|
|
|
25 Nisan 2014 - Fincanın İçindekiler |
|
Editör'den : Necefli Maşrapa!... |
Bu aralar tempomuz yüksek. Birikenler, duyup gelenler derken işler bastırdı. Fırsat bulup yeni sayıyı bile hazırlayamadım. Ama huzurluyum. Ekrandan başka yere bakmıyorum, başka ses duymuyorum. Yürütmenin başı da, uyan da balığa gidelim diebileceğim Tarhan Erdem'ler, Haşim Kılıç'lar da derdim değil. Bu haftalık beni affedin. Sizi ve çok sevdiğim devlet büyüklerimi(!?) rahatsız etmeye yenide başlayıncaya kadar kalın sağlıcakla.
Bir sonraki sayıda buluşuncaya kadar bulunduğunuz yerden bir adım öne çıkın. Sevgiyle...
Cem Özbatur
|
|
Deniz Fenerinin Güncesi : Seyfullah Çalışkan AVCI PALAVRASI 3 |
|
Tam artık zamanı geldi, öperim, okşarım diye düşündüğüm sırada arabadan indi. Başıyla beni de çağırdı. Birlikte kumsalı geçip dalgaların uzandığı sahile kadar yürüdük. Ayakkabılarımız kumla doldu. Ayakkabılarımızı, çoraplarımızı çıkarıp kumlara oturduk. Rüzgâr dalgaları kabartacak kadar esiyordu ama üşütmüyordu.
Şimdi bira gider işte. Açayım mı?
Açma, canım çekmiyor. Belki daha sonra…
Sen istemezsen ben de içmem. Zaten araba kullanıyorum.
Oturalı on dakika oldu olmadı bir otomobil daha gelip bizimkinin aşağısında durdu. Bütün keyfim kaçtı. Başkalarının gözü üzerimizdeyken onu öpemezdim. Onlar başını çevirip bakmasalar bile içimin rahat olmam mümkün değildi. Biraz daha oturup otomobile bindik. Issız bir orman yolunda kaybolmak istiyordum. Bektaşağa Göleti’ne gidelim dedi. İtiraz edecek durumda değildim. Ortam ve ilişkinin rengi onu patron yapıyordu. Otomobili kulübenin yanına bıraktık. Göletin seti üzerinden geçip gürgenlerin içindeki banka oturduk. Güneş yavaş yavaş azalırken ormanı dolduran kuş sesleri her geçen dakika daha da çoğalıyordu. Oturduğumuz yerde bedenini bana yasladı. Omuzlarımız birbirine değdi. Bir eliyle boynuma uzanıp dudaklarımı usulcacık öptü. Başını azıcık geri çekip gözlerime baktı.
İşte şimdi biranın zamanı geldi, dedi.
Kalkıp yeniden otomobile gittim. Biralar hala soğuktu. Geri döndüğümde gölün üzerine yüksek gürgenlerin gölgeleri ve güneşin pırıltıları yağıyordu. Sular altın rengi ışıklarla oynaşıyordu. Buraya onlarca kez gelmiştim ama bu gölü hiç bu kadar güzel görmemiştim. Biraları açtım ve ona sokuldum. Biralar biterken o daha sıcak ve sokulgan olmuştu. Hatta kıvrılıp kucağıma yatmıştı. Tam her şey kıvamına gelmişken bir otomobil sesi duyuldu. Kulübenin yanında duran arabadan ikisi çocuk dört kişi indi. Çocuklar önden anne ve baba arkadan setin üzerinden yürüyüp bize doğru geliyorlardı. Burada da bize rahat yoktu. Şişeleri ayaklarımızın dibine bırakıp banktan kalktık. Arabaya binip şehre geri döndük. Gülben’i bilmiyorum ama ben tam gaza gelmiştim. İnsanlar hiç rahat bırakmadı ki, üstelik gün bitti. Dönüş yolunda neredeyse hiç konuşmadık. Ben yola baktım o radyo dinledi. Şehrin ilk evlerine geldiğimizde daha fazla sabredemedim.
Bu böyle olmadı, üzgünüm…
Dert değil,
Nereye gittiysek yalnız kalamadık. Hep birileri çıkıp geldi.
Boş ver, en iyisi bana gel bir akşam…
Sana sıkıntı olmasın sakın.
Olacak olsa çağırır mıyım?
Ne zaman peki…
Çarşamba veya Perşembe olabilir. Cuma akşamları Mihriban geliyor genelde.
Tamam, telefonlaşırız o zaman.
Daha konuşacak çok şey vardı. Hem yol hem de gün bitti. Onu evinin birkaç sokak aşağısında bıraktım. Götürüp arabayı Cemil’in evinin kapısına bıraktım. Anahtarı da bakkal Hüseyin’e verdim. Ona telefon edip emaneti bakkaldan almasını söyledim. Arabada bira, çikolata ve fıstık var. Ananın ak sütü gibi helal olsun sana, dedim. Cemil telefonu kapatmaya pek istekli değildi. Ne olup bittiğini merak ediyordu. Şimdi sırası değil. Sonra konuşuruz diyerek onu telefondan savdım. Ortada zaten konuşulacak bir şey yoktu. Kızı götürdüm muhabbetleri hiç bana göre değildi.
Eve dönmeden önce güzel bir yalan uydurdum. Bizim Engin’in babası vefat etmiş. Gerze’ye baş sağlığına gittik.
Sizin Engin kim?
Kim olacak Sedat’ın kardeşi.
Ben Sedat’ı da tanımıyorum ama.
Boş ver o zaman. Aynı sokakta büyüdüklerim işte.
Kadınlar böyle şeyleri anlarmış. Bir falso vereceğim diye ödüm kopuyordu. Neyse ki Gülben bu konulurda epey becerikliydi. Daha önceleri epey ceviz kırdığı rahatlığından ve tavrından anlaşılıyordu.
Bursa Nisan 2014
Seyfullah seyfullah@kahveciyiz.biz
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Kahveci : Hamdi Topçuoğlu KİRAZ ÇİÇEĞİ |
|
Kiraz çiçeğiydin sen
Özünde bin dilce
Açtım mushaf gibi
Okudum aşk dilinde
Kiraz çiçeğinde nisan
Ay salıncağında geldi gitti
Kabuklardan kayıklarda
Yakamozlar giyinip
Balıklar uçurdum
Ben denizinden
Sen denizine…
Bu yağmurlar gönül çelen,
Bu güneş başak saran,
Nasıl sormam
Bu hangi ergendir
Dağlarken yaramı
Aşk demler yüreğimde.
Topladım bir bir anları
Sırrım süt sularda
Eskimesin ömrüm
Kirlenmesin diye beyaz
Yükleyip ayrılıkları zefire
Kiraza aşk işledim
Gelgeç aklım sende.
Kafların kuytusunda
Masallaşırken akşamlar
Ballaşır bahar
Bu, sen çağıdır
Sen yazıtı
Sen şehrimin kapısında
Aşka ulaktır kiraz.
Hamdi Topçuoğlu egerem@yahoo.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
İSTANBUL’DA LALE ZAMANI
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Orhan Veli
Resim çekmek için ideal bir mevsimdir ilkbahar. Toprak Ana uyanıp, bütün vericiliği ile sunar size güzelliklerini. Bunların arasında lale mi dersiniz, yoksa papatyamı hepsi var…
Biz de bu güzelliklerden faydalanmak için tuttuk Emirgan’ın yolunu. Çengelköy’den kalkan bir vapur, geze geze aldı götürdü bizi Emirgan’a…
Girişte, çocuk seslerinin arasında, kuş cıvıltıları karşılıyor sizi…
Sonra çimlerden yapılmış olan orkestra grubu. Bunların arasında gitariste vardı, piyanistte. Buradan güzel kareler aldıktan sonra sarılı, kırmızılı lalelere bakarak çimlere basmadan ilerledik. Yolun ortasında bekleyen küçük dostumuz sincapta bize eşlik etti. Onun çıktığı ağaca bakınca, birkaç arkadaşının daha ağaçta olduğunun farkına vardık. Hepsi bir olup bize dal kapma oyununu oynadılar. Oyunları, koşturmacalı ve eğlenceliydi…
İstanbul’un bu havasını çok seviyorum, bahar gelmiş, çocuklar salıncaklarda sallanıyor, çiçekler böceklere dans ediyor, martılar yiyecek bulmanın sevincinde…
Geçen gün Gülhane Parkı’nda da aynı duygulara kapıldım. Dünyanın dört bir yanından gelen insanlar, parkta oturmuş, temiz havanın zevkini çıkarıyorlardı. Kimler yoktu ki; Japonlar, Malezyalılar, Koreliler, Almanlar, Suriyeliler…
Bunları gördükten sonra çok mutlu oldum. Ülkemiz o kadar geniş tabiat renklerine sahip ki, ne ararsanız hepsi var…
Laleler, nergisler, sümbüller, manolyalar…
Denizlerimiz deseniz, hepsi temiz, balıklarla dolu. Yaz tatilleri plajlarda geçiyor…
Bunun ötesinde yaylalarımız var, horonlarımız, barlarımız…
Ve güneşimiz. Neredeyse her mevsim bizi ısıtan dünyamıza ışık tutan, en büyük yaşam kaynağımız…
Bütün bunları düşündükten sonra çok mutlu oldum. İyi ki doğmuşum, iyi ki yaşıyorum, iyi ki buradayım; İSTANBUL’ da…
Neslihan Minel neslihancaa@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
GÜL-DİKEN YAZILAR : Erhan Tığlı DÜĞÜN VE DÜĞÜM |
|
Bütün ışıkları söndürüyorlar. Mum yakarak karşılıyorlar gelinle damadı. Böyle daha romantik oluyormuş! Özenti değil de nedir bu? Mum yakmak doğum günlerinde de gelenekleşti! Doğum günü pastasının üzerine gününü kutlayanın yaşı kadar mum koyuyorlar. Alkışlarla üfleniyor mum. Ya türbelere mum dikmeye, evliyalara mum adamaya ne demeli?
Düğünde kimler var kimler... Düğüne değil de kendini, daha doğrusu güzel giysisini, bileziğini, kolyesini göstermeye gelenler çoğunlukta. Başka eğlenceye, konsere, gösteriye gidemeyenler düğünleri hiç kaçırmıyorlar. Gelin nasıl, damat yakışıklı mı, anne baba, akrabalar ne yapacaklar, ne takacaklar diye merak edenler hiçbir ayrıntıyı göz ardı etmemek için gözlerini dört açıyorlar. Her çeşit insan var burada. Takıp takıştıranlar, sürüp sürüştürenler, hiçbir şeyi beğenmeyip yüzünü buruşturanlar, her tarafı dikkatle süzenler, ona buna dudak bükenler, en iyi, en yeni giysileriyle, kuaförde yapılmış saçlarıyla çevrelerine hava atanlar, çalım satanlar... Çoluk çocuk, hısım, akraba, komşu, dayı, yeğen cümbür cemaat gelen tıka basa yiyip içen, daha var mı diye bekleyen kişiler doldurmuştu tüm masaları.
Derken elektrikler yakılıyor, Dans edenler ve gelinle damat yerlerine oturuyorlar. Ama teneke caz çalmaya, kurbağa solist şarkı söylemeye devam ediyor. Söylediği yabancı şarkının anlamından habersiz solist, ezberlediği sözleri papağan gibi tekrarlıyor. Türkçe sözlü şarkıları bile İngiliz şarkısı gibi söylüyor. Akordeon ve org çalan şişman gözünü dağıtılan pastalardan ayıramıyor. Gitar çalan ince uzun genç ise yan gözle kızları süzüyor. Dans edenlerden kimileri beceriksizce sağa sola yalpa yapıyorlar. Kız kıza dans edenler de var. Gitarist dudak büküyor, “Dans öyle mi edilir be! Böyle put gibi durulmaz aslanım! Tutacaksın sımsıkı kızı belinden, kulağına tatlı sözler fısıldayacaksın, kuş gibi uçuracak, başını döndüreceksin” diyor.
Bas gitaristin aklı başka yerde. Memurun resmi dairede görev yapması gibi çalıyor çalgısını ruhsuz bir şekilde. Ruh mu aldı be! Ev sahibi kiraya zam istiyor, çocuk hasta, öksürüyor, karısı kendisini suçluyor. Her gün kavga ediyorlar. Damada bak, gülüyor enayi! Başına geleceklerden haberi yok. Tuz torbası başına geçince anlayacak akı karayı...
Davulcu yerinde duramıyor. Ön plana çıkmak için arada sırada solo yapmaya çalışıyor, solistin şarkısına katılıyor. Zaten gözü solistlikte eskiden beri ama bir türlü bu amacını gerçekleştiremedi, kendini gösteremedi. Şu züppenin seni pek mi güzel sanki! Kendisi ondan bin kat güzel söyler be! Bu kurbağa gelmeseydi solist kendisi olacaktı ne güzel. Neymiş, daha önce başka bir orkestrada çalışmışmış. Kim bilir, nasıl derme çatma bir orkestraydı çalıştığı. Hem iyi söyleseydi orada kalırdı, kovulmazdı. Şu yapmacık tavırlara, pozlara bak! Gülünç olduğundan haberi yok beyefendinin. Daha fazla dayanamaz bu haksızlığa. Kendisi bir orkestra kuracak; hem davul çalacak hem söyleyecek. Repertuar mı? Kimin umurunda bu! Söze kim dikkat ediyor ki? Düğünlerde ne söylesen yutarlar, yes ya da no desen bile dans ederler. Zaten pistteki adamlar, dostlar alışverişte görsün, ne kadar modern olduğum görülsün diye çıkmışlar oraya. Gençler desen dans sayesinde kızlarla daha da yakınlaşmak, elini tutmak, beline sarılmak peşindeler.
Bir köşede, dans etmeye can atan ama babası izin vermediği için pisttekileri seyretmek zorunda kalan bir kız ayağıyla tempo tutuyor. Babası ise dans edenlere tükürür gibi bakıyor. Hani serbest bıraksalar, eline de bir kılıç verseler topunu kılıçtan geçirecek yani. Karısı, çok yakın dostumuz. Gitmezsek ayıp olur, dediği için geldi buraya. Yoksa milyon verseler ne işi var bu gibi yerlerde. Bir suç işliyor ya da günaha giriyormuşçasına tedirgin. Çivi üstündeymiş gibi oturuyor. “Dans mı ediyorlar, ayakta şey mi ediyorlar, belli değil” diye homurdanıyor ama arada sırada kaçamak bakışlarla mini etekli, açık omuzlu kadınlara, kızlara bakmayı ihmal etmiyor. Yutkunuyor, dudaklarını yalıyor, “Tövbe estağfurullah!” diyor.
Karısı ise, belki kızına hayırlı bir kısmet çıkar diye umutla delikanlıları gözden geçiriyor, kızına alıcı gözüyle bakan gençlerin fakir mi zengin mi, tahsilli mi yoksa kaldırım mühendisi mi olduğunu anlaya çalışıyor. Tanıdıklarına selam veriyor, gülümsüyor, el sallıyor.
Ötede ailesiyle birlikte gelmiş, göze çarpmak için elinden gelen her şeyi yapmış bir kız, dans edenleri mahzun mahzun seyrediyor. Babası pek yaşlı, üstelik dans etmeyi bilmez.
Kardeşi dans edilemeyecek kadar küçük. Soldaki masada okul arkadaşı Cemal var. Dans etseler ne güzel olur ama babası izin vermez. Ah bu geri kafalılık ah! Çaresiz oturuyor hırsla, öfkeyle, dans edenlere kusur bularak, ben olsam şöyle dans ederdim, böyle yapardım diye hayal kurarak, avunmaya çalışarak, ah, of çekerek...
Beri yanda evliliklerinin ilkbaharında bir karıkoca, balerinler gibi hoplayıp zıplayarak dans etmeye, müziğe ayak uydurmaya gayret ediyorlar. Birbirlerini gözlerinin içine bakıyorlar. Dünya umurlarında değil. Kış gelmemiş daha evliliklerine, kar yağmamış yuvalarına, saçlarına. Yanlarında ise evliliklerinin sonbaharında bir çift var. Adam dans etmeyi pek bilmiyor, ikide birde karısının ayaklarına basıyor. Kadın kızıyor; “Nasıl olmuş da evlenmişim bu beceriksizle? Dans etmeyi kırk yıldır öğrenemedi gitti” diye söyleniyor. Ama kızdığını, mutsuzluğunu belli etmemek için çevresine gülücükler yağdırıyor; dosta düşmana ne kadar mutluyuz bakın havası vermek istiyor.
Sağda iki kız birlikte dans ediyorlar. Babaları erkeklerle dans etmeye izin vermiyor ama onlar kurtlarını dökmek istiyorlar, çaresiz kalınca bununla yetinmek zorunda kalıyorlar. Avrupa’da olsaydı yanlış anlaşılır, lezbiyen sanılırız diye hiç düşünmüyorlar. Çalınan melodiyi mırıldanarak, sevinçle, hevesle, zevkle dönüyor, etrafa neşe saçıyorlar.
Gelinle damat boyuna gülümsüyorlar. Böyle yapmak zorundalar; yoksa dedikodu olur. Bir hareketlerine bin anlam veriliyor. Gelinle damat fazla konuşup gülüşünce; “Ayol bunlar düğün olmadan evlenmişler galiba. Baksana, kırk yıllık karıkoca gibiler. Mercimeği fırına çoktan vermişler anlaşılan. Dokuz aydan önce çocukları olursa hiç şaşmam” deniliyor.
Pek konuşmaz, düşünceli dururlarsa da laf hazır; “Bunlar süt dökmüş kedi gibi niye oturuyorlar böyle? Aralarında ya bir soğukluk var ya da ana baba zoruyla evleniyorlar. Düğüne değil de cenazeye geldik sanki. Bu evlilikte hayır yok. Küs gibiler; araları neden açıldı acaba?” diye dudak bükülür, göz kırpılır, senaryolar yazılır...
Gelin konuşup gülse de damat ciddi dursa; “Kız pek istekliymiş. Şuna bak, oğlanın içine düşecek neredeyse. Evde kalmaktan kurtuldum diye ağzı kulaklarında” diye çekiştirilir.
Erkek konuşup gülse kız sussa bu sefer şöyle bir kulp takılır olaya: “Kızın başka bir sevdiği var herhalde. Hiç de mutlu değil. Aklı fikri ilk aşkında olmalı.”
Solda bir kadın, kocasına bilgi veriyor:
“Gelinin giysisi kırk günde dikilmiş, otuz işçi uğraşmış üzerinde. Kuyruklu yılız gibi uzanan eteğe bin inci işlenmiş. Gazetede okudum. Düğünde iki yüz şişe viski içilmiş. On şişe de diğer içkilerden gitmiş. Sekiz kilo havyar yenilmiş. Gelinin başından saçılan altın, gümüş paralar, dolarlar ayrı; buna bir de orkestra, salon ücreti, pastayı mastayı ekle...”
Adam öfkeyle karısının sözünü kesiyor:
“Yeter hanım yeter! Bu ne israf böyle be! Bu masrafı yapan herifler, Allah bilir ya, vergi kaçırıyordur, işçisinin, memurunun ücretini az veriyordur. İnsanları dolandırıyordur.”
“Düğün şanı şöhretidir erkeğin de kadının da. Ömründe bir kere oluyor bu.”
“Sanki fazla masraf edersen daha mı başka oluyor gerdek gecesi? Hem bizim gibi az gelişmiş ülkelerde böyle şeylere dikkat etmek, yoksulları imrendirmemek gerek. Düğüne verecekleri parayla hayır etseler daha iyi olurdu bence.”
“Aman sus! Nerde sende o zevk, o heyecan? Cimriliğin yüzünden hevesim kursağımda kaldı zaten. Para gidecek diye gelinliğimi bile kirayla aldın.”
“Haline şükret. Anadolu’da başlık parası ve yoksulluk yüzünden o kadar çok evlenemeyen var ki... Şuna buna gösteriş yapayım derken borca girenleri, borç ödemek için yıllarca çile çekenleri, kız kaçırıp hapse düşenleri, cinayet işleyenleri düşün.”
O sırada mikrofondan bir anons duyuluyor ve bu tartışmayı bıçak gibi kesiyor.
“Şimdi bir dans yarışması yapacağız. Yarışma şöyle olacak: dans edenlere birer balon takılacak. Balonunu patlattırmadan kim en sona kalırsa gecenin birincisi o olacak ve kendilerine güzel bir hediye verilecek” diye kırıtıyor mikrofondaki boya küpüne dalıp çıkmış kız. Biri arkadan, “Kim bu artist kılıklı kız?” diye soruyor. “Gelinin yakın arkadaşıymış” diyorlar. Kız, anonsunu yaptıktan sonra bir gençle dansa kalkıyor. “Nişanlısıymış”, “Neymiş mesleği?”, “Mühendismiş”, “Turnayı gözünden vurmuş desene” sesleri duyuluyor.
Kız pek fıkırdak. Delikanlı ise pek mahcup ve de bu işlerde acemi olduğu belli oluyor. Dans ederken o kızı değil de kız onu idare ediyor. Mühendis çıkayım derken kendisini derslere o kadar vermiş ki, bu tür işlere vakit ayıramamış belli ki. Şimdi ilkokulda okuyanlar bile, ondan daha iyi biliyorlar dans etmeyi, göbek atmayı, sallanıp yuvarlanmayı. Mühendis bey konuşacağına, kız konuşuyor. İlerde evlenince erkek çalışacak, kadın yiyecek, gezecek. Görünen köy kılavuz istemez. Bizimki, karısının süsüne gösterişine para yetiştirmek için eşek gibi çalışacak, gönlünce yaşayamayacak, karısının elinde oyuncak olacak. İşin tuhafı, bunu yani bu tutsaklığı, kuklalığı kocalık görevi sanacak...
Kız, çalınan parçayı mırıldanarak çeşitli figürler yapıyor, delikanlıyı oradan oraya sürüklüyor, o da yarı şaşkın yarı mahcup kızı izliyor. Nereye bakacağını bilemiyor...
“Şu kim?” diye soruyor evde kalmış bir kız, arkadaşına.
“Gelinin erkek kardeşi” yanıtını alıyor.
Afili delikanlı, ev sahibi olmanın verdiği rahatlıkla kızları dansa kaldırıyor, kulaklarına bir şeyler fısıldayıp güldürüyor onları. Çift dikiş yapıyor, liseyi bir türlü bitiremiyor. Ama çapkınlık okulunun gözde öğrencisi olduğu için kız tavlamayı meslek edinmiştir. Hiçbir düğün törenini kaçırmaz. Babası zengin. İşi hazır. İş bulamama endişesi yok, rahatına bakıyor, gününü gün ediyor. Lise takımında oynuyor. Bir kulüpten transfer teklifi aldı. Ders inekleyen arkadaşlarının bir ay boyunca çalışarak kazanabilecekleri parayı bir günde alacak yakında ayakları sayesinde. Bu yüzden kızların gözünde itibarı yüksek...
Orkestra, Afrika vahşilerinin çığlıklarına benzeyen deli dolu bir müzik çalıyor. Arkadan yaşlı bir kadın kulaklarını tıkıyor, “Bu da dans mı be!” diye feryat ediyor. Yanındaki onu onaylıyor: “Çıldırmış bu gençler, çıldırmış!” Sağdan soldan gülüyorlar, “Eski çamlar bardak oldu. Dünya değişti. Zamane gençleri bunlar!” diye başlarını sallıyorlar.
Kadın, kendi düğününü düşünüyor. Hey gidi hey! Neydi o günler... Al bir ata bindirmişlerdi. Şimdiki gibi taksiye binmek yoktu. At da ne attı be! Pek şanlı olmuştu düğünü canım. Davullar, zurnalar çalıyor, gençler oynuyor, yiyip içip nara atıyorlardı. İkide birde yol kesip bahşiş isteyenler vardı... O günler bir daha gelir mi? “Bir benim düğünümdeki güzelliğe bak, bir de buradaki rezilliğe. Düğün değil curcuna bu! Eski şarkılar nerde bunlar nerde?”
Göz ucuyla yanı başında pinekleyen kocasına baktı. Efendisi de dalmıştı bu hayhuya. Ağzı bir karış açık bakıyordu dans diye tepinenlere. “Her yanları dansöz gibi oynuyor, şuna bak. Bizim harmandalı, kasa havası gibi var mı? Tango bile bundan iyi. Torun ders çalışmaya üşenir, dans var dedin miydi düz duvara tırmanır. Bütün gençler böyle. Çalışmakta sonuncu, köçeklikte birinci! Avrupalılaşmak, asrileşmek bu mu? Hadi ayıkla bakalım pirinci...”
Vakit epeyce geç oluyor. Konukların çoğu gelinle damadı kutlayıp gidiyorlar birer ikişer. Çoğu da gitmeye hazırlanıyor. Evlenen çift son danslarını yapıyorlar. Daha sonra vuslata erecekler, gerdek odasında birbirleriyle baş başa kalacaklar. Yıllar yılı bir yastığa baş koyacaklar. Filmler böyle biter. Masallar da öyle. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine, denir. Gerçekte burada bitmez her şey, yeni başlar. Önce cicim ayları, balayı vardır, sonra gülün dikenleri ortaya çıkar. Şimdi başlarına geleceklerden habersiz dönüyorlar. Mutluluktan başları dönüyor. Dönsün bakalım. Dünya da dönüyor. Eski güzel günler geri dönmüyor ama. Gülen yüzlere bakıyorum. Düğün düğüm oluyor içimde. Niye hep sürmüyor bu sevinç, bu neşe? Niye cennete giderken, sever sevilirken cehennem ediyoruz yaşamayı birbirimize... Kördüğüm olmadan bir şeyler yapmalı; sadece bir gün değil, ömür boyu düğün bayram etmeli. Erdeme, özveriye açılmalı ellerimiz; açmalı, hiç solmamalı güllerimiz.
Erhan Tığlı erhantigli@mynet.com
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
Şâir-Yazar : Alkım Saygın Saatin zembereği boşanırken geceye |
|
Saatin zembereği boşanırken geceye,
uçuşuverir anılar bileklerimi gevşeterek.
Acı bir telâş başlar ardından,
yelkovan kuşu pencereye tutunur.
İçine sızan birkaç bira şişesi
ve kenardan söylenen sapır saçma birkaç sözle
yaprak yaprak dökülür karanfiller,
kokusu burnumda tüter.
Yarım kalan aşklarla yaralı gönlüm,
gidenlerin ardından mısrâ kovalar.
Öğüt verenlerin cömertliği;
kınını kesmeyen kılıç,
bırak yerinde dursun!
Aşk mücâdelesi değil bu,
mücâdele aşkına yazılı kaderim.
Bir duâ gibi şiirlerim,
başka dudaklardan dökülsün istemem.
Kafa yordukça ürperirsin.
Sükûtu altın bilenlerin gümüş silâhları,
karanlığa kurşun sıkarken
söylediğim bir türkü gibi
yakar boğazımı.
Ah kara gözlüm!
Birkaç adımlık ufarak bir hüzün;
çıkmazlar terânesinde içli bir dağdağa,
beynimi delen paslı bir çivi.
Tüm sigortalar attı;
karanlıktayım şimdi.
Güneşi çevirirken gözlerin,
seni arıyorum;
ver ellerini.
Alkım Saygın
Bu yazıyı arkadaşına önermek ister misin?
Yazdırmak için tıklayınız.
|
|
|
|
|
|