza musallat et, tepeyi krala, ormanı tokiye pazarla sonra çık Çankaya'ya otur. İnsandan iğrenilir mi? Bal gibi iğrenilir. Sizi bilmem, ben nefreti çoktan geçtim bile.

***

Havai fişek dedik ama nedenini söylemedik. Efendim eskiler bilir, 17 Nisan Kahve Molası'nın doğum günü. Bu sene 13. yaşımıza girdik. Farklı bir kutlama yapmayı düşlüyordum ama gene yetiştiremedim. Olsun, 13 senedir sürdürdüğüm bu mecarada bana eşlik eden tüm dostlarıma bir kez daha teşekkür ederim. Yıllar boyunca bana konu sıkıntısı çektirmeyen malum şahsa bile bir kuru teşekkür edebilirim. Sağlığım elverdiği sürece, ama daha aydınlık günlerde daha farklı konularda birlikte olmak üzere kalın sağlıcakla.

Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...

Cem Özbatur


 


Seyfullah Çalışkan

 Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan


  AVCI PALAVRASI 2

Cumartesi sabahı her hafta sonu olduğu gibi erkenden uyandım. Daha doğrusu buluşmanın heyecanı ile sabaha kadar yatakta dönüp durdum. Yürüyüşe gittim. Tıraş olmayı istiyordum ama evdekileri de kıllandırmak gerekiyordu. Hep birlikte kahvaltıya oturduğumuzda neredeyse öğle oluyordu. Çarşıya inmek bahanesiyle evden çıktım. Kilise harabelerinin karşısındaki arsadan otomobili aldım. Berber Hasan’a uğrayıp saçlarımı kısalttırdım. Bu bahane ile sakal tıraşımı da hallediverdim. Tek bir sorunum kaldı. Üzerimdeki günlük kıyafetlerden kurtulup daha doğru düzgün bir şeyler giyebilmek. Ama bu mümkün değildi. Gülben’e telefon edip ne zaman uygun olacağını sordum. Onu daha önce oturduğumuz salkım söğütlerin oradan alacaktım. Ondan sonrası aklımı yerinden söküp götüren kocaman bir fırtınaydı. Beynimin sınırları daha ilerisini düşünmeye yetmiyordu.
Belki de yirmi yıldır böylesine bir heyecan, korku ve endişe içine yolum hiç uğramamıştı. Saat dörtte onu pakın oradan aldım. Otomobili ada burnuna doğru sürdüm. Birkaç bira ve fıstık almayı akıl edebildiğimde çoktan evlerden sokaklardan çok uzağa gitmiştik.

Ada burnuna ulaşınca otomobili Alaçam dağlarını ve denizi görecek şekilde durdurdum. Böylece hem manzaramız güzel, hem de yoldan gelip geçene arkamızı dönmüş olacaktık. Otomobil durunca ikimizde varlığımızı bir konuşmaya mecbur hissediyorduk. Ama nereden başlayıp ne söyleyeceğimizi bilmiyorduk. Bana kalsa hemen otomobili tenha bir yere çekip öpüşüp koklaşmalıydık. Ama böylesi çok palas pandıras olurdu. Yangından mal mı kaçırıyoruz?

Eeee daha daha nasılsın?
İyiyim, yanımda sen varsın. Daha ne olsun?
Sigara ister misin?
Bırakmıştım ama sana arkadaşlık etmek için bir tane içebilirim.
Keşke birkaç bira da alsaydık?
Evet, iyi olurdu. Aklıma sonradan geldi. Şehirden çıkmıştık geri dönmek istemedim.
Boş ver.

Elini elime uzattı. Yüzüme, saçlarıma uzandı. Ben de ona dokunmak istiyorduk ki bir otomobil gelip biraz ötemizde duruverdi. Bütün hava dağıldı. Karşımızda eşsiz güzellikte bir manzara vardı. Fakat biz birbirimizin gözlerine bakmak istiyorduk. Belki fazla kalmazlar, birazdan giderler beş on dakika umutla bekledim. Öyle bir niyetleri yoktu.. Biralarını açıp içmeye başladılar. Otomobilin içinde üç erkek vardı. Neyse ki tanıdık değillerdi.

Başka bir yere gidelim. Buranın tadı kaçtı, dedim.
Tamam, dedi.
Senin istediğin bir yer varsa söyle.
Aklıma bir şey gelmedi. Kafana göre takıl…

O benim aklımda bir plan var sanıyor olmalı. Oysa benim elim ayağıma dolaşıyor. Geri vites yerine ileri vitese taktım. Neyse ki önümüzde yeterince boşluk var. Yoksa iki yüz metreden denize düşeceğiz haberi yok. Ortamı biraz olsun yumuşatmak için radyoyu açtım. İki sanatçının birlikte seslendirdiği güzel bir şarkı otomobili doldurdu.

Seni severdim,
Hüznün koynunda
Seni severdim
Hem uyanık, hem uykumda
Seni severdim
Ve sana rağmen yine severdim,

Bizim böyle kapıdan bacadan içeri dolan bir romantizme hiç ihtiyacımız yoktu. Otomobili şehrin kenar sokaklarına sürdüm. Birkaç bira, biraz fıstık ve çikolata aldım. Gazetede okumuştum. Çikolata insanın kendini mutlu hissetmesini sağlarmış. Şehrin ortasına dalmadan Akliman’a geçtim. Otomobili Tarzan Kemal’ın diktiği akasyaların arasına çektim. Bu mevsim genelde buraya kimse gelmezdi. Oltacılar ve gezintiye çıkanlar genelde ileri Hamsilos’a kadar giderlerdi.

Bursa Nisan 2014
Seyfullah
seyfullah@kahveciyiz.biz


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
2 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


Hamdi Topçuoğlu

 Kahveci : Hamdi Topçuoğlu


  KÖY ENSTİTÜLERİ

Size hiç büyük ikramiye çıktı mı?

Bana çıktı.

Aklınıza hemen şu piyangolar, lotolar, totolar, iddialar derken televizyonlarda her gün bir yenisi başlayan zahmetsiz para kazanma köşeyi dönme atraksiyonları geldi değil mi?

Benim kastım bunlar değil. Üstelik bana emeksiz kazanmanın mutlaka birilerinin cebini gizli ya da açık, doğrudan ya da dolaylı tırtıklamak olduğunu öğrettikleri için böyle şeylere değer vermem.

Bence en önemli ikramiye sağlıktır. Sonrası kendinizi daha iyi, daha mutlu, yararlı insan yapabilme şansını yakalamaktır.

Sağlığımız aman aman olmasa da bizi bu günlere getirdiğine göre, şanslı sayılırız. Benim büyük ikramiyem, iyi insan olmanın yollarını kavratan bir eğitim alabilmedir.

O eğitim sayesinde sormayı, sorgulamayı, düşünmeyi, araştırmayı, biçimlendirmeyi, sunmayı; güçlüklerden yılmamayı, insanı sevmeyi, yaşamın sürüp gitmesi için evrensel duyarlılığı öğrendim.

Benim büyük ikramiyem eğitimimin uzunca bölümünü Isparta Gönen İlk Öğretmen Okulu’nda alma fırsatı yakalamamdır. Orada okumak bir ayrıcalıktı. Düşünsenize 1960’larda yirmi kişilik sınıflarda okuyor, kalorisi hesaplanmış yemeklerle besleniyor, sporun, sanatın ve bilimin her alanında kendi kapasiteni ve yeteneklerini sınayabiliyor, yarın ne olacağım kaygısından uzak hayata hazırlanıyorsunuz.

Bir okul düşünün; binlerce kitabı, sanat edebiyat dergilerini ve günlük gazeteleri okuyabileceğiniz kütüphanesi var.

Bir okul düşünün; fizik, kimya ve biyoloji laboratuarları var. Bu laboratuarlarda öğrencilerin her biri kendi deneylerini gerçekleştirebileceği araç gereci bulabiliyor.

Bir okul düşünün; doktoru hemşiresi hastabakıcısı bulunan bir reviri var.

Bir okul düşünün; Türk ve dünya bestecilerinin eserlerini dinlediğiniz, yeteneğinize göre bir müzik aleti çalabildiğiniz ses geçirmez odaları bulunan müzikhanesi var.

Bir okul düşünün; demiri, ağacı işleyip araç gereç yapabildiğiniz işlikleri var.

Bir okul düşünün; gösteri salonunda öğrenci koroları, tiyatroları gösteriler sunuyor. Vizyona yeni girmiş filmler ileniyor, neredeyse her ay tiyatro grupları oyunlar oynuyor; öğrenciler ülkenin en ünlü oyuncularıyla söyleşiler yapıyor.

Bir okul düşünün; öğrenciler resim atölyesinde daha 12 yaşında ulusal ve uluslar arası üne sahip ressamlarla tanışıyor.

Bir okul düşünün; atletizm pisti, yüzme havuzu, voleybol, basketbol, futbol sahaları ve kapalı spor salonu var.

Bir okul düşünün: bağlarından üzüm, bahçelerinden kiraz yediriyor öğrencilerine. Sabah kahvaltısında sunulan süt ve yumurta kendi ahırlarından ve kendi kümeslerinden geliyor.

Bir okul düşünün: öğrencilerine her yıl bir yurt kösesine on günlük gezi armağan ediyor.

Üstelik bu okul, öğrencilerine bunca hizmeti devletten çok az para alarak gerçekleştiriyor. Çünkü onun döner sermayesi var.

Söyler misiniz, günümüz Türkiye’sinde hangi öğrenciye böyle bir ikramiye vurabilir?

Bizler böyle bir okula bir köy çocuğu olarak geldik, Atatürkçülüğün bir çağdaşlaşma projesi olduğunu kavrayarak öğretmen olduk.

Hepimiz ülkemizin geri kalmış bölgelerinde öğretmenlik yapmak istedik. Çünkü yoksul halkın vergileriyle sırtımız ceket, ayaklarımız kundura görmüştü. Defterimizi, kitaplarımızı, aşımızı, sıcacık yatağımızı bize veren devlete her koşulda hizmet etmek boynumuzun borcuydu. Anadolu’ya gidecek, cehaleti yenecek, ülkeyi Atatürk’ün gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracaktık.

Biz bir geleneğin devamıydık. Bize bırakılan meşaleyi daha iyi daha güze taşımaktı görevimiz. Bu gelenek bize Fakir Baykurtlardan, Ahmet Yamacılardan mirastı. Okuduğumuz sıralarda, yattığımız yataklarda, yemek yediğimiz masalarda, yıkandığımız kurnalarda, gölgesinde dinlendiğimiz ağaçlarda onların alın teri vardı.

Bizler Köy Enstitülerinin yarattığı vahalarda yetişen köy çocuklarıydık. Bu yüzden aslımızı hiç unutmadık. Köy Enstitülerinin 74. Kuruluş yıl dönümünde okurlarımı değerli öğretmenim Özbek İncebayraktar’ın dizeleriyle selamlıyorum.

KÖY ENSTİTÜLERİ

Onlar,
Köy çocuklarıydı.
Geldiler,
Yalın ayakları,
Ve
Yırtık mintanlarıyla geldiler
Gönen'e, İvriz'e, Kepirtepe'ye.
Unutulmuşlar bin yıldır.
Ferhat oldular,
Yardılar İdris Dağını,
Gürül gürül akıttılar suyunu
Hasanoğlan'a.
Köroğlu oldular,
Kafa tuttlar Bolu Beylerine,
Yıktılar saltanatını ağaların.
Horon teptiler,
Beşikdüzünde kol kola.
Halay çektiler,
Yıldızelinde türkülerle.
Diz vurdular ortaklarda efece.

Siz
Her gece,
Mehtaba çıkarken Heybeli'de,
Onlar:
Duvar ördüler,
Çatı çattılar.
Yıldızlara bakarak yaz geceleri,
Harman yerinde yattılar.
Kazma salladılar yorulmadan,
Kerpiç döktüler
Kerpiç.
Sızlanmadılar hiç.
Yakıştı ellerine
Kitap ve çekiç.
Başladı yurt harmanında imece.
Bir gece;
Karanlık inlerinden gizlice.
Brütüsler çıktı ansızın.
Çektiler zehirli hançerlerini
Vurdular sırtlarından haince.

Aydınlık bir Türkiye gelir aklıma
Kalkınmış bir Türkiye gelir.
Köy Enstitüleri deyince.




Hamdi Topçuoğlu
egerem@yahoo.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


Nevriye Hamitoğlu

 Kahveci : Nevriye Hamitoğlu


  Gezdim Gördüm Öğrendim; Kapadokya (KATPATUKA) Nevşehir -3

Tanrı Kapadokya’yı yarattı. Gerçekten de eşi görülmemiş güzelliğe şahit olmak inanılmaz bir duygu. Her bölgesi farklı olup her bölgesine bir efsane yaratılmış. Mart güneşinin son ışıklarıyla yıkanırken güzel vadiler, görüntüsündeki derinlik bana bir kuş olup üzerinde uçma isteği veriyor. Son bir defa daha bakıyorum ve doymadığım güzelliğe veda ediyorum.

Güzel Kapadokya’yı içtenlikle ve bilgi dolu bize anlatan sevgili rehberimiz, bizi Paşabağ’ların şarap fabrikasına götürüyor. Yarım saate yakın şarap üretimi hakkında bilgi aldığımız fabrika müdürü, değişik şarapları tatmamız için ikram ediyor. Büyük fıçıların ve demir kazanların arasında dolaşırken şarap kokusuyla başımız dönüyor. Ama ben bu kokuyu nedense seviyorum.

Günün yorgunluğuna dayanamayan güneş, şarap fabrikasından çıkana kadar batıyor. Otelimize gidip güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Fakat bu geceyi böyle çabuk bitirmek istemiyoruz. Nevşehir’de Ürgüp’ün gecesini ve müziğini yaşamak lazım. Rehberimiz ve yanımızda on arkadaş yürüme mesafesinde bulunan bir mekana gidiyoruz. Başımı gökyüzüne kaldırıyorum, dolunay bütün parlaklığı ile ortada, mutluluğun ve huzurun dinginliğini yayıyor ışığıyla. Etrafında pırıltılı yıldızlar… Ne güzel bir gece diyorum içimden, hiç bitmesini istemediğim zamanlardan birindeyim. Yüreğimin kıpır kıpır olduğu, içimde mutlulukla birleşen duyguların coştuğu bir an. Rüzgarın ılıklığını sevdiğim bir akşam, bir bahar sarhoşluğu içindeyim.

Birlikte yürüdüğümüz kişilerden biri Nevşehir meydanında sanki bir dağa yaslanmış kaya evlerini gösteriyor. Sokak lambaları ve dolunayın aydınlığında ancak görebildiğim konaklardan birinin şu meşhur asmalı konak dizisine ait olduğunu söylüyor. Dizi sonrası ziyaretlerin izdiham yarattığını anlatıyor rehberimiz. Gerçek olmayan ya da belki gerçeğe yakın bir hikayenin yaşamları bu kadar etkilemesi şaşırtıyor beni. Dizi sonrası satılan eşyaların nasıl bir delilik içerisinde satın alındığından da bahsediyorlar. İçimden sadece şunu diyorum: insanlar kendi dertlerini bırakıp hayal dünyasının içinde boğulmuşlar. Bunların hiç mi işi gücü yok. Bu nasıl bir sevda?

Bu güzel gecenin ilginç mekanına girdiğimizde kendimi yine oyma kaya bir yerde buluyorum. Duvarlar taş, el oyması, Nevşehir’e özgü kilimler ve eşyalarla süslenmiş. Otantik bir mekan. Müziğin büyüsüne kaptırıyorum kendimi, yanımda sevdiğim dostum Aslı, sevgili rehberim, yeni tanıştığım ve belki de bir daha görmeyeceğim yol arkadaşlarım. Etrafımızdaki masalarda insanlar kalabalık, eğlenip sohbet ediyorlar. Bu mekanda ne güzel hayat? Şarap kokusu, şarap tadı ve hoş sohbet… Benim de istediğim bu. Nevşehir’in yıldızlı ve dolunaylı gecesini yaşamak… Bütün düşüncelerden uzak…

Sabahın kuş cıvıltısıyla uyanmak başka güzel… Sessiz ya da kalabalık bir şehirde uyanmanın farkını anlayabiliyor insan. Hava daha temiz, ciğerlere doyasıya doldurmak lazım. Yeşilin kokusu, tarihin kokusu, baharın kokusu burnumda... Otelimizin güzel kahvaltısından sonra yine yollara düşüyoruz. İlk durağımız Onyx Taş Atölyesi. Burasının sahibi bize taşların çeşitliliğinden, özelliklerinden bahsediyor. Makineye verilen mermer özellikteki dikdörtgen bir taş, yine usta bir elin yardımı ile yumurta şekline dönüşüyor. Taşın adı: Onyx. Özelliği ise Kapadokya’da 45-50mt yerin altından çıkarılması ve güneş ışığına tutulduğunda saydamlığının görülebilmesi. Asıl rengi yeşil, fakat siyah, kahve ve diğer renklerde de var. Atölyenin diğer kısmında bulunan satış mağazasına girdiğimizde gözlerimiz kamaşıyor. Cam vitrinlerin altındaki rengarenk taş hazinesini görüyoruz. Meğer kadınlar için ne kadar çok çeşit takılar varmış? Bunları takmaya ne ömür yeter ne de para? Aklımı kaçırmadan dükkândan çıkıyorum. Ama çıkmadan da kendime hakim olamayıp bir çift küpe alıyorum. Kahverengi renkli top küpeler, sakinlik ve huzur veriyormuş. Okulda küçük canavarlarla uğraşırken tam da ihtiyacım olan şey. Hemen kulağıma takıyorum. On bin yıllık tarihe sahip Göreme Açık Hava Müzesi’ne ayak bastığımda burasının gerçek bir yaşam merkezi olduğunu görüyorum. Kayalarla inşa edilmiş ve günümüze kadar hala varlığını koruyabilen bu kaya şehre tanık olmak, zaman yolculuğundaymışım gibi hissettiriyor. Kiliseleri, yemekhaneleri, derslikleri, mezarlıkları ve nice anlayamadığımız, sevgili rehberimiz anlatsa da kafamızı karıştıran mekanların varlığını görmek… Bir zamanlar gerçekten de burada insanlar yaşamış, şu anda bastığımız topraklarda bir amaç uğruna dolaşmış, bizim gibi belki de acele etmiş, belki de gülümsemiş, sohbet etmiş belki de ağlamış… Yaşamlar, duygular hep aynı insanoğlunda. Zaman ve mekan farkı var sadece.



Yemekhane olan taş evlerde, taştan uzun masalar ve oturma yerleri var. Evlerin tabanında gördüğümüz çukurlardan kare ya da dikdörtgen şeklinde olanlara etler, yuvarlak olanlara ise şarap küpleri konulurmuş. Rahiplerin yaşadığı kiliseler dışında burada kız ve erkek öğrencilerin kaldığı günümüzün yurt dedikleri kaya evleri görüyoruz. Şekil olarak yamuk görünse de gerçekten birkaç katlı apartman binasına benziyorlar. Günümüz üniversitesi gibi buradaki üniversitede verilen eğitim de kurallarla yoğurulmuş. 3.yy itibari ile Hristiyanlık dinine dayalı olsa da bilim ve sanatla ilgilenilmiş. Manastırlar, şapel, kiliseler, keşiş odaları yine fresklerle boyanmış. Burada Elmalı, Yılanlı, Çarıklı kiliselerini gördük. Çarıklı kilisesinin adı, kilise zemininde bulunan iki çarık izlerinden geliyor. Ayrıca Çarıklı kilisenin başka bir özelliği resimlerinin fazla bozulmamış olması. Çünkü bu kilise iki katlı ve doğal afetlerden birinci katı yıkıldığı için ikinci katına ulaşılamamış ve böylece günümüze kadar zarar görmeyen kilise olarak kalabilmiş. Biz de bu kilisenin ikinci katına yukarıya çıkan dik merdivenlerden çıkabiliyoruz.

Göreme vadisinde beni en fazla etkileyen Tokalı Kilise oldu. Bu kilisedeki resimlerin hala çok güzel ve canlı olduğunu söyleyebilirim. Diğer kiliselere oranla bu vadideki en büyük kilise ve yapı olarak da düzgün bir inşaya sahip. Yine beşik tonozlu ve haç şeklinde tavanıyla, günümüzün derin kubbeli kiliselerine çok benziyor. Bu kilisenin en önemli özelliği ise İncil kitabının baştan sona duvarlarında resmedilmesi.

Eski adı Korama olan Göreme vadisini gezip otobüse biniyoruz. Rehberimiz yol üzerinde yanından geçtiğimiz Zelve Açık hava Müzesini bize gösteriyor. Eski adı Akköy’müş. Ancak 1960 yılındaki göçükle ziyarete kapanmış. Hatta buradaki Geyikli Kilise de toprağa gömülmüş. Rehberimiz Geyikli kilisede geyik resimleri olduğundan bu ismi aldığını söyledi. Bu vadinin tam karşısında bulunan yine tüf-taş vadide ise iki yabancı film çekildiğini anlattı. Biri “Starwar”, diğeri de “Dünyayı Kurtaran Adam” . Şaşkınlıktan o anda ölsem mi, utansam mı? Şu güzel memleketimin topraklarını yabancılar keşfetmiş, film bile çekmiş de biz gerçekten Fransız kalmışız? Bu iki filmi, İstanbul’a geri döner dönmez seyredeceğim. Aslında rehbere söylemek gerekirdi otobüste bu filmlerden bulundursaydı, konumuzla alakalı dönüş yolculuğumuzda ne güzel seyrederdik?



Kapadokya’ya veda ediyorum. Tanrının yarattığı güzel topraklar. Öyle kutsal ve öyle kendine özel… Ama içimdeki görme, öğrenme doyumsuzluğu buralara tekrar gelme sözünü verdiriyor kendime: “Bekle beni Kapadokya, yeniden seni gelip göreceğim!”

Nevriye Hamitoğlu
nevriye.h@hotmail.com



Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
3 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kahveci : Neslihan Minel


TOPLUMSAL İLETİŞİMSİZLİK

“Sanat toplum içindir.”

CNR Expo ard arda iki büyük fuara ev sahipliği yaptı. İlki kitap fuarı, ikincisi ise kırtasiye fuarıydı.

İlk fuarda bin bir çeşit kitapla, yayıncılık endüstrisinin tüm isimlerinin olduğu dev bir platformda diğer ürünler sergileniyordu. Çok renkten oluşan kitaplardan istediklerimi seçtim. Özellikle de, yabancı edebiyat; İngiliz, Alman, Rus edebiyatının kitaplarını…

Şehir merkezine ulaşım seçeneklerinin kolaylaşmasından sonra, bu tür fuarlara olan ilgi arttı ve her geçen gün biraz daha artmakta.

Özellikle, gençlerin ve çocukların kitaplara ve okumaya olan ilgisinin arttığını bu fuarda bir kez daha sevinerek görmüş oldum.

Stantların hepsini tek tek gezdikten sonra, elimdeki okumam gereken kitapların listesini tamamlamaya çalıştım. Bu epey zor oldu. Çünkü bunların çoğu eski kitaplardı. Mesela, 1956 basım bir “Kamus” buldum. Şemsettin Sami’nin bu Osmanlıca sözlüğünü okumak için iyi derecede Arapça bilmek gerekiyordu.

Eski kitaplar arasında temin etmeye çalıştığım diğer kitap ise; Joseph von Hammer “Hafız”ı idi. Fakat bu kitabı temin edemedim.

Geçen hafta gittiğim kırtasiye fuarında ise renk renk kalemlerle, kâğıtlar ve oyuncaklar karşıladı beni. Kırtasiyeye çok gitmeme ve sevmeme rağmen, ilk defa bu kadar çok şeyi bir arada gördüm. Daha önce hiç görmediğim icatlarla karşılaştım ve çok şaşırdım. Özellikle, yeni çıkan boya kalemleri çok dikkatimi çekti. Kırtasiye fuarının hemen arkada tarafında; 11 nolu salonda, at yarışları vardı. Buraya kadar gelmişken, atların gösterilerini, izlemeden gitmeyeyim dedim. Bu salona da girdim. Alalı, siyahlı, kır atlar sıra olmuş beni bekliyorlardı. Bunlar ilk başta ısınma hareketi yaparak, salonda kısa turlar attılar. Ardında da atlılar oklarla, kırbaçlarla eğlenceli gösteriler yaptılar.

Özellikle çocuklar bu gösteriye bayıldılar. Onların gözlerindeki ışıltıdan ne kadar da eğlendikleri anlaşılıyordu.

Ata sporumuz olan Cirit’in böyle bir alanda gösterilmesi ne kadar da iyi olurdu. Hem çocuklar eğlenirdi, hem de genç kuşaklar atalarıyla olan bağlarını güçlendirip, onların nelerle meşgul olduklarını çok iyi anlardı.

Bu şekilde de geçmişteki spor etkinlikleri hakkında bilgi sahibi olurlardı.

Toplumumuzdaki en büyük sorunlardan biri bu; genç kuşaklarla, yaşlılar arasındaki iletişimsizlik. Bu iletişimlik ki, bizi, sanattan, spordan, folklorumuzdan mahrum bıraktı.

Yazarlar, sanatçılar, arkeologlar halkla iç içe değil, toplumda ayrı, kopuk bireyler.

Oysaki bir toplumun ve milletin kalkınması için; aydın kesimle, halkın iç içe olması gerekir.

Şu an ülkemizin içinde bulunduğu durum, ne bizim sosyal yapımıza, ne ananelerimizi uyuyor.

Şu ana kadar; sanatçılar, yazarlar, sporcular toplumla iç içe olsaydı, bilgi alışverişi içinde bulunsaydı; “İdil Biret” deyinde, çocuklar yüzümüze boş boş bakmazdı.

Neslihan Minel
neslihancaa@mynet.com


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kahveci : Hasan Tülüceoğlu


SULTAN II.ABDÜLHAMİT NEDEN BIRAKTI?

‘Öykünme, onun gibi olma’ anlamında Osmanlı, Lale Devriyle batılılaşma sürecine girmişti. Osmanlı entelijensiası kendisinin masumca karşıladığı bu taklitçiliği, halkın kabullenmediği, geniş halk yığınlarının henüz buna hazır olmadığı gerçeğini üst düzey birçok devlet adamının hayatına mal olan ‘Patrona Halil’ isyanıyla nihayetinde algılayabildi. Bunun için halk tabanına dayalı yeniçeriliği kaldırmak zor ve güç oldu.

Patrona Halil isyanından sonra Osmanlı devlet yönetimi, batılılaşma yolunda atılacak tüm adımlarda halk tabanını ve onun dini duyarlılıklarını hesaba katmak zorunda kaldılar.

Aslında baştan beri Osmanlıyı yöneten irade, her şeye rağmen batılılaşma, Batı gibi olma kararındaydı. Ancak karşılarında kendilerinden veya dışardan küçük bir yönlendirmeyle din hassasiyetli halk tepkisini çok rahat görebiliyorlardı.

Sultan ikinci Abdülhamit dönemine bu perspektiften baktığımızda batılılaşma yolunda büyük adımlar atılırken din hassasiyetli halk yığınlarını da tabir caizse ürkütmemek adına temkinli davranıldığı görülür. Örneğin Abdülhamit tüm Osmanlı ülkesini Batı eğitim sistemli okullarla donatırken geleneksel eğitim kurumlarının da devam etmesini sağlamıştır.

Jön Türklerle başlayan din-diyanet hassasiyeti gözetmeksizin aşırı ve ateşli batılılaşma hareketi, belli bir aşamadan sonra gizli bir yapılanma ile ‘İttihat ve Terakki’ adıyla devlet yönetimine hakim konuma gelecekti.

İlanıyla kapanması bir olan birinci meşrutiyetten yıllar sonra ateşli batılılaşma gayretleri, onların zannettiklerinin aksine aslında kendilerinden daha batılılaşmacı olan Sultan Abdülhamit’e rağmen ikinci meşrutiyeti ilan ettirmişti. Estirdikleri hürriyet rüzgarları, iddialarına göre meşrutiyetle Osmanlı ülkesine gelecek ve hürriyete kavuşan Osmanlılar kurtuluşa ulaşacaklardı.

Meşrutiyet ilan edilmiş, meclis ikinci defa açılmış ve ‘İttihat ve Terakki’ hakim olarak meclise girmişti. İddia ettikleri hatta vaad ettikleri, hürriyet çiçekleriyle donatılacak toz pembe ülke hala dünyaya gelmemişti. Üstelik yapılan yanlış uygulamalar, kanuni düzenlemeler halkın tepkisini çekmişti. Kanun nazarında askerler arasında alaylı-mektepli ayrımlarının yapılması, orduda suiistimale neden oluyor diye namaz saatlerinin kaldırılması, medrese talebelerinin askere alınmak istenmesi gibi gelişmeler kitlelere yayılacak hoşnutsuzlukların başlangıcıydı.

Yetkileri elinde bulunan Padişah, meclis çalışmalarına müdahale etmeyip adeta bir köşeye çekilmiş izlenimi verirken meclise hakim İttihat ve Terakki yine de istediği kontrolü ele geçirememişti. Kendilerinden daha batılılaşmacı Abdülhamit halkın geleneksel yapısını gözetmesi açısından onların önünde en büyük engeldi. Aslında farkında olunmayarak Jön Türklerin siyasi yansıması İttihat Terakkide, muhafazakarlarda, M. Akif’in temsil ettiği hassas dindarlarda Abdülhamit’e aşırı denebilecek ölçüde karşıydılar. İttihatçılara meşrutiyet yetmemiş; dindarlar ve muhafazakarlar aşırı baskıdan ve birazda diyanet gözetmeyen Batıcı uygulamalardan rahatsızdılar. İttihatçılara karşıt olan liberal diyebileceğimiz kesim hem Abdülhamit’i hem de İttihat-Terakkiyi devirme terennümlerini dillendirirken derin devleti arkasına alan İttihatçıların hedefi ve planı daha ciddi ve gerçekçiydi.

Bu süreçte tarihimizin dönüm noktalarından 31 Mart olayı gerçekleşmişti. Batılılaşmacı devletin din hassasiyetinden bizar maluliyeti, 31 Mart olayıyla çok uzun sürecek bir dini kontrolü ona sağlayacaktı. Sebep ve nedenleri hala net olarak çözümlenememiş 31 Mart olayı İttihatçı cenaha yakın olanlarca Dindar ve Muhafazakarların batılılaşma karşıtı olarak gerçekleştirdikleri bir tertiptir. İsyanın sonuçları açısından bakıldığında hak verilebilecek, dindar ve muhafazakarlara göre ise dine ve dindarlara yönelik, toplum mühendisliği içeren tüm ayrıntılarıyla önceden planlanmış İttihat Terakki öncülüğünde bir devlet tertibidir.

Bunlardan daha çok üzerinde durulması gereken 31 Mart olayında devletin tüm güçlerini elinde tutan Padişahın konum, durum ve tavrıdır.

Otuz üç yıldır her şeye rağmen devlet yönetimini tek elden elinde ve kontrolünde bulunduran Sultan Abdülhamit, bilinçli bir tertiple ortaya çıkartılan isyan sonrası Selanik’ten gelen toplama ‘Hareket Ordusuna’ karşı koymadan neden ve nasıl teslim oldu? Bugünkü genelkurmay başkanı konumunda olan Nazım Paşa’nın ısrarlarına rağmen Abdülhamit, çok rahat dağıtabileceği hareket ordusuna müdahale izni vermemiştir. Şimdilerde paralel yapılanmayla anılan Fethullah Gülen Hocaefendi bir vaazında bu olayı anlatırken Abdülhamit’in adeta teslim olmasını ‘otuz üç yıldır artık yorulmuştu’ diye açıklar. Abdülhamit’in kendisi bu olayı anılarında kardeş kanı dökülmesin şeklinde açıkladığı bilinir.

İsyanın kontrol altına alındığı aşamada, isyan bahanesiyle Selanik’ten ‘Hareket Ordusunun’ getirilmesi yersiz ve gereksiz iken Padişah şahsında devlet irade ve gücünün bu harekete kolayca boyun eğmesi gerçekten düşünülmesi gereken bir durum. Otuz üç yıldır her türlü kontrol elindeyken devlete tamamen hakim ve güçlü Sultan’ın sebepsiz yere havlu atıp teslim olması gerçekten ilginç! Yukarda ifade edildiği gibi Osmanlı derin gücünün iradesi baştan beri dini hassasiyet gözetmeden Batılılaşmaktı. Abdülhamit aynı iradenin sürdürücüsü olarak ayrıyeten bu(din) hassasiyeti de gözetiyordu. Muhtemelen 31 Mart olayıyla, o günden sonra ‘irtica’ diye isimlendirilecek dini yapının devlet adına masum uygulamalara bile engel olacağı konusunda Sultan ikna edilmişe benzemektedir.

31 Mart olayıyla 2002 Ak Parti iktidarına kadar devlet kendine karşı en büyük tehlikeyi irtica olarak resmen açıklamıştır.

‘Şeriat isteriz’ sloganlarıyla başlayan isyan sonrası İttihat ve Terakki devlet yönetimini tamamen kontrolüne almıştı.

Jön Türkler adıyla birkaç Osmanlı aydınının başlattığı hareket, ‘31 Mart mürteci hareketi’ isimli mükemmel tertip bir isyanla devlet yönetimine hakim olmuştu.

Hasan Tülüceoğlu


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
1 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


Alkım Saygın

 Şâir-Yazar : Alkım Saygın


  O dem ki!

İhtiras duvarları yıkılır,
önünde sıra sıra şiirler.
Yorgun hayatlar koşuşturması içinde,
sonu gelmeyen masallar içinde;
dinle, senin gerçek hikâyendir bu.

Fikrine îtirâzım yok:
Gökte hanımeli yıldızlar,
havada yâsemin kokulu şarkılar.
Depremler sarssa da kanatlarını,
hafifliğinden şüphe de etsen
bil ki, kumaşı ipektendir;
aslı neyse, sûreti de odur aşkın.

Ah kara gözlüm!
Dalgalar sâhilleri dövüyor,
nefesini ensemde hissediyorum.
Buzulların çözülür şimdi,
hırpalanmış bir gül goncası gibi
kaya diplerinde tutunmaya çalışırsın.

Her tutkuya bir kötülük eşlik eder
ve her kötülük, bir başka kötülüğe.
Geride, bir sen kalırsın
ve bir de suçluluk duygun.

Özensizce söylenmiş birkaç küçük söz,
vicdan engizisyonun olur.
Bir insan ufağının gözleri yoluna çıkar.
Kötü zamanlarında hatırladığın iyilerin,
târihe bırakılan birkaç küçük emânettir.
Saklanmak dürüstlük değildir.

Ah kara gözlüm!
İçin için beni ararsın;
hiçbir acı, yalnız büyümez aslâ.
Yaralı birkaç gülümseme,
tembellik ve bıkkınlık içinde.

Belki birkaç yaprak düşer,
belki birkaç sitem de huzmelenir;
söylediklerinse bunlar değil.
Gitmeyi de bilmek gerekir;
kalleş ölümler voltasında
takas edilmez, can verilir.

O dem ki
kalbin pasıdır,
umutsuzluk anlarına pusu kurar;
kendini kendinle yeniden yaratma zamânıdır.
Sen de her sabah açıp
gün karanlığında yapraklarına çekileceksin;
sabırla bekleyip güneşi,
yeniden başını göğe doğru dikeceksin.

O dem ki
günlerin arasında,
güne yazar suskunluğumuzu,
güne boyar gecelerimizi,
boylu boyunca serilir
ve gün çiçekleri gibi,
yeniden yaratır umutlarımızı.

Alkım Saygın


Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?


10,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,0010,00
4 Kahveci oy vermiş.

 


Yazdırmak için tıklayınız.

 


 Kıraathane Panosu



Polygon Web Studio


Yazarlarımızın Kitapları


Merih Günay
"Martıların Düğünü"

Nesrin Özyaycı
"Işık -II-"


Temirağa Demir
"Her kardan Adam Olmaz"


Şadıman Şenbalkan
"Şehit Analarımızın Çığlıkları"

Hatice Bediroğlu
"Düş Kuruyor Gece"

Cüneyt GÖKSU
Serpil YILDIZ

"KÜBA - SARI SICAK BİR PENCERE"

Merih Günay
"HİÇ"

Feride Özmat
"Yanlış Zaman Hikayeleri "

C.Eray Eldemir
"Uzak İklimler"

Temirağa Demir
"Edepli Fahişeler"

Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu
Feride Özmat
"Ellerin Söylüyor Sonsuzluğu"

Nesrin Özyaycı
"ÖLMESEYDİ"

Yitik Ada Günceleri
Feride Özmat
"Yitik Ada Günceleri"

Hazırlayan: Kadir Aydemir
"Olimpos Öyküleri
Mavi Mağara
Sedef Özkan"
İyi Kalpli Seri Katil
Semih Bulgur
"İyi Kalpli Seri Katil"
80'lerde çocuk olmak
Hazırlayan: Kadir Aydemir
"80'lerde çocuk olmak
Viking Gemisi ile kıyı kıyı İSTANBUL
Şebnem Çağlayan"
Temiraga Demir - Buğu
Temiraga Demir
"BUĞU"


Sedef Özkan
"Aynı Yaprakta Olmak"
Zabit Londra da
Semih Bulgur
"Zabit Londra'da"
Karyadan İyonyaya
Hamdi Topçuoğlu
"Karya'dan İyonya'ya"
Kesin Bir şeyler Olacak
Tarkan İkizler
"Kesin bir şeyler olacak!"


Yukarı


 


KAHVE MOLASI ABONELERi Google Grubuna üyesiniz. İlginize teşekkür ederiz.

ABONELiKTEN AYRILMAK İÇİN :
KM-abone+unsubscribe@googlegroups.com
(Gönderdiğiniz mesajın abone olduğunuz adresten gittiğine emin olunuz.)

ÜCRETSİZ ABONE OLMAK İÇİN :
KAHVE MOLASI ABONELERi grubuna kayıt ol
E-posta:


Arkadaşlarınıza önermek ister misiniz?


Uygulama : Cem Özbatur
2002-23©KAHVE MOLASI - Her hakkı saklıdır. Yayın İlkeleri

 






Arkadaşlarınıza önerir misiniz?

Yazılarınızı buradan yollayabilirsiniz!



SON BASKI (HTML)

KAHVE YANINDA DERGi

Hoşgeldiniz
Arşivimiz
Yazarlarımız
Manilerimiz
E-Kart Servisi
Sizden Yorumlar
KÜTÜPHANE
SANAT GALERiSi
Medya
İletişim
Reklam
Gizlilik İlkeleri
Kim Bu Editör?
SON BASKI (HTML)
YILDIZ FALI
DÜNÜN
ŞARKILARI





ÖZEL DOSYALAR

ATA'MA MEKTUBUM VAR
Milenyumun Mandalı
Café d'Istanbul
KIRKYAMA
KIRK1YAMA
KIRK2YAMA
KIRK3YAMA
ZAVALLI BİR YOKOLUŞ
11 EYLÜL'ÜN İÇYÜZÜ
Teröre Lanet!
Kek Tarifleri
Gezi Yazıları
Google
Web KM




EŞKİYA DÜNYAYA HÜKÜMDAR OLMAZ
Yedi Karanfil









Fincan almak ister misiniz?
http://kmarsiv.com/sayilar/20140418.asp
ISSN: 1303-8923
18 Nisan 2014 - ©2002/23-kmarsiv.com